18 Mart 2024 Pazartesi

DERZ

 

DERZ

İki Roman Arası Öyküler

Hakan Günday

2023

Doğan Kitap

1.Baskı-Eylül 2023

204 sayfa

Hakan Günday’ın başta OT dergisinde olmak üzere çeşitli mecralarda yayımlanmış hikaye ve kısa yazıları yer alıyor. Romanlarından tanışık olduğum karanlık tarz buradaki yazılarda da mevcut. Kimisini ilginç buldum kimisini eh işte.

 İşte o yazılar:


İLK
Islahevinde çocuklar öğretmene şantaj yapıyorlar. Öğretmen, çocuklardan birinden dışarıdaki birini öldürmesini istemiş. Bu bilgiyi saklamak karşılığında çocuklar öğretmenden dışarıda kar topu oynamaya izin vermesini istiyorlar. Ya kar topu oynamamıza izin verirsin ya da birini öldürttüğünü söyleriz.

REYON

Kadın ve adam iletişim sorunu yaşıyorlar. Kadın bu sorunu aşmak için adamın kişisel gelişim kitabı okumasını istiyor. Kadının çok sevdiği bir kişisel gelişim kitabı var. Onu tavsiye ediyor.  Ama sonra anlıyoruz ki o kitap aslında yanlışlıkla kişisel gelişim reyonuna girmiş, aslında tarih kitabıymış.

İMPARATORLUK ÖZEL KALEM MÜDÜRLÜĞÜ’NÜN DİKKATİNE
Vatandaşın biri kendisinin bir insan değil ülke için bir hammadde olduğunu düşünüyor. Bu aydınlanmayı yaşayıp yetkililere bu durumunu anlatan bir mektup yazıyor. 
(Bu arada başlıkta "...Müdürlüğü'ne" diye kesme işareti ile ayrılmış ama ayrılmaması lazım. Çünkü TDK'ya göre kurum, kuruluş, birleşim, oturum ve iş yeri adlarına gelen ekler kesme işareti ile ayrılmaz.  

GİRİŞ-GELİŞME-ÇIKIŞ
Bilgisayar oyunu oynamaya kendini fazla kaptırmış bir beyaz yakalı çalışan,  bilgisayarda  daha önce oynadığı oyunlarda öldürdüğü adam ve kadınları karşısında görmeye başlıyor, "ilahi dijital adalet" diyor buna. Biri de kendisini bilgisayar oyunundaki gibi takip edip öldürsün istiyor.

GASP
Haylaz bir çocuk, Amerika’daki bir hapishanede bulunan bir mahkumla mektup arkadaşlığı yapıyor. Ona annesinin fotoğraflarını kendisininmiş gibi gönderip adını da Melisa olarak tanıtıyor, bu bilgilerle aşk mektupları yazıyor. Adam hapisten çıkıp Türkiye’ye geliyor. Kandırıldığını anlayınca çocuğun anne babasını öldürüyor. Yalnız yanlış anlaşılmayı öğrenen babanın madem buraya kadar geldin, çocuğuma İngilizce öğret istersen ücreti karşılığı, demesi yok mu?

DÜNYANIN İLK KLON DEVLET BAŞKANI VE İÇ BURKAN DRAMI
Yıllar önce bir toplumsal olayda sıkılan gaz nedeniyle olaya katılanlarda çeşitli etkiler görülmüş. Cilt renkleri değişmiş ve o olaydaki yaşlarına dönüp sonra da ölümsüz hale geleceklermiş. Bunu duyan devlet başkanı da o gazı içine çekiyor ölümsüz olmak için ama onda bir etki yaratmıyor. Çünkü adam klonmuş.

DEFA
Dokuz yaşındaki İsa'nın kısa hikayesi. Annesini öldürüyor ve daha bir sürü kişiyi.

CİHAZ
Adamı arıyorlar, babanız öldü diye haber veriyorlar. Adam, babasıyla otuz yıldır görüşmüyormuş, kendisini terk eden babayı niye görsün? Umursamıyor babasının ölüm haberini ama önemli bir detay var. Babasının içine yerleştirilen kameralı kapsülle görülmüş ki adamın içinde cennet gibi görüntüler var. Doktorlar, oğlunun da içine bakmak istiyorlar belki onda da vardır diye. Oğlan inanmıyor, alet bozuktur diyor. 

LİSAN-I MÜNASİP
Öğrendiği yabancı dilde kitaplar okuyan çocuk, bazı devlet adamlarının yolsuzluk yaptığını öğreniyor. Aralarında babası da var. Hepsinin huzurunu kaçırıyor çocuk. Sonra da çocuğun huzurunu kaçırıyorlar.

MADDİ HALLER CETVELİ
Maddenin düşünce hali, aşk hali, rüya hali... vb bir liste yapmış yazar.

FORTUNA

Yıllar sonra kızını ilk defa görmeye giden bir babanın heyecanı anlatılıyor. Ama baba heyecandan konuşamıyor kızının karşısında.

SONRA
Bir Ermeni ve bir Türk çırak var. Arkadaşlar. Ermeni olan yurt dışından gelen bir mektupta Ermeni soykırımından bahsedildiğini okuyor. İlk defa öğreniyor bunu. Türk arkadaşına soruyor. Türk çırak da bu konuyu ilk defa duyuyor ve inanmıyor. Bunun gerçek olup olmadığını öğrenmek için araştırmaya koyuluyorlar, tam da o sırada Hrant Dink’in öldürüldüğü haberi geliyor.

MEKİK
Kasaba halkı aralarında para toplayıp çalışkan bir öğrenciyi okumaya yurt dışına gönderiyorlar. Ama çocuk kumarda tüm parasını kaybediyor ve bir daha ondan haber alınamıyor. Sonra kasabalılar başka bir çocuğu para toplayıp okumaya gönderiyorlar. Uzaya mekik fırlatır gibi yurt dışına çocuk gönderiyorlar. Bir gün belediye başkanı halktan para istiyor, lise yapmak için. Aramızda para toplayalım, lise yapalım, diyor. Bir vatandaş, öğrenmeni de mi aramızda toplayacağız, diye sorunca belediye başkanı sinirleniyor, kim onu soran, diyor. Yıllar önce okumaya gönderilen ve kendisinden haber alınamayan gençmiş soran.

UYKUDA BÜYÜMEK
Uykusunda mektup yazan insanlar ve varlıklar anlatılıyor. Tüm nefretlerini kusuyorlar mektuplarda ama mektupların sonunu mutlaka ailene selam ederim, hürmetler, saygılar diye bitiriyorlar.

