21 Ağustos 2015 Cuma

GALİZ KAHRAMAN



GALİZ KAHRAMAN

İhsan Oktay Anar

2014

İletişim Yayınları - 1. Baskı

181 sayfa

Bu kitabı film yapmalılar.

Doğru düzgün yapabilirlerse efsane bir kara komedi olur.

Kahkahalarla okudum kitabı. Böyle kitap okunur mu? İyi ki tatilde ve evde olduğum bir sırada okudum,yoksa yollarda okusam insanlar deli olduğumu düşünebilirlerdi. Çok güldüm, çok.

Yalnız önce biraz gömeceğim, ondan sonra belki överim.

Kitapta "Efendimissssss" diye övgülerle bahsedilen, ama bu övgüleri hiç mi hiç haketmeyen, kımıl zararlısı, sinir bozucu bir herif var. İDRİS AMİL adı. 

Bu isim, yazarın bir önceki kitabı Yedinci Gün'de de geçiyor. Allah'tan okuduğum kitapları sonra hayvan gibi bloğa yazıyorum da "Ben bu ismi nereden biliyorum? Kimdi bu yaa?" diye aklıma takılınca bakıp hatırlayabiliyorum. 

Sanırım, bu kitaptaki İdris Amil, o kitaptaki İdris Amil.

Bunu kitabın bir yerine önsöz mönsöz yazsaydılar, belirtseydiler, çok muydu yani? İlle araştıralım mı internetten gerçekten öyle mi diye? Araştırmıyorum. Hadi bakalım, araştırmıyorum.

Bence öyle.

Yedinci Gün'de örnek/üstün insan olarak İdris Amil adı geçiyor. Bu son derece sıradan, normal, olağan bir insan. "Onun üstünlüğü, hiçbir üstünlüğünün olmaması. Daima ortada, yani merkezde durması." diye belirtiliyor.

Bu kitapta da İdris Amil'in bu üstünlüğü alaycı bir dille anlatılıyor. Çok alaycı ama. Bayağa alaycı. Öyle böyle değil. Daha fazla alaycı olamaz dedikçe, daha da alaycı oluyor.

Bir de bu kitabın, yazarın diğer kitaplarından şöyle bir farklılığı var. Bölüm ayrımı yok. Bütün kitap tek bir bölümden oluşuyor. 

Kitabın kapak resmindeki tuğranın altında "Mevcude'nin Çekilmez Hoppalığı" yazıyor.

Bu, İhsan Oktay Anar'ın sıklıkla yaptığı şey. Ünlü kitapların, yazarların, filozofların, bilim adamlarının... Ünlü ne varsa işte, isimlerini deforme ediyor. " Mevcude'nin Çekilmez Hoppalığı" da bildiğimiz "Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği" Kitabın içinde bunun bahsi geçiyor. Yazar olarak "İlhan Kundura" diyor. Bu da "Milan Kundera" işte.

Bunu ilk Puslu Kıtalar Atlası'nda yapmıştı. O kitapta bahsi geçen Rendekar isimli feylozofun "Zagon Üzerine Öttürmeler" diye adlandırdığı, aslında Descartes'in "Yöntem Üzerine Konuşmalar" kitabı.

Bunu hep yapıyor.

Açıkçası, şu andan itibaren (adamın 7 kitabını da okuduktan sonra) bir daha buna benzer oyunları olursa muhtemelen artık sıkılacağım. 

Kitabı anlatmaya başlıyorum:

Giriş cümlesi: 

"Hüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüp! Jjjjjjjjjjjjjjjjjjj! Nah-ha!"

Bu nida, ilerleyen sayfalarda çok sinir bozucu oluyor. Çünkü bunu yapan İdris Amil denen pis bok herif. Evet, pis bok.

İdris Amil, kızlara düşkün bir adam. Gel gelelim kızlar onunla aynı fikirde değil.

O da kendisine kız bulması için YARMA İSKENDER denilen kabadayıya danışmaya karar veriyor. Bu kabadayı hapiste ve onunla konuşabilmek için de hapse girmesi lazım. Bir bekçinin kıçına tekme atma suçu işleyip hapse giriyor.

Hapiste buna pek iyi davranmıyorlar. Yarma İskender'in putlara taptığını da görünce korkuyor. Kıçını tekmelediği bekçiden af dileyip hapisten çıkıyor.

Kadınları etkilemenin yolunun şiir yazmak olduğuna karar veriyor. Bunu da beceremiyor.

Dayısı geliyor bir gün eve. Dayı biraz deli. Kafasını delip yerleştirdikleri elektrotlara bağlı bir cihazla yaşıyor. Hastalığı kumar ve kadınlara düşkünlük. Cihazı ayarlayıp bu düşkünlüklerini ortadan kaldırıyor.

Ne güzel. Keşke bizlerde de böyle bir cihaz olsa. Düğmesine bassak ve karşılıksız aşk acısı çekmesek. Düğmesine bassak sigara, kumar... vb kötü alışkanlıklarımızdan kurtulsak. 

Dayının bu cihazının bir gün pili bitiyor ve kumar oynuyor. Kaybediyor. Aile maddi sıkıntı çekiyor. İdris Amil de bu nedenle çalışmaya başlıyor.

Bir aşçının yanında işe başlayıp umumhanelere yemek götürüyor. Burada tanıştığı HANDAN adlı bir kadına aşık oluyor. Kadını istemeye gittiklerinde kadının belalısı geliyor. Belalı, kadını kimin istediğini sorunca İdris Amil, dayısını gösteriyor ve adam dayının kemiklerini kırıyor.

Bu, İdris Amil'in son şerefsizliği değil.

İdris, artık umumhane aşçısı yanında çalışamayacağı için şiir yazarak para kazanmaya karar veriyor. Tam da o an, belediyenin sanatkar kursu ilanını görüyor. "AVAMA AÇIK SAN'ATKAR MÜELLİF KURSU"

İlana başvuruyor. Kursta pek çok insan var. Bunların amacını yazar şu sözcüklere anlatıyor:

"Yazdıkları ve yazacakları her bir metin, söyledikleri her bir söz, cins-i latife bir çük teşhiri, bir priapist manifestoydu. Lakin işin can alıcı noktası, edep yerini edebi bir şekilde gösterebilmekti." sf. 31

Aramızda karı kız düşürmek için şiir yazanlar varsa, çok ayıp. 

Kursun hocası, her derse bir akademisyen, hoca, profesör bir şey getiriyor. Bu esnada da yazarın edebiyat ve akademi dünyasına dair eleştirileri oluyor. Çünkü bu gelen insanların kimi kendisini beğenmiş, kimi haketmediği yerlere torpille gelmiş, abuk subuk insanlar.

Ayrıca roman nasıl olmalı, nasıl olmamalıya dair de sayfalar dolusu yazı var. 

Mesela imla. Yazar, imla hatalarına çok da takılmamak gerektiğinden yana.

"Orduda yanaşık düzen neyse, romanda da gramer ve imla oydu. İmla kılavuzu aslında, siyasi görüşleri ne olursa olsun romancıları 'Sağa-sola...Dön!', 'Tüfek...Omza!', 'Uygun adım...Marş!' gibi emirlerle, bir Duce yahut Führer'in ve bu liderlere ibadet eden kuru kalabalığın önünde kaz adımlarıyla yürüten bir yanaşık düzen talimnamesiydi." sf. 71

"Dilde gramer ve imla yanlışları arayan münekkitler, aslında namazda 'La ilahe!' lafzını söylenirken sağ işaret parmağının kalkması gerektiğini, Ramazan'da basur memeleri makattan içeri itildiğinde orucun bozulduğunu, camide üzerine bir dirhem miktarından fazla pislik bulaştığı takdirde abdestin kaçtığını söyleyen ulemanın, dinde yaptıklarını dilde yapmaktaydılar." sf. 72

Bu çok sert işte.

"Hijyenik ve steril bir dilin muhafızlığını yapan münekkit ise, erkeğin vücut sıvılarından tiksinen takınaklı bir kız kurusu gibi kısırdı." sf. 73

Tamam ya, karışmıyoruz imlaya falan, ne haliniz varsa görün.

Roman okuyucusu için de sözleri var yazarın:

"Bir romanın iki tür okuyucusu olurdu: Zeus gibi olanlar ve Yahova'ya benzeyenler.(...) Zeus'a benzeyen okuyucu roman okuduğu sırada eğlenip güler, bazen ağlar, kısaca hayattan zevk alırken, Yahova'ya benzeyen okuyucu böyle yapmazdı." sf. 160

*

Bu kursta EFGAN BAKARA isimli bir arkadaş var. Nasıl güzel bir insan. Nasıl düzgün, nasıl edepli, nasıl efendi. 

Kursu ziyarete gelen prof geçinenleri bir bir bozuyor ama kimse onu ciddiye almıyor.

Kitap boyu bu adamcağızın başına türlü türlü belalar geliyor. İdris Amil'in de başına geliyor ama onun başına gelsin, çünkü o pis bok. Ama Efgancığın başına gelmesin ya. Çok üzülüyorum ben ona.

İdris Amil lavuğu, Efgan Bakara'yı kafaya alıyor. Efgancığım da saf, arkadaş oldular zannediyor.

