20 Ekim 2020 Salı

PALTO

 


PALTO

(Şinel)

Nikolay Vasilyeviç Gogol

1842

Rusçadan çeviren: Aslı Takanay

Ayrıntı Yayınları

54 sayfa

 

Twitter’da şu tiviti görünce aklıma geldi bu kitap.

https://twitter.com/kimbuzibidi/status/1316793209599733765


İnsanların da mağazalardaki fiyatları görünce aklıma gelmiş doğal olarak.

*

Kitapta Akakiy Akakiyeviç kendi halinde bir memurdur. İşten eve evden işe bir hayatı vardır. İşini elinden geldiğince iyi yapar. Zaten yapmayı bildiği de başka bir şey yoktur. Yıllardır yaptığı yazmanlık işinin dışında bir iş verilsin, ne yapacağını şaşırır. Kimse de ona fazladan, hariçten bir iş vermez.

Saflığı nedeniyle iş yerinde çalışanların alay konusu olur zaman zaman. Ama umursamaz bunları. Yani ölümüne sıradan bir insandır. O yüzden onun için bir hikaye yazılması bile gariptir.

Gogol’un bu açıdan yeni bir dönem başlattığı söylenir. Kahramanların, soyluların, asillerin, kralların, kraliçelerin hayatlarının anlatıldığı roman anlayışına, yanımızdan geçiveren, her gün görebildiğimiz, hayatı ilgimizi çekmeyecek birini konu etmiştir.

Akakiy Akakiyeviç, maaşıyla anca geçinmektedir. O yüzden kışı çıkaracağı yeni bir palto onun ekonomik yaşamını zorlayacaktır ama mevcut paltosunun da artık ahı gitmiş vahı kalmış. Tanıdığı terziye gidip önce eski paltosunu kullanmaya devam etmesinin imkanı olup olmadığını zorlar. Yamayla, dikerek ya da başka bir yolla. Ama terzi artık bunun imkanı kalmadığını söyler. Palto kumaşı incelmiş, dikiş tutmazmış ve de bir terzilik onuru varmış canım.

Böylece yeni bir palto yapımına girişilir. Bütçeye uygun kumaş bulunur, dikiş ücreti pazarlığı yapılır ve beklenmedik kadar kısa bir zamanda paltosuna kavuşur Akakiy Akakiyeviç.

Beklenmedik şekilde derken, benim için beklenmedik şekilde. Hikayeyi baştan sona kesin kötü bir şey olacak hissi ile okudum. Bu hissi yazar mı veriyor, yoksa ben kendi kendime bu hisse kapıldım bilmiyorum. Yazar bu hissi verebiliyorsa vallahi bravo! (Gogol’un benim tebriğime ihtiyacı vardı çünkü.) Ben kendi kendime bu hisse kapılıyorsam da bu nece bir psikolojik sorundur?

Paltosuna sağ salim kavuşuyor Akakiy. Ama bir şey olacak, kötü bir şey, hissediyorum. Hayır, psikolojik bir sorun olarak kötüyü bekliyor değilim, hikaye buna davet ediyor.

*

İş yerindeki arkadaşları Akakiy’in yeni palto almasını kutlamak istiyorlar. Akakiy’in aklı çıkıyor tabii. Benim de. Uzak durun adamdan.

Ama kötü insanlar değil iş arkadaşları. Onlar da kendi sıkıcı memuriyet hayatlarına kendilerince renk katıyorlar, bunu yaparken Akakiy ile eğleniyorlar. Ama bence dozunda bir eğlence. Akakiy’i aşağılıyorlar ya da küçümsüyorlar gibi gelmedi bana. Takılıyorlar ona, onun da biraz gülmesini, neşelenmesini isteyerek. Tabii Akakiy için beyhude bir çaba bu. Onu mutlu etmek istiyorlarsa ona hiç ilişmeseler daha iyi.

İş arkadaşlarından biri Akakiy’in paltosunu kutlama organizasyonunu üstleniyor. Başka şeyleri de kutlayacakları var, paltoyu da Akakiy gelsin diye bahane ediyorlar.

Akakiy için yepyeni bir deneyim bu. İnsanlarla bir arada, yiyor, içiyor. Ama yine de bu yeni deneyiminin suyunu çıkarmıyor, vakit geçirmeden kalkıyor.

