27 Mayıs 2015 Çarşamba

BİR BİLİM ADAMINI ROMANI Mustafa İnan




BİR BİLİM ADAMININ ROMANI

Mustafa İnan

Yazarı: Oğuz Atay

1975

İletişim Yayınları - 42. Baskı - 2014

272 sayfa

Oğuz Atay'ın en acıklı bulduğum kitabı.

Acıklılığı, kitabın ortaya çıkış hikayesinde.

Şöyle ki;

TÜBİTAK, bir proje kapsamında gençlerin bilime olan ilgisini arttırmak, onları bilim adamlığına özendirmek ister. 

Bu kapsamda İstanbul Teknik Üniversitesinde dekan ve rektörlük yapmış, 20 yıldan fazla süre burada akademik çalışmalarda bulunmuş profesör Mustafa İnan'ın hayatının kitaplaştırılmasına karar verilir.

Mustafa İnan'ın oğlu Hüseyin İnan, babasının öğrencilerinden birinin evinde Oğuz Atay ile tanışır. O günlerde Tutunamayanlar romanı ile ödül almış olan Oğuz Atay'a Mustafa İnan'ın hayatını yazması teklifini götürür.

Mustafa İnan'ın öğrencisi olma şansına erişmiş Oğuz Atay, bu teklifi kabul eder.

Buraya kadar güzel.

Acıklı kısım bu noktadan sonra başlar.

Kitap için altı ayda bir TÜBİTAK'taki ilgili komiteye rapor vermek zorundadır Oğuz Atay.
Komitenin de romanı denetleme ve yönlendirme hakkı vardır. Orada çok müdahale olur kitabın gidişatına.

Söylenene göre en büyük müdahale ise Mustafa İnan'ın eşi Jale İnan'dan gelir. Hatta Oğuz Atay'ın, Jale İnan'ın bu baskıcı davranışlarından yakındığı söylenir.

Tüm bunlar nedeniyle Tutunamayanlar ve Tehlikeli Oyunlar romanlarının yazarının bu romanı, önceki iki romanından epey ayrıksıdır.

Merak ediyorum, yazarın üzerinde herhangi bir baskı olmasaydı nasıl bir eser çıkardı ortaya? 

Bu haliyle oldukça düz bir biyografik roman. Biyografi kısmı ağır basıyor. İçinden geldiği gibi romanlaştırmasına izin vermemişler ki.

Gerçi yer yer Oğuz Atay'lığını konuşturmuş. Hafif bir kültür eleştirisi, üniversitelerdeki eğitimin kalitesi, hayata bakış ve hayatı yorumlayış ile ilgili ufak Oğuz Atay nüveleri hissediliyor. 

Oğuz Atay, Mustafa İnan'ın hayatını onun profesör bir arkadaşının ağzından, genç bir üniversite öğrencisine anlattırarak kaleme almış.

Deniliyor ki, bu profesör arkadaş Cahit Arf'mış. 

Mustafa İnan, zor bir çocukluk geçirmiş. İki dünya savaşını da görmüş, göç etmek zorunda kalmış (kaç kaç), eğitim hayatı yatılı okullarda geçmiş.(leyli meccani)

Dört yaşında damdan düşmesi hayatı boyunca bedenen biraz güçsüz kalmasına sebep olmuş.

Buna karşılık çok güçlü bir hafızası varmış. Kitapta sık sık vurgulanıyor bu. Pek not tutmazmış. 

Ders anlatmayı severmiş. Daha doğrusu öğretmeyi severmiş. Çoğu zaman hocaların yapamadığını yapar, konuları arkadaşlarına hocalardan daha iyi anlatırmış. Bunu da keyifle yaparmış. 

Herkesin yardımına koşar, hayır demeyi beceremezmiş.

En büyük hayırı, kendisine bakanlık teklif edildiğinde demiş.

Para sıkıntısı çekmesine rağmen, okul kürsüsündeki yerinden ayrılmamış. Hocalık dışında hiçbir işe prim vermemiş.

Ülkedeki eğitim kalitesi ve düşünme sanatı üzerine kafa yormuş, konferanslar vermiş. 

Sadece ilgi alanı olan konuda değil, çeşitli sanat ve eğlence alanlarına da yakınlık duyup onlara da vakit ayırırmış.

Kısaca sevilen, saygı duyulan, ortamlarda aranılan bir insanmış.

Fakat vefatının ardından arkadaşları nedense onunla ilgili ayrıntılı ve doyurucu bilgiler verememişler. 

Oğuz Atay, daha doğrusu kitaptaki anlatıcı, bunu Mustafa İnan'ın esasen içe dönük biri olması, kendisini o kadar dışarıya açmaması şeklinde yorumlamış. Yani bir çeşit tutunamayan demeye getirmiş.

Keşke hayatını yazsaydı, günlük tutsaydı diye hayıflanmış. 