İdris, Efgan'ı pavyona götürüyor. Yiyorlar, içiyorlar, hesabı Efgan'a kitlemeye niyetli. Bir yandan da pavyondan viski zulalıyor. Ama kaçarken yakalanıyor ve pavyonda bir ay bulaşık yıkamakla cezalandırılıyor.

Pavyonda bulaşık yıkadığı için kursa gelemeyen İdris'e, Efgan Bakara, kursta öğrendiklerini anlatıyor. Bu arada da bulaşık yıkayarak İdris'e yardım ediyor. O kadar yardımcı oluyor ki, İdris götü bakıyor ki Efgan yıkıyor, kendisi sıvışıyor.

İdris, bir gazetede artist arandığı ilanını görüyor. Hemen başvuruyor. Veriyor kayıt parasını ve fotoğrafını. 

*

Yarma İskender, İdris Amil'i evlendirmeye karar veriyor. 

O vakitler biri Üsküdar'da diğeri Kasımpaşa'da iki külhanbeyi var. Anadolu Külhanbeyi REMİZ, Rumeli Külhanbeyi Yarma İskender.

Yarma İskender, İdris'in Anadolu Külhanbeyi Remiz'in ikizi REMZİYE ile evlenmesini istiyor. Böylece iki cemaat birleşecek, hısım akraba olacak.

Yalnız bu Remziye, korkunçlu bir kadın. İkiz erkek kardeşine tıpatıp benzeyen erkek görünümlü biri. 
Fakat yapacak bir şey yok.

"Sonunda olan oldu ve insafsız belediye memuru, eli satırlı bir kasap gibi onların nikahını kıydı." 
sf. 56

Düğünde olay çıkıyor, Remiz öldürülüyor. Remziye kaçıyor.

Normalde Remiz öldüğüne göre, onun yerini damat İdris almalı ama Remziye her nereye kaçtıysa Üsküdar kabadayılarının şefi oluyor. İdris'i takan yok. 

Her ne kadar karı koca ilişkisi yaşamamış olsalar da Remziye bir gün, İdris'ten çocuğu olduğunu, gelip almasını söylüyor.

İnsan azmanı bir çocukları olmuş. YAŞAR adı.

*

İdris'in karısının kaçması ve başkasından çocuk peydahladığı dedikodusu nedeniyle İdris ve ailesi pek insan içine çıkamıyor. İlle çıkmaları gerekiyorsa anlaştıkları bir taksi şoförü var, onunla gidiyorlar gidecekleri yere.

Bu taksinin bagajında hırsız bir çocuk olduğunu öğreniyorlar. İdris Amil, taksiciyi polise şikayetle tehdit edip adamı kendi işleri için kullanıyor. Öncelikle ondan hırsızlığın nasıl yapıldığını öğrenmek istiyor.

Bundan sonra hırsızlığa övgüler düzüyor yazar. (Bu kötü olan şeylerin övülmesi tabi hep alaycı dille yapılıyor. Anlıyorsunuz onu.) Hırsızların dindar da olabileceği ve hatta öylesinin daha makbul olacağı, hırsızlık tarihçesi, bu camiaya girme şekli şemali, hırsızlık raconu... Burada yazar coşuyor. 

İhsan Oktay Anar kitaplarında yer yer rastladığım sıkılma noktaları oluyor, bu kısım da o noktalardan biriydi. İçim şişti. Uzun uzun, kusturacak/bunaltacak/boğacak  kadar ayrıntılı anlatıyor bazen.

Taksici, İdris Amil'i şehirdeki hırsızların reisi MUHTAR ile tanıştırıyor. 

İdris Amil de hırsızlığa başlıyor. 

Soygun için girdiği evde ev sahibine yakalanıyor. Ev sahibi İdris'i polise şikayet etmeme karşılığında eline bir bidon tutuşturup yakınlardaki tarihi hamamı yakmasını istiyor. Çünkü evin sahibi inşaat müteahhidi ve yanan hamamın arsasına iş hanı yapıp parayı vuracak.

Burada da yazar uzun uzun sanat tarihini, sanata ve tarihe değer vermezliğimizi, zenginlik ve refahın aynı şeyler olmadığını anlatıyor.

Ev sahibi müteahhid, ayrıca İdris'in kafa kağına da el koyuyor.

İdris, kafa kağıdını almak için tekrar o eve soyguna gidiyor. Çünkü "kafası olan herkes, kafa kağıdını kaybetmenin, kafayı kaybetmekle aynı olduğunu bilirdi." sf. 98

Tekrar ev sahibine yakalıyor.

İdris, ev sahibinin kızı DİLARA'yı namüsait bir şekilde gördüğü için de ev sahibi, kızı Dilara'yı İdris'le evlendirmek istiyor. Üstüne başlık parası da istiyor ve karşılığında senet imzalatıyor. 

Evlenmezse ya da başka biriyle evliyse de öldürmekle tehdit ediyor.

Bildiğimiz üzere İdris, zaten evli. Kağıt üzerinde de olsa bir evliliği var.

Ayrıca da İdris, ev sahibi müteahhidin diğer kızı MUALLA'ya aşık oluyor.

O sıralarda Dayı da karasevdaya tutuluyor. Aslında cihazının buna izin vermemesi lazımdı ama bozulmuş herhalde.

Kıza kavuşabilmek için para lazım. Para biriktirmek için seyyar köftecilik yapmaya başlıyor. 

İdris, Dayı'ya aşık olduğu kızın kim olduğunu soruyor. Kimmiş? Mualla.

Dayı da Mualla'ya aşık. Kızın babasının da bundan haberi var. Hatta Mualla'nın babası onlara gelecek aileyi yakından tanımak için.

Şerefsizin önde gideni geride durmayanı İdris Amil, bu işe taş koyuyor tabi.

Müteahhit yazmış gibi Dayı'ya bir telgraf gönderiyor. Buna göre müteahhit, Dayı ve ailesini dışarıda bir yere davet ediyormuş da, orada onları bekliyormuş da.

Dayı ve ailesi gittikten sonra müteahhit geliyor. İdris, Dayı hakkında iftiralar anlatıyor müteahhide. Müteahhit de kızını vermekten vazgeçiyor. 

Zavallı Dayı, Mualla'sına kavuşamadığı için deliriyor ve ömrünün sonuna kadar Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde kalıyor.

İdris Amil, müteahhitteki senedinin borcunu ödemek için Dayı'dan kalan köfte işini sürdürüyor. İğrenç pis köfteleri ucuza ve çokça satıp iyi para kazanıyor.

Şimdi de Remziye'den boşanması gerekiyor. Ama bunun için hem avukat bulması çok zor, hem de kendisini Remziye ile evlendiren Yarma İskender'den boşanma izni alması çok zor.

Bunun için yine bir hinlik yapıyor.

Yarma İskender'in putlarını çalıyor. Putlarını kızları gibi seven İskender çok üzülüyor. İdris, Yarma İskender'e putları bulacağını ama bunun karşılığında Remziye'den boşanmasına izin vermesini istiyor.

Sonunda izni koparıyor. Avukatı da buluyor. Remziye'den boşanıyor.

İdris, gönül rahatlığıyla müteahhide gidip senet borcunu ödeyecekken adam, kabul etmiyor ve İdris'ten kızını tavlayıp evlenmeye ikna etmesini, ancak o zaman kafa kağıdını ve senedi vereceğini söylüyor.

İdris Amil, sözlüsü Dilara'yı dışarıda dolaştırmaya çıkarıyor. Yanlarına gözlemci olarak Mualla da geliyor. İdris'in istediği de bu zaten. Mualla ile vakit geçirebilmek.

Yolda Efgan Bakara ile karşılaşıyorlar. Efgan da Mualla'ya aşık oluyor ama kimseye söyleyemiyor tabi yavrum.

İdris Amil'e başvurduğu artist ajansından film teklifi geliyor.

Sete gidiyor İdris Amil. Rol icabı yatağa giriyor. Sevişme sahnesi. Yalnız İdris'e uzun sarı peruk takıyorlar, bir de izbandut bir herif giriyor yatağa. Sahne burada bitiyor. 

Bu sahnenin fotoğrafı ve haberi gazetelere düşüyor. Gazetedeki habere göre "ALMAN GÜZELİ ŞUH İRİS AMİR AÇIKLADI: MEMLEKETİNİZİN ERKEKLERİ GAYET AZGIN" 

Gazeteyi gören kayınpeder, resimdeki kadını İdris Amil'e benzetip ne olur ne olmaz diye İdris Amil'den erkek olduğuna dair hastane raporu istiyor.

İdris'in takıldığı kıraathanelerdeki adamlar da gazetedeki hatuna abayı yakıyor.

Kadının, İdris Amil'in kız kardeşi olduğunu sanıyorlar.

İdris bu arada Mualla'yı ve esasen kadınları tavlamanın bir yolu olarak da roman yazmaya karar veriyor.

Yine şeytani bir fikirle.

Edebiyat dünyasında yer etmiş, ünlü romanlardan ortaya karışık romanlar oluşturuyor. İsimleri, karakterleri, olayları bulamaç yapıp sıfırdan romanlar yazıyor.