SİYASET AKADEMİSİ 12.DÖNEM SÖZLÜ SINAVI
Siyasetçi olmak için sınava katılan gence Rene Megritte’in pipolu resmini gösterip burada pipo yok demesini istiyorlar. Genç diyemiyor, pipo var ama resim olarak var… deyip duruyor. Yalan söyleyemediği için siyasetçi olamayacağına karar veriliyor.

ERYTGROXYLON COCA

Kokain komasında ölen 22 yaşında bir delikanlı anlatılıyor. Son sözlerinde bir paketten ve paketi kırmızı gömlekli bir kıza verdiğinden bahsediyor.

09.32
Şehirle konuşan bir adam var burada. Diyalog çok sevimli ilerlemiyor. Adamın görevi bütün gün pencere başında şehri izlemek. Vatan borcuymuş bu. Adamın şehre bu kadar uzun bakınca intihar edesi geliyor.

CEHENNEMDE BİR GÜN
Hayatını cehennem olarak değerlendiren bir öğrencinin bir günü listelenmiş. Birilerini dövmek, tekmelemek, linç... Günü böyle.

COPLUM
Adamın gözünde cop çıkmış. Polis copu. Tıpçılar ilk kez görüyor bu durumu, anlamıyorlar. Gözünde tüm değerler normal gözüküyor. Nazardan olabilir, diyor hasta. Bir keresinde bir eylemde polis gözüne biber gazı attı diye gözünü kaybeden arkadaşıyla dalga geçmiş, ne işin var eylemde, polis bile bile biber gazı atar mı gözüne, kaşınmışsındır, demiş. Belki onun nazarı değmiştir diye düşünüyor.  Neticede tedavisi yokmuş. Bu şekilde yaşayacak.

DOĞMADAN ÖNCE MUTLAKA YAPILMASI GEREKEN 10 ŞEY
Ölmeden önce yapılması gereken 100 şeyleri listelemiş. Görülmesi gereken 10 yer, yenmesi gereken 10 yemek gibi

GEM
Uyku sorunu yaşayan ünlü bir kadın bir uyku merkezine yatıyor. Merkezde kadının hayranı olan bir çalışan onu izliyor. Ünlü kadın "Reyhan beni affet!" diye sayıklıyor uykusunda. Hayran çalışan, kadına "Ben Reyhan seni affettim." diyor kadın rahatlasın diye. Kadın uyandığında Reyhan’ın öldüğünü hatırlıyor.

KALDIRIM MAHKUMU
Sokakta yaşlı ve fakir bir amca intihar etmek için bir kamyonun önüne atlamaya hazırlananıyor. Yapamıyor. Onu gören çocuk yardım etmek istiyor, annesi izin vermiyor. "Ona bakma o cezalı. Siz sınıf başkanı seçiyorsunuz ya, o başkanın size kötü davrandığını ve bir daha seçim yapılmasına izin vermediğini düşün. Bu adam da öyle yaptı. Sonra sınıf ona isyan etti, seni artık istemiyoruz dedi. Onu yargıladılar ve ceza olarak kötü davrandığı insanların arasına koydular." diyor. 

MAHŞERİN DÖRT ATLISINDAN BİRİ OLAN ÖLÜMÜN ATINI ÇALIP KAÇAN İKİ DELİNİN SON SÖZLERİ
İki hırsız bir at çalıyorlar. Atın alnına boynuz yapıştırıp unicorn diye satmak istiyorlar. At ışınlanırcasına hareket ediyor. Sonra atın gerçek sahibi geliyor. Sahibi ölüm imiş. Hırsızlara 5 dakika zaman tanıyor canlarını almadan önce. Hırsızlar esniyor, esnerken ölen kimse olmaz diye, esneyerek ölümü oyalamaya çalışıyorlar.

TOPLUM İNŞASI VE MÜHENDİSLİĞİNDE BİR YALITIM MALZEMESİ OLARAK İNSAN ETİ KULLANIMINA İLİŞKİN KILAVUZ
İnsanları borçlandırın, itaatkar olmalarını sağlayın… gibi kapitalist tavsiyeler içeren bir anlatı

TRİYALOGLAR
Anne-baba-çocuk, ben,sen,biz,  cennet-cehennem-Araf... gibi üçlemelerin birkaç cümlelik diyalogları. Pardon triyalogları

ÜST DÜZEY YAZIŞMALAR
Köpekle insanlar arasında mektuplaşmalar. Köpek, insanların birbirlerini öldürmeleri nedeniyle oluşan kan kokusundan rahatsız. İnsanlar da köpeğin rahatsızlığını dile getirmesinden rahatsız. Köpek son mektubunda insanlara yanarak ölmeyi öneriyor. İnsanlar da kabul ediyor.

İSİMSİZ
Hiçbir dünyalı bu dünyaya dayanamaz ya da katlanamaz ya da yalan söyler ya da küfreder… ya da şu bu diye başlayıp ve dener ve yanılır ve yazar ve dayanır diye biten paragraf uzunluğunda tek bir cümle.

SÜRDÜRÜLEBİLİR KÖTÜLÜĞÜN TEMEL ŞARTLARI
-Tek doğru bilgiye karşılık on yanlış bilgi yaymak.
-Ülkenin her bir yurttaşını dev bir çetenin üyesi yapmak
... gibi şartlar sıralanmış. Otorite sorgulayan ifadeler yer alıyor. 

HAVA
Savaştan ve katil olmaktan korkan biri ve gelecekten genel olarak korkan başka birinin iletişim çabası anlatılıyor öyküde. Sonunda bir bombayla havaya uçuyorlar.

BİR KİNYAS VE KAYRA ÖYKÜSÜ
Kinyas ve Kayra cünatet işlemeye karar veriyorlar. Kayra kolayca yapıyor. Felçli bir yaşlı adamı uykusunda yastıkla boğuyor. Kinyas da kendisini gasp eden bir adamı öldürüyor. Ama Kayra kadar rahat olamıyor. Peşinde olduklarından, yakalanacağından, tutuklanacağından, linç edileceğinden korkuyor.

ŞEY
Adam yirmi adamla birlikte bir kadına tecavüz etmek suçlamasıyla polis karşısında. Kadın fahişe, adam da kadınla anlaşmış ama onu otele götürmek yerine tekinsiz bir sokağa götürmüş, başka adamlar çağırıp kadına tecavüz etmiş. Niye? Çünkü başka türlü kalkmıyormuş.

AÇIKÇASI SENİ TAM OLARAK HATIRLAMIYORUM
20 yaşına mektup. Geleceği değil şimdi kim olduğunu anla ve hatırla... tavsiyeleri içeriyor.

ZERRE
Aynı kadına aşık iki adam, biri diğerini öldürmek üzereyken şehre bombalar yağıyor.

