24 Aralık 2018 Pazartesi

ÖLMEDEN ÖNCE ÖLÜNÜZ



ÖLMEDEN ÖNCE ÖLÜNÜZ

Osho

Türkçesi: Elif Ara

Okyanus Yayıncılık

2. Basım – Ekim 2002

200 sayfa


Osho, pek meşhur bir guru.

Ben pek hazzetmiyorum kendisinden. Açıklayabileceğim bir sebebi yok bunun, elektrik alamıyorum diyelim. Ama kitapları elime geçtikçe okurum.


Ölümden Korkmak

Bu kitapta ölüm korkusundan ve bu korkunun yersizliğinden bahsediyor.

Bu kısma ben de katılıyorum.

Ölümden neden korkulduğunu anlamıyorum.

İnananlar için ölmek yaratıcılarına kavuşmak anlamına gelmiyor mu? Bu neden korkulacak bir şey olsun ki?

Ha tabii tüm ömrünüz boyunca yaratıcınızla ilişkiniz sevgi değil de korku üzerine temellendiyse, ceza/cehennem/günah/yanmak gibi kavramlarla hayatınızı geçirdiyseniz evet o zaman ölümden korkmayı anlayabiliyorum.

Bir de geride bıraktıkları için insan üzülebilir. Ama o da korku değil nihayetinde, üzülmek.

Bu konuda Milattan Önce 341-270 yılları arasında yaşamış filozof Epikuros’un görüşünden bahsetmek isterim. Kendisi der ki:

Ölümden korkmamalıyız. Çünkü onu deneyimlemeyeceğiz. Ölümünüz, sizin başınıza gelmiş bir şey olmayacak. Ölüm gerçekleştiğinde siz orada olmayacaksınız. 

Haklı.

(Bu filozof ve diğerleri için bkz: Felsefenin KısaTarihi / Nigel Warburton )



Meditasyon

Osho, meditasyonu öve öve bitiremiyor, yerlere göklere sığdıramıyor. Meditasyonun ölümü deneyimlemek için önemli bir işlevi olduğunu belirtiyor.

Meditasyonu ben de çok kıymetli buluyorum. Yapamıyorum ama kıymetli buluyorum. Yapabilen için çok önemli faydaları olduğunu düşünüyorum. Rahatlama, huzur, keyif…ve benzeri sağlıyor sanırım.


Ötanazi

Gelişen teknoloji ile beraber insanlar daha uzun yıllar yaşayabiliyor. İnsan hayatı 100 yaşına dayandı dayanacak. Daha uzun yaşayanlar bile var.

Bu noktada ötanaziyi savunuyor Osho.

Eğer kişi 70-80-90 yaşına geldiyse ve artık hayatta bir amacı kalmadıysa, hayattan keyif almıyorsa, bu insanı zorla yaşatmanın bir anlamı olmayacağını anlatıyor.

Bilemiyorum.

Bu görüşe katılan bir tarafım var, ama diğer tarafımın hoşuna gitmiyor.

Burada daha önce bahsettim bir kitap vardı: İnsanın Anlam Arayışı / Victor E. Frankl 

O kitapta yaşamın anlamı ile ilgili denir ki:

“Bir film, binlerce bağımsız görüntüden oluşur, bunlardan her biri bir şey ifade eder ve bir anlam taşır; yine de son karesine gelinmedikçe filmin tamamının anlamı ortaya çıkmaz. Aynı şey yaşam için de geçerli değil mi? Yaşamın nihai anlamı da, eğer böyle bir şey varsa, en sonunda ölümün eşiğinde ortaya çıkmıyor mu?”


Doğu - Batı

Sık sık doğu batı kıyaslaması yapıyor Osho. Batı gelişti, kalkındı, zenginleşti ama ruhen ve manevi anlamda çöktü, doğu ise tam tersi, ruhen daha iyi ama maddi kalkınması yok, diyor. Ama yine de doğunun tarafını tutuyor. 