(Buna benzer bir şey The Simpsons'da da vardı. Bir bölümde bir ekip toplanmış, çok satan  vampirli, kurt adamlı, büyücülüklü, yetimli romanlardan bir potpori yapmışlardı) 

İdris'in bu planını öğrenen Muhtar, buna engel olup kitapları kendi adıyla bastırtıyor. Okuma yazması bile olmayan MUHTAR LÜPEN, romanlarıyla çok meşhur oluyor. Genç kızların sevgilisi oluyor anlayacağınız.

O kadar ki Mualla'nın bile.

Efgan Bakara'nın da Mualla'ya aşık olduğunu öğrenen İdris Amil, Efgan'a oyun oynuyor. Mualla'nın ağzından "Gel kaçır beni" diye Efgan'a mektup yazıyor. Efgan da Mualla'yı kaçıracakken Mualla'dan azar işitince kahroluyor.

O sırada da Zürih'te bir üniversiteden burs almıştı. Aşk acısıyla atlıyor trene gidiyor.

En güzelini yapıyor. Canım benim. Reddedildikten sonra gidebilmek bir nimettir, bir şanstır. Şükürdür bu.

Dilara da bu arada kaçıyor. Amerikalı film artisti Klark Kebil'a aşık olan Dilara, Amerika'ya giden bir gemiye atlayıp aşkını bulmaya gidiyor.

Kayınpeder de İdris'ten Dilara'yı ve Klark Kebıl denen namussuzu öldürüp namusunu temizlemesini ve sonra polise teslim olmasını istiyor. He he oldu canım. Yoksa senedi kırdırıp İdris'in tüm malvarlığına haciz koyacak, ayrıca da hapse attıracak.

İdris, bu yüzden Muhtar'dan para istemeye gidiyor. Muhtarsa ona bir şartla para vermeyi kabul ediyor. Geçenlerde yaptıkları banka soygununu üstlenip polise teslim olması karşılığında.

İdris tabi bunu kabul etmiyor. Tam gidecekken ne görsün? Muhtar'ın evinden bir kadın sesi. Kim o kadın? Mualla'ya.

Mualla, hayranı olduğu yazar Muhtar'la bir imza gününde tanışıyor ve sonuç bu.

Bunu gören İdris Amil'in yaşam enerjisi sönüyor.

Muhtar'ın teklifini kabul edip parayı alıyor. Kayınpederine olan borcunu ödüyor. Polise gidip, işlemediği soygunu üstleniyor ve hapse giriyor. 

"Zaten o devirde kanundan kaçmak mümkün görülmediği ve aynı zamanda yakışık da almadığı için, suç işleyenler karakola kendiliğinden gelirler ve teslim olurlardı." sf.179 

Hapse götürülmek üzere jandarmalar eşliğinde trene bindirilen İdris, bir adamın dikkatini çekiyor. 

Bu adam antropolog. O güne kadar 10.000 kişinin fotoğrafını çekmiş ve hepsinin ortalaması olan Mükemmel İnsan'ın yüzüne ulaşmış. Bu yüz de aynı İdris Amil'in yüzüne benzemiş. 

Hikaye de burada bitmiş.

Kitabın son cümlesi de yine;

"Hüüüüüüüüüüüüüüüüüüüüp! Jjjjjjjjjjjjjjjjjjj! Nah-ha!"

*

Başlayacağım şimdi Hüp'üne de, jii'ne de, nah-ha'na da.

*

En sevdiğim yazar Sabahatin Ali'dir.

İhsan Oktay Anar'ı okudukça da Sabahattin Ali'ye daha çok hayranlık duydum, onu daha çok sevdim. Adam ne kadar sade, ne kadar duru yazmış kitaplarını. 

Sadelik her şey.

Sadelik ne kadar rahatlatıcı, ne kadar huzur verici, nefes aldırıcı dingin bir şey.

İhsan Oktay Anar'ın kitapları ise olay örgüsünün baş döndürücülüğü, dilinin kalabalıklığı nedeniyle ne kadar kafa şişirici, yorucu, zaman zaman boğucu, bunaltıcı.

Benim gibi gereksiz tek bir kelimeyi bile dinlemeye tahammül edemeyen biri için çok zor bir okuma süreci oldu İhsan Oktay Anar. 

*


Altını Çizdiklerim:


"Kadınlar kavga etmezdi ama bütün kavgalar kadınlar içindi, medeniyeti kadınlar kurmamıştı ama medeniyet kadınlar için kurulmuştu." sf. 18

"...lügattaki kelimeleri torbaya doldurmuş, rastgele çekerek cümleler kuruyorlardı." sf. 30

"Güzellik ve çirkinlik, deha ve delilik gibi tabii eksiklikler ve fazlalıklar, olağan insanlarca kriminal bir hususiyet olarak kabul ediliyor, alayla cezalandırılıyordu." sf. 31

"İnsanlar iki sınıfa ayrılırdı: Yapanlar ve yaptıranlar. Para, yaptırtmanın bir yolu idi ve bir kadına kendisine cilve yaptırtmak, bir şarkıcıya şarkı söylettirtmek, bir dansöze göbek dansı yaptırtmak, garsonlara hizmet ettirtmek ve oradakilere kendisine saygı duydurtmak isteyenler, buranın müşterisiydi. İnsan olmanın diğer yolu ise, aşık olmak, şarkı söylemek, dans etmek, kendi işini kendi görmek ve kendine saygı duymaktı." sf. 39

"Allahu Tealate'ye teslim olup da günde beş vakit salaha ve felaha davet edilen hür insanların, her öğlen saat bir'de fabrika düdüğü öter ötmez patronlara kölelik etmeye başlamaları galiba dine pek sığmazdı." sf. 42

"... derin bir romancı olduğu belliydi. Derindi, çünkü zirvede değildi." sf. 47
(Bu cümlenin olduğu sayfada ve ilerleyen sayfalarda uzun uzun derin eser-hafif eser, romanda sade dil... vs anlatılıyor)

"Sımsıkı kapalı dudaklarına bakılırsa, pek çok şeyi içine atıp yine içinde gizlediği, gönlünde koskoca bir ömür taşıdığı belliydi." sf. 65

"İks ışınlarını keşfedip tıbbın hizmetine takdim eden ve sefalet içinde vefat eden Konrad Röntgen'in ruhuna Mevlid-i Şerif okutmaya niyet etmişti. Bir de utanmadan, röntgen çektiren her iman sahibinin, Konrad Röntgen merhumun ruhuna bir Fatiha olsun okumalarını temenni ediyordu." sf. 67

"Dini inançları sebebiyle devletin hapse attıklarının çoğu, mesela vicdanının sesini dinleyip hayırlı ve faydalı işler yapan bir Allahsızı, hapis yerine cehenneme atacak bir tanrıya inanmıyorlar mı?" sf. 68

"Yükselmiş birini düşürmek, yahut onun düştüğünü görmek, aşağıdakilerde adaletin yerini bulduğu hissini uyandırır ve onlara mutluluk verirdi." sf. 75

"...adam kırda bir araziyi çitle çevirdikten sonra, 'Nah burası benim!' diye feryat ediyorsa, hırsızın alasıydı. Malikü'l Mülk'e ait bu araziyi hele bir de satarsa, hırsızlık malı satmış olmaz mıydı?" 
sf. 83,
(Bu J.J.Rousseau'nun toplum sözleşmesini andırıyor. Çitle çevirdiği belli bir toprak alanını "burası benimdir" iddiasıyla kendine mal eden ilk insan, aynı zamanda mülkiyet olgusunun da ilk temelini atmış bulunuyor Rousseau'ya göre.)

"Gemilerde boylam tespitine yarayan hassas kronometrelerin aksine bu şahısların saatleri, her ne kadar İsviçre imalatı olsa da, zaman denilen şeyi, ziyanın süratine izafeten değil, onların keyiflerine izafeten yavaş yahut hızlı akıtır, randevulara para ve itibar kokusu alındığında erken, zahmet ve külfet kokusu alındığında da geç gelinirdi. Çünkü koskoca bir kasabadan ibaret memlekette yegane sabite, ziyanın sürati değil, mühim şahısların keyfiydi." sf. 94
(Randevusuna geç gelenleri iyi gömmüş)

"Ahali, alimlerin keşiflerine, mucitlerin icatlarına itikatta direnç gösterir. Bu taifenin lafına başta kulak asmaz ve 'şarlatandır!' der geçer." sf. 112

"Gerçi kafasında bir melon şapka vardı ama, asla bir fikir olmayacaktı." sf.113

"Başkaları ne derse desin, bir hanımın yüzündeki güzellik, ona şefkatla bakan erkeğin gözlerinden yansıyan aşktır." sf. 141

"Galiba söylendiği gibi, güzel şeylerin birbirine benzediği, ama çirkinliğin muhtelif olduğu doğruydu." sf. 161

*

Bu kitapla ilgili bir ağabeyimiz çok güzel bir çalışma yapmış: 
Sözlük eşliğinde okunan roman mı olur? Olabiliyor işte. İhsan Oktay Anar'ın kitaplarında bilmediğiniz/anlamadığınız pek çok kelime olabiliyor. Olmasa daha iyi bence. Ama oluyor. Bu linkte de işte bu kelimeler/tanımlamalar açıklanmış. 
Ellerine sağlık bu abinin.
İhsan Oktay Anar'sa, okuyucusunu bu kadar yormasa mı acaba keşke?