SAFKAN İNSAN
Adam birini öldürecek. Öldüreceği adamın hayatta olmasını diliyor. Hayatta kal ki öldüreyim, diye anlatıyor.

*

Görüldüğü üzere yazarın siyasi eleştirileri ve tecavüz ile cinayet fantezilerinden oluşan birtakım ömür törpüsü yazılar. 

8 Mart 2024 Cuma

ZAMİR

 


ZAMİR

Hakan Günday

2021

Doğan Kitap

1.Baskı – Ekim 2021

368 sayfa

 

Hakan Günday’ın savaşlar ve barışlar hakkında “bakın ben neler biliyorum?” diye avaz avaz haykırdığı bir kitap. Hem gerçek tarih hem kurmaca tarih olarak bol bol bilgiye boğuyor. Romanın didaktik kısmı kurgu kısmından daha yoğun. Bu tarzı en çok Zülfü Livaneli’de gözlemliyorum ve sevmiyorum. Yetişkin bir okur olarak keyifle roman okuyayım diye elime aldığım kitaptan okul çocuğunun ders kitabı okuması gibi bir his almak istemiyorum. Bu tarz yazarları kandırıkçı buluyorum. Yazar sanki diyor ki: “Ey okur, sen bilmezsin, bak böyle böyle şeyler oluyor dünyada, tarihte de bu var, sen bunları araştırıp öğrenmezsin, ben en iyisi roman ayağına sana bunları öğreteyim.” 

*

Kitapta önce bir mülteci kampındayız. Halep’te El-Aman mülteci kampında gönüllü çalışan Norveçli bir doktor görüyoruz. Doktor Asbjörn. Doktor, burada bombalardan yaralanan bir bebeği ameliyat ediyor, daha sonra bu kampta yaşadıklarına daha fazla dayanamayıp memleketine dönüyor ve alkolik oluyor. Sonrası ölüm.

Adını Zamir koyuyorlar kamptaki bu bebeğin. Arapçada vicdan ve gerçek niyetmiş anlamı.

Bebek kimsesiz. Öğreniyoruz ki patlamadan altı gün önce Türkiye’de doğmuş, sınırın diğer tarafına geçirilmiş. Bebeği oraya bırakan annesi Zerre. Türkiye’nin sınır köyü Palaz’da yaşayan, küçük yaşta evlendirilen ve tabii ki okutulmayan bir kız çocuğu Zerre. Köylüler, El-Aman mülteci kampının bile bu köyden daha refah içinde olduğuna inanıyor, köylü çocuklar El-Aman’a gitmeye özeniyor. Zerre de yeni doğan bebeğini, kamyoncu Raif’e verip onu El-aman’a bırakmasını istiyor. Sonra Raif ile buluşup İstanbul’a kaçmayı planlıyorlar. Zerre bebeği Raif’e ulaştırıp köye dönüyor ve kocasını, öz annesini, imamı vuruyor, kendisi de intihar ediyor.

Bu kısımlarda bunun gibi başka hikayeleri de okuyoruz. Kocasının akrabası tarafından tecavüze uğrayan, ama bunu dile getiremeyen, getirse de kimsenin inanmayacağı bir kadın, bebeğini ıssız bir yere bırakmayı düşünüyor. Ama yanlışlıkla mayınlı bölgeye giriyor. Orada trajik şekilde can veriyor.

*

Zamir, bombalardan yaralanan yüzüyle savaşlarda yaralanan bebekler için yapılan yardım kampanyalarının yüzü oluyor. Bir barış vakfı çocuğu sahipleniyor ve Zamir profesyonel olarak bir vakıf çalışanı oluyor, buradaki en önemli rütbe olan sunuculuk yapıyor. Vakfın amacı savaşan tarafları bir araya getirmek ve barışı sağlamak için her şeyi yapmak. Zamir de bu çerçevede çok çalışıyor. Bu kısımlarda öğreniyoruz ki bu vakıfların arka planlarında başka işler dönüyormuş. Aslında görünen pek çok şeyin arkasında başka şeyler dönüyormuş. Diyor ki:

“Sizi barıştıran her kimse, savaştıran da odur!”

“Ve sizi her kim doyuruyorsa, bilin ki aç bırakan da odur!”

Sf.339

*

Bir aktör, Zamir’e yüzünü miras bırakıyor. Yüz ameliyatı geçiren Zamir artık ölmüş bir aktörün yüzüyle hayatına devam ediyor. Bunu yeni bir başlangıç sayıp savaşları bitirecek asıl şeyi düşünmeye başlıyor ve çözümü bir din kurgulamakta buluyor.  İnsanların birbirlerini öldürmesini engellemenin yolu yeni bir din ve bu dinde Tanrı insanın ta kendisi. Her insan Tanrı. Böylece hiçbir insan başka bir insanı öldüremez diye düşünüyor. Bu dini tanıtmak için Kabe’ye gidiyor. Rusya ve Çin arasında savaşa sebep olmuş gizli görünmezlik böceğine sahip olan Zamir bu aygıtı Kabe’ye atıyor. Böylece bir süre Kabe gözden kayboluyor ve insan insana secde ediyor gibi bir görünüm oluşuyor. İnsanı insana tapar gösteren bu görüntü ile dini yaymada ilk adımı atıyor. Ve Zamir artık hikayesini yazmaya başlıyor.

*

Bu son güzel olmuş, ilginç, değişik. Bu sonu sevdim ama bu sona giden yol biraz bıkkınlık getirdi.

Öncelikle en başta açıkladığım eğitici tutumu yüzünden keyfim kaçtı. Sonra da benim burada sırayla anlattığım hikaye kitapta bölük pörçük anlatılıyor. Bir baştan bir sondan, bir bugün bir yıllar öncesi, bir A kişisi, bir B kişisi, sonra birinin hayatının bugünü, sonra diğerinin hayatının geçmişi… Okuyucu olarak sen kafanda sıralayacaksın bunları. En sevmediğim tarz. Ben giriş-gelişme-sonuç seviyorum. Kronolojik sıraya uygun olarak okuyup öğrenmek istiyorum karakterin hayatını ve serüvenini. Böyle geçmiş ve bugün arasında yoğun trafik olması keyif vermiyor bana.

*

Kitap daha başka çeşitli ilginç fikirler ve olaylar da içeriyor. Örneğin;

Türkiye’de Allah var mı yok mu diye halk oylaması yapılması. Hükümet bu oylama ile şunu amaçlıyor: Oylama sonunda Allah vardır sonucu çıkarsa, Allah'ın kelamı hüküm sürecek, bunu da hükümdar yapacak.