Ben ikisinin de tarafını tutuyorum. Hem maddi hem manevi zenginlik olsun.


LİMONLU PASTANIN SIRADIŞI HÜZNÜ




LİMONLU PASTANIN SIRADIŞI HÜZNÜ


(The Particular Sadness of Lemon Cake)

Aimee Bender

2014

İngilizce aslından çeviren: Suat Ertüzün

Can Yayınları

243 sayfa


Son zamanlarda hüzünçlü roman okuyamıyorum. Tadım kaçıyor.

Bu kitabı “eğlenceli” diye tarif ettiler, o yüzden alıp okudum. Ama yine tadımı kaçıracak şeyler buldum. Şimdi onları göstereceğim.
(Çok marifetmiş gibi.)


Çok Az Spoiler

Minnak bir spoiler vereceğim burada.

Kitabın ana karakteri Rose adında bir kız çocuğu. Annesi, babası ve ağabeyi ile normal normal yaşayan bir aile.

Baba avukat. Anne marangoz.

Rose, annesinin babasını bir başka adamla aldattığını öğreniyor. Annesi ve babası arasında tutkulu bir aşk yok. Biraz alışkanlık, biraz boş vermişlik gibi bir hava var karı koca arasında.

Ancak annesi zaman zaman hayat dolu olabiliyor. Rose’un da hisleri kuvvetli. Anlıyor annesini mutlu eden şeyin bir başka erkek olduğunu.

Önce bunu söylemiyor kimseye. Ama sonra annesine söylüyor bildiğini. Annesi endişeleniyor ama Rose onu yatıştırıyor kimseye söylemeyeceğine dair. Madem böyle mutlu annesi, onun mutluluğunu bozmuyor.


Kayıplara Karışan Ağabey

Rose’un ağabeyi çok okuyan ve yalnızlıktan hoşlanan bir çocuk. Üniversite zamanında sık sık kayıplara karışıyor. Kimseye haber vermeden ortadan kayboluyor, herkes fellik fellik onu ararken bir yerlerden çıkıveriyor.

Zor olsa da anne babası zamanla onun yokluğuna alışıyorlar.


Derin Gurmelik

Yukarıda anlattıklarım tatsızdı. Tatlı kısım şu; Rose tattığı yemeklerin içinde neler olduğunu bilebiliyor. Ama normal bilmenin ötesinde, yemeği yapan kişinin ruh halini, yemeği hangi duygularla yaptığını da söyleyebilecek kadar biliyor.

Örneğin, aşçı bu yemeği yaparken acele etmiş.

Bu pastayı yapanın canı sıkkınmış, aklında başka bir şeyler varmış o sırada.

...gibi.

Nitekim sonunda da bu yönde bir işe girişiyor.

Önceleri bulaşıkçılık yapıyor. Yaşıtları üniversiteye giderken o gitmiyor. Gitmek istemiyor. Bulaşıkçılık, garsonluk gibi işler yapıyor. Bir gün bu eşsiz gurmeliğini gösterebildiği bir ortam bulup bu yönde ilerliyor.


Kek

Bu kitabın bende yarattığı enteresan bir şeyden bahsetmek istiyorum: Kek yeme isteği. Bu kitap bende kek yeme isteği uyandırdı. Çılgınlar gibi kek yedim bu kitabı okurken. Halbuki kitapta hiç öyle bir kek özendiriciliği yok. Niye böyle oldum anlamadım.

O zaman afiyet olsun.



22 Aralık 2018 Cumartesi

ANILARIM



ANILARIM

Kayzer Dönemi

Weimar Cumhuriyeti

Atatürk Ülkesi

(Aus der Kaisers Zeiten durch Weimarer 

Republik in das Land Atatürks, Eine 

unzeitgemasse Autobiographie)

Prof. Dr. Ernst E. Hirsch

Çeviri: Fatma Suphi

Tübitak Popüler Bilim Kitapları

13. Basım – Mayıs 2017

398 sayfa


Ernst E. Hirsch Alman Yahudi bir hukukçu.