19 Ağustos 2015 Çarşamba

YEDİNCİ GÜN



YEDİNCİ GÜN

İhsan Oktay Anar

2012

İletişim Yayınları - 1. Baskı - 2012

240 sayfa



Oh bee.

"Puslu Kıtalar Atlası", "Kitab-ül Hiyel" ve "Efrasiyab'ın Hikayeleri"'nden sonraki İhsan Oktay Anar kitaplarını pek beğenememiştim. Hele "Amat". Nalet gitsin, o kadar mı sevilmez. "Suskunlar" da eh işte. Yani aslında o fena değildi de yazarın kitaplarını peş peşe okuyunca bir sıkılma hali mi geldi, nedir, pek sevememiştim. O yüzden biraz gümbürtüye geldi Suskunlar sanırım. Başka koşullarda okusam sevebilirdim belki.

Ve "Yedinci Gün".

İşte oh be'min sebebi. Sevdim çünkü. Bir ara İhsan Oktay Anar kitaplarını bir daha sonsuza kadar sevmeyecekmişim, hep sıkılacakmışım zannediyordum. Çok sevindim yanıldığıma. Nefes aldım ayol. O kadar sevdim. 

Ohh

*

"BABA" bölümüyle başlıyor kitap.

Giriş cümlesi:

"Aklıyla olduğu kadar gözleriyle de gördükleri kendisine fazlaca ağırlık vermiş olacak ki Ulu Hakanımız havagazı lambasını kapattı ve o karanlıkta bir sayepuşun altındaki yaldızlı koltuğa oturdu."

Ulu Hakanımızın sinek kovalamacasını okuyoruz uzun uzun.

Sonra tuhaf bir adam görüyor Hakan.

Muhafızlar onun peşinden gidiyor.

Şüphelinin kendisine doğru koştuğunu görüp telaşa kapılan bir ak sakallı dede de koşmaya başlıyor. 

Padişah Efendimiz'i hedef alan suikast teşebbüsü nedeniyle bu iki kişi yakalanıyor.

Bu girişin kitapla bağını kuramadım. Zaten genel olarak İhsan Oktay Anar kitaplarının girişindek anlatılanların, kitabın geneline olan etkisini anlayamıyorum. Bana sorarsanız hikaye bundan sonraki kısımda başlıyor.

*

Zengin züppe bir PAŞAOĞLU, kumarhanede dindar mühendis AMAN BABA ile kumar oynuyor. 

Aman Baba dininde imanında biri, Paşaoğlu ise ateist.

Aman Baba kumar için ortaya Allah'ın varlığına olan itikadını koyuyor. 

"Eğer kazanırsam, artık her ne iseler, sizler de itikatlarınızı tümüyle değiştireceksiniz. İnandığınıza inanmayacak ve inanmadığınıza inanacaksınız." 

Yani Aman Baba kazanırsa Paşaoğlu Allah'ın varlığına inanacak ve bu düstura göre yaşayacak. 

Paşaoğlu kazanırsa Aman Baba, Allah'ın varlığını inkar edecek.

Aman Baba kazanıyor. Paşaoğlu kelime-i şahadet getiriyor. 

Aman Baba, Paşaoğlu'na bir Kuran-ı Kerim veriyor.

*

Paşaoğlu, yolda bir saldırıya uğruyor. Parası için onu öldürmeye kalkan birinin silahından çıkan kurşun, Paşaoğlu'nun koynundaki Kuran'a geliyor ve Paşaoğlu'nun hayatı kurtuluyor.

Bu Kuran Paşaoğlu'nun ilgisini çekmeye başlıyor. Araştırdığında öğreniyor ki bu Kuran Peygamberin vahiy katibi ABDULLAH BİN ABİ SERH tarafından yazılmış ve kitabın son sayfasında da Peygamberin el izi var. 

*

Bu olaydan çok etkilenen Paşaoğlunun amacı artık Kuran'ı cümle aleme ulaştırmak. Bunun için de fenni bir cami inşa ettirip camiden okunan ezanı herkesin duymasını sağlamak.

**

Sihirbazlıkla geçimini sağlarken, bir çocuğu hokus pokusla dolaba koyup kaybeden İHSAN SAİT, çocuğu bir daha geri getiremeyince çocuk kaçırmaktan hapse atılıyor.

Hapiste de koğuş ağasının kulağından para, kıçından yumurta çıkartarak işini sürdürüyor.

Nihayet çocuk bulunduğunda hapisten çıkıyor.

Gazetedeki bir ilan üzerine iş başvurusuna gidiyor.

İş sahibi tefeci CULYANO EFENDİ.

Onun yanında çalışıp insanlara hisse senedi satmaya başlıyor.

Culyano Efendi bir gün canavarlaşıp İhsan Sait'e saldırınca İhsan Sait, onu öldürüyor.

Culyano ölünce, kasadaki hisseleri İhsan Sait alıp bunlarla zengin oluyor.

Artık zengin olduğuna göre zenginler gibi davranıyor ve baloya gidiyor.

Baloyu, SELAHATTİN TEFRİCİ adında kara cübbeli bir adam basıyor. Adam balodakilere laflar söyleyip SUHULETTİN'e sesleniyor.

Suhulettin, baloya geldiği için şeyhinden af diliyor ama şeyh Selahattin Tefrici, onu affetmiyor. Ocak dışı ilan edip gidiyor.

İhsan Sait, şeyhi takip ediyor.

Şeyh yolda giderken kambur bir adam şeyhi bayıltıp kaçırıyor. Bir eve götürüyor.

İhsan Sait de peşinden gidiyor.

O sıralarda kafası kömürleşmiş halde ölü bulunan şeyhler var ve emniyet teşkilatı bunun fali ya da faillerini aramakta. İhsan Sait de emniyet teşkilatından alacağı mükafat ve şeyhlerin cemaatlerinden koparacağı bahşişi düşünerek bu olayın peşini bırakmıyor.

Silah alıp şeyhin kaçırıldığı binaya gidiyor. Gizlice içeri giriyor.

İçerisi bir sürü kablo, bobin, çeşitli alet edavat ile dini yazılar ve resimlerle dolu.

Selahattin Tefrici'nin kapatıldığı odayı buluyor. İçerisini izliyor. 

İçeride Selahattin Tefrici, bir sandalyede elleri kolları bağlı, üzerinde bir elektrik düzeneği var. 

Yanında da bir adam mikrofon başında bir takım talimatlar alıyor, veriyor.

Bu talimatlar neticesi Selahattin Tefrici'ye elektrik veriliyor ve adamın kafası kömür gibi yanıyor. 

İhsan Sait tabi şok. Çok korkuyor. 

Mikrofon başındaki adam İhsan Sait'i görünce hemen saldırıyor. İhsan Sait onu öldürüyor.

O sırada kambur adam geliyor. İhsan Sait, silahını ona doğrultup kıpırdamamasını söylüyor ama kambur hiç oralı değil. Kambur, ölen adamın başında Fatiha okuyor. İhsan Sait'e, öldürdüğü adam için "Ona Başaoğli dirlerdi" diyor.

Yani İhsan Sait, Paşaoğlu'nu öldürmüş. Hani şu fenni cami yapacak olan adam.

**

İhsan Sait, kamburu polise teslim etmek yerine onu polise teslim etmekle tehdit edip, kendi emrinde kullanıyor. 

Anlaşılıyor ki Paşaoğlu bu evi, hayalini kurduğu şu fenni cami için tasarlamış ama camisine gelen giden olmuyormuş. Sadece bu kambur, O da işemek için geliyormuş. Paşaoğlu, onu yanına yardımcı olarak almış.

Paşaoğlu, Allah'ın kendisiyle konuşacağına ama bunu için kalbinin yeterince temiz ve imanının da adamakıllı sağlam olmadığına inanıyormuş. Öyleyse böyle birilerini yani asıl müminleri bulmak gerektiğini düşünüp o şeyhleri kaçırmış. 

İhsan Sait, Paşaoğlu'nun yaptırdığı bu Demir Minareler adlı binayı ve ahize-i mürsile denilen icadı, kendi amaçları için kullanmaya karar veriyor.

Ahize ile uğraşırken bir takım sinyaller alıyor. Aldığı sinyaller HERMAN adındaki bir Alman'ın satranç oyununa dair yönlendirmeleri.

İhsan Sait, satrançta uzman Şarapçı REBAZ'ı, şarapla kandırıp çağırıyor ve mikrofonun ucundaki adamla Rebaz yardımıyla satranç oynayıp kazanıyor. 

Bir gün adı Ali İhsan olan sefil görünümlü bir derviş, İhsan Sait'e "Baba" diye sarılıyor, onun oğlu olduğunu iddia ediyor. İhsan Sait inanmıyor ve gidiyor.

İhsan Sait, bir gün kasasının açılmış olduğunu görüyor. İçine bir zarf konmuş. Zarfın içindeki kağıtta "OĞLUN ALİ İHSAN'I SAKIN TERK ETME" yazıyor. Üstelik İhsan Sait'in kendi el yazısıyla.

Bu olay bir daha yaşanıyor. İhsan Sait, kasa kapağının adeta kendi kendine açılıp kapandığını duyuyor. 

Kasada yine bir zarf. Kağıtta yine "OĞLUN ALİ İHSAN'I SAKIN TERK ETME" yazılı.