O sırada Almanya’da Türklerin Almanya’dan kovulması söz konusu. Türkler Alman hükümetinin bunu yapmayacağını düşünüyor ama Alman hükümeti, Nazi dönemini hatırlatır yöntemlerle Türkleri Almanya’dan atmayı planlıyor.

Dünyanın başka bir yerinde ise Suriye’de yaralı bulunan bebekler kendi aileleri yerine İsviçre’de zengin ailelere veriliyor. Bu işi yapan kişi bu çocuklar Suriye’deki sersefil ailelerine gitseler daha mı iyi, burada refah içinde yaşıyorlar diye savunuyor.

İlginç bir üründen bahsediliyor kitapta. Kılavuz bavul. Bavul bir çeşit navigasyon işlevi görüyor, yol gösteriyor, insanlar bavullarının peşi sıra gidiyor.

Kitaptaki bir başka ilginç fikir de nefret pornosu. Porno sektöründe var mı bu kategori bilmiyorum. Irkçılıktan devşirilen bir porno türü. Düşman halklardan birinin şiddete uğradığı, tecavüz edildiği bir porno türü. Zamanla halkların kendilerine kötülük etmiş insan ya da gruplardan intikam almasını içeren bir içeriğe dönüşmüş, buna da karma porn denmiş.

Bu ilginç fikirlerin yanı sıra yine ilginç bulduğum bir şey yapmış yazar. İnsanları sık sık memleketleriyle adlandırmış. Örneğin Edinburglu Calhoun, Pasarofçalı Zivko, Olotlu Jacinta, Palermolu Federico, Londralı Grace, Beytüllahimli Yossi… gibi. Kişilerin bireyselliklerinden çok milletlerine önem verildiğini ortaya koymak için böyle kullanmış galiba. Ya da barış planlarının arkasında ne kadar çok çeşitli insan olduğunu ortaya koymak için, bilemiyorum.

Çeşitli milletlerden ve tarihten bahsederken Türk-Ermeni ilişkilerine de değinmiş. Yerlileri katleden Amerikalılar, Boşnakları katleden Sırplar, Cezayirlileri katleden Fransızlar, Yahudileri katleden Almanlar... diye sıraladığı listeye "Ermenileri katleden Türkler" diye de eklemiş. Bu da tat kaçırdı.

(Eskiden bu durum yazarların yargılanmasına sebep oluyordu. Elif Şafak ve Orhan Pamuk bu sebepten yargılanmıştı. Yazarların yazdıklarından ötürü yargılanmasını yanlış buluyorum. İnsanlar yazdıklarından, yani fikirlerinden değil, eylemlerinden sorumlu tutulmalı kanaatindeyim.) 

*

Hakan Günday'ın kitaplarındaki karanlığı sevmem ama bazı cümleleri hoşuma gidiyor. Örneğin;

“Çünkü o kadar acıdan sonra, yola çıkanla hedefe varan aynı kişi olmaz.” Sf.17

“Çünkü bir savaşta sivillere karşı düzenlenmiş hangi saldırının yargı konusu olacağı, savaş sonunda mahkemeyi kimin kurduğuna bağlıydı.” Sf.30

“Çünkü biliyorlardı ki modern dünyada hafızayı yönetmek, yani kimin neyi unutup neyi hatırlayacağını ya da neyi nasıl hatırlayacağını belirlemek mümkündü.” Sf.31

“Zaten kolay olsa o karar alınmaz verilirdi.” Sf.32

“Çünkü o iki ülkede de kadınlar, barış zamanında bile bir savaş esiri olarak doğarlardı. Savaşı doğarak kaybeder ve erkeklere esir düşerlerdi.” Sf.36

“Dolayısıyla her yerde olduğu gibi bu havaalanında da insanlar yanımdan birer ambulans gibi geçip gidiyordu. Evet, tam da ambulansa benziyorlardı. Çünkü aslında acil olan tek şey içlerinde taşıdıkları hastanın durumuydu.” Sf.38

“Bebekler bile belki de bu yüzden seviliyordu. Hiç kullanılmamış insanlar oldukları için.” Sf.39

“Yıllar içinde anlamıştım ki yeni kurulan silahlı örgütler ile düğün hazırlığı yapan gelinler arasında bir benzerlik vardı. Her iki grup da her şeyin mükemmel olmasını isterdi.” Sf.144

“Çünkü bir Doğulu Batı’ya giderse, ona orada göçmen deniyor ancak Doğu’da yaşayan bir Batılının sıfatı daima expat oluyordu.” Sf.154

“Çünkü bu şehir bir uyuşturucu! Buraya gelen öyle bir uyuşuyor ki nasıl bir cehennemde yaşadığının farkında bile değil! İstanbullu dediğin aslında bir bağımlı!” sf.155

“Tabii bir de bu kadar güçle ne yapılacağı sorusu var… İlk akıllarına gelen, politikaya atılmak oluyor. Ama hemen anlıyorlar ki bu büyük bir hata! Çünkü politika, sürekli göz önünde olmak ve sorgulanmak anlamına geliyor. Politika yapmanın en iyi yolunun hükümetleri satın almak olduğunu derhal kavrıyorlar.” Sf.179

“Ayrıca bir şehirdeki yardım kuruluşu sayısına bakarak oradaki sömürünün düzeyini ölçmek de mümkündü. Buna göre kapitalizmin başkenti olan New York hayır işi sektörünün de merkeziydi. Ne de olsa bu sektör ancak gelir adaletinin bulunmadığı yerlerde serpilebiliyordu.” Sf.208

“Eğer insan cehennemde doğmuşsa bir iblis olmayı reddedebilir miydi? Sf. 212

“Çünkü tanıdığım çoğu dini lider gibi o da ağlamayı çok severdi. Özellikle idam kararlarını ağlayarak verirdi.” Sf.216

“Türkiye’deki aile yapısı çocuk kalmış yetişkinler üretiyordu. Hatta çocuk kalmış yetişkinler, nüfusun çoğunluğunu oluşturuyordu. Öyle olmasa Türkiye’de devlete baba, denir miydi?” Sf.269

“Örneğin bir Portekizli bir İspanyol’dan söz ederken Avrupalı demeyip milliyetini belirtiyor ama bir Ugandalı ya da Burmalıyı, üzerinde yaşadıkları kıtayla anarak Afrikalı ya da Asyalı olarak tanımlıyordu. (…) Yani aradaki mesafe büyüdükçe ayrıntılar kayboluyor ve insanlar birbirini bir yığın olarak algılıyorlardı.” Sf.356

“İnsan insanı görebilse dünya bambaşka bir yer olacaktı! Çünkü insanın doğasında gördüğüne inanmak vardı!” Sf.360

 

Altını çizdiğim cümlelerin çoğunun “Çünkü” ile başladığını fark ettim… Ders anlatır gibi roman yazmış diyorum işte. Ben de dersi iyi dinlemişim galiba.