"Biz biyografik bir iş yapmaya çalışıyoruz kendi özel durumumuzda; ama çok belge yok elimizde. Daha insanlarımız arkalarında belge bırakmaya alışmamışlar. 'Günlük' tutmak gibi bir alışkanlıkları da yok. Aklında ne kalmışsa onu söylüyor. Ölüp gidince bundan da yoksun kalıyoruz. Aklımıza gelen her şeyi bir yana  yazmak ayıp olur diye düşünüyoruz herhalde; hele başkaları için düşüncelerimizi de dedikodu olur diye kağıt üzerine geçirmekten çekiniyoruz. Kalıcı bir şey bırakmaktan korkar gibi bir halimiz var." sf. 259

Günlük tutmak gerçekten önemli. Aslında sanatçı, politikacı, bilim insanı...vb insanların günlük tutması yasal bir zorunluluk olmalı. Hatta hayır herkesin, önemli önemsiz, bütün insanların günlük tutması için bir kanun düzenlenmeli. Bunun yayınlanıp yayınlanmaması isteği, kişiye bağlı. Kimisi diyebilir ki öldüğümde yayınlansın, kimisi diyebilir ki öldükten elli sene/yüz sene sonra yayınlansın, kimisi öldüğümde imha edilsin, diyebilir. Böyle de anlayışlı bir kanunkoyucuyum.

Mustafa İnan da yazmış olsaydı fena mı olurdu.

"Mustafa, insanımızı öğrenmek için çok çaba harcadı, vakit bulup düşüncelerini yazsaydı kim bilir ne ilginç olurdu." sf. 260

Tahminim o ki, Oğuz Atay bu kitabı yazarken serbest olsaydı Türkiye'de bilim/ bilimsel araştırma/ eğitim yöntemi/ üniversite eğitiminin kalitesi... vb konularına geniş yer verir, şahane tespitlerini o ironik üslubuyla anlatır, bir tutunamayan hikayesi çıkarırdı. İzin verdikleri ölçüde yapabilmiş bunu. 

"Mahalle mektebi bitmeden, dayak korkusu bitmeden, düşman korkusu başladı Mustafa'da. Bir Newton'u mahalle mektebinde, falaka korkusuyla, anlamadığı bir dilin alfabesiyle ve kelimeleriyle savaşırken düşünebiliyor musun? Ya da Leibniz'i dört yaşında damdan düşerken gözünün önüne getirebilir misin?"

Ondan sonra Türkiye'de bilim neden gelişmiyor?

Üniversiteler, fotokopicilere çalışır olmuş, sınava kadar ezberlenen bilgiler, sınavdan sonra akıldan uçar olmuş... bilime yer kalmamış. Tabi en önemli mesele de maddiyat. Bilimle uğraşan/ uğraşmak isteyen Mustafa İnan, asistanından borç isteyecek kadar zor durumda kalıyorsa niye insanlar özensin ona?

Kendi üniversite hayatımı düşünüyorum. (Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi 2005-2009) Akılda kalıcı bir hoca olarak sadece Burak Özen'i söyleyebilirim. Dersi derste anlamamı sağlayan yegane insandı. Ben genelde konuları dinleyerek değil, okuyarak anlayabiliyorum. Uzun süre dinleyemiyorum, çabuk sıkılıyor ve dağılıyorum. Okuyarak çalışınca dikkatim daha yoğun olabiliyor. Okuduğum da ders notları değildi genelde. Ders notlarının dağınıklığını sevmezdim. Kitap sistematiğini beğenir, kitaptan çalışırdım. Burak Özen'in derslerini ise dikkatim dağılmadan, keyifle dinleyebiliyordum. Hukuki konuları, günlük örneklerle süsleyerek anlattığı, ciddi gibi konuşurken aslında yer yer espri yaptığı ve başı sonu belli, akıcı cümleler kurduğu için onu dinlemek sıkmaz, aksine hem eğlendirir, hem de öğretirdi. Bir onun adını sayarım. 


Oğuz Atay da Mustafa İnan'ın öğrencisiymiş. Onunla yaşadığı birkaç anı da yer alıyor kitapta. 

 "İyi bir hayat hikayesi yazmak, bir hayat yaşamak kadar zordur." sf. 413 diyor Oğuz Atay.

Özellikle sık sık yönlendirildiği bir ısmarlama hayat hikayesi yazmak iyice zor olmalı. 

Yine de okuyanları etkilemeyi başarmış. Mesela Celal Şengör, Amerika'da iken babası ona bu kitabı hediye etmiş, kariyerini Türk üniversitelerinden sürdürmesi için. Celal Şengör'ün ülkeye geri gelişinde bu kitabın etkisi olduğu düşünülüyormuş.

Kitabın gerisindeki bu dedikoduları ise Yıldız Ecevit'in "Ben Buradayım" kitabından öğrendim. 





24 Mayıs 2015 Pazar

OYUNLARLA YAŞAYANLAR



OYUNLARLA YAŞAYANLAR

Oğuz Atay

1973

İletişim Yayınları - 22. Baskı - 2014

109 sayfa


Tutunamayanlar ve Tehlikeli Oyunlar'ın konsantre hali diyeceğim bu kitap için.