Bir de paket var. İçinde makina çizimleri ve bu makinanın nerede, nasıl yapılacağına dair yönlendirmeler var.

İhsan Sait, kasayı açanın kim olduğunu öğrenmek için bir çeşit fotoğraf makinesi düzeneği kuruyor. 

Sabah görüyor ki, fotoğraftaki kişi bizzat kendisi. 

Uyurgezer olduğuna hükmeden İhsan Sait, hekime gidiyor. Hekimin verdiği ilaçları içip uyuyor ama sabah kasayı yine açık buluyor. 

Kasadaki zarfın içinden bu kez bir fotoğraf ve bir mektup çıkıyor. Fotoğraf güzeller güzeli PRENSES DÖJİRA'nın fotoğrafı. Bir de aşk mektubu yazmış İhsan Sait'e. 

İhsan Sait, mektubu incelediğinde tarihte bir tufalık görüyor. Çünkü tarih geçmişe değil, geleceğe ait bir taih. 

Cevaben yazdığı mektubu kasaya koyuyor İhsan Sait. Sabah kasayı yine açık buluyor. Mektubun sahibesine ulaştığını anlıyor.

**

İhsan Sait, kasadan çıkan motor çizimlerini gösterip yardım almak üzere Aman Baba'ya gidiyor.

Çizimlere bakan Aman Baba, bunun bir tayyare ve hava sefinesi planı olduğunu söylüyor. 

Tayyareyi yapabiliriz ama hava sefinesi için çok para lazım, diyor.

İhsan Sait Almanla biraz daha satranç oynarsa gerekli parayı denkleştirebileceğini hesaplıyor ama tam da o günlerde Alman, Konstantinapolis'e geleceğini söylüyor. Bizzat, yüzyüze satranç oynamayı teklif ediyor.

O güne kadar Rebaz oynadığı için kazanan İhsan Sait, Rebaz'dan satranca dair her şeyi kendisine öğretmesini istiyor. 

İhsan Sait, Almanla yaptığı satranç müsabakasını kazanıp iyi para elde ediyor.

Nihayet tayyareyi yapıyorlar. Yapım aşamsında İDRİS DEDE ve torunu SELAHATTİN'den de yardım alıyorlar. İlk denemeyi yapıyorlar ve tayyare çalışıyor.

**

Bu noktadan sonra yazar,

"Dahi Kirami Efendi'nin şu barbar Moğol, yani İhsan Sait hakkındaki mülahazalarını Tarih-i Külhani'de şöyle nakletmiştir." diyerek devam ediyor. 

Burada İhsan Sait, itin gözüne sokuluyor. Yaptıkları eleştiriliyor. 

Buradan anlıyoruz ki; İhsan Sait sonunda hava sefinesini yani zeplinini yapmayı başarmış. Ama o esnada harp çıktığı için devlet ondan hava sefinesini satın almış.

Ama bir gece İdris Dede ve Selahattin ile hava sefinesine binmiş ve gitmiş.  

Bevval bu arada yüksek ateşten ölmüş.

Zeplini vurmaya çalışan hava kuvvetlerine karşı da mücadele etmiş. İdris Dede, gelen kurşunların hedefi olup ölmüş. 

Selahattin de zeplinin altındaki tayyareye binip kendilerine ateş açanlara karşı yola çıkmış.

Zeplinde tek başına kalan İhsan Sait, dünyanın en soğuk bölgesine gitmiş. Burada bedeni buz kesilmiş. Böylece "bir ilah heykeli gibi kaskatı buzlaşan Moğol'un bedeni bu haliyle, zeval bulmadan payidar kalacaktı.""...gittiği tek yön Gelecek'in ta kendisiydi."

İhsan Sait, donmuş bedeniyle gelecekte dirilmeyi bekliyor. Böylece biricik aşkı Döjira'ya kavuşacağını planlıyor.


İkinci bölüm "OĞUL" olarak adlandırılmış.

Bu bölümde uzun uzun bir savaş anlatılmakta.

Zor durumdaki askerler, üstte başta yok, karınları aç, üstelik kar kış da cabası.

Bu askerler çığ altında kalıp ölüyor.

Askerler arasında Ali İhsan da var. Yani İhsan Sait'in çocuğu olduğunu iddia eden genç. O da soğuktan donuyor. 


Üçüncü bölüm: "HAYALET"


Konsantre bir dünya tarihi anlatılarak başlıyor bu bölüm. Heil Hitler'li 1934'e kadar süren bir tarih anlatımı sonunda Osmanlı sarayına geliyor mevzu.

Sarayda esrarengiz sesler duyuluyor.

İşin uzmanları saraya çağrılıyor. Ve sesin Zülkarneyn adlı bir ruha ait olduğu öğreniliyor.

Binbaşı bu ruhla konuşuyor:

Binbaşı: Asıl ismin ne?

Ruh: İhsan Sait

Binbaşı: Nereden geldin buraya?

Ruh: İstikbalden

Binbaşı: Amacın nedir?

Ruh: Dünyadaki en üstün insanı bulmak

Binbaşı: Var mıböyle biri?

Ruh: Var. Adı İDRİS AMİL ZULA

Hemen araştırmaya koyuluyorlar.

*

Buraya kadar gayet keyifle okuyordum. Yine fantastik yerler vardı tabi. Hele o bazen "hava sefinesi" bazen "zeplin" dediği zamazingonun yapılış ve uçuş süreci, İhsan Sait'in onunla uçması, donması... olsun, her şeye rağmen keyifliydi.

Ama şimdi?

İhsan Oktay Anar kitaplarını bir noktaya kadar seviyorum. Sonra sapıttığı bir nokta oluyor. İşin şirazesinden çıktığı bir an. İşte o anda suratım ekşiyor. Derin bir "Üfffff" deyip sıkılmış olarak devam ediyorum. Saçmalama gibi gelecek devamı diye düşünüyorum.

Vardır muhtemelen simgesel/imgesel anlamları. Sadece benim tarzım değil.

Gerçekten de saçmalama gibi oluyor ama bu defa çok beğendiğim bir saçmalama oluyor. Çok komik, eğlenceli, hatta manyakça.

*

İdris Amil'i anlatıyor yazar.

Bu kısım o kadar manyakça ki. Bir kitap okurken bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum. 

Ahahahskhsdlkahahafsdada. Gerizekalı sılak şey yaa.

İdris Amil, mandıracı bir adam. Bir roman yazmak istiyor. Yazacağı bu romanın çok güzel olacağını düşündüğünden insanların kendisine çekemediğini zannediyor.

Bir gün kitapçıda LEYLA adında bir kızla tanışıyor. Kız pek iffetli, pek namuslu. 

İdris'e araba çarpıyor, hastaneye kaldırılıyor. Bir şeyi yok, taburcu olacak. Leyla onu ziyarete geliyor. Sonra beraber geziyorlar. Leyla İdris'i evine davet ediyor. Birlikte oluyorlar.

Ertesi gün İdris gidince Leyla'nın evine adamlar geliyor. Leyla meğer aşiftenin tekiymiş ve dış kuvvetler tarafından İdris'in spermlerini almak amacıyla tutulmuş. 

Çünkü İdris, üniversitelerde yeni açılan İdrisoloji bölümü için örnek bir insan. Üstün ırk yaratma çabasında İdris, damızlık olarak kullanılacak. 

İdris'in üstün ırk oluşturmada öncül niteliklere sahip olduğunu duyan Almanlar da İdris'i kaçırıp ondan üstün ırklarını daha da üstün kılması için Helga'yı döllemesini istiyorlar.

İdris'in tabi bunlardan haberi yok. O Leyla aşkından yanıp tutuşuyor ama o geceden sonra Leyla'yı bulamıyor. Kitapçıda da evinde de yok. Nice sonra Leyla'yı bir arabada kalantor bir herifin yanı başında görüyor ve aldatıldığını anlayıp kahroluyor.

Bu esnada da kaçırılıyor ve üzerinde "Reisicumhurluk makamı üzerindeki bütün hak ve salahiyetlerimden feragat ediyorum" yazılı bir belgeyi imzalamaya zorlanıyor. 

İmzaladıktan sonra salınıyor.

İdris, tüm bunların ardından bir yazı makinası alıp romanını yazmaya başlıyor. Romanının adı BURUK AŞK. 

Ancak romanı pek ilgi görmüyor ve çok sert eleştiriliyor.

*

Sarayda hayalet İhsan Sait'i araştırmak üzere yedi kişi görevlendiriliyor. Bunlar yığınla evrak arasında İhsan Sait'e ait bilgileri arıyorlar. Bu esnada fişlenen binlerce insanın da bilgisine ulaşıyorlar, kendileri dahil.

Bu görevliler yorgunluktan, reis kim olacak kavgasından vesaire kavga ederlerken içlerinden biri aralarında fazladan bir kişi olduğunu farkediyor. Bu kişi aradıkları hayalet İhsan Sait'in ta kendisi.

İhsan Sait, gelecekte aradığı Döjira'sını bulamamış ve saraya gelmiş.

Adamlardan biri İhsan Sait'in elindeki çantadan çıkan fotoğraflara ve mektuplara bakınca Döjira'nın İhsan Sait ile tanıştığı dönem, İhsan Sait'te yara izi olduğunu ama şimdi oraya giden İhsan Sait'in yüzünde yara izi olmadığından Döjira'yı bulamadığını söylüyor.