Yalnız bu arada Hakan Günday’ın bu ifadelerinin bazısından eser miktarda Yılmaz Erdoğan vibe’ı alıyorum. Ufuklara bakarak bilge bilge laflar etmeler… Edebiyatına/sanatına yapılan övgü ve alkış erkekleri bir zaman sonra Yılmaz Erdoğan’a dönüştürebilir korkarım.

*

Diğer Hakan Günday kitapları için 

Bkz: Kinyas ve Kayra

Bkz: Zargana

Bkz: Piç

Bkz: Malafa

Bkz: Azil

Bkz: Ziyan

Bkz: Az

Bkz: Daha


12 Şubat 2024 Pazartesi

LİSE ÖĞRETMENİ PEDERSEN’İN ÜLKEMİZE MUSALLAT OLAN BÜYÜK SİYASİ UYANIŞA DAİR ANLATISI

 

LİSE ÖĞRETMENİ PEDERSEN’İN ÜLKEMİZE MUSALLAT OLAN BÜYÜK SİYASİ UYANIŞA DAİR ANLATISI

(Gymnaslaerer Pedersens beretning om den store politiske vekkelsen som har hjemsokt vart land)

 Dag Solstad 

2000

Norveççeden çeviren: Banu Gürsalar Syvertsen

 Yapı Kredi Yayınları

2.Baskı – Nisan 2022

226 sayfa


Norveçli lise öğretmeni 1960’lar sonu ve devamında öğretmenliğini yaptığı çocukların nesli ile kendi gençliğindeki nesli karşılaştırıyor, çeşitli çıkarımlar yapıyor, bu arada demokratik bir ülke olan Norveç’in siyasi yapısından memnun olmayıp komünizme sıcak bakıyor, bu çevreden insanlarla birlikte oluyor, ardından ne yapıyorum ben diye sorarak hikayesini sonlandırıyor.

*

Pedersen, 1968 yılında 28 yaşında Larvik istasyonuna gelen bir lise öğretmeni.

Evlenip çocuk sahibi olup yuva kurma peşinde. Bunun için çeşitli flörtlerin ardından iki yıl sonra kütüphaneci Lise Tanner ile evleniyor ve Thomas adını verdikleri bir çocukları oluyor.

Pedersen okulda tarih anlatıyor, Norveç’in parlamenter sistemine geçişi konusunu anlatırken bir öğrenci, dedesinin oy hakkının olmadığını anlatıyor. Ve dersin işlenişi ile ilgili tartışmaya girişiyorlar. “Tarih kimin içindir?” diye soruyorlar. “Tarih iktidarı elinde bulunduranlar için midir, yoksa emekçi kitleler için midir?” Sf.43 Derken iş Vietnam’a geliyor, oradaki Abd emperyalizmine karşı gençler Vietnam’ı destekliyor ve Vietnam için marş söylüyorlar. Öğretmen bunu saygıyla karşılıyor ama müdür ve bazı veliler aynı fikirde değil. Özür dilenerek olay unutuluyor. Ama öğretmen kendisini bu öğrencilere daha yakın hissediyor.

Werner Ludal öne çıkan bir öğrenci. Ajitasyon yaparak dersi kaynatıyor. “Werner, Norveç okullarında verilen eğitim bağlamında hiç işitilmemiş sözcük ve kavramları sokardı derslerimize. İşçi sınıfı. Sınıf mücadelesi. Sınıfsal koşullar. Kitleler. Tekelci kapitalizm. ABD emperyalizmi.”sf.54

Öğretmen, Ludal’ın böyle konuşmasına karşı çıksa da içten içe hoşuna gidiyor. Ludas böyle şeyler söylemeyip derse katılmadığında öğretmen kendini kötü, yetersiz hissediyor.

Öğretmen Pedersen zamanla komünist oluyor. İşçi sınıfına hizmet etmek ve proleterya diktatörlüğünün sağlanmasını istiyor, komünist partiye giriyor. Stalin ve Çin övüyorlar. Çin’e ve Sovyetler’e özeniyorlar Norveç gibi demokratik bir ülkede. Hatta kapitalizmi sona erdirmek için silahlı devrim düşünüyorlar ve Pedersen zaman zaman bunu dile getiriyor.

İşçi Jan Klastad var, Pedersen onu örnek alıyor. Burjuvalar ve adetleriyle dalga geçen, hiç teorik kitap okumayan ama teorik kavramlarla konuşan, pornoyu lanetleyen ama kullanan, öğretmenlerden nefret eden (çünkü öğretmenler çocukları sürekli uyarırlar, işçiler de bu yüzden çocuklarını döver) bir adam Jan. Pedersen bu adamı ustası olarak görüyor, ona benzemeye çalışıyor.

Bir gün partiye bir kadın katılıyor, Adı Nina, doktor. Pedersen o sıra 34 yaşında, Nina ondan sekiz yaş küçük.

Bir gün Nina, Pedersen’in evine çağırıyor albüm dinlemek için. Ve birden Pedersen’e sarılıyor, sonra sevişiyorlar. Bir süre gizli saklı bunu sürdürüyorlar, ama sonra Nina sürpriz bir şekilde bunu bir parti toplantısında herkesin içinde dile getiriyor. Erkek yoldaşla ilişkiye girmek suretiyle Parti’nin güvenini kötüye kullandım, beni cezalandırmalısınız, buna kayıtsız kalan bir partiye halk da güvenmez… gibi şeyler söylüyor. Pedersen şok! Nina’nın böyle partiye yoğun bir bağlılığı var, çok tutkulu ve heyecanlı bu konuda. Kitabın ilerleyen sayfalarında bu konudaki bakış açısının ve yorumlarının aşırılığı anlatılıyor Pedersen’in gözüyle.

Pedersen boşanıyor. Nina’ya gidiyor elinde bavuluyla, Nina onu almıyor ve Pedersen bir bodrum katına taşınıp orada yaşamaya başlıyor.

Nina sonra Jan Klastad ile sevgili oluyor. Pedersen hala Nina’ya tutkun ama Nina sadece yoldaş-yoldaş onunla.

Nina madem işçi sınıfındayız, o zaman işçi sınıfından olmak gerekiyor diyerek doktorluktan istifa ediyor, partideki küçük burjuva mesleklerini yapanların da istifa etmesini ima ediyor. Birkaç kişi istifa edip fabrikalarda, madenlerde çalışmaya başlıyor. Pedersen hariç. Başta çok ısrar ediyorlar, işe yaramayınca dışlıyorlar. Ama Pedersen hala parti için çalışıyor.