Oğuz Atay, ilkin Tutunamayanlar'da aslında roman görünümünde dev bir oyun yazmış, Tehlikeli Oyunlar romanında oyunlara daha da görünürlük kazandırmış ve sonunda baştan sona bir oyun yazmış.

*

Coşkun Ermiş, emekli tarih öğretmeni.

Oyun yazmak ve hatta oynamaktır emeli.

Denebilir ki sırf bu amaç için emekli olmuş. Oyunlarını doyasıya yazabilmek için.

Karısı, bu konuda ona pek destek olmuyor. Hatta ciddiye de almıyor onun bu uğraşını. Coşkun'un da zaten karısını ciddiye aldığını sanmıyorum.

*

Oğlu Ümit, oyun mevzusunda babasına çekmiş. Ninesi Saadet'i paşa kılığına girip kandırıyor. O kadar kandırıyor ki, kadıncağız evdeki tatsız havadan bulanıp kaçtığında onu karakoldan paşa kılığına girerek alıyor Ümit. Tabi bunu komisere izah etmek pek kolay olmuyor.


Coşkun'u ciddiye alan arkadaşı Saffet, Coşkun'u tiyatro sahibi Servet ile tanıştırıyor. Servet de o sıralarda sahneleyecek yerli bir oyun aradığı için Coşkun'u destekliyor.

Destekleyenlerden biri de tiyatro oyuncusu Emel. Aralarında bir aşk da geçiyor.

*

Oyuna bir müzik hocası (Coşkun, emekliliğin getirdiği boş zamanda keman çalmayı öğrenmek istiyor çünkü) bir garson, bir komiser ve bir icra memuru da giriyor. Yazar, tüm bu karakterleri aynı kişinin canlandırmasını istemiş. Bu kişilerin aynılığını gören Coşkun'un kafası karışıyor tabi:

"COŞKUN: Bu adamı sanki bir yerden tanıyorum. Sanki bu adam daha önce çok başkabir iş yapıyordu. Son günlerde herkesi birbirine karıştırıyorum zaten.

SAFFET: Oyun yazmaktan olmuştur.

COŞKUN: Belki de karıştırmıyorum. Belki de insanlar aynı oyunları oynuyorlar, hayatlarını birbirine benzer oyunlarla geçiriyorlar.

sf. 45-46

*

Bu kitapta da Selim ve Turgut isimleri geçiyor. Bana öyle geliyor olabilir ama Oğuz Atay, Tutunamayanlar'ın biricik karakterleri Selim Işık ve Turgut Özben'den vazgeçememiş. Ardından yazdığı iki kitapta da ("Tehlikeli Oyunlar" - "Oyunlarla Yaşayanlar" )onların isimlerine küçük de olsa yer vermiş. 

*

Coşkun da Tutunamayanlar'daki Selim ve Turgut gibi, Tehlikeli Oyunlar'daki Hikmet gibi kendisiyle ve insanlarla meselesi olan, dertli, düşünceli, soran, sorgulayan, tutunamayan bir insan.

Yazdığı oyunlarla millete yol göstermek amacı güdüyor. 


sf. 51



"Biz büyük bir milletiz derken, aynı zamanda demek istiyorum ki, evet aynı zamanda biz çocuk kalmış bir milletiz Saffet! Çünkü her şeye çocuk gibi sevinir, çocuk gibi üzülürüz her şeye." sf. 48

*

Coşkun, bir yerde "hayatıma kendi ellerimle son vereceğim" diyor. sf. 53

Yoksa onun da sonu Selim gibi (Tutunamayanlar), Turgut gibi (Tutunamayanlar), Hikmet gibi  (Tehlikeli Oyunlar) ölmek/intihar etmek/kaybolmak mı olacak?

*

Gerçekten oyunlarla yaşayan Coşkun, "Ne-var-ne-yok-iyilik-sağlık" oynuyor her gün." sf. 53 

Bazen de oyunlardan kafası karışıyor:

"Oyun nerede bitiyor, hayat nerede başlıyor, hiç anlamıyorum. Hayat nerede başlıyor, ölüm nerede başlıyor?" sf. 90

En sonunda, kalbi dayanamıyor tüm bu oyunlara/karışıklıklara.

"Büyük kalpler nedense çok zayıf oluyor." sf. 107

"Ben de büyük meseleler yüzünden harcamış olmak isterdim hayatımı. Küçük dertler yüzünden yıpranıp gitmek istemezdim." sf. 107

*

SERVET (Saffet'e kuşkuyla bakar): Gerçekten öldü mü? (Saffet, evet anlamında başını sallar. Servet, dehşet içinde Saffet'ebakar.) Peki, ne yapacağız şimdi?

SAFFET: Oyun bitti, seyirciyi selamlayacağız. (Bir adım öne gelir ve halkı selamlar. Servet de şaşkınlıkla başını önüne eğer. Coşkun'un başı da selam verir gibi önüne düşer.) 