Aynı adam, kendisini yarı ilah olarak tanımlayan İhsan Sait'e "Döjira, bir insana aşık. Bir ilaha değil" diyerek İhsan Sait'e iyi bir ders veriyor.

İhsan Sait de insan olmaya gidiyor.

Seneler öncesine seyahat ediyor. 

Yüzünde harpte aldığı derin yaranın iziyle tekrar saraya dönüyor.

Adamlara henüz gerçek bir insan olamadığını, olmak istediği kişinin İdris Amil Zula olduğunu söylüyor. O sırada da İdris Amil'i gösteriyor adamlara. Onun üstünlüğünü de şöyle açıklıyor:

"Onun üstünlüğü, hiçbir üstünlüğünün olmaması. Daima ortada, yani merkezde durması." sf. 237

Sonra İhsan Sait, bu yedi kişiye yani Yedi Uyurlar'a bu kitabı yazdırmaya başlıyor. 

"Paşaoğlu'nu, Demir Minareler'i, orayı nasıl ele geçirdiğini, Alman'la yaptığı satranç müsabakasını, Rebaz'ı, Döjira'dan aldığı ilk mektubu, ona olan aşkını ve çektiği acıyı, imal etirdiği uçağı, zeplini, kendini dondurucu soğukta muhafaza ettirerek geleceğe nasıl yolculuk ettiğini,...nasıl Ali İhsan adıyla harbe gittiğini,...yazdırdı."

Yani elimizde bulunan bu kitap aslında İhsan Sait'in Yedi Uyurlar'a yazdırdığı bir eser. 

Kitapta kusur bulup sevinecek eleştirmenler de unutulmamış:

"Yazdırırken muhterisleri de düşündü ve bu kitabındaki kusurları, rastlayınca sevinip mutlu olsunlar diye onlara sadaka olarak verdi." sf. 240

Kitap, şu satırlarla bitiyor:

"Kitabını tam altı gün boyunca yazdırdı. Döjira'ya kavuşma vakti gelmişti. Nihayet altıncı günün gecesi saatler 12'yi vururken şöyle dedi:

'Artık yoruldum ve yarın dinleneceğim, siz de öyle yapın.'

Kitabın son cümlesi de bu cümle idi."

Bildiğimiz ilahın dünyayı altı günde yarattığı söylenir, ona olan bu göndermeyle kendisini yarı ilah sayan İhsan Sait, herhalde tam ilah olmuş oldu artık.

**

Sevdim ve sevdiğime çok sevindim.

Bir kitabı beğenmediğimde canım sıkılıyor, beğenince de mutlu oluyorum, nefes aldığımı hissediyorum, ohh be diyorum.

**

Kitapta çok zengin bir argo dili var. 

"rafine zazonlar, doldola getirmek, paparonlar..." 

Ayrıca da çok nefis eleştiriler.

Hikaye, Abdülhamit devrinde, Dersaadet'te geçiyor. İhsan Oktay Anar'ın bundan önceki kitaplarında İstanbul'un adı Kostantinapolis idi, burada Dersaadet.

Abdülhamit devri malumunuz hafiyelerin kol gezdiği, insanların jurnallenme korkusu yaşadığı bir istibdat dönemi.

İşte buna şu şekilde dokunuyor yazar:

"Saadeti ve saltanatı daim olsun, Müslümanlar'ın Halifesi Devletlu Padişah Efendimiz'in istib... Tövbe! Haşa! Efendimiz'in devri bir huzur, sükun ve sükut devriydi. Huzuru imamlar hutbeleriyle camiilerde, sükunu polisler sopalarıyla sokaklarda, sükutu ise hafiyeler jurnalleriyle şehirde sağlardı." sf. 101

Sanki yazarın kendisi de bir istibdat rejimi altındaymış, sanki yazdığı bu roman hafiyelerce incelenip jurnallenecekmiş endişesi var. Bu cümlede bu korkuyu görmek mümkün. 

*

Bunun yanı sıra dinci geçinenlerle ilgili şu sözler ilgi çekici:

"...o dinli diyanetli, o namazında abdestinde, o Hacca gidip Kabe örtüsüne bir yüz sürmek için yanıp tutuşan, o Hacerü'l Esved'i bir öpmek için can atan kambur Bevval, kendisini erkek yapan saik nedeniyle olsa gerek, Eminönü Meydanı'nda bir kadının tombul kalçasını mıncıklayıverdi." sf.111


İttihatçılar ve dincileri kıyasladığı şu satırlar da:

"İhsan Sait denilen bu barbar, millete hamilik eden ve memleketi selamete çıkarmaya gayret eden İttihatçılar'a da, akidesi bozulup delalete düşerek günaha giren müminleri Hak yoluna ama rızai ama zoraki sokmaya ant içmiş sofulara da metelik vermemekteydi. Birinciler silahlı ve cesur olduklarından siyasi cinayetlerini uluorta işlerken, borcunu duayla ödeyip öcünü bedduayla alan daha korkak ikinciler, ancak yirmisi otuzu cem olunca, yani imece usulü, el ele tutuşan nikahsız bir çifti sokak ortasında linç edebiliyorlardı." sf. 136

Memurlar için de işleri sürüncemede bırakmaları, iş yapmazlıkları, rüşvetçilikleri, rahata alışmışlıkları ile ilgili  eleştirileri var.

Polisleri eleştirisi var ki, çok doğru değil de ne:

"O devirde de bunların çoğu, kendilerini tehdit eden katil ve zorbalardan tırsar, ama kuvvetleri sade vatandaşa yettiğinden onların tepesine biner. 'Hırsıza polis olmaz, polis dostlara' sözünü doğru çıkarmak için ellerinden geleni esirgemezlerdi." sf. 210

*

Çok beğendiğimi söylemiştim değil mi?

Şunlar da Altını Çizdiklerim:

"Erkeğin kadını seçtiği cemiyet batarken, kadının erkeği seçtiği cemiyet refaha eriyordu." sf. 31

"Ayaklarına zincirle bağlanan bir kayadan ibaret çaresizliği onu, yalnızlık okyanusunun ta derinlerine çekiyordu." sf. 134

"Bir erkeğin en cesurca davranışının aşık olmak olduğunu da anlatmıştı." sf. 135

"Tipisi ve dondurucu soğuğuyla Tabiat bir düşmandı ama, işin en acı yanı, bu düşmanın daima haklı olmasıydı." sf. 184

***

Bu kitabı ilk olarak 3 yıl önce okumuştum. Şuraya yazmışım:
 http://birazkitap.blogspot.com.tr/2012/09/yedinci-gun.html

O zaman demişim ki: "Olaylar arasında bağlantı kurmakta zorlandım. Dağıldım. Zaten ben bu adamın kitaplarını bir okumada anlamıyorum. En az ikinci defa da okumalıyım ki anlayayım."

İşte bu ikinci okumam ve evet bu defa anladım. (sanırım. Büyük ölçüde anladım yani) Ve çok sevdim.


18 Ağustos 2015 Salı

SUSKUNLAR



SUSKUNLAR

İhsan Oktay Anar

2007

İletişim Yayınları - 9. Baskı- 2011

268 sayfa




Bir Çeşme seyahatim esnasında bu kitabı yanıma almıştım. Gidip gelene kadar anca biter diye düşündüm ama daha yolculuğun ortasında bitti, kaldım mı kitapsız. Bu nedenle bundan sonra yanıma her ihtimale karşı bir de yedek kitap alarak yolculuğa çıkacağım. Bir bakıyorsun, kitap su gibi akmış, çabucak bitmiş. Bunlar öngörülemeyebiliyor bazen.

Suskunlar, İhsan Oktay Anar'ın beşinci kitabı.

Bu kitapta ele aldığı konu "musiki" 

"boruzenler, çevgâniler, davulzenler, zurnazenler, nakkarezenler, zilzenler ve kûsîler.." sf. 15

Bu kadar teknik terimi, deyimi, deyişi nereden biliyor / buluyor hayret ediyorum. Ya da ben bilmiyorum diye mi bana hayret edici geliyor acaba? 

Bundan önceki kitabı Amat'ta da delicesine denizcilik terimleri vardı mesela.

Bir de yazarın şu tekerlememsi, masalsı dili:

"...çevgâniler ise çın çın çıngırakları çınçılan misali çıngır çıngır çıngırdata çıngırdata sallarlarken, davulzenler tokmaklarını güm güm indire indire davulları gümgüme ile gümbür gümbür gümbürdetiyorlardı." sf. 16

*

Olaylar yine Kostantinye'de geçmekte efenim. 

Şehrin en iyi musiki ustaları bir bir öldürülmekte. En son olarak hedefte Eflatun isimli  kendi halinde bir neyzen var. Fakat bu güzel insanın diğerlerinden farklı olarak pek çok seveni ve koruyanı mevcut. Bakalım, gerçekten Eflatun'u koruyabilecekler mi? Yoksa o da diğer usta müzisyenler gibi öldürülecek mi?

*

"Yegâh" adlı bölümle başlıyor kitap.