Pedersen’in eski öğrencisi Werner mühendislik okuyor ama o da bunun burjuva hayali olduğunu düşünüp okulu bırakıyor, bir fabrikada çalışmaya başlıyor. Çalıştığı fabrikada grev çıkmasını sağlıyor. Ücret azlığı, molalardan ücret kesilmesi vb sebeplerle grev çıkardığı sanılıyor ama Pedersen anlıyor ki aslında Werner kendi kişisel sebeplerinden grev istemiş. Maaşı diğer işçilerden daha az, yeni evli, bebeği var, eğitim kredisi ödeyecek, harcaması çok. Grevden umduğunu bulamayan Werner bir zaman sonra bu ideolojisinden vazgeçip sosyal demokratların safına geçiyor. Çünkü zamanla sosyalizmin o kadar iyi olmadığını, Norveç’teki işçilerin durumunun daha iyi olduğunu görüyor: 

“Hiçbir sosyalist ülkede işçiler Norveç işçilerinden daha özgür değildi. Daha güven içinde değildi. Kendi emekleri hakkında karar verme yetkileri daha geniş değildi. Grev hakları sınırsız değildi. Evet, gerçek şuydu ki Norveçli bir işçi pek çok konuda sosyalist ülkelerde yaşayan yoldaşlarından çok daha fazla hakka sahipti.” Sf.218

E yani. Norveç gibi bir ülkede özendikleri ülke Çin ve eski Sovyetler. Olacak iş mi?

Sosyalist ülkelerin ortak karakterini de açıklıyor Werner:

“Bu ülkelerin tümünde aynı şey görülmektedir. Tepeden yönetim. Bilgi edinme özgürlüğünde sınırlamalar. Adil yargılamada ve yargıya duyulan güvende azgelişmişlik. Gücü elinde tutanların sahip olduğu büyük imtiyazlar. Egemen görüşlerden farklı düşünmeyi isteyen işçi ve entelektüellerin özgürlüklerinin kısıtlanması. Hantal ve randımansız bir ekonomik sistemin sonucu olan düşük yaşam standartları…” sf.218

* 

Nina doktorluğu bıraktıktan sonra bir dikiş fabrikasında çalışmaya başlıyor. Beş yıl dikiş fabrikasında çalışıyor, diğer işçilerle yakınlık kurmak istiyor ama işçi kadınlar ona sıcak bakmıyor. Beş yılda sadece bir kadını partinin yayın organı olan gazeteye abone yapabilmiş. O kızcağız aboneliği yenilemeyince Nina başarısızlığını kabul edip kendini tabancayla vuruyor.

Bu son on yıl Pedersen için kırılma oluyor. “İnsan bir komünist partiye dikkatli yaklaşmalıdır, okurun bunu anlamasını sağlayabilmiş olmayı umuyorum.” diyor sonunda. Sf.226

*

Yazarın başka bir kitabı için bkz: Profesör Andersen'in Gecesi 

7 Şubat 2024 Çarşamba

MİRAS

 

MİRAS

(Heritage)

Miguel Bonnefoy

2020

Fransızca aslından çeviren: Birsel Uzma

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

3.Basım - Eylül 2023

165 sayfa


Şili’de yaşayan Fransız kökenli bir ailenin üç neslini anlatıyor kitap.

*

Fransız bir adam Fransa’da bağcılık yapıyorken bitkilere hastalık gelmesiyle iflas ediyor. Daha iyi bir hayat umuduyla gemiye binip Amerika’ya,California’ya gidecekken karahumma olduğundan gemi kaptanı onu Şili’de indiriyor. Şili’de görevliler adını soruyor ama o nereden geldiklerini sorduklarını sanıp Lons-le-Saunier diyor, soyadı böylece Lonsonier kalıyor. (Godfather’daki Carlione gibi. Onun soyadı da geldiği memleket olarak kayıtlara geçiyor.)

Adam Şili’de kendisi gibi Fransız olan bir kadınla evleniyor. Üç oğulları oluyor: Lazare - Robert - Charles

Oğlanlar, babalarına kökenlerini sorduklarında “Fransa’ya gittiğinde, Michal Rene’yi bulursun. O sana her şeyi anlatır.” diyor. Gizemli bir amca olarak adı geçiyor ama ayrıntı yok. Zaten kitabın sonunda da anlaşılıyor ki böyle bir amca yok. Lonsonier, gemiye binmeden önce ahırda ses duymuş, bir adam gelmiş, Paris’ten kaçmış, jandarmalar peşindeymiş. Lonsonier, ihbar etmemiş. Sonra tesadüfen görüyor ki bu adam aslında erkek kılığına girmiş bir kadınmış. Eğitim, medeni haklar, savaşa katılmak vb sebeplerden erkek kılığındaymış. Lonsonier, oğulları köken sorunca aklına bu ismi söyleyivermiş.

*

En büyük oğlu Lazare, Ağustos 1914’te okuduğu gazetede 1.Dünya Savaşı haberini alıyor ve Fransa için savaşmaya karar veriyor. Üç kardeş savaşa gidiyor.

Cephede Fransız ve Alman birlikleri arasında bir kuyu var. İki düşman ordu kuyudan su almak için kısa süreli ateşkes yapıyor. (Bizim Çanakkale’deki gibi kısa süreli ateşkesler oluyor.) Lazare kuyu başındayken bir Alman askeri ile karşılaşıyor, adı Helmut. Bu Alman da Şilili. İkisi de yaşamadıkları ülke için savaşmaya gelmiş. Alman asker Helmut Almanların yapacağı saldırıyor söylüyor Lazare’a ve ona revire gitmesini tavsiye ediyor. Lazare bu bilgiyi üstlerine söyleyip söylememekte tereddüte düşüyor. Sonra söylemeye karar veriyor ve Fransızlar, Almanlara beklemedikleri bir saldırıda bulunuyorlar. Lazare, saldırı sonrası o Alman askeri merak edip ararken yanında patlayan bombadan yaralanıyor. İki kardeşi ise ölüyor. 

11 Kasım 1918. Savaş bitiyor. Lazare eve dönüyor. Akciğerinden hasta, biri alınmış.

Hava değişikliği için uzaklaşmaya karar veriyor. Yerliler arasında bir Fransız kızla tanışıyor. Adı Therese. Onunla evleniyor. Kızları oluyor, adı Margot.

Therese kuşlara meraklı, Kuşhane yapıyor. Margot bundan mıdır bilinmez havacılığa merak sarıyor. Uçak yapmak istiyor, bunun için ortak arıyor, komşu çocuğu Ilario Danovsky ortak oluyor. Birlikte uçak yapıyorlar. Uçmuyor ama olsun. İkisi havacılık okuluna gidiyorlar.