PERDE

TEHLİKELİ OYUNLAR




TEHLİKELİ OYUNLAR

Oğuz Atay

1973

İletişim Yayınları - 30. Baskı - 2014

479 sayfa


Hikmet Benol.

Bu romanın Selim Işık'ı / tutunamayanı.

Evlenmiş, ayrılmış. Tuhaf bir evlilik olmuş. Adeta daha başlarken, biteceğini hissetmiş gibi.

*

Hikmet, bir gecekonduda yalnız yaşıyor.

O gecekondu diye adlandırsa da sevgili komşusu emekli  albay Hüsamettin Tambay, buranın bir gecekondu değil, üç katlı ahşap bir ev olduğunu söylüyor.

Fakat Hikmet için burası bir gecekondu ve sık sık bir gecekondu edebiyatı yapacak bunun üzerine.

Albay, yeryüzünde doğru düzgün iletişim kurduğu tek insan. Hatta o yüzden bazen onun gerçekliğinden şüphe ediyor. Kendisini böyle dinleyen, anlayan bir insanın olabileceğine ihtimal veremiyor çünkü.

Aslında Albay da  Hikmet'i tam çözemiyor. Bazen delirdiğini düşünecek gibi oluyor. 

"Ne karanlık ruhun var yahu Hikmet! Biraz pencereni aç da içeri temiz hava girsin."

Albay ile çeşitli oyunlar yazıyorlar ve oynuyorlar. Daha ziyade Hikmet oynuyor.

"Ben ölmek istiyorum sayın albayım, ölmek. Bir yandan da göz ucuyla ölümümün nasıl karşılanacağını seyretmek istiyorum. Tehlikeli oyunlar oynamak istiyor insan; bir yandan da kılına zarar gelsin istemiyor." sf. 259

"Oyunlar, gerçeğin en güzel yorumlarıdır. Bizim gerçek dediğimiz şey de, bazı güçlükler yüzünden iyi oynanamayan oyunlardır." sf. 408

*

Bir diğer komşusu da "Dul Kadın" Nurhayat.

Nurhayat, askerdeki oğlu Hidayet'e mektup yazdırmak için geliyor Hikmet'e. Hikmet hesapta Nurhayat'ın ağzından yazıyor mektubu ama esasen kendi içini de döküyor. 

Hidayet, bir piyes yazmalıymış. Ona yardımcı oluyor. Ne de olsa oyun yazmak en iyi becerdiği şey.

*

Ülkemiz hakkında da söyleyecekleri var elbet.

Kendisinden ödevi için yardım isteyen komşu çocuğuna ülkemizi anlatıyor: 

"Ülkemizde en çok yetişen, köylüdür. Köylü, bütün iklimlerde yetişir. Köylünün yetişmesi için, çok emek vermeğe ihtiyaç yoktur. Köylü bozkırda yetişir, yaylada yetişir, ormanda yetişir, dağda yetişir, kurak iklimde yetişir, ovada yetişir, dağda yetişir, sulak iklimde yetişir. Çabuk büyür, erken meyva verir. Kendi kendine yetişir, kendi kendine meyva verir. Biz köylüleri çok severiz. Şehre gelirlerse onlardan kapıcı ve amele yaparız." sf. 111

*

Kendisini ve bütün hayatını gözden geçiren Hikmet, elbette sık sık da eski karısı Sevgi'den bahseder. 

Onun için şu cümleleri kurar. (Şiir gibi yazacağım ben)

Bir zamanlar seni sevmiştim.

Ve sevgiyi senin suretinde yaratmıştım.

Bu kalbin,

birini sevmeğe ihtiyacı vardı.

Ve sen bunu anlamadın.

Ve bana eziyet ettin.

Ve eziyet ettiğini bilmedin.

Göz yaşımı silmedin.

Ve ben, 

senin bilgisizliğinin artmasına izin verdim.

Fakat hiçbir şeyi unutmadım.

Ve hepsini aklıma yazdım.

Ve sana izin verdim ki,

bilmeden yaptığın eziyet artsın.

Ve sonunda

artık dayanamıyorum diyebilmek için

ben de bilmeden

bu oyunu oynadım sana." sf. 90-91

Eski karısının her şeye müdahale etmesinden, kontrolü hep elinde tutmasından, soğuk duruşundan yakınıyor. 

*

Buraya kadar Sevgi'yi hep Hikmet'ten dinledik.  Biraz flu, belirsiz biri gibi iken, Sevgi'ye ayrılmış bölümle beraber Sevgi de bir karaktere bürünüyor. 

Zıt karakterlere sahip bir anne ve babası var Sevgi'nin. "Sevgi babasından ciddiyeti, annesinden de üşümesini aldı." sf. 170

Babası Süleyman Turgut, başka kadınlarla annesini aldatınca anne ve babası ayrılıyor.

(Süleyman Kargı ve Turgut Özben: "Tutunamayanlar"da geçen isimler.)

Babası evi terkediyor.

Bir aile dostları  var. Selim Bey.Selim Bey, bir çeşit baba oluyor Sevgi için.