Giriş cümlesi:

"Muhteşem Neyzen Bâtın Hazretleri'nin (saadetleri daim olsun) Kostantiniye'de bulunduğu zamanlarda, yani Sultan Ahmed-i Sâni Han Efendi'mizin devri saltanatından sonraki senelerden birinde, Şaban ayının ondördüncü gecesi, Yenikapı'nın dar ve ıssız sokaklarında kol gezen o ihtiyar bekçi, gökyüzünde ansızın kapkara bulutlar peyda olur olmaz hiç şaşırmamıştı."

*

Bekçi, Galata Mevlevihanesinden gelen sesler üzerine Mevlevihane'ye gidiyor. İçeride sema eden bir hayalet görüyor.

Bunu anlattığı kimse, sarhoşlar hariç, ona inanmıyor.  


***

KALIN MUSA, mehteranda kös çalan fevkalade cimri, küfürbaz ama küfre tövbe etmiş, kaba, sert, acımasız bir adam.

Oğlu VEYSEL EFENDİ ise onun tam tersi, yumuşak mizaçlı biri.

Bir gün paşa, Veysel Efendi'yi huzuruna çağırır. Çünkü paşanın yeğeni aşk acısı çekmektedir. O kadar aşıktır ki  "alevden gömlek giyip aşıklar ordusunun mecnun, meftun ve meclup neferlerinden biridir." 

Paşa da Veysel Efendi'nin çok güzel kemençe çaldığını duymuştur ve ondan yeğenine kemençe çalıp onu neşelendirmesini ister.

Ama Veysel Efendi esasen hüzünlü eserler çalmakta ustadır ve çaldığı nağmeler yüzünden aşk acısı çeken yeğen daha çok üzülür. O kadar üzülür ki "üzüntü guddelerinin aşırı ifrâzâtı nedeniyle ölür."

Veysel Efendi de hapse girer bu yüzden. Hapisten çıkabilmesi için para lazım.

Kalın Musa kendisinden beklenmeyecek şekilde oğlu Veysel'i hapisten çıkarma gayretine girer.

Veysel Efendi'nin iki de oğlu vardır. İkizler DAVUT ve EFLATUN.

Aslında onun çocukları olup olmadığı şüpheli. Şüpheli de değil aslında ya neyse. Goncagül adlı bir kadın, kucağında ikiz bebeklerle evinden neredeyse  hiç çıkmayan kendi halindeki Veysel Efendi'nin, kendisinin iffetiyle oynayıp bu bebekleri peyda etiğini ileri sürerek onları Veysel Efendi'nin evinin önüne bırakıvermiş zamanında. 

Davut müzisyen. Ud çalıyor. Cesur ve atak bir çocuk.

Eflatun ise onun zıttı.

Davut, kimsenin girmeye cesaret edemediği hayaletli sokak diye anılan sokağa girip bir kıza aşık olur. NEVA kızın adı. Ancak kızın bir belalısı var. Üstelik bu belalı, bir hayalet. Adı ASIM. 

Asım'ın hayaleti, Neva ve annesinin yaşadığı eve bir kağıt bırakmış. Bunun bir büyü olduğunu düşünen anne, Davut'dan yardım ister. Çünkü bu büyüyü ancak musiki ilmine vakıf biri bozabilir. Bunun yolu da kağıttaki saz semaisindeki kusurun düzeltilmesinde yatar. 

Davut notalardaki kusuru aramaya başlar. Evde bunun için çalışırken bir arkasına bakar ki kimi görsün? Asım'ın hayaleti. 

Yazar, Davut'u burada bırakıyor ve diğer bölüme geçiyor.

"Dügâh"

Eflatun gaipten bir ses duyuyor. Biri sanki kendisini çağırıyor. Bu sesin peşinden gidiyor.

Önce sevimsiz bir bakkala kendisini çağıranın o olup olmadığını soruyor. Bakkal onu deli zannedip defediyor. Sonra azametli, zengin bir adamın; bir dilencinin; aşırı obur bir adamın; yumurtaları kırdı diye kölesini döven bir yaşlı adamın; altınları etrafa saçıldığı için sinirlenen bir tüccarın; genelevden çıkan bir yeniçerinin kendisini çağırdığını zannediyor. Ama hepsinden de olumsuz yanıt aldığı gibi bir de üstüne kovuluyor, tersleniyor.

Ses hala onu çağırıyor. Ve bu sesin peşinde mevlevihaneye geliyor.

Mevlevihanenin şeyhi İBRAHİM DEDE'ye "Beni siz mi çağırdınız?" diye soruyor.

"Biz insanlara 'Gel' diyenleriz. Doğru yere geldin."

"Bazıları var ki buraya gelir ve huzur bulur, yine bazıları var ki buraya gelir ve bizler onda huzuru buluruz." 

"Senin buraya gelmenin sebebi sadece bizim 'Gel' dememiz değil, ayrıca onların sana 'Git' demeleri. Hiç kimseye 'kötüdür' deme. Aslında onlar, bilmeden iyilik eden insanlardır." sf. 123

Böylece Eflatun kulaklarından eksilmeyen sesin buradan geldiğini ve bunun ney sesi olduğunu anlıyor. Ney çalmayı (üflemeyi)  öğrenmek istiyor. 

Eflatun ney çalmayı kolaylıkla öğreniyor. Kulaklarında çınlayan sesi neyle çalıyor. Bu sesi duyan İbrahim Dede mestoluyor, Eflatun'sa sağır ve dilsiz.

*

Şimdi bir Mevlevi dervişinden bahsediyor yazar. Kalbinde derin bir nefret taşıyan bu derviş, RAFAEL'İN EVİ diye bilinen eve geliyor. Rafael'in cinlere karışmış bir adam olduğu düşünülüyor.

Evin oradayken bu derviş, Galata Mevlevihanesi şeyhi NUVARİF BURSEVİ EFENDİ'nin cenaze alayıyla karşılaşıyor.

Burada NEYZEN İBRAHİM DEDE ile karşılaşıyor. İbrahim Dede, onu yemeğe davet ediyor ve bu nefretinin sebebini soruyor.

Derviş öfkesinin sebebini anlatıyor: 

Yıllar önce Rafael'in evinin önünde o ve neyzen bir arkadaşı saldırıya uğramış. Kendisine Firavun diyen bir adam, onlara işkenceler yapmış. Sonra onları salıp esir tüccarlarına satmış. Adam yıllar sonra evlenmiş, çocuğu olmuş, fakat kendisine bu zulmü yapandan intikam almak için geri gelmiş. 

Dervişin hikayesini dinleyen Neyzen İbrahim Dede, dervişle beraber işkence gören o neyzen arkadaşın kendisini olduğunu söylüyor.

Neyzen İbrahim Dede intikam almak yerine, Firavun'a hayır dua etmiş. "Kötü ve ölü bir düşmanım olacağına, iyi ve diri bir dostum olsun istedim." sf. 136

Böylece Firavun hak yolu bulmuş ve Firavun yerine NUVARİF ismiyle dergahın şeyhi olmuş. Az evvel cenaze alayına rastgeldiği şeyh yani.


"Segah"

Davut'u en son Asım'ın hayaletiyle bırakmıştık. 

Davut ne zaman, Neva'nın annesinin verdiği notalar üzerine çalışmaya kalksa bu hayalet yanında peyda oluveriyor.  

Kendisine bulaşan hayaletten kurtulmak için Davut, bir hayalet avcısına gidiyor. (Evet, hayalet avcısı) Ama hayalet avcısı, Asım'ın hayaletini yakalamayı başaramıyor.

Notaların içinden çıkamayan Davut, sonunda neyzen İbrahim Dede Efendi'ye danışmaya karar veriyor. 

Elindeki notaları İbrahim Dede Efendi'ye gösteriyor. İbrahim Dede, bunun çok güzel bir eser olduğunu ama eserde bir ağırlık olduğunu söylüyor. Belki de hayaletin rahatsız olup düzeltilmesini istediği kusur, bu ağırlıktır, diyor.

*

Buradan YEDİKULE KAHİNİ'ne geçiyoruz.

Yedikule kahinini bir gün yedi meslektaşı ziyaret ediyor. Bu kahinler, gördükleri kehanet yüzünden kör olmuşlar. Kehanet de şu: Muhteşem Neyzen Batın Hazretleri'nin oğlu ZAHİR Efendi'nin şehre gelecek olması. 

Yedikule kahini de bu kehaneti görüyor. Buna göre;

1- Batın Efendi Kostantiniye'de meçhul bir yerde.

2- Batın'ın oğlu Zahir bu şehirde zuhur edecek.

3- Kostantiniye'deki musikide en usta yedi kişiden altısı elenecek ve içlerinden sadece biri seçilecek.

4- Bu kişiye Batın Efendi, kendi neyinden üflediği hayat veren nefesi dinletecek.

*

Zahir, gerçekten de şehre geliyor ve onun peygamberliğini ilan ettiği dedikodusu yayılıyor.

*

Şimdi bir başkasını tanıyoruz.

Kendisine CÜCE EFENDİ de denilen PEREVELİ İSKENDER EFENDİ adında bir vaiz, müziğin sarhoşluk etkisi yarattığını söyleyip müziğe, müzisyenlere ve müzik eşliğinde sema ettikleri için mevlevilere düşman kesiliyor. 

*
Bir de Rafael'den bahsedeceğiz.

RAFAEL, mide bulandırıcı şekilde pis bir adam. Doktor fakat kendisine gelen hastaları yanlış tedaviler sonucu öldürmesiyle meşhur.