Partide kesin paltoya bir şey olacak diye endişelenmiştim okurken. Biri onun paltosunu alıp gidecek, bir şey olacak, bir şey.

Ama bir şey olmadan çıktı partiden. Üstünde paltosu eve giderken… İşte kötü bir şey geldi… Hırsızlar çevresini sardı ve… Ay bakamayacağım!.. Hayır yaaaa! Az ileride de bekçi var halbuki.

L

Paltosunu çaldırmak yıkım oluyor Akakiy için. İş arkadaşları aralarında para toplayıp ona bir palto almayı düşünüyorlar ama başka şeyler (müdürün portresinin yapılması ve müdürün tavsiye ettiği kitabın alınması) için çok para harcadıklarından yeteri kadar para toplayamıyorlar.

Polis, emniyet, mühim adamlar… Başvurduğu hiçbir yer işe yaramıyor. Kimse ilgilenmiyor. Akakiy sonunda üzüntüden yataklara düşüp ölüyor.

*

Hikaye burada bitmiyor.

Akakiy’in paltosuna, yani bir vatandaşın mal kaybına, yani yani yıllarca kimseye kötülüğü dokunmadan yalnızca işini yapmış kendi halindeki bir memurun hak talebine kayıtsız kalan herkese hesap soruyor Akakiy’in hayaleti.

Akakiy’in paltosunu çaldırdığı köprüde hortlak olduğu söylentileri dolaşıyor halk arasında. Hortlak oradan geçenlerin paltosunu alıyormuş.

Hortlak en son Akakiy’i azarlayan mühim adamın paltosunu almış da öyle yok olmuş. O mühim adam da artık emri altında çalışanlara ve vatandaşlara daha iyi davranmaya başlamış.

Adalet be!

*

“Hepimiz Gogol’un Palto’sundan çıktık!” diye Dostoyevski’ye mal edilen bir söz var. Bunu söyleyenin Gorki olduğunu söyleyen de var gerçi. Neticede öyle önemli bir eser yani.

Önemi sanırım, yukarıda da söylediğim gibi, o güne kadar anlatılmayan normal, sıradan insanın hayatına yer verilmesinden kaynaklanıyor. Ve/veya Gogol’un okuyucuya direkt hitap eden samimi üslubu da olabilir. Devlet görevlilerine yönelik eleştirisi de etkilemiş olabilir.

*

Akakiy Akakiyeviç bana Kürk Mantolu Madonna’daki Raif Efendi’yi anımsattı. 

Bkz: Kürk Mantolu Madonna/Sabahattin Ali

Raif Efendi de kendi halinde bir memur adam. (Gerçi onun geçmişinde aşk ve dolayısıyla bir renk olmuş. Sıradanlığının altında bir gizemi var. Akakiy Akakiyeviç ise dümdüz. Daha doğrusu bildiğimiz kadarıyla dümdüz. Yazar anlatmış olsa belki elli yaşındaki Akakiy’in de beklenmedik bir geçmişi olduğunu öğrenebilirdik.)

*

Fukaralık Rus klasiklerinde çok ele alınıyor. Dostoyevski zaten kendisi de fukara bir adam olduğu için eserlerinde bunu anlatıyor. Kirasını ödeyemeyen, rehinciye rehin eşya bırakan karakterleri var. 

Bkz: Suç ve Ceza/Dostoyevski

Bkz: İnsancıklar/Dostoyevski

Gorki’nin Ana romanında da insanlar şemsiye ve ayakkabıyı aynı anda alamıyor. Ancak ikisinden birini alabilecek durumdalar.

Bkz: Ana/Maksim Gorki

*

Of yoksulluk! Hiç sevmem.

(-Aaa biz çok severiz!)

 


13 Ekim 2020 Salı

İKİ YIL OKUL TATİLİ

 


İKİ YIL OKUL TATİLİ

(Deux ans de Vacances)

Jules Verne

1888

133 sayfa


Pandemi nedeniyle okulların tatil olduğu bir dönemde akla gelen kitap. Benim aklıma geldi daha doğrusu. Okumamıştım daha önce. 

Issız adaya düştükleri için okula gidemiyorlar mecbur.

:)

Bir grup öğrenci okul tatil olunca Slugi adlı gemiyle tatile çıkıyor. Ama gemi Büyük Okyanus’ta batınca kendilerini zar zor kıyıya atıyorlar.