(Selim Işık. Bir "Tutunamayanlar"da geçen isim daha. Belki alalade isimler ama algıda seçicilik olmuş bende.)

Sevgi, annesi ve ardından babası ölünce iyice yalnızlaşıyor.

"Zamanından önce öksüz kalmanın da, boşanmak ve evini terk etmek ve başka birine aşık olmak gibi yersiz bir durum olduğu belliydi. Toplum içinde bir yer alabilmek için, her zaman tam bir kadro ile bulunmak gerekiyordu: Anne, baba, hatta kardeşler ve hatta minimum sayıda akrabalar (teyze, dayı, hala, amca yeğenler vb.) Sadece sahte bir amcayla (Selim Amca) ve yasa dışı bir babayla kalmıştı. Oysa insanın dedelerinin, büyükbabalarının, babaannelerinin ve büyükannelerinin bile sağ olması gereken bir yaştaydı: On sekiz yaşındaydı." sf. 204


*
Selim Bey'in bir yeğeni var. Ergun.

Ergun, Sevgi'den pek hoşlanmıyor. Selim Bey'in mirasından Sevgi'ye de pay vereceğini düşünüyor çünkü. 

Sevgi'ninse umrunda değil Ergun.

*

Sevgi, kilisede ölüleri için dilekte bulunurken Nursel Hanım ile tanışıyor.

Bir süre anne gibi oluyor Sevgi için bu değişik kadın.

*

Görüldüğü üzere Sevgi için hayat kolay değil.

"Bir genç kızın yaşamak isteyeceği rüyaların kötü sonlarını gördükçe ümitsizliğe düşüyordu Sevgi: Babası, masum da olsa, düzensiz yaşayışı yüzünden eriyip gitmişti; annesi, rahat bir ömür sürmek gibi zararsız bir hayal uğruna, sevmediği bir insana yıllarca katlanmıştı; Nursel Hanım bütün insanlığı kucaklamak isterken, neredeyse bu dünyanın altında eziliyordu. Sevgi'nin beklediği uzun boylu prensin işi oldukça zordu; ona bütün dünyanın nimetlerini, bütün insanlardan kaçırarak vermek zorundaydı." sf. 231

Sevgi adına teşekkür etmeli Oğuz Atay'a, onu bize tanıttığı için. Yoksa Sevgi'yi hep Hikmet'in anlattığı gibi soğuk, kontrollü, sevimsiz bir kadın olarak bilecektik.

Hikmet, o kadar söylense de Sevgi'yi özlüyor sonunda. Onu sevdiğini anlıyor.

*

Karısı dışında sevdiği bir kadın daha var: Bilge.

Aslında arkadaşlar. 

Ama Hikmet, arkadaşlıktan öte duygular besliyor Bilge'ye karşı.

"Sizin için kötü niyetler besleyebilir miyim Bilge? O güzel dudakları..." sf. 140

*

Hikmet, tüm bu oyunların, düşünüşlerin, deli gibi konuşmaların sonunda balkondan düşerek ölüyor. Elim ve tuhaf bir kaza.

***

Kitabın efsane cümlesi şu:"Kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor." sf. 101

Ve diğerleri:

"Aklımın içini örümcek ağları sardı; kafamın sandalyelerinde elbiseler, gömlekler, çoraplar birikmeğe başladı; kurduğum hayaller, bir bekar odasının dağınıklığına boğuldu." sf. 24

"Karınca gibi, insan da öteberi taşımasını seviyor yuvasına." sf. 30

"Ülkemizde herkes aklını oynatmış; memleketin, İsviçre'ye tedavi için gönderilmesi icap ediyormuş. Ancak oradaki doktorlar anlar." sf. 73

"İnsanlara öyle bir bakarlar ki, yaptığın hiçbir işi ciddiye alamazsın." sf. 74

"Huzurumuz var da denemez. Vaktimiz bol olduğu için, bütün günümüzü huzursuzlukla dolduramıyoruz sadece." sf. 74

"Gözleriniz çok ses çıkarıyor." sf. 74

"İnsan bazı güçlüklerden, ancak onları unutmak suretiyle kurtulabiliyor." sf. 89

"Yolda durmak mümkün olmuyordu; böyle bir hürriyet yoktu. Sadece sürüklenme, kalabalığın akışına kapılma hürriyeti vardı." sf. 122

"Çiçeklerin de isimlerini bilmem ki; parmağımla gösteririm çiçekçiye; Şu kaça? şundan da koy, şunu da demetle mi satıyorsun? Hiçbir kadın, çiçeğe dayanamaz. İlk gidişimde baklava götüremezdim ya." sf. 136

"Herkesin bir fincan kahvesini içeceği bir yakını vardır. Herkes, içini, yalnız içine dökmez." sf. 144

"Zenginler, hiçbir şeye aldırmama, hiçbir şeyden heyecanlanmama lüksüne sahiptirler; bu nedenle çok yaşarlar." sf. 154