Margot bir gün eve geldiğinde Therese gazete uzatıyor, habere göre Almanya, Fransa’yı işgal etmiş. Evet 2.Dünya Savaşı. Margot da yıllar önce babasının yaptığı gibi savaşa gideceğini söylüyor. Ilario ile savaşa katılıyorlar. Uçakla mühimmat taşıyorlar. Alman askeri uçakları onları yakalıyor. Ilario paraşütle atlamak zorunda kalıyor. Almanlara esir olmamak için kendini öldürmek istiyor ama silahı yanında yok. Margot onu öldürüp öldürmemek konusunda tereddüte düşünüyor, öldürmemeye karar veriyor.

Savaş bitiyor, Margot evine dönüyor. Evde bir sürpriz var. Yıllar önce babası savaştaykenki Alman asker Helmut gelmiş. Margot ve Helmut bir gece birlikte oluyor. Aynı gün Margot’un babası artık yaşlılıktan ölüveriyor, ölmeden önce karısına Helmut’u öldürdüm diyor.

Margot bu birliktelikten hamile kalıyor. Çocuğa Ilario Da adını koyuyor. Çocuğun babasını sorgulamıyor kimse, babası savaşta öldü diye biliyor herkes. Ilario Da bir gün babasının kim olduğunu soruyor. Margot, ben diyor. Çocuk buna inanıyor. İnsanlar da inanıyor.

Büyüyen çocuk devrimci sol hareketlere katılıyor. Halbuki kendisi fabrikatör çocuğu, Margot’un babasının ayin ekmeği fabrikası vardı. Baba ölünce güvendiği işçisi Hector’a bırakmıştı. (Aslında Hector hırsızlık yapmak için fabrikaya girmişti, ama adam onu işe aldı.)

Margot yaşlanıyor ve artık yıllar önce savaşa katılmış, pilot olmuş gibi görünmüyor. Salaş keşiş, hippi bir tarzı var. Oğluyla ideolojik çatışma yaşıyorlar. Margot barışçıl bir başkaldırıdan yana.

Bu arada Şili siyasetini de anlatıyor yazar. Eylül 1970. Şili Başkanı Salvador Allende iktidara geldi. Sonra darbeyle indirildi. Allende, Fidel Castro’nun hediye ettiği silahla kendini öldürüyor. Ölü bedenine de silahlar sıkılıyor, tüfek kabzasıyla yüzü dağıtılıyor. Başkanlık konutu da bulunan Plaza de la Constitucion (Anayasa Meydanı) bombalanıyor. Bombalayanlar Amerikalı. Ve planın mimarı da Henry Kissinger. Kendisine birkaç yıl sonra Nobel barış ödülü veriliyor.

“Şili bir tutuklamalar, yargısız infazlar, düzmece davalar ülkesine dönüştü.” Sf.123

Partisi kapatılan Ilario Da’yı da bir gün askerler yakalıyor. Hector onu ve yirmi yıldır çalıştığı fabrikayı korumak için öne atılıyor, bir teğmeni vuruyor, sonra kendisi de ölüyor.

Ilario Da’dan işkencelerle isim istiyorlar. Annesinden ve dedesinden miras kalan tereddütü/ikilemi o da yaşıyor. İşkence altında isim vermek ya da konuşmamak. Hector’un adını veriyor, nasıl olsa öldüğü için. Ama işkenceciler ikna olmuyorlar. İşkenceye devam ediyorlar. Bu işkenceler tüm açıklığı ve korkunçluğu ile anlatılıyor kitapta.

Margot, oğlu tutuklandığı için bir gecede yaşlanıyor. Annesi Therese akıl sağlığını yitirerek ölüyor.

Margot Fransız konsolosluğuna gidip gelip yardım istiyor ve sonunda oğlu çıkarılıyor. Ama oğlan perişan durumda. Margot ülkeyi terk etmeye karar veriyor. Yıllar önce yaptığı ama çalışmayan uçağı tamir ediyor. Uçakla Arjantin’e gidiyorlar. Oradan oğlunu gemiye bindiriyor. Ilario Da Fransa’ya yani asıl kökeninin olduğu ülkeye gidiyor. Ülkeye vardığında adını soruyorlar. Michel Rene diyor, hani babasının bahsettiği, gerçekte olmayan gizemli amca.

Kitapta şöyle bir de komik/tatlı/büyülü diyebileceğim bir mevzu var. Therese’e bakması için hemşire tutuyorlar. Hemşire çorba yapmak istiyor. Evde yıllar önce bir büyücüden alınan dinozor fosili kemiklerini buluyor hemşire. Bunları tavuk bacağı sanıp çorba yapıyor. Therese bu çorbayı içip milyon yıllık kemikleri sıyırıyor.

Bu nesilden nesile aktarımlar ve esrarengiz olaylar nedeniyle Yüzyıllık Yalnızlık’ı andırdı bana kitap. Ama onun daha konsantre hali. Okuması kolay olan cinsinden.

6 Şubat 2024 Salı

GECİKMEYE ÖVGÜ

 

GECİKMEYE ÖVGÜ

Zaman Nereye Gitti?

(Eloge du retard – Ou le temps est-il passe?)

Helene L’heullet

2020

Çeviren: Şehsuvar Aktaş

Yapı Kredi Yayınları

5.Baskı – Haziran 2023

103 sayfa

 

“Vaktim yok. Günde kaç kez söylüyoruz bu cümleyi… diye başlıyor kitap.

Halbuki ben yuoo! Benim zamanla ilgili bir problemim yok. Her şeyime yetecek kadar zamanım var. Benim çoğunlukla gönlüm yok. Düşüncem de bu, zamanım yok diye bir şey yok, insan bir şeyi yapmak istiyorsa zaman yaratır. Bir öncelik sıralaması vardır, zamanını bir şeye ayırırken başka bir şeye ayırmazsın. İşte burada zamanını ayırmayı tercih ettiğin şey önemli. Zaman yok diyorsan bence gönlün yok. Ben öyle duyuyorum şunu yapmaya vaktim yok denilmesini.

Yazar böyle düşünmüyor tabii. Zamanım yok diye sızlananlara, zaman açlığı çekenlere hitap eden bir kitap.

*

Geç kalmanın korku yaratıp bir saplantıya dönüşmesinden bahsediyor yazar. Çocuklar bile okumayı hızlıca öğrenmeli, temel bilgilere hemen hakim olmalı, çocukluktan hemen çıkmalı. Bu erken gelişme ise ardından erken ergenlik ve erken menopoz getiriyor, bunu hatırlatıyor yazar.