Hayatta kalmak için avcılık yapıyorlar, bir şekilde başlarının çaresine bakıyorlar.

Karınlarını doyurmak için hayvan öldürdükleri sahneler ile çocuk kitabı olmaktan çıkıyor bence bu kitap. Kaplumbağa yakalayıp öldürüp haşlıyorlar, çorba yapıyorlar mesela. Foklara ateş edip öldürüyorlar, tavşanları baltayla kesip kızartıyorlar, yabandomuzu vuruyorlar, devekuşu (nandu) evcilleştirmeye çalışıyorlar (beceremiyorlar) keçi (vikunya) yakalayıp sütünü içiyorlar…Biz de adada mahsur kalsak biz de yaparız belki tabii de, tatsız olaylar bunlar.

*

Bir mağarada kalıyorlar. Mağarada bir ceset buluyorlar, geride bıraktığı notlardan onun Fransız olduğunu ve on yıllarca bu adada tek başına kaldığını öğreniyorlar. Mağaraya da onun hatırasına hürmeten Fransız Mağarası adını verip burada yaşamaya başlıyorlar.

Her yere isim veriyorlar bu arada. Koylara, körfezlere, dağlara, yollara… Böylece birbirlerine bir yer tarif ederken kolaylık sağlamış oluyorlar.

*

Eğitimlerine de ellerinden geldiğince devam ediyorlar. Büyükler küçüklere bildiklerini öğretiyor. Müfredatlarını da şu şekilde hazırlıyorlar:

“Bir şeyden korkacak olursanız, çekinmeyin, üzerine gidin.

Bedensel çaba harcama fırsatını hiçbir zaman kaçırmayın.

Hiçbir çabadan çekinmeyin, çünkü yararsız çaba yoktur.

Bu ilkeler uygulandıkça beden de kafa da sağlam olur.”

Oyuna, eğlenceye, spora da zaman ayırıyorlar. Ağaçlara tırmanıyorlar, sırıkla uzun atlıyorlar, yüzüyorlar, koşu düzenliyorlar, birinciye ödül veriyorlar. (Gerçek Survivor)

*

On beş çocuklar, en büyüğü on dört yaşında ve aralarında yetişkin yok.  Kendilerine lider seçmek için seçim yapıyorlar. Ada başkanlığı seçimi. Ve seçilen kişinin bir yıl için seçilmiş olacağını kararlaştırıyorlar. Demokrasi be!

Fakat aralarında zenci bir miço var. O “zenci” olduğu için oy kullanma hakkı olmuyor. Gitti demokrasi.

Briant'ı seçiyorlar liderlik için, pek efendi, düşünceli, mert bir çocuk.

Ama Doniphan, Briant’ın liderliğini kabul etmiyor ve birkaç arkadaşı ile ekipten ayrılıyor. Doniphan ve arkadaşlarını tehlikeli bir durumla karşı karşıya kalınca Briant onları kurtarıyor ve Doniphan artık Brian’ın liderliğini kabul ediyor. 

Çocuklar arasında Amerikalı, İngiliz, Fransız var. Briant Fransız. Başta onun liderliğinden memnun olmayan Doniphan, ırkçılık yapacak gibi oluyor ama Briant’ın mertliği karşısında duruluyor.

 *

Briant’ın kardeşi Jacques da pek cesur, cengaver, her tehlikeye atılıyor. Sonradan öğreniyorlar ki geminin batmasına sebep olan Jacques imiş. Kimseye söyleyememiş ve vicdanen rahatsız olduğu için en tehlikeli işlere bile atlamayı kendine görev bilmiş. Arkadaşları onu affediyor ama.

*

Bir gün adada yalnız olmadıklarını anlıyorlar. Bir kadın buluyorlar, adı Kate. O da bir gemi kazasından kurtulmuş. Gemide kötü adamların elinden kaçmış ve adada artık o kötü adamlar da varmış.

Çocuklar da artık tetikte bekliyorlar. Bir Jules Verne eseri olarak olmazsa olmaz bir yeni icat burada da karşımıza çıkıyor. İnsanlı uçurtma. Briant ve arkadaşları insan taşıyabilecek bir uçurtma yapıp yukarılardan gözlem yapabilmeyi planlıyorlar. Gerçekten de bunu başarıyorlar. Kötü adamların yerini tespit edebiliyorlar. Sonunda tabii ki kötü adamlardan kurtuluyorlar. Bir yetişkin daha katılıyor aralarına. Gemiden kurtulan ve kötü adamların elinden kaçan Forbes. Forbes artık liderliği üstleniyor ve bir sandal yapıp adadan ayrılıyorlar ve evlerine dönebiliyorlar.