1930’larda Türkiye’de her alanda olduğu gibi eğitim alanında da reformlar yapılıyor. Modern bir üniversite eğitimi için adımlar atılıyor. Bu çerçevede yurt dışındaki bilim insanları eğitim vermeleri için Türkiye’ye davet ediliyor.

Erns E. Hirsch de Almanya’dan gelenlerden.

Kendi ülkesinin politik durumu pek parlak değil o dönem. O da Türkiye’den gelen teklifi değerlendiriyor.


Kütüphane

Türkiye’de içinde hukuk fakültesi bulunan modern anlama ilk üniversite İstanbul Üniversitesi.

Ancak 1933’te buraya gelip işe koyulan Prof. Hirsch bu üniversitenin pek çok eksiği olduğunu görüyor. Örneğin, kütüphane.

Kütüphanedeki kitaplar çok eski yıllardan, artık geçerliliği kalmayan hukuk sisteminin anlatıldığı kitaplar. Gerekli bağlantıları kurup kitap teminini sağlıyor. Ancak memlekette bu kitapları tasnif edecek bir kütüphaneci yok. Hirsch bu görevi de üstleniyor. Asistanlarından da yardım alıyor ama asistanları yan çiziyor. “Bu akademisyenlerin yapacağı bir iş değil. El işçiliği gerektirir. Hademe işi bu. Hem bunun için bize para vermeleri lazım. Ne kadar verecekler?” diyor.
Hirsch bu durur mu yapıştırmış cevabı: “Bana verilenin iki katı verilecek size. Bana verilen sıfır.”


Türkçe Öğrenme

Yabancı profesörlerin sözleşmelerinde üç yıl sonra dersleri Türkçe vermeleri yönünde bir madde var. Başta makul gözüküyor ama sorun şu ki; o dönem Türkçe henüz oturmuş değil. Arapça kelimeler dile çok hakim ve dönemin politikası öz Türkçecilikten yana. Eski kelimeler ve yeni kelimeler var. Anadili Türkçe olan için bile zor bir hukuk terminolojisi varken bir yabancı bu dili nasıl öğrenecek?

“…Hukukçular, öğrenmeye karar verdikleri meslek terimlerinin hemen hemen hepsinin 1926’dan bu yana yürürlükten kaldırılmış olan İslam Hukukundan ve Arapça’dan Farsça’dan ödünç alınmış sözcüklerle dolu yaldızlı resmi dilden kaynaklandığını bilmiyorlardı bile. Alman profesörler 1933 ile 1936 yılları arasında Türk dili diye ezberledikleri ne varsa, bunun büyük bölümünün ölüme mahkum olduğunu, yerine tamamiyle yeni sözcük oluşumlarının geçeceğini ve bu yeni sözcükleri her seferinde silbaştan yeniden öğrenmek gerekeceğini nereden bilebilirlerdi?”

Buna rağmen Hirsch Türkçeyi son derece iyi öğreniyor, hatta Türk Hukuk dili için doğru olan kelimelerin ortaya çıkmasına da katkıda bulunuyor.

Türk kanunlarının yazılmasında da emeği geçiyor.

Nihayetinde de Türk vatandaşı oluyor.


İyi Hoca Kötü Koca

Hirsch’nin anılarında o dönemin İstanbul ve Ankara’sını, sosyo-politik ortamını, eğitim hayatını görmek mümkün. Kendi özel hayatından çok bunlardan bahsediyor.

Kendi özel hayatından bahsettiği kısımlarda ise iyi bir hoca olmasına karşılık pek de iyi bir koca olmadığı izlenimi edindim.

İstanbul Üniversitesi’nden sonra Ankara Üniversitesi’nde ders vermeye başlıyor. Ama Ankara’daki maddi durumu, İstanbul’daki ailesini yanına almaya elverişli değil. İşe güce çok yoğunluk veren Profesör ailesini biraz ihmal etmiş sanırım. Karısı psikolojik sorunlar yaşamış ve kliniğe yatırılmış. Bunun üzerine Hirsch karısından boşanıyor.