"Bizim gibilerin hayatında güzellikler, kısa süren aydınlıklardır. Bizim gibiler, başkalarının yaşantılarına kısa bir süre için girerler. Uşak rolünde girerler." sf. 158

"Sıkıntım da benimle birlikte ihtiyarlıyor. Eskiden oldukça canlı ve neşeli bir sıkıntıydı; şimdi benim gibi aksi, çekilmez ve gittikçe hiçbir şeyi beğenmez oldu." sf. 186

"Bazı insanların, bazı şeylere hiç hakkı yoktu: ne var ki, insanlar da en çok, bu hiç hakları olmayan şeyleri yapıyorlardı." sf. 189

"Her işin bir sonrası olmasaydı ne iyi olurdu." sf. 192

"Dünyada 'sizi anlıyorum' gözlerinin sahteleri türemişti; gerçeği sahteden ayırmak çok zordu. 'Siz-anlıyorum konuşmanıza-ihtiyaç yok' ya da 'siz-onlara-bakmayın-yalnız-gözlerime-inanın' bakışlarının çoğu aslında 'bugünü-geçirmek-için-birine-ihtiyacım-var' kalıbından ibaretti." sf. 214

Her evin bir krallık olduğunu düşünen yazar diyor ki:

"Ancak kendi dünyasını kuramayanlar, başkalarının evlerine koşarlardı. Milyonlarca krallık kurulmalıydı. Aralarında yalnız diplomatik ilişkiler bulunan milyonlarca bağımsız ülke." sf. 232

"Başka insanlara duydukları tepkiden yararlanarak başarıya ulaşmayı yalnız sanatçılar becerebilmiştir." sf. 273

"Her geçen gün yeni suçlar öğreniyor insan. Okudukça, düşündükçe, yeni insanlar tanıdıkça sadece günahlarının arttığını hissediyor." sf. 284

"Kafam cam kırıklarıyla dolu doktor. Bu nedenle beynimin her hareketinde düşüncelerim acıyor." sf.333

"Sinirimden gülüyorum albayım. Çünkü sinirlerim artık gülmek için kafamın neşelenmesini beklemiyor." sf. 335

"İyi romanların okuyucusu olmaktansa, kötü romanların kahramanı olmak istiyordu." sf. 376

"Yaşamak, yaşlanmak demektir, ölmek demektir." sf. 379

23 Mayıs 2015 Cumartesi

TUTUNAMAYANLAR




TUTUNAMAYANLAR

Oğuz Atay

1971

İletişim Yayınları - 68. Baskı - 2014

724 sayfa


Bazı kitapları okuyup anlayabilmek için o kitaba bir hazırlık gerekiyor. İlkin kulağa biraz kibirli gibi gelebilir bu söylediğim fakat sanıyorum ki öncesinde çokça kitap okuduktan sonra ancak anlaşılabilecek düzeye erişilebiliyor.

Ya da en azından benim için öyle oldu.

Tutunamayanlar, defalarca başlayıp bitiremediğim bir kitap oldu uzun süre. "Tutunamayanlar'ı Bitiremeyenler"dendim.

Sonra bitirmeyi becerdim. Sırf başlayıp da bitiremeden bırakma döngüsünü kırmak için okudum. Okumuş olmak için okudum yani.

Sonra da doğal olarak okuduğumu unuttum. Hesapta okumuştum ama hiçbir şey hatırlamıyordum. Bu sefer aldım elime, anlamak için okudum.

Anlamanın yanı sıra keyif de aldım bu defa.

Çok keyif aldım hem de.

Bazen "Ne anlatıyor bu?" diye okuduğuma yabancılaştığım oldu, hatta gereksiz bile buldum. Adeta "zırvalık." Sonra da kendimi bu zırvalığa kaptırmışken buldum. Gülerek, ama itiraf etmek gerekirse biraz haylazca bir gülümsemeyle okudum.

Tutunamayanlar bir çeşit kutsal kitap. "Başıma bir iş gelmeyecekse" ön uyarısıyla ancak beğenmediğinizi söyleyebilirsiniz. 

Şunu anlayabiliyorum, Oğuz Atay'ı ilk defa 2015'te okuyan için pek orijinal gözükmeyebilir, esasen en orijinali bu olduğu halde. 70'lerde yazıldığı düşünüldüğünde ne kadar özgün bir üslup. Sonrasında tabi bundan çok etkilenen olduğu için bugün bu üsluba vakıfız.

Kitabın konusuna gelince,

Selim Işık, intihar eder. Arkadaşı Turgut Özben de intihar eden arkadaşının hayatını araştırmaya koyulur. Onun arkadaşlarını bulur, onun hakkındaki bilgileri toplar. Unutulmasını engellemek ister.

"SONUN BAŞLANGICI" başlığıyla başlar kitap.

"Turgut Özben adlı genç mühendisin kaybolmasıyla ilgili haberler, günlük gazetelerin dördüncü ya da beşinci sayfalarında yer aldığı zaman ben yurtdışında bulunuyordum."  

da ilk cümlesidir.