Okyanusta, memleketleri Yeni Zelanda'dan binlerce mil uzaklara sürüklendikleri tarihin üzerinden tam iki yıl geçtikten sonra evlerine ve ailelerine ulaşıyorlar, herkes onları öldü sanmışken. Maceraları gazetelerde yayınlanıyor. 

Jules Verne de kitabın sonunda "İki Yıl Okul Tatili adına hak kazanan bu öykümüzden çıkarabileceğimiz derse gelince" diyerek öğüdünü veriyor:

"Bütün çocuklar şunu iyi bilmelidir ki, çalışmakla, sağduyuyla, cesaretle yenilmeyecek hiçbir tehlike, baş edilemeyecek hiçbir engel yoktur."

*

Bu hikayenin yetişkin versiyonu için bkz: Esrarlı Ada / Jules Verne

Esrarlı Ada'da yetişkin insanlar balon kazası neticesi ıssız adaya düşmüşlerdi.

*

Çocukların ıssız bir adada kalması ile ilgili bir başka hikaye için bkz: Sineklerin Tanrısı / William Golding

Sineklerin Tanrısı'nda da uçak kazası sonucu bir grup çocuk ıssız bir adaya düşüyor. Kitap, iyilik ve kötülük doğuştan mı vardır, sonradan mı öğrenilir konusunda düşündürüyor.

 

 


6 Ekim 2020 Salı

UYANIŞ


UYANIŞ

(The Awakening)

Kate Chopin

1899

İngilizce Aslından Çeviren: Burcu Şahinli

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

2.Basım – Ocak 2020

195 sayfa

 

Evli bir genç kadının, Edna Pontellier’in, kendini arayışının hikayesi.

Birden aydınlanıyor kadın. Aniden.

Hep kocasının himayesinde uysal bir kadın olmuş. İki de çocuk doğurmuş. Her şey öyle olması gerektiği için öyle oluvermiş. Akışa bırakmış kendisini.

Ta ki…

*

Yazlıkta bir delikanlı ile tanışıyor, Robert. Aşık oluyor ona. Ama kocasına sadakatsizlik etmiyor. Sadece kocasına karşı neden böyle hissetmediğini anlamıyor.

Robert iş için başka bir şehre gidiyor.

Edna da kocası ve çocuklarıyla birlikte evine dönüyor.

Ama artık eski Edna değil. Ufak ufak itaatsizlikler etmeye başlıyor. Dışarıdan bakılınca huysuzluk  gibi, hatta rahatsızlık gibi gözüküyor. Hatta kocası onun delirdiğini bile düşünüyor.

"Mr. Pontellier ara sıra karısının akli dengesini yitirmeye başladığından kuşkulanıyordu. Kendinde olmadığını açıkça görüyordu. Daha doğrusu, karısının kendisini bulduğunu, dünyanın karşısına çıkarken üstümüze bir zırh gibi giydiğimiz yapay benliğini günbegün bir kenara ittiğini göremiyordu." sf.94

Öyle ki kocası bir doktor tanıdıklarına bile danışıyor. Doktor, rahat bırakmasını tavsiye ediyor. Adam da öyle yapıyor.

Edna aslında sadece artık istemediği şeyleri yapmamaya başlıyor. Kendi isteklerini buluyor. Mesela resim yapmak, mesela ayrı eve çıkmak.

Kocası iş için şehir dışına gittiğinde, çocukları da büyükannelerine göndermişken Edna kendisine küçük bir ev tutuyor. Anne ve babasından bir geliri var, bir de at yarışında para kazandı, bunlarla, kocasının imkanlarını kullanmadan kendisine ait bir ev istiyor.

Burada Alcee Arobin ile tanışıyor. Ona aşık olmuyor ama adamın aşkını da zararsız buluyor.

*

Robert’a hala aşık. Bir gün Robert şehre geliyor ve tesadüfen karşılaşıyorlar. Robert da Edna’ya aşık ama evli bir kadın olduğu için ondan uzak durmaya, onu unutmaya çalışmış. Edna bu durumu bir engel olarak görmüyor, ama Robert gidiyor.