Ankara Üniversitesi’nden sonra Berlin’e gidiyor ve orada ders vermeye başlıyor. Ankara’dan çağırıyorlar ama “Berlin’de evlendim, gelemem.” diyor başka gerekçelerle beraber.

Burada da benim aklıma takılıyor, İstanbul’daki eski eşini bırakıp Ankara’ya gidiyor, ama Berlin’deki eşinden ayrılmak istemiyor. İstanbul’dakinin suçu neydi?

Neyse beni ilgilendirmiyor, ilgilendiren kısımla noktalıyorum.

Kitabı okuyunca Prof. Hirsch’nin İstanbul Üniversitesi’ni bebeklikten alıp yetiştirdiği, sonra Ankara Üniversitesi için de benzer çabayı sergilediği gözüküyor. Çabası salt üniversitede ders vermek olmamış, hem verdiği derslerin tarzı ve niteliği, hem öğrencilere aşılamak istediği hukuki bakış açıcı, hem Türk kanunlarının oluşumuna verdiği destek, hem Türk hukuk diline katkısı… 

Say say bitmez. Çok saygı duydum.



RUHLARIN YOLCULUĞU




RUHLARIN YOLCULUĞU

(Journey of Souls)

Michael Newton

1996

Çeviren: Rengin Ekiz

Ruh ve Madde Yayınları

1. Baskı – Ekim 2012

356 sayfa


Çok esrarengiz bir kitap bu.

Tüylerimi diken diken etti.

Gerçi ne kadar doğru ne kadar kurgu bilemem ama doğru olduğu varsayımından yola çıkarak anlatıyorum.


Hipnoz ile Öte Aleme Gidiş

Michael Newton bir hipnoterapist. İnsanları hipnozo sokuyor, (tabii insanların kendi istek ve rızalarıyla) hipnozdaki insanlar öte aleme gidiyor ve orada gördüklerini aktarıyorlar. İşte kitapta bu aktarımlar ve yazarın yorumları yer alıyor.


Ruhlar Alemi

Dediklerine göre bu insanlar öte alemde bir cennet, cehennem ya da Tanrı görmüyorlar. Bir ruhlar aleminden, bir topluluktan bahsediyorlar. Bu ruhlar daha çok ışık ve enerji görünümünde.

Deneyimli ve deneyimsiz ruhlar var. Deneyimli ruhlar, deneyimsiz ruhlara rehberlik ediyor.

Ruhlar yeryüzünde bedenlenecekleri hayatı kendileri seçiyor. Rehberleri onlara yardımcı olabiliyor ya da yol gösterebiliyor. Asla bir zorlama ya da ceza söz konusu değil.


Seçilen Hayat

Ruhlar deneyim kazandıkça olgunlaşıyorlar. Yeterli olgunluğa ulaştıklarında ise bir daha bedenlenmeyip o diğer alemde kalıyorlar.

O olgunluğa ulaşabilmek için de binlerce hatta yüz binlerce yıl yeryüzüne çeşitli bedenlerde gelip gidiyorlar.

Örneğin;

Bir ruh, yeryüzündeki hayatında bir kadına kötülük etmiş. Bir sonraki hayatında kötülüğe uğramış kadın bedeninde geliyor ki zalimliğin ne kadar yanlış olduğunu anlasın.

Bunun gibi örnekler var. Örneğin bir başkasının anlattığına göre önceki hayatlarından birinde insanları küçümseyen, acımasız biriymiş. Şimdi ise fakir bir hayat sürüyormuş ki ruhu bunu da deneyimlemiş olsun.

Önceki hayatında intihar etmiş bir ruh ile konuşuyor mesela. Ruh bu yüzden pişman mı ya da ceza alacak mı diye soruyor. Pişmanlık, ceza…vb şeyler yok. Sadece görevini tamamlayamadığını söylüyor.

Görev de yeterli olgunluğa ulaşmış olmak, benim anladığım kadarıyla.


Uydurma Olabilir mi?

Diyelim gerçekten bu insanlar hipnoza giriyor ve gerçekten hipnoz etkisinde bir şeyler görüyorlar. Gördüklerini söyledikleri şeylerin doğruluğuna nasıl inanılabilir ki?

Şöyle bir parantez açmalıyım, kendi kanaatimle ilgili. Ben terapinin iyi bir fikir olduğunu sanmıyorum. Çünkü insanın geçmişe inme, çocukluğuna inme, trans hali ve benzeri durumlarda anı uydurulabileceğini düşünüyorum. Yalan söylemiyordur ama beyni ona kendisini haklı çıkaracak bahaneler uyduruyor olabilir. “Şu an bu sıkıntıyı çekiyorsun, çünkü baban sana küçükken şöyle davranmıştı.” Beyin burada bizim için mevcut sıkıntıyı çekmemize bir gerekçe uydurmaya çalışıyor olabilir. Nitekim daha önce beyinle ilgili okuduğum kitaplarda bu konulardan bahsediyor, beynimize ve anılarımıza çok da güvenmememiz öğütleniyordu.





Burada da insanlar hipnoz etkisiyle birtakım şeyler uyduruyor olabilir mi diye düşündüm. Kitapta bu konudaki eleştirilere şöyle cevap verilmiş:

“Bazı ipnoz eleştirileri transtaki bir deneğin anılar üreteceğine ve ipnoterapistin telkin ettiği herhangi bir teorik çerçeveyi benimsemek adına yanıtları çarpıtacağına inanırlar. Bu genellemeyi yanlış buluyorum. Çalışırken, her vakayı sanki o enformasyonu ilk defa duyuyormuşum gibi davranırım. Eğer bir denek bir şekilde ipnoz prosedürünü alt edebilseydi ve ruh dünyası ile ilgili önceden düşünülmüş bir fantezi kuruyor olsaydı, bu yanıtlar çok geçmeden diğer inceleme vakalarımın raporlarıyla tutarsızlık gösterirdi...” Sf.13

Yani diyor ki, hadi bir denek uydurdu, hadi diğeri de uydurdu, kitapta 29 denek özel olarak anlatılmış ama adam toplamda yüzlerce kişiye bu yöntemi uygulayıp hepsinin söylediklerinin birbirleriyle tutarlı olduğunu görmüş.


Bu Bilgi Gerçek Hayatta Ne İşimize Yarayacak?

Geçmiş hayatlarımızda ne olduğumuzu öğrenmek bugün ne işimize yarayacak? 

Yine gizemli örnekler vereyim:

Yazara gelen vakalardan birinin çok şiddetli boyun ağrıları varmış, ne yaptıysa geçmemiş. Yazar bu kişiyi hipnoza sokuyor. Anlaşılıyor ki bu kişi binlerce yıl önce bir kabilede yaşayan çocukmuş. Kral bunun boynunu kesmiş kılıçla. Evet, bu yüzden boyun ağrısı. Geçmiş ruhların bazen böyle etkileri oluyormuş.

Bir tane de ayak ağrısı çeken bir vaka örneği vardı. O da yüzlerce yıl önce ayaklarını bir kazada kaybetmiş. 

Yazar da insaların geçmiş ruhlarıyla kontak kurup mevcut sıkıntının sebebini öğrenip sonra da kontağı kesiyormuş.


Ay bilemedim ama başta da dediğim gibi;

Tüyler diken diken.




18 Aralık 2018 Salı

UYKU



UYKU

(Nemuri)

Haruki Murakami

1990

Çeviren: Hüseyin Can Erkin

Doğan Kitap

7. Baskı – Aralık 2015

90 sayfa


On yedi gündür gözüne bir gram uyku girmemiş bir kadın anlatılıyor kitapta.

Bana çok uzak.

Ben kafasını yastığa koyduğu an uyuyanlardanım. Hatta yastık yolunda uyuyorum, yastığa uyumuş kafam düşüyor.

Böyle olmayan insanlar için çok sinir bozucu gözüküyor olsa gerek. Nitekim kitaptaki kadının da siniri bozuluyor.

Önce kocasını beğenmemeye başlıyor. Sonra çocuğunu.

İşin kötüsü kimse fark etmiyor kadının bu sorununu.

Kendisi de söylemiyor. Söylemek istemiyor çünkü birine söylese hemen doktora gözükmesini isteyecek. Fakat doktor ne yapacak ki? Birtakım testler, muayeneler…vb. Bunların fayda sağlayacağına inanmıyor kadın.

*

Günlerinin hep birbirinin aynı geçtiğini fark ediyor kadın. Kocasını işe gönderiyor. Çocuğunu okula gönderiyor. Her uğurlayışta aynı cümleler. Ev işleri, alışveriş, yüzmeye gidiyor. Bütün günler böyle.

Evlenmeden önce çok kitap okurmuş. Evlendikten sonra bırakmış. Hatta daha önce okuduğu kitapları da hatırlayamaz olmuş. Burada aklına bir soru düşüyor tabii, madem hatırlamayacağız, niye okuyoruz bu kitapları?

Uykusuz gecelerinde, yıllar önce okuyup sadece çok beğendiğini hatırladığı Anna Karenina’yı tekrar okumaya başlıyor. Okuyor ama okuduğunu hem anlamakta hem de hatırlamakta zorluk çekiyor. Sonra yavaş yavaş kitap sarmaya başlıyor. O kadar ki dışarı çıktığında kimseyle konuşmak istemeyip bir an önce eve dönüp kitap okumaya kaldığı yerden devam etmeyi isteyecek kadar.

*

Kocası ile ilişkisini artık bir görev gibi görüyor. Eskiden onu nasıl beğendiğine hayret ediyor. 

Çocuğunu da beğenmediğini fark ediyor korkarak. Çünkü çocuğu kocasına ve kocasının annesine benzetiyor. Özellikle uyurken.

Kocası da kafasını yastığa koyduğu gibi uyuyup top patlasa uyanmayanlardan. Hatta merak ediyor kadın, bu adam neye uyanır diye. Bazı hınzırlıklar yapıyor uyansın diye ama adam uyanmıyor asla.

*

Kadın kafası ve bedeni arasında temassızlık var gibi davranıyor aslında. Bana öyle geldi.

*

Uykusuz gecelerinde dışarı çıkmaya başlıyor. Nasıl olsa kocası da oğlu da gece boyu uyanmıyor, yokluğunu fark etmezler.

Nitekim fark etmiyorlar da.

Ama başkaları fark ediyor. 

Önce bir polis uyarıyor. Kadın arabasıyla çıkıyor bu gece çıkmalarına. Bir gün polis geliyor yanına. Gecenin bu vaktinde burada ne işi olduğunu soruyor. Daha önce o civarda o saatlerde çeşitli suçlar işlenmiş, polis de kadını bu yüzden dikkatli olması konusunda uyarıyor.

Bir gece arabasıyla yine dışarı çıkmış, park etmiş, öylece arabada dururken adamlar sarıyor arabanın etrafını. Arabası zaman zaman tutukluk yapan eski bir araba. O sırada da tutukluk yapacağı tutuyor ve araba hareket etmiyor. Adamlar arabayı sallıyor.

Kitap burada bitiyor.

Böyle bitmeyeydi iyidi.



11 Aralık 2018 Salı

KÜÇÜK KARA BALIK




KÜÇÜK KARA BALIK


(Mahi-yi Siyah-i Kuçulu)


Samed Behrengi

1968

 Türkçesi: İlknur Özdemir

Can Yayınları

13 sayfa



Çocukken okumuşsunuzdur belki.