Turgut Özben, Selim Işık ile ilgili devasa bir mektup yazmış ve bir gazeteciye göndererek sırra kadem basmıştır. Gazeteci de Turgut'un, Selim ile ilgili yazdığı bu yazıları kitaplaştırır.

Gazetecinin notunun ardından "YAYIMLAYICININ AÇIKLAMASI" başlıklı bölüm başlar.

"Yıllar önce meydana geldiği ileri sürülen bir olaya dayanan bu kitabın gerçekliği hakkında kesin bir söz söyleyemeyeceğimizi belirtmek isteriz

der yayımlayıcı.

Özetle bu kitapta geçen kişi ve kurumlar hayal ürünüdür demekte.

*

Burada bir parantez. Şu aralar kitapçılarda Selim İleri'nin "Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar" adlı bir kitabı var. Beğendiği kitaplar hakkında birkaç sayfadan oluşan değerlendirmelerini içeriyor kitap. Kitapçıda ayak üstü bir inceledim. Öncelikle Sabahattin Ali'nin üç romanıyla da bu kitapta yer almasına çok sevindim. Tutunamayanlar da elbette var. Selim İleri, Tutunamayanlar'ı daha kitap olarak basılmadan okumuş. Zaten kitaplaştırılma süreci de epey zaman almış. Kitabın başındaki bu "Yayımlayıcının Notu" kısmı hakkında yayınevleri ikileme düşmüş. Gerçekten kendilerine ait bir açıklama olduğunu zannedilebilir diye.

*

Bunun ardından da birinci bölüm başlıyor.

"Olay, Yüriinci Yüzyılın ikinci yarısında, bir gece, Turgut'un evinde başlamıştı. O zamanlar daha Olric yoktu; daha o zamanlar Turgut'un kafası bu kadar karışık değildi. Bir gece yarısı evinde oturmuş düşünüyordu. Selim, arkasından bir de herkesin bu durumlarda yaptığı gibi, mektuba benzer bir şey bırakarak, bu dünyadan bir kaç gün önce kendi isteğiyle ayrılıp gitmişti"

Kitabın bu ilk satırlarını yazarken kendimi durduramayıp devamını da yeniden okuma iştiyakı doğdu birden.

Sevdim ben. Biraz geç oldu ve hatta güç de oldu ama sevdim.

Önce biraz Turgut'u tanıyalım.

Evli, mutlu, çocuklu bir mühendis abimiz. 

O aslında sadece bizim Selim Işık'ı tanımamızda bir araç olduğu için çok vakıf olamıyoruz yaşamına. Aslında o da Selim'i ararken buluyor kendi yaşamını.

Bir zamanlar Selim ile yakınmışlar ama sonra Turgut evlenince, tüm evliler gibi bekar arkadaşlarından uzaklaşıvermiş kendiliğinden. 

Turgut, bu bölümde yer yer kendisiyle yer yer Selim ile konuşarak hayatını sorguluyor.

"Henüz Olric ufukta görünmemişti. Kendi kendine konuştuğunu sanıyordu daha. Henüz basit bir ağrı sanıyordu göğsündeki sıkışmayı." sf. 249

Kafasında Selim'i konuşturuyor, ona cevaplar veriyor.

Ev hayatını, evlilik yaşamını,küçük burjuvaları değerlendiriyor.

"Küçük burjuvanın pazar ayini esas itibariyle üç kısma ayrılır, oğlum Selim: 'Pazar Gazetesi'- günlük olaylar, makaleler ve bilmece olmak üzere üç bölümdür.- 'Büyük Kahvaltı' ve 'Akşamüstü Kime Gidelim' sıkıntısı. Bu sınıf yasası, her pazar büyük bir özenle yerine getirilir." sf.85


Selim, arkadaşlarını birbirine tanıştırmaktan hoşlanmadığı için Turgut'un işi pek kolay olmuyor. Her arkadaşta Selim'in biraz daha farklı bir yönünü keşfediyor. 

Net olarak anladığı ise şu: 

"Canım Selim! Nasıl çırpınmışsın bir yere tutunmak için." sf.99

*

Bu arkadaşlar arasında en kayda değeri Süleyman Kargı. Selim epey vakit geçirmiş onunla.

Kitabın ciddi bir bölümünü kaplayan "Şarkılar"ını Süleyman Kargı döneminde yazmış.

Süleyman Kargı, "Dün, Bugün, Yarın" adlı bu şarkılar dosyasını Turgut'a verdiğinde Turgut, kitabın en efsane cümlesini kurar:

"Şu anda sana güzel bir söz söyleyebilmek için on bin kitap okumuş olmayı isterdim." sf.113

Bu şarkılarda Selim, kendisini, hayatını, hayatına girenleri, bakış açısını, düşüncelerini... anlatır. 

"Tutunamayanların destanıdır bu şarkı" sf.13




Sonra Turgut, mısra mısra değerlendirir tüm bunları.

İşte bu kısım "Ne okuyorum ben?" diye sık sık kendimi kaybettiğim, ve itiraf: biraz sıkıldığım, kısım.