Edna’yı son olarak denize girmiş yüzerken görüyoruz. Açılıyor açılıyor açılıyor…

*

Çeşitli başka kitapları anımsattı bana bu roman.

Mesela:

Bkz: Kendine Ait Bir Oda / Virginia Woolf

Bir kadının kendine zaman ayıracak yeri ve imkanı olmasının gerekliliğinden bahsediyor.


Bkz: Mrs. Dalloway / Virginia Woolf

Mrs. Dalloway örnek bir ev hanımı, parti organizatörü, misafirperver... İyi bir eş resmi çiziyor bu özellikleriyle. Ama gerçekten böyle bir kadın mı? Bu rolleri kendi istediği için mi üstlendi?


Bkz: Boyalı Peçe / W.Somerset Maugham

Kocasını aldatan bir genç hanım olan Kitty. O da kocasına aşık değil. Başka kimse olmadığı için onunla evlenmiş.


Bkz: Gecenin Ucunda/Peride Celal

Macide evlenerek bambaşka bir dünyaya giriyor ve orayı anlamaya çalışıyor. Uyanış’taki Arobin gibi evli kadınların peşinde olan genç, şeytan tüylü delikanlı onun hayatında da var.  


BİR GENÇ KIZIN ANILARI


 

BİR GENÇ KIZIN ANILARI

( Les Memoires Dune Jeune Fille Rangee )

Simone de Beauvoir

1958

Çeviren: Seçkin Selvi

Payel Yayınevi

375 Sayfa

 

1908 yılında doğan Simone de Beauvoir çocukluk ve genç kızlık dönemini anlatmış. (Kitabın adından da anlaşılacağı üzere.)

*

Kitaplara, öğrenmeye ve öğretmeye hevesli.

Çocukken pek çok mesleğe heves ediyor ama öğretmenlikte karar kılıyor. Bir çocuğu kendi istediği gibi şekillendirmek fikri onu cezbediyor. Ama kendisi bir çocuk sahibi olmak istemiyor. Evlenmeye de sıcak bakmıyor.

Uzak akrabası bir kuzenini seviyor. Onunla evlilik ihtimali de doğuyor ama olmuyor.

*

Babası çeşitli işlere giriyor çıkıyor. Önyargılı bir adam. Kadınların erkeklerle eşit olduğunu düşünmüyor. Yazar başlarda babasının bilgi birikimine, donanımına hayran iken zamanla sorgulamaya başlıyor.

Annesi tutucu ve baskıcı bir kadın. Bir kız çocuğu olarak böyle bir anne tarafından yetiştirilince oranı açma, buranı elleme, makyaj yapma, yasak, günah… vb ile yavrucaklar manyağa çevrilir. Yazar da kendisini "lekeli biri, suçlanan, toplum dışına itilen biri" olarak görmüş. 

Makyaj yapması, makyajın cilde iyi gelmemesi ve yüzü bozduğu gerekçeleriyle yasakmış. Yazar da hiç makyaj yapmayan teyzelerine bakıp ee siz makyaj yapmadınız da ne oldu, diye geçiriyor içinden. Ahah. "Teyzemlerin kırışmış yüzleri, makyaj yapmamanın karşılığını hiç görmediklerini ortaya koyardı."

*

Kadın-erkek ilişkilerinde de tutucu bir hava hakim. Kadınlar, kendi bedenlerini kendi kendilerinden olduğu kadar erkeklerden de korumalı. Yazar erkeklerin kadınlarla ilişkisinden galip gibi çıkması karşısında kadınların hayatlarının kötüleşmesinde ters bir durum olduğunu hissediyor küçükken. 

"Benim, kendimde hoş görmeyeceğim, bana izin verilmeyen davranışların, gelecekteki eşime bir hak olarak tanınmasını kabul edemezdim." 

"Ben, erkeklerin de kadınlarla aynı kurallara bağlı olmasını istiyordum." 

*

Bir gün önünde bir kızla oğlan yürüyormuş. Oğlan, elini hafifçe kızın omzuna atmış, yazar bunu görünce duygulanmış. Yaaa kıyamam! 

"Omzunda birinin eli, ağırlığını duymayacağın kadar yakından tanıdığın bir el, yalnızlığı yok edecek kadar var olan bir el olduğu sürece, yaşam boyunca yürümek tatlı bir şey olmalı diye düşündüm."