Bir gün TAĞUT isimli bir hasta geliyor yüksek ateş şikayetiyle.

Ona yardımcı olan LAZAR isimli biriyle birlikte.

Lazar'ın aslında bir rahatsızlığı yok ama hazır doktora gelmişken ufak tefek sancısını gösteriyor. Fakat buna bin pişman oluyor. Çünkü Rafael, gerekli gereksiz işlemler yapıyor Lazar'ın vücudunda. İç organlarını açıyor, kesiyor, biçiyor, adamı yatalak hale getiriyor. Lazar'ın üstünde doktorluğunu geliştirip yıllar sonra onu iyileştiriyor.

Tağut'un hastalığı, ney seslerini duyunca nükseden bir rahatsızlık. 

Bu nedenle musikide usta kişileri öldürmek istiyor.Şehirdeki en usta yedi müzisyeni için talimatı veriyor.

*

Bu müziyenleri öldürmek için anlaşılan çetenin  reisi ÇAPRAZ BAYRAM, bir gün çok hastalanıyor. Hastalığına hiçbir doktor çare bulamayınca bir otacı kadına danışıyor. Kadına göre hastalığı tıbbi bir acı değil, vicdan azabı. Bunun çaresi de kendisini din ve Allah'a vermesi, bunları öğrenmesi.

Böylece Bayram, Pereveli İskender Efendi'den (Cüce Efendi) yardım istiyor.

Cüce Efendi, müziğin haram olduğunu Bayram'ın kafasına sokuyor. Bununla birlikte daha başka bilgiler de veriyor. Bayram'ın acısı diniyor ve artık Cüce Efendi'ye biat ediyor.

*

Musiki ustaları Gülabi, Meymenet, Amin, Kirkor, Bağdasar... bir bir öldürülüyor.


*

Çapraz Bayram ve çetesi Muhteşem Neyzen Batın'ın peşine düşüyor. 

*

İbrahim Dede, bir gün herkesi saz semaisine çağırıyor. Kusur benim imzamdır, diyen İbrahim Dede, bu defa kusursuz çalıyor ve büyükleniyor, böbürleniyor. O yüzden onu aşağılayıp kınıyorlar. Bu arada İbrahim Dede'nin muhteşem bir musiki üstadı olduğu da dilden dile yayılıyor.

Dervişler, İbrahim Dede'nin ne zaman böyle değişmeye başladığını, ayrıca İbrahim Dede'nin esrarengiz bir evi selamlamasını, dergahtakilerden de bunu rica etmesini ve geceleri bu evden gelen musiki sesinin anlamını tartışıyorlar.

Zahir, evdeki sırrı açıklayacağını söylüyor ve İDRİS DEDE ile YUSUF DEDE'yi alıp o eve gidiyor.

Evde Lazar'ı çağırıyor. 

Lazar, elindeki nota kağıtlarını Zahir'e veriyor. 

Kağıtta ALESSANDRO PEREVELLİ imzası var. 

İdris ve Yusuf Dedeler, bu ismi araştırmaya başlıyorlar.

Öğrendiklerine göre Alessandro Perevelli, Venedik kalyonundan esir alınmış bir cüceymiş. Bir çalgıcıya satılmış. İsmi de ASIM'mış.(Nırı nırı nım)

*

Geliyoruz yıllar evveline.

Asım, müzik yeteneği olduğunu farkettiği cüceyi, işlerine yardımcı olması için satın almış.

Asım yetenekli bir müzisyenmiş. Cüce de öyle. Cüce besteler yapıyor, Asım da kanunu ile bu besteleri çalıp iyi paralar kazanıyormuş.

Asım bir gün Neva'yı görmüş ve ona aşık olmuş. Ona olan aşkını notalara dökmüş ve ortaya muhteşem bir eser çıkmış.

Cüce de aynı kadına aşık olmuş.

Cüce, aşkına kavuşamayacağını biliyormuş ama en azından bir başkasının da ona yakınlaşmasını istemiyormuş. Bu yüzden Asım'ı öldürmüş.

Asım'ın  Neva'yı etkilemek için yaptığı mükemmel besteyi de bozmuş ve bestenin yazılı olduğu nota kağıtlarını Neva ile annesinin oturduğu eve bırakmış. 

Bundan sonra cüce, kendisine yeni bir hayat kurmuş. 

"Bu şehirde saygın olmak için ya paraya, ya nüfuza ya da ilme sahip olmak gerektiğini anlamıştı. Ama ilim, bu dünya hakkında değil de, asıl ahiret hakkında olduğu zaman geçer akçeydi." sf. 251

Tağut, Cüce'ye ölümsüz olmayı vaadedince cüce de artık varlığını Tağut'a adamış.

Böylece Kostantiniye'deki musiki üstadlarının öldürülmesi işinde Tağut'a yardım etmiş. 

"Kostantineye'deki yedi musiki üstadının ilk beşini, yani Gülabi, Meymenet, Amin, Kirkor ve Bağdasar'ı katleden çetenin dağılmasıyla, son kişi olan İbrahim Dede'yi öldürme işi, yedinci üstat olan kendisine kalmıştı."

*

İbrahim Dede de öldürülünce geride Davut'a bıraktığı mektup kalıyor.

Mektupta yazdığına göre öldürülecek olan sıradaki kişi Davut'un kardeşi Eflatun ve katil de Tağut olacak.

İbrahim Dede, Davut'tan Eflatun'u korumasını istiyor.

(İbrahim Dede, meğer Eflatun biraz daha yaşasın diye kendisinin en iyi müzisyen olduğunun yayılmasını sağlamış. Hatırlarsanız, son saz semaisinde kusursuz çalıp kendisinin en iyi olduğunu iddia etmişti. Böylece katillere hedef şaşırtmak istemiş meğer, sırf Eflatun hayatta kalsın diye.)


*

Ruhunu Tağut'a adayan Cüce, Eflatun'u kaçırıyor. Davut geliyor ama kardeşini kurtaramıyor. Eflatun ölüyor. Davut da Cüce'yi öldürüyor. 

Eflatun'un ölümüne çok üzülen Davut, elinde neyi ile Batın'ın, en büyük müzik üstadı olan Eflatun'a, hayat nefesini üflediğine inanmak istiyor.

Sonra da Eflatun'u yanı başında görüyor. Meğer ölmemiş.

*

Romanın sonunda yedi kahin arkadaşı Yedikule Kahini'ne bir ayna hediye ediyor. Aynada hikayedeki herkesin sonu gözüküyor bir bir. 

Önemli olan Davut'un sonu. Davut, Asım'ın bestesinde yapılan hatayı buluyor. "Cücenin eserde yaptığı tek şey, dinleyenin aşkını kanatlandıran saz semaisini, pes ve davudi seslere göçürtmüş olmasıydı. Oysa aşk, insanı göklere yükseltirdi." sf. 267

Davut, düzelttiği eseri Neva'ya çalıyor. Bu esnada Asım'ın ruhu da artık huzur buluyor ve göklere yükseliyor. 

Eflatun, Mevlevi dedesi olabilecekken olmuyor ve ölene kadar mevlevihanenin mutfağında çalışıyor. Kalbi durup öldüğünde dergahtaki Suskunlar Haziresi'ne gömülüyor.

***

Üzülerek söylüyorum ama sanırım İhsan Oktay Anar'dan artık biraz sıkılıyorum.

İlk üç kitapta ben de destekledim ama ondan sonra artık biraz sıkılmaya, yorulmaya ve hatta bunalmaya başladım. 

Başlarda ilgi çekici ve enteresan gelen üslubu, kullandığı kelimeleri artık ilgi çekici gelmiyor. 

Tabi sorun onda değil bende. Benim genel sıkılgan tavrımdan kaynaklanıyordur. Hadsizlik etmek istemiyorum ama bunun için de çok sevmediğim bir şeyi sevdim diyemeyeceğim. 

*

Altını Çizdiklerim:

"Kin şeytanın kahkahasıdır." sf. 132

"Her şeyi bilmek için, belki hiçbir şey bilmemek gerektiğinden, ademoğullarından bazıları, bildikleri her şeyi unutmaya hayatlarını adadı." sf. 139

"Kusur benim imzamdır. Bir ismim olduğu sürece bir kusurum da olacak ve olmalı." sf. 140

"Rüzgar nasıl ki uğuldar, su şırıldar, gök gürler ve yapraklar hışırdarsa, arslan nasıl ki kükrer, güvercin guruldar, bülbül çiler ve serçe cıvıldarsa, insan da şarkı söyler." sf. 170

"Belki de, ancak anlatılacak hiçbir şey kalmayınca şarkı söylenebilirdi." sf. 230

"Her musiki, sesin değil de, aslında sessizliğin bir taklidi." 

"Musiki sessizliğe ne kadar yakınsa, o kadar da mükemmel olur."

"Kulakları hassas olduğu halde hiçbir şey işitmeyen kişi, O'nu dinliyordur."

"Sessizlik de bir perdedir. Sessizliği işitebilirsin." sf. 231

"Sevilmemek, ölüm kadar korkunç gibiydi." sf. 232

"Hayatta şatafatlı, görkemli ve debdebeli olan ne varsa, bedellerinin hiç de hafif olmayacağını biliyordu." sf. 264