*

Sonra Metin'e ulaşıyor Turgut. Metin Kutbay.

Selim'in Süleyman Kargı ile dostluğu anlaşılabilir. Süleyman olgun, aklı başında, dolu bir adam.

Metin ise böyle değil.

Selim'in neden arkadaşlarını birbirleriyle tanıştırmaktan hoşlanmadığı anlaşılıyor yavaş yavaş.




Genelevde geçiyor bu bölüm. Selim'in kendisi için çok ayrıksı bu yerde ne yaptığını düşünüyor Turgut.

Metin konuşmayı pek sevmiyor ya da beceremiyor ya da o esnada konuşmaya fırsat bulamıyorlar. 

O yüzden daha sonra bir mektupla anlatacak Selim'i Turgut'a. 

Turgut, bu mektubu beğenmeyecek, Metin'in Selim'i karaladığını düşünecek ve kalemi eline alıp Metin hakkında düşündüklerini ve gerçek Selim'i yazacak.

*

Bundan sonraki bölüm bir devlet dairesindedir. Memurlar, müdürler, şefler, onların çalışma yöntemleri, onları çalıştırma yöntemleri, vatandaşlar, dosyalar, evraklar, imzalar...

"Devlet otoritesinin korunması için asıl surat gereklidir." sf. 302

Devlet dairelerindeki bankoları şöyle anlatır: "Kanun otoritesini temsil eden bu koyu renkli masa idare edenlerle idare edilenler arasında çok kere aşılmaz bir duvar gibi duran başvurulan yetkilileri devrimci saldırılardan koruyan bir eşyadır." sf. 514

Devlet daireleri için şef/müdür/amir... özel sektör için patron yani kısaca bir üst başlarında olmayınca çalışmayı gevşek tutanlar için şu cümleyi kuruyor Turgut: 

"Benim yokluğumu bütün kalbinizle duyduğunuzu belirtmek için çalışmanızın yalnız benim varlığıma bağlı olduğunu gösterdiniz.

Bir patronun, çalışanlarına bunu söylemesi ne kadar incelikli bir laf koyma olurdu.

*

Esat'ı buluyor sonra. Onun ağzından dinliyor bir de Selim'i: 

"Selim'i lisede öğrenci olduğu yıllarda tanımıştım. Ben bugün olduğu gibi, gene üniversite öğrencisiydim..." sf. 358

Selim, Esat'ın kız kardeşi Aysel'den rahatsız oluyormuş. Kendinden iki yaş küçük bir kızın karşısında sıkılıyormuş.

"Selim artık hepimizden küçük olacak Esat. Hepimiz yaşlanacağız: saçımız dökülecek, derimiz buruşacak. Kendimizi, aynada gördüğümüz ihtiyar suratımızla tanıyacağız. Fakat Selim hep yirmi sekiz yaşında kalacak bizim için. Gençlik fotoğraflarımıza bakar gibi olacağız onu hatırladıkça Selim hep genç kalacak." sf. 360

Selim, çok kitap okuyor. 

"Kitaplar yüzünden çok acı çekiyorum Esat Ağabey, derdi. Sanki hepsi benim için yazılmış. Bu kadar insanı birden canlandıramıyorum: hepsini birbirine karıştırıyorum. Gülünç oluyorum." sf. 384 

"Kitaplarla yaşamanın dışında hiç bir ilgisi kalmamış gibiydi. 'Romancılar için bulunmaz bir okuyucuyum Esat Ağabey,' derdi. 'Birinci sınıf okuyucu; hayır, daha ileri; lüks okuyucu. Kitaplarının böyle okunduğunu bilselerdi fakirler, kim bilir ne kadar sevinirlerdi. Durmadan yazarlardı; bir türlü ölemezlerdi." sf. 397

"Felsefe kitapları okumayı denedi. Bir süre sonra, iki kere ikinin dört olduğundan kuşkulanmağa başladığı için bıraktı." sf. 437

*

Sonra Günseli ile tanışacak Turgut. Günseli Ediz.

Selim'in hayatında bir kadına rastlamak nedense şaşırtıyor Turgut'u.

Günseli anlatıyor şimdi Selim'i.







sf. 453






"Aşk dünyayı başka türlü gösteriyor insanı yumuşatıyor Allah kahretsin sulu gözlü bir yaratık yapıyor." sf. 492


*

Selim'in ardından onu daha iyi anlama ve anlatma çabasını kimsenin anlamayacağını düşünen Turgut, tabi ki karısına da anlatamıyor. O yüzden karısının da şüphelendiğini hissediyor. Zaten aynı zamanda evlilikle ilgili sorgulamalara da girişiyor.

"Her günü, yaşamaktan çok geçiştirmeye çalışıyordu." sf. 407

"Susmak da konuşmak kadar tehlikeli oluyordu artık." sf. 407

"Hiç bir şey söylemeden susarsam sanki neyi anlatamadığım anlaşılacak." sf. 494





"Fakat erkek, gizlemeye başlayınca bir