*

Çocukken dindarmış yazar. Hatta çocukken ileride rahibe olmayı bile geçirmiş aklından. Tanrı sevgisi ve korkusu ile dolu, olayları ve hayatı Tanrı böyle istedi, o uygun gördü minvalinde değerlendirirken zamanla bunda da aklına yatmayan şeyler olduğunu keşfedip Tanrı inancını bırakmış.

*

Tabii ki çok kitap okuyor. Çılgınlar gibi okuyor. Hatta aşk tarifi bile böyle oluyor:

"Benim aklımın aldığı tek ilişki, aşk ilişkisiydi. Benim gözümde, bir kızla bir oğlanın birbirlerinden kitap alıp vermeleri, sonsuza dek sürecek bir bağdı." sf.148

*

Yükseköğrenim için başka bir şehre gitmesiyle yeni deneyimleri ve özgürlüğü tadıyor. Böyle söyleyince sanki vur patlasın, çal oynasın gibi gözüküyor ama değil. Gece tek başına dışarıda yürüyüş yapabilmek yeni bir deneyim ve özgürlük onun için mesela. Okulda erkek arkadaşlarının olması, kız ve erkek arkadaşlarıyla bir yerde oturup içmek, sohbet etmek… Bunların aslında ne kadar kolay, zararsız ve zevkli olduğunu, ama o güne dek kendisine bunlar için izin verilmediğini düşünerek geçmişini ve ailesini sorguluyor.

Tehlikeler de atlatıyor zaman zaman. Bir kere tanımadığı bir erkeğin birlikte yürüme ve eve bırakma teklifini kabul ediyor. Erkek bunu bir davetiye gibi değerlendiriyor. Yazar kabul etmeyince bağırış çağırış hakaret, ama sağ salim ve tek parça kurtuluyor.

Yine bir gün tanımadığı bir erkeğin yemek/içmek teklifini kabul ediyor. Hesabı ödemesine izin verilmiyor. Oldu iyi günler diye gitmek isterken erkek hoppp diyor. Neyse ki buradan da kazasız belasız çıkıyor.

Çocukları baskılamanın sonu böyle oluyor. Anne babasının yasaklayıp izin vermediği şeyi onlara bir tepki olarak yapma arzusu doğuyor. Halbuki anne babasının izninde ve kontrolünde yapsa bir daha merak duymayacak, ilgilenmeyecek. 

*

Jean Paul Sartre'den de bahsediyor tabii ki. Onun ne kadar bilgili olduğundan...

*

Güncesine yazmış bunları o yaşlarında. Yıllar sonra bu kitabı kaleme almak için o günceye baktığında bazı yerleri hangi duygularla yazdığını anımsamadığını söylüyor. Aman olsun anımsadıkları yeter.

 *

Devam kitabı olarak bkz: "Olgunluk Çağı

Denk gelirse okurum. 


DÜŞMAN CEZA HUKUKU

 


DÜŞMAN CEZA HUKUKU

Denizer Şanlı

2019

Nota Bene Yayınları

1.Baskı – 2019

224 sayfa


Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Hukuku Ana Bilim Dalı’ndaki doktora tezinin kitap hali. 

*

Düşman ceza hukuku anlayışının fikir babası Alman Hukuk Profesörü Günther Jakobs kabul ediliyor. Kitap da onun görüşünü değerlendiriyor, eleştiriyor, kıyaslıyor, yorumluyor.

Toplum Sözleşmesi

Devletin oluşumu ile ilgili çeşitli görüşler var.

Bunlardan birine göre bir grup insan, kendi koruma dürtülerini kurumsallaştırdılar ve devlet oluştu. Yani devlet, toplumun örgütlenmiş biçimi oldu. Daha sonra insanlar haklarını devlet denen bu üstün güce devretti ve ondan koruma bekledi. Aynı zamanda onu koruma görevi üstlendi. Ülkedeki bireylerin güvenliği, devletin güvenliği anlamına geldi. Devlet, hem ülkesindeki bireyleri birbirine karşı korumakla, hem de devleti dışarıdaki bireylere ve başka devletlere karşı korumakla görevlendi. Bu koruma işini yapabilmesi için elinin altında güç bulunması gerekliydi. Bu güç iyice büyüyünce bu defa devletten korunma gereksinimi doğdu. Devlet ve yurttaşlar arasındaki hak ve yükümlülükleri gösterir yasalar yapıldı.