*

Zamana hükmetmek ile genel olarak hükmetmek arasında şöyle bir bağlantı kuruyor:

“Zaman geleneksel olarak her zaman hükümdarların tekelinde olmuştur. Bekletme hakkını kendinde görebilen kişi hükümdardır.” Sf.12

İş başvurusunda bulunan adayların bekletilmesi buna örnek gösterilebilir.

“Her güç ilişkisi bir zaman ilişkisidir. Güç, olmayacak bir tarih verip her işi durdurarak acilen bir şeyin talep edilmesidir.” Sf.12

Bu da iş yaşamında sıkça karşılaşılan bir örnek. İşverenlerin çok kısa zamanda halledilmesini talep ettikleri ve işçilerin iki ayağını bir pabuca sokan acil işler.

Patronlarımızın işçi işinin başında olsun takıntısını zaman zaman ahmakça buluyorum. Kendi eski çalışma hayatımda, başkalarının yanında maaşlı çalıştığım dönemde, ofiste bütün gün bilfiil bir çalışma olmazdı elbette. Böyle bir şey mümkün değil ki. Ama işin olsa da olmasa da ofiste bilgisayarın başında olman gerekirdi. Benim çalışma yöntemim iş varken molasız o işi bitirmek. Sonra oh kafan rahat bir şekilde serbest zaman. Ama hayır, bağlı çalışanken o işi zamana yayman gerekir, yoksa çalışmaktan daha zoru olan çalışıyor gibi görünmek zorunda kalırsın.

“Herkes iş günü içerisinde kaçınılmaz olarak ölü zamanlar bulunduğunu bilir.”… “Bir iş günü ya da çalışma saati içindeki her bir zaman kesitinin peşine düşmek çalışmak değil, deliliktir.” Sf.24

Patron insanları genelde bu şekil delidir, o yüzden sevmem.

*

Tüm bunların karşısında geç kalmayı bir başkaldırı olarak görüyor yazar. Nasıl ki “Paul Lafargue sanayi kapitalizminin ilk yıllarında Tembellik Hakkı’nı yazabildiyse, bugün de gecikmeye bu hakkı tanımak gerekir.” Sf.13 diyor.

Bkz: Tembellik Hakkı

*

Geç kalmanın bir denkleştirme olduğunu düşünüyor yazar. Geç kalarak “emek fazlası biraz telafi edilir.” Sf.13 diyor. İlginç.

*

“Genellikle zamanımızı hesap yapar gibi yönetiriz. Zaman kazanıldığından çok kaybedilir. Zaman söz konusu olduğunda hep zararına çalışır.” Sf.15

Çalışmaya ayrılan zaman ve zamanla ilgili hep kaybetmek üzerine yapılan hesaplama nedeniyle insanların kendine zaman ayırma ihtiyacı doğdu. Örneğin meditasyon bu ihtiyacı gidermek için bir yol.

Bu kadar çok çalışmayıp kendimize zaman ayıralım diyoruz fakat yazarın sorusu burada dan diye çarpıyor suratımıza:

“Çalışma zihinsel alanın tamamını kaplıyorsa boş vakit neye yarar?” Sf.20

Biraz kafa dağıtayım, tebdili mekanda ferahlık vardır diye gittiğin yere kafandaki işleri de götürüyorsan bu ne kadar boş vakittir, ne kadar kendine zaman ayırmaktır?

*

Zaman ve çalışmak söz konusu olunca peşi sıra bir gündem daha oluşuyor: Uyku.

Uyku sorunu yaşıyoruz. Uyuyamıyoruz. “Uyumak neredeyse aristokratik bir lükse dönüştü.” Sf.39 diyor yazar.

Nasıl böyle oldu peki? Öncelikle aşırı derecede tetikte olmamızdan, gevşeyemememizden. ”Her uyku gecikme riskidir.” Sf.39 Gün içinde kendimize zaman ayıramayınca zamanı gece uyumayarak ayırmaya çalışıyoruz. Uyumuyoruz ama yatakta fazla vakit geçiriyoruz. Yemek yiyor, film seyrediyor, çalışıyoruz. Gerçi Descartes da düşünmek için uzun süre yatağından kalkmazmış. Ama sanırım zaten onun düşünmekten başka işi yok.

“İnsanların uyuyabilmesi için toplumsal bir antlaşmanın olması gerekir.” Sf.48 diye de ekliyor yazar. Geceleri şehirdeki faaliyetlerin durması, gecedeki huzura saygı gösterilmesi vb.

“Yaşam biçimimiz uykuyla bağdaşmıyor çünkü artık gündüzle geceyi ayırt edemiyoruz. Gece ışıklarıyla şaşıran beyin uykuyla uyanıklık evrelerini artık tanımıyor.” Sf.46

Ben burada bir çıkıntılık daha yapacağım, benim uyku sorunum yok. Kendimi bildim bileli erken yatar erken kalkarım. Hava karardığı an uyku modum açılır, istesem uyurum, sabaha kadar da uyanmam, hava aydınlandığı an da uyanmış olurum, daha fazla uyumam, kalkarım. Sabahları yatakta öylece takılmak da keyifli tabii, zaman zaman yaparım.

*

Kitapta bir kabileden bahsediliyor, Siyu kabilesi. Bu kabilede zaman belirten sözcük yokmuş. Gecikme ya da beklemek sözcükleri örneğin. Beklemeyi ve gecikmeyi bilmiyorlarmış.

*

Çağımız sızlanmalarından bir diğeri de kitap okuyamamaktan yakınmak. Bu konuda yazar diyor ki: Okumak fazla zaman alır, cümle cümle okumalı, hepsini okumalıyız. Zaplamak imkansız, bu yüzden kitap okuyabilmek için zamanla barışık olmak gerekir. “Okumak gerçekten de hızlandırılmış hayatla bağdaşmaz.” Sf.44

Bu konuda bir kitap için

Bkz: Çalınan Dikkat

Ben bu konuda da çıkıntılığımla geldim. Benim kitap okuyamamak gibi bir sorunum olmadığı sanırım aşikar. Böyle bir sorunu olduğunu söyleyenlere de “Belki kitap okumayı zannettiğin kadar istemiyorsundur.” Diyorum. Başta yazdığım gönülsüzlükle ilgili buluyorum bu durumu. Zamansızlık, dikkatini verememek… vb sözler benim kulağıma “Bu işi yapmayı o kadar da istemiyorum” olarak geliyor.

*

Çözüm önerisi olarak yazar can sıkıntısını yaşamak gerektiğini söylüyor. Bu sıkıntı bir çeşit mola gibi, yeniden çalışmaya motivasyon sağlarmış.