Ben çocukken okumadım. Daha birkaç sene evvel okumuştum. Bkz: https://birazkitap.blogspot.com/2013/02/kucuk-kara-balik.html

O zaman beğenmiştim.

Şimdilerde tekrar okuyacağım geldi. Ancak bu defaki okumamda daha önce fark etmediğim şeyler fark ettim ve pek de hoşuma gitmedi.


Macera Peşinde Küçük Kara Balık

Öykü kısaca şöyle;

Küçük Kara Balık, yaşadığı ırmağın ötesini görmek ister. Annesinin ve diğer büyüklerin tüm karşı çıkmalarına rağmen ırmağın devamını görmek üzere maceraya atılır.

Gezmek, görmek… bunlar çok güzel şeyler. Dünyayı gezmek görmek isteyen insan olsun, balık olsun, desteğim tam. Ancak bunu yaparken, bunu yapmak istemeyenleri aşağılamak mı lazım?

Küçük Kara Balık, kendisini engellemek isteyen annesine ve diğer büyüklere “Sizin gibi yaşamak istemiyorum.” diye atarlanıyor. Onların hayatını sıkıcı buluyor.

Haklılık payı var ama geride böyle kırık kalpler bırakarak mı gitmek şart? Daha sanki nazik bir şekilde ifade edilebilir gibi geliyor.

Kararlılığına puanım tam. Ama üslup hoş değil.

Gerçi burada büyüklere iş düşüyor. Düşünüyorum, çocuğum olsa ve böyle bir isteği konusunda kararlı olsa ne kadar hoşuma gider. Genel olarak kararlı birini görmek hoşuma gidiyor. Ebeveyn olarak da ne güzel bir çocuk yetiştirmişim diye gururlanırdım, kendi isteği, kendi hedefleri ve bunları hayata geçirecek azmi var. Mükemmel bir şey.


Herkesin Hayatına Kimse Karışamaz.

Küçük Kara Balık yolculuğu sırasında başka canlılarla karşılaşıyor.

Örneğin kurbağalar.

Kurbağalar, kendi küçük dünyalarında en iyinin en güzelinin kendileri olduğunu zannediyorlar.
Küçük Kara Balık da onlara “Cahilsiniz.” diyor.

Bir yengeçle karşılaşıyor. Yengeç, Küçük Kara Balık’a kendince nasihat veriyor. Küçük Kara Balık onu da aşağılayıp yampiri yampiri yürümesiyle dalga geçiyor: “Sen önce yürümeyi öğren, sonra bana akıl verirsin.” gibi bir şey söylüyor.

Hoşuma gitmedi bu tavır.

Tamam sen gez gör, ama bunu istemeyenleri küçümsemek niye?

Bu dayatmacılık hoşuma gitmiyor.

Ünlü bir halk ozanımızın dediği gibi:

“Herkesin hayatına kimse karışamaz.” https://www.youtube.com/watch?v=JR9eB4JjYBY


Düşman Kuşlar

Küçük Kara Balık, zaman zaman ölüm tehlikesi de atlatıyor. Çünkü balıkla beslenen kuşlar var ve bu kuşlar hayatta kalmak için içinde Küçük Kara Balık’ın da olduğu balıklardan yemek zorundalar.

Ama Küçük Kara Balık, sadece ekmeğinin peşinde olan bu kuşları düşman gibi gösteriyor. Kendi hayatta kalma mücadelesini anlıyorum. Her canlı refleks olarak bunun için mücadele eder.

Ama merak ediyorum, bu kitabı okuyan küçük çocuklar için kuşlar düşman gibi gösterilmiş olmuyor mu?

Kovboy filmlerinde Kızılderililerin düşman olarak gösterilmesi gibi. Fark göremiyorum.


Ben Hassasım Belki de.

Küçükken okuyup geçilmeli belki de. Bak şimdi okuyunca, bir sürü can sıkıcı nokta buldum. Belki de ben hassasım, bilemedim.