Bkz: Toplum Sözleşmesi / J.J. Rousseau: http://birazkitap.blogspot.com/2018/11/toplum-sozlesmesi.html


İşleyişin böyle olduğu bir varsayım aslında. Bir grup insanın “Hadi örgütlenelim ve korunma ihtiyacımızı kurumsallaştıralım, adına da devlet diyelim.” diye bir araya geldiğini gösterir kaynak yok.

Bu konuya dair Mirgün Cabas ve Can Kozanoğlu'nun Doçent Dr. Murat Sevinç’i konuk ettiği “Anayasa Tarihi” konulu podcast’i var. Bkz

https://nereden-baslasam.simplecast.com/episodes/anayasa-tarihi

*

Düşman Ceza Hukuku

Yurttaş hukuku olunca bunun karşıtı olarak bir de düşman hukuku doğdu. Ülkelerin terörle mücadele yasaları bu düşmanlara yönelik hazırlandı.

Düşman kavramının içeriği politik kararlarla belirleniyor. Özellikle son yıllarda muhalefet biçimi “terör”le ilişkilendirilebiliyor ve terörle mücadele adı altında bir tasfiye sürecine girişilebiliyor.

Terör ve terörist kavramı ile ilgili genel geçer bir tanımlama yok, zira bu da yine politik süreçlerle belirleniyor.

Düşman Ceza Hukuku da buradan yola çıkılarak şöyle tanımlanıyor:

“Hem toplumsal kesimleri kimlikler/aidiyetler/ ekseninde birbirine ‘düşman’ kılarak, hem de belirli sınıfsal/siyasal özneleri siyasal ihtiyaçlara göre değişen biçimlerde ‘devlet düşmanı’ ilan ederek aslında yönet(eme)me krizini aşmaya çalışan ama böylelikle aslında krizini süreklileştiren bu siyasetin ceza hukukundaki iz düşümü ‘düşman ceza hukuku’ olarak anılır olmuştur.” Sf.11

“Terörizm suçlamaları, düşman ceza hukukunun en açık ifadesi” olarak özellikle 11 Eylül 2001 saldırılarının ardından artıyor.

İlk çağ toplumlarında hükümdara yönelik suçlar en ağır şekilde cezalandırılıyordu. Siyasal suçlu sayılıyorlardı ve onun izdüşümü olarak bugün de durum çok farklı değil.

“Devletlerin, terörizm kavramını, hoşlanmadıkları toplumsal hareketleri damgalamak için kullanmaları eski bir eğilimdir.” Sf.21

*

Düşman İlanı

Devletin dış düşmanlar olmasa bile, huzur sağlamak için bir iç düşmana ihtiyacı olduğu görüşü var. Buna göre:

“Devletin huzur sağlama zorunluluğu, kritik anlarda, eğer varsa ‘iç düşmanını’ belirlemesini zorunlu kılar. Bu ilan belirli tedbirleri gerektirir. Bu tedbirler sert ya da yumuşak, fiilen veya özel yasalarla belirlenmiş koşullarda hukuk yoluyla devreye giren, açık ya da genel nitelikli tanımlamaların içine gizlenmiş çeşitli hukuk dışı kılma, sürgün, kanun dışı kabul etme veya hukukun korumasından çıkarmayı kapsayan tedbirlerdir; kısacası devletin iç düşman ilanıdır.” Sf.46

Bunu söyleyen, Nazi Hukukunun fikir babası olarak kabul edilen Carl Schmitt.

*

Düşmanın kim olduğu da tahmin edersiniz ki politik bir karardır. O halde düşman ceza hukuku politik bir ceza hukukudur. Düşman da politik değişimlerin etkisiyle sürekli değişir.

*

İyi ki okumuşum bu kitabı, ne güzel şeyler öğrendim. Burada anladığım kadarını anlattım ama kitapta yığınla başka başka görüşler, eleştiriler, başka ülkelerin terör yasaları... vb yer alıyor.

Bir de "Düşmanı Yargılamak" diye bir kitap var. Bir ara okurum.

Bkz: Düşmanı Yargılamak: https://www.idefix.com/Kitap/Dusmani-Yargilamak/Kolektif/Egitim-Basvuru/Is-Ekonomi-Hukuk/Hukuk/urunno=0001889497001