30 Ağustos 2018 Perşembe

BEYAZ ZAMBAKLAR ÜLKESİNDE



BEYAZ ZAMBAKLAR ÜLKESİNDE

Grigory Petrov

1923

Türkçesi: Prof. Dr. Ali Haydar Bey

Hayat Yayınları

?. Baskı – 1998

106 sayfa

Çok ilham verici, vatan millet aşkı konusunda acayip gaza getirici bir kitap.

Öyle ki kitap 1928’de Türkçeye çevrildiğinde de çok heyecan yaratmış. Önsözde bu kitabı öven yorumlarda bulunan önemli isimler var. Çeşitli şehirlerin valileri, öğretmenler, yazarlar…vb

*

Kitabın Bulgarca basısının önsözünü de okudum. Orada da Finlandiya övüle övüle bitirilemiyor. Yüksek  sesle konuşan olmazmış, her yer temizmiş, tramvaylarda biletçi veya kontrolör yokmuş. Çünkü:

“Eğer halka güvenmeyip kontrolcü kullanmak isterseniz, kontrolcüleri de kontrol etmek gerekir. Biz kontrolcüye değil, halkımıza inanırız.” Sf.17

Etkileyici.

*

Kitabın ismi İncil’de geçen bir ifadeden geliyor. Cennet bahçelerindeki beyaz zambaklar gibi lekesiz, saf ve masum bir hayatı simgeliyor.

*

Finlandiya'nın Fince adı "Suomi" imiş. “Suom” da Fin demekmiş. 
Suomi'nin anlamı “Bataklı arazi”ymiş.

Finler bataklık arazi durumundaki ülkelerini müreffeh bir seviyeye çıkarmışlar. Bu durum kitabın çevrildiği ülkelerde de bir ilham kaynağı olmalı. Çeşitli doğa nimetleri, yer altı yer üstü zenginlikleri olan ülkeler eğer iyi durumda değillserse bataklık araziden yükselen bir örneği görünce şapkalarını önlerine koyup düşünmeli.

*

Yazar Grigory Petrov, 1800’lerin sonlarında Finlandiya halkının kalkınma serüvenine tanık olmuş ve bundan çok etkilenmiş. Gözlemlerini bu kitapta kaleme almış.

*

Finlandiya önce Rus, sonra İsveç kontrolünde olmuş. Bu iki hükümranlık döneminde de Rusların ve İsveçlilerin kötü muamelelerine maruz kalmışlar. Bundan kurtulmanın yolunun millet olarak uygarlaşmakta olduğunu fark etmişler ve bireysel atılımlar zamanla topluma yayılmış.

*

Yazar önce şunu sorguluyor. İlla bir kahraman mı gerekir?

Cevabını her şeyin kaynağının halk olduğunu söyleyerek veriyor:

“Bir millet nasılsa, devlet adamları da onlar gibidir. İşte bu nedenledir ki eskiden beri ‘Her millet, layık olduğu idareye ve devlet adamlarına sahip olur.’ denilmiştir.” Sf.25

“Eğer bir millet büyüklük ve kahramanlık özelliklerini taşıyorsa ondan yıldırımlar doğar, kahramanlar çıkar. Eğer halk kitlesi nemli bir buhar yığınından ibaretse hiçbir güç ondan yıldırım çıkartamaz.” Sf.27

Yani kahraman uzaydan gelmez.

“Kahraman halkı heyecanlandırır ve alevlendirir. Ancak onu milletinden aldığı ateş ve heyecanla yakar.” Sf.27

Burada sevgili Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü anabiliriz. Türk milletinin kahramanı olmuş, “Hasta Adam” diye anılıp yok olmaya yüz tutmuş bir milleti heyecanlandırmış, bu heyecanı “karakteri yüksek, çalışkan, zeki” dediği Türk milletinden almıştır.

“Milletlerin büyük adamları da tıpkı bir mercek gibidir. O kendi kişiliğinde milletin gücünü ve özelliklerini toplar, bununla milyonlarca insanın ruhunu tutuşturur.” Sf.27

 *

Fin tarihi için önemli isimlerden biri Johan Wilhelm Snelman olmuş. (1806-1881) Bilim adamı, filozof ve siyasetçi olan Snelman “Fin kültürünü yaratan halk öğretmeni” olarak tanınıyor.

İnsanlarda milli şuur yaratmak için çeşitli yazılar kaleme almış, ülkeyi karış karış gezmiş, insanlara etkileyici konuşmalar yapmış, kendisi gibi aydınların yetişmesini sağlamış.

“Eğitim almış olanların tümü milli düşünceyi geliştirmeye, milli ruhu uyandırmaya, milli iradeyi güçlendirmeye mecburdurlar.” Sf.33 mottosuyla hareket etmiş.

Her insanın değerli olduğunu, her mesleğin en iyi şekilde yapılması gerektiğini aşılamış.

Örneğin Finlandiya İsveç hakimiyeti altındayken İsveçli memurlar varmış ve halkın taleplerini yerine getirmedikleri gibi halka da kötü davranırlarmış.

Bugünse halk, bu eğitimler neticesinde kamu memurlarının varlığıyla gurur duyar ve onları hayranlıkla izler noktaya gelmiş.

Kışlalarda da durum vahimmiş. Yüksek rütbeli subaylar sefahat içinde, halktan kopuk yaşarlar, halkı aşağı görürler, kışlada küfür ve kavgalar eksik olmazmış.

Finlandiya halkı kışla kelimesinden nefret edermiş ve bir yerde terbiyesizlik, kavga oldu mu herkes:

-Efendiler, burası kışla mı?

diyormuş.

Yeni dönemdeyse kışlanın bir halk okuluna dönüştürülmesine karar verilmiş. “Öyle ki her bir asker, kışlada yaşadığı günleri yaşamı boyunca sevgi ve övgüyle ansın; kışladan öğrendiklerini hayatında başarıyla uygulayarak gurur duysun.” Sf.44

*

Avrupa’da Napolyon fırtınası eserken daha sonra İngiltere’nin Fransa’yı yenmesiyle İngiliz modası dünyayı sarmış. En çok da futbol.

Snelman futbola karşı mesafeli. Gençlerin düşünsel ilgi ve üretimleri yokken, bomboş bir kafayla en ciddi uğraşın futbol olmasına karşı olmuş.

“Finlandiya’nın yalnız top tepmesini bilen insanlara ihtiyacı yoktur. Bize Fin milletini ekonomik, sosyal, ahlaki ve fikri yönden yükseltecek insanlar lazımdır.” Sf.106

“Sizin vazifeniz şutla topu yükseklere fırlatmak değil, Fin milletinin haysiyet ve şerefini yükseltmektir.” Sf.56

Ben de futboldan hazzetmiyorum ama dışlamayı da doğru bulmuyorum. Biz de bu endüstrinin içinde olalım, ama hem oyun tekniğindeki başarılarla hem de futbolcuların insani kaliteleriyle ön plana çıkalım.

*

“Topluma musallat olan manevi mikroplar” dediği bu tarz şeylerle mücadelede yardımcı olacak yazarlara, kitaplara sahip olmadıkları için üzülüyor Snelman.

*

Anne babalara çocuklarıyla yürekten ilgilenmelerini öğütlüyor. Çocuklara “Yalan söyleme” derken bu kurallara anne babaların da uymasını, çocuklara yalnızca sözleriyle değil, davranışlarıyla da örnek olmalarını söylüyor.

*

Kitap okumaya önem veriliyor. Her evde kütüphane oluşmasına özen gösteriliyor.

Ülkenin zenginleri de halk için faaliyet gösteren bu tür insanlara ve kuruluşlara yardım ediyor, hatta mülklerini kütüphaneye çevirenler oluyor.

*

Ülkenin zenginleri de kazançlarıyla halka yardım ediyor.

“Reçel kralı” olarak bilinen Jarvinen, gençken ve zor geçinirken ülkeyi karış karış dolaşan eğitimcilerden birinin konferansına katılmış. Orada duydukları onda heyecan ve ilham yaratmış. İşini ilerletme azmi bulmuş. Bu azmi arkadaşlarıyla da paylaşmış. Bir arkadaşı yumurta kralı, bir arkadaşı ayakkabı kralı olmuş.

Bir arkadaşı da (adı Karokep) hırsız, katil olmuş. Yıllar sonra onunla karşılaştığında o arkadaşının artık yeni bir hayat kurduğunu, gençken yaptıklarından pişman olduğunu, şimdi çocuklarını çok güzel yetiştirdiğini öğrenmiş. Jarvinen o arkadaşının da kendisi gibi bir konuşmacıya denk gelseydi hayatının başka şekilde seyredeceğini düşündüğünden kendisine o konuşmacıyı gönderen halka borçlu olduğunu düşünmüş.


*
Eğitime çok önem verilmiş.

“Ülke insanının çoğunluğunun eğitimden yoksun bırakılması bir cinayettir. Devletin kendi kendini yok etmesi, intihar etmesi demektir.” Sf.91

*

Kitaptan müthiş bir kalkınma atağı okunuyor.

Bizim 1923'te Cunhuriyet ilanından sonraki sürece anımsattı bana. Bizim tarihimizde de o dönemde müthiş bir atak olmuştu herek eğitim, gerek sanayi anlamında. 

Görüyoruz ki önemli olan bu atakları devamlı ve kalıcı kılmak.

Atatürk'ün bu kitabı tavsiye etmesi hatta emretmesi boşa değil.

25 Ağustos 2018 Cumartesi

EŞEKLERİN BİLGELİĞİ



EŞEKLERİN BİLGELİĞİ

(The Wisdom of Donkeys)

Andy Marrifield

2008

Çeviri: Akın Terzi

Aylak Kitap

1. Basım – Şubat 2014

239 sayfa


Şehrin keşmekeşinden sıkılan bir akademisyen, yanına bir eşek alarak Fransız patikalarında yolculuğa çıkar.

Kiraladığı bu eşeğin adı Gribouille’dir.

Eşekle bu yolculuğa çıkmadan önce eşekler hakkında birtakım bilgiler edinmiştir. Mesela İngiliz bir eşek davranış uzmanından. (Eşek davranış uzmanı?..)

Bu yolculuk esnasında hem kendi hayatını, hem genel olarak hayatı irdeler. Bunu yaparken yanındaki eşekten de feyzalır. Onun sakinliğinden, uysallığından, bilgeliğinden.

“Eşeklerin sabrını, mütevazılığını, istismar edilişini, kırbacı yerkenki çilekeşliklerini, huzurlarını düşünüyorum. Eşekleri daha iyi anlayacağım zamanları dört gözle bekliyorum, keza belki şu dünyayı ve kendimi anlayacağım zamanları da.” Sf.15

“Eşeklerin doğasında inatçı olmak ya da zora koşmak yoktur, sadece öğrenmek ve hayatta kalmak vardır.” Sf.35

Eşekler kendilerini koruma içgüdüleri nedeniyle tehlikeli, netameli yollara girmezmiş. Eşeğin malum inatçılığı da bundan kaynaklanırmış.

Eşekler mutluyken kulaklarını dikermiş. Kulakları sarkıksa bir dertleri var demekmiş.

Eşeğe ceza yanlış davranış tespit edildikten hemen sonra aşağı yukarı üç saniye içinde verilmezse, eşek yaptığı hareket ile ceza arasında bir ilişki kuramazmış.

“Ceza başarılı da olsa, ancak kısa vadeli bir çözüm olabilir. Eşek hiçbir şey öğrenmeyecektir, keza insan da öyle. Hem, eşek en başta cezaya yol açan davranışı muhakkak tekrarlayacaktır. Aslına bakılırsa, ceza sadece yeni cezalara yol açacaktır büyük ihtimalle. Şimdi atılan bir fiske, sonraki sert bir şaplağın habercisidir. Eşeğin sahibinde ya da eğitmeninde öfke ya da hüsranın artışı, eşeğe karşı daha da saldırgan davranışlarla atbaşı gider. Bu arada da eşek sinirlenir, kararlar almaya korkar, inatçı hale gelir, hatta bizzat saldırganlaşır.” Sf.40

“Eğer bir sorun varsa ve eşek ilerlemeye hiç yanaşmıyorsa, mutlaka bir sebebi vardır: Çoğu zaman soruna çözüm bulacak olan da eşeğin ta kendisidir. Kendini hazır hissedene kadar kılını bile kıpırdatmayacaktır.” Sf.58

Atlarla eşekleri de kıyaslıyor zaman zaman.

Örneğin “Atlara bir şey söylersin. Ama eşeğe sorman gerekir.” Sf.34

At demişken faytonlara binmiyoruz değil mi? Geçen gün Adalar’a gittim, yine dünya kadar insan gördüm faytona binen. Olanlardan habersiz misiniz? Yoksa acımasız, umursamaz, vicdansız, saf kötüler misiniz?

Asla anlayamıyorum fayton sahiplerinin atlarına böyle kötü davranmasını? Tamam atlara karşı herhangi bir sevgi beslemiyorsun, belli, anladık onu. Ama o at aynı zamanda senin ekmek teknen değil mi? Onun hayatta ve sağlıklı olması, senin işini yapıp para kazanmanı sağlamıyor mu? O zaman niye öldüresiye davranıyorsunuz bu hayvanlara?

Kitapta da eşeklere yapılan benzer bir muameleden bahsediyor yazar. Yaptığı bir Mısır gezisinde insanların eşeklerine yaptığı zulmü anlatıyor. Bir eşek veterineri ile tanışıyor yazar, veteriner belli aralıklarla halkın eşeklerine ücretsiz tedavi uyguluyor. Veteriner insanların eşeklerin duygusu olabileceğini düşünmediğini, onlara makine gibi davrandıklarını söylüyor.

*

Kitapta dünya edebiyatındaki ve sinemasındaki eşeklere de değiniliyor.

Örneğin;

Robert Bresson’un 1966 tarihli Au Hasard Balthazar filmi. Filmin kahramanı Balthazar adlı bir eşekmiş. Bu filmden çok bahsediliyor kitapta. O kadar ki filmi izlemedim ama izlemiş kadar oldum.

Dostoyevski’nin Budala adlı yapıtındaki başkahraman Prens Mişkin’in bir eşek anırmasıyla kendisine geldiği kısımdan bahsediyor.

Don Kişot’un yaveri Sanço Panza’nın karakaçanını da anıyor.

Ben de buraya bizim edebiyatımızdan eşekli bir örnek vereyim:


Kitapta yurt dışında bir hayvanat bahçesinde eşeğe tecavüz eden bir Türk'ün, Türklerde eşekle cinsel ilişkiye girmek bir gelenektir denerek nasıl beraat ettiği anlatılıyor.

*

Ben kitabı okuduğum sırada da şöyle bir haber dolanıyordu: "Eşeğe tecavüz ederken yakalandı..."


:( 

Bir de başka bir eşekli eser olarak: Eşekli Kütüphaneci - Fakir Baykurt.



Ben okumadım bu kitabı ama hikaye şu: Ürgüp'te bir kütüphaneci, kimse kütüphaneye gelmiyor diye eşeğin sırtına yüklediği kitaplarla yola çıkar ve kitapları insanların ayağına getirir.

http://blog.milliyet.com.tr/esekli-kutuphaneci-mustafa-amca/Blog/?BlogNo=404155


20 Ağustos 2018 Pazartesi




Azra Kohen

2015

Destek Yayınları

1. Baskı – Temmuz 2015

503 sayfa


Fi ile başlayıp Çi ile devam eden üçlemenin son kitabı.

Başından beri pek beğenmedim ama sonunun nasıl bağlanacağını merak ettiğim için okudum. Zaten de çok yoran ve zaman alan kitaplar değil.

*

Can Manay, en son Londra’da, Duru’nun oynadığı bir oyunun afişini görmüştü.

Bu durum onun Duru’ya yeniden kafasını takmasına sebep oluyor. Aslında zaten onu hiç unutmuş değildi ama asistanı ve sonradan karısı olan Bilge’nin yanında bir nebze huzur buluyordu. Hatta Bilge’yi “Huzurum” diye seviyordu.

Can, Avrupa’nın en büyük gösteri merkezini kuruyor. Amacı Duru’yu buraya çağırmak.

*

Bilge tabii anlamaz olur mu, zeki kız.

Bilge, Can’ın odasında Duru’nun oynadığı oyunların biletlerini bulunca anlıyor olanları.

Duru’yu uyarıyor, Can’ın davetini kabul etmemesi için.

Duru Can’ın davetini kabul etmeyeceğini söylüyor ama yine de geliyor.

Sahnede yine devleşiyor Duru.

Can ile birlikte oluyorlar yine.

Ama kavga da eksik olmuyor. Bu kavgada Duru bileğini incitiyor. Muhtemelen dans hayatı bitiyor, kendisinden bir daha bahsedilmiyor çünkü kitapta.

*

Bilge bu arada hamile.

Önce Can’a söylememeye karar veriyor, fakat sonra söylüyor.

Ama çocuğunu Can’dan korumasını gerektiğini düşünüyor ve Can’a bir tuzak kuruyor.

Bu tuzağı kurarken bir zamanlar Can’ın kovdurduğu ve hiçbir yerde iş bulamayan ama artık milletvekili olmuş Özge’nin de yardımını alıyor.

Özge çok güçleniyor. Çok zorlu yollardan geçiyor, ama başarılı oluyor.

Can’ı akıl hastanesine tıkıyorlar.


*

Bu arada Deniz ile Özge güzel bir çift oluyorlar.

*

Can’ın geçmişindeki gizem de ortaya çıkıyor.

Can’ın asıl adı Umut’muş. Akıl hastanesinde yatıyormuş. Can Manay adındaki adamı çatıdan mı atmış, ne yapmış, onun yerine geçmiş.

Can’ın (Umut’un) doktor annesi Eti kurmuş bu planı.

Eti, babasının tecavüzüne uğramış, bu tecavüzden doğmuş Can (Umut)

*

Neyse işte sıkıldım.

Kitaptaki olaylardan da kitabın didaktik öğelerinden de.

Her konuya parmak basmaya çalışmış kitap.

Gerçek İslam bu değil, tüketim toplumu, ilaç endüstrisi, siyaset dünyasındaki çıkar yarışı, cahil halk, otizm, nükleer santralin zararları, tekamül...

Mahsun Kırmızıgül filmleri gibi, her şeyden olsunculuk.


*

Baydı beni.


18 Ağustos 2018 Cumartesi

Çİ



Çİ

Azra Kohen

2014

Destek Yayınları

2. Baskı – Temmuz 2014

231 sayfa


Çi, Fi’nin devamı.

Fi’yi okuyunca devamını da getireyim dedim.

*


Fi’de Can Manay ile Duru sevişmiş, hikaye orada bitmişti.

*

Duru, Deniz’i terk ettikten sonra Deniz kolay kolay kendini toparlayamıyor.

Duru’nun nereye gittiğini bile bilmiyor. Perişan halde onu arıyor. Duru’yu Can Manay ile birlikte görünce kayışı koparıyor ve şehirden uzaklaşıp bir köye yerleşiyor.

*

Duru, başlarda Can Manay’ın büyüsüne aldanmış olsa da zamanla Can’ın manyaklıklarını görüyor. Kendisine olan aşırı düşkünlüğü, tutkusu, kıskançlığı, sahiplenmeciliği Duru’yu bezdiriyor.

Duru, Can’ın Deniz hakkında yalanlar söylediğini de öğrenince iyice Can’dan kopuyor ve Deniz’i özlemeye başlıyor.

Can bunu fark edince çıldırıyor, kendini kaybediyor.

Can’ı toparlayan asistanı Bilge oluyor.

Bilge, otistik ağabeyi Doğru ile ilgilenmek ve ilk defa birlikte olduğu erkek olan Murat’ı düşünmekten arta kalan zamanda Can’ın işlerini yürütüyor.

Bilge ile Murat arasında güzel şeyler olabilirdi belki ama Murat ölüyor. Ülkede çeşitli ayaklanmalar çıkıyor. Murat da sokağa çıkanlardan biri ve öldürülüyor.

Bu ayaklanmalar Gezi olaylarını andırıyor.

*

Fi’de Darbe adlı bir magazin/dedikodu dergisi çıkaran ama bu derginin başına gelmedik şey kalmayan Özge, artık milletvekili oluyor.

Destekçisi Sadık Murat Kolhan, Özge’nin savaşçı ruhunu dizginlemek ya da en azından güvenli sularda tutmak için onun milletvekili olmasını sağlıyor.

*

Hikaye, Can’ın Duru’yu kaybedip kendisini de kaybetmek üzereyken Bilge tarafından tutulması ve bir konferans için yurt dışına giden Can’ın bir afişte Duru’yu görmesi ile bitiyor.


*

Azra Kohen’in internette denk geldiğim konuşmalarını çok iddialı buldum. Kitaplarında da bu iddialı konuşmaların içeriğini dolduracak derinlik arıyorum ama, ı-ıh yok.

*

Hani bir geyik vardır ya:

“Dünyayı beş aile yönetiyor abi. İlluminati falan. Sistemin bir parçası oluyorsun sen de…”

İşte bu ezberin aynen bu yavanlıkta romanlaştırılmış hali Çi.

*

Zannediyorum Azra Kohen çok okumuş, araştırmış, dünya düzeninin ne kadar rezil olduğunu görmüş, ve bunu paylaşmak istemiş. Başkaları da görsün demiş.

İşte belki bunu ilk defa görenler için güzel bir kitap denebilir.


16 Ağustos 2018 Perşembe




Azra Kohen

2013

Destek Yayınları

2. Baskı – Eylül 2014

439 sayfa


Uzun zaman çok satanlar arasında kaldı bu kitap.

Dizisi de –ben izlemedim ama- çok övüldü.

Bir gün internette yazarın şu konuşmasına denk geldim:


“Ben bir ordu yaratıyorum.” diyor.

Merak edip okumaya başladım ne ordusuymuş bu diye.

*

Ülkenin en meşhur siması olan Can Manay adındaki bir psikolog çevresinde dönüyor roman.

Can Manay, görünürde çok başarılı, çok zeki, çok karizmatik, çok ünlü, çok zengin, çok her şey.

İçte ise psikopatın teki.

Geçmişinde bir bokluk var ama belli değil daha, sanırım serinin devamında ortaya çıkacak o bokluk.
İşte o bokluğu bulan gazeteci bir kızcağızı işinden ediyor Can Manay. Kızcağız sonra kendi dedikodu/magazin dergisini basıyor, bir zenginin yardımıyla. Ama o dergiye de esrarengiz bir saldırı oluyor, o saldırı da bu kitapta gizemin koruyor. Sanırım o da serinin devamında ortaya çıkacaktır.

*

Can Manay, Duru adında bir balerine aşık oluyor. Dev bir aşk ama, kendi tarifiyle kendisinden bile güçlü bir duygu.

Duru’nun Deniz adında bir sevgilisi var. Deniz sürüden ayrı bir genç. Düşünceleri farklı. Özgürlükten yana. Müzik öğretmenliği yapıyor ve öğrencilerini de bu özgürlükçü anlayışla yetiştiriyor.

*

Can Manay, Duru’yu elde etmek için çeşitli planlar yapıyor. Kendisi gibi olgun görünümlü bir adama yakışmayacak basitlikte ve çocuklukta planlar, akılsızca ve çılgınca.

*

Duru, Can Manay’ın kendisine olan yoğun ilgisini fark ediyor. Sevgilisi Deniz fark etmiyor diye çıldırıyor.

Bu kısımlar bana Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’undaki Yusuf ile Muazzez’in ilişkisini hatırlattı. Muazzez’e köyün zengin adamı musallat oluyor, Yusuf asla anlamıyor, Muazzez de çıldırıyordu. Aptal Yusuf. Ve aptal Deniz.

Gerçi tabii burada kadınlar niye sevgililerine bu olanları açık açık anlatmıyor diye de sorulabilir. Bilemiyorum, anlatmaya gerek bırakılması sevgilisini aptal olarak görmesine sebep oluyor olabilir. Erkeğin akıllı olduğunu, kendisini sevdiğini ve koruduğunu görmek istiyor belki.  

Neyse, romanda Deniz görmüyor.

Duru da elden gidiyor.

*

Kitabın sonunda…

Duru ile Can Manay sevişiyorlar.

*

“Bir ordu yaratıyorum” gibi iddialı bir lafı dolduracak bir içeriğini göremedim ben kitabın.

Belki bilmeyenler için “ünlü” olarak lanse edilen insanların iç yüzlerinin göründüğü gibi olmadığı konusunda birilerini aydınlatmıştır.

Ya da özendiğimiz hayatların çok da özenilmeyecek yanları olduğunu göstermiştir bilmeyenlere belki.

İstediğimiz, hayal ettiğimiz şeylerin gerçekten istediğimiz şeyler mi yoksa televizyonda, reklamlarda pazarlanan ve bu yüzden istediğimizi sandığımız şeyler mi olduğu konusunda sorgulamaya girmiştir belki bazıları.

Yani zorlarsam bunlar çıkıyor, ama bunların çıkması için daha etkili kitaplar var.

Örneğin;







Gerçi bunlar roman değil, daha teknik kitaplar. 

Neyse siz bilirsiniz.


6 Ağustos 2018 Pazartesi

101 SORUDA FOTOĞRAFÇININ VE FOTOĞRAFLANAN KİŞİNİN HAKLARI (Fotoğraf ve Hukuk)



101 SORUDA FOTOĞRAFÇININ VE FOTOĞRAFLANAN KİŞİNİN HAKLARI

(Fotoğraf ve Hukuk)

M. Sıddık Çinko

2018

Seçkin Yayıncılık

1. Baskı – Nisan 2018

183 sayfa


Adliyedeki kitapçıda denk geldim bu kitaba. Hemen kapızladım ve okudum. Ne güzel bilgiler öğrendim. Tişikkirler.

*

Kitap önce fotoğrafın tanımını yapıp, klasik karışıklık olan resim ve fotoğraf ayırımını anlatıyor.

“Fotoğraf, makine ile tespit edilen görüntüdür. Makine kullanılmıyorsa fotoğraftan söz edilemez. Resim yapımında da fırça ve diğer aletler kullanılmakla birlikte makine vasfına ulaşmış bir alet kullanılmamaktadır. (…) Başka bir ifadeyle fotoğraf çekilir, resim ise çizilir.” Sf.21

Bu kadar basit. Karıştırmayalım.

*

Bu konuyla ilgili temel kanun Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu.

Bu kanunda eser; “sahibinin hususiyetini taşıyan ve ilim ve edebiyat, musiki, güzel sanatlar veya sinema eserlerinden sayılan her nevi fikir ve sanat mahsulü” olarak tanımlanıyor.

Mahkeme kararlarında fotoğrafın ne zaman eser sayılacağına dair şu kriterlere ulaşmış yazar:

Fotoğrafın estetik değerinin olup olmaması,
Fotoğrafın rutin ve sıradan olandan farklı olup olmaması,
- Fotoğrafı çekenin bireysel düşünüş biçimi ve bakış tarzını ya da sanatsal ifade gücünü yansıtır nitelikte olup olmaması,
- Çekim yapabilmek ve sonuç olarak fotoğraf elde edebilmek için olağandışı bir tertip ve çekim tekniği olup olmadığı,
- Fotoğrafın sıradan bir etki yaratıp yaratmadığı.
sf.28

Eğer çektiğiniz fotoğraf bu çerçevede  eser sayılıyorsa kanunun tanıdığı hak ve imkanlardan yararlanabiliyorsunuz.

Bu haklar mali ve manevi haklar.

*
Fotoğraf üzerindeki mali haklar:

- Fotoğrafı işleme hakkı,
- Fotoğrafı çoğaltma,
- Fotoğrafı yayma hakkı,
- Fotoğraftan maddi menfaat elde etmeye devam etme hakkı (Satış bedelinden pay verilmesi hakkı.)

Fotoğraf üzerindeki manevi haklar:

- Fotoğrafı umuma arz hakkı (Kamuoyu ile paylaşma, alenileştirme hakkı)
- Fotoğrafta isim ve tanıtıcı işaret kullanma hakkı,
- Fotoğrafın bütünlüğünün korunmasını isteme hakkı,
- Fotoğraf zilyedine ve malikine karşı hakkı. (Fotoğrafçının fotoğrafla ilişkisinin kesilmemesi hakkı, fotoğraftan zarar görmeme hakkı)

*

Fotoğraf sahibi belli değilse, fotoğrafı umuma arz eden kişi fotoğrafın sahibi sayılır.

*

Eser üzerindeki bu hakların süresi eser sahibinin yaşadığı süre + 70 yıldır. Fotoğraf sahibi öldükten sonraki bu 70 yıllık süre, fotoğraf sahibinin ölümünün gerçekleştiği yılın sonrasındaki yılın ilk gününde başlar, sürenin sona ermesi de 70.yılın son günü yani 31 Aralıktır.

Koruma süresinin başlayabilmesi için fotoğrafın alenileşmesi gerekir.

Koruma süresinin bitiminden sonra herkes, eser sahibine tanınan mali haklardan yararlanabilir.

*

Fotoğraf üzerinde her türlü tasarrufta bulunma hakkı fotoğraf sahibine aittir. Başkalarının fotoğrafı kullanması ve bundan faydalanmaları, kural olarak fotoğraf sahibinin iznine tabidir. Bunun istisnaları:

 Fotoğrafın kamu düzeni sebebiyle izinsiz kullanılması
- Fotoğrafın genel menfaat nedeniyle izinsiz kullanılması,
- Fotoğrafın özel menfaat nedeniyle izinsiz kullanılması,

*

Fotoğrafçı haklarının ihlali halinde açılacak davalar:

- Tecavüzün Meni (Saldırının Önlenmesi)
- Tecavüzün Ref’i (Saldırının Ortadan Kaldırılması)
- Tazminat

*

Yetkili mahkeme:

- Davalının ikametgah mahkemesi,
- İhlalin gerçekleştiği yer mahkemesi,
- Taraflar arasında sözleşme varsa sözleşmenin yerine getirileceği yer mahkemesi.
- (Ref davası eser sahibinin ikametgah mahkemesinde de açılabilir.)

*

İşin bir de fotoğraflanan kişi kısmı var.

Kişinin fotoğraflanması kural olarak izne tabi.

Bunun istisnaları kanunda şöyle belirtilmiştir:

- Memleketin siyasi ve içtimai hayatında rol oynayan kimselerin resimleri (Evet kanun da fotoğraf ve resim ayırımını bilememiş, olsun.)
- Tasvir edilen kimselerin iştirak ettiği geçit resmi veya resmi tören yahut genel toplantıları gösteren resimler,
- Günlük hadiselere müteallik resimlerle radyo ve filim haberleri

Bunlar için izin şart değildir.

Ancak ister izinle çekilsin, ister izinsiz, fotoğrafın ticari amaçla kullanılması için izin zorunludur. Ticari amaçla kullanım için mutlaka ayrıca izin alınması gerekir.

*

Sokak, cadde gibi yerlerde çekilen fotoğraf karesine aniden giren kişiden izin almak gerekir mi sorusuna şu cevap veriliyor kitapta:

Kişi, fotoğrafın ana konusu ise izin gerekir.
Kişi, fotoğrafta ayrıntı ise veya rastlantı sonucu fotoğrafa girmişse izin gerekmez.

Ancak ticari amaçla kullanılacaksa mutlaka izin alınması gerekir.

*

Ne güzel bilgilendim, çok sevdim bu kitabı.

En çok da kitabın sonunda davalara konu örnek olayların anlatıldığı kısım ilgimi çekti.

Orada insanların fotoğraflarını izinsiz kullanan esnaf, belediye, bakanlık, yayınevi gibi davalılar var. Savunmaları genellikle fotoğrafın anonim olduğunu sanmaları, kullandıkları fotoğrafın eser niteliğinde sayılmayacağı, belediye hizmetini tanıtım amacıyla kullanıldığı, yıllardır o fotoğraf ile kitapların basıldığı… vb şeklinde.

Mahkemelerimiz güzel kararlar vermiş, hoşuma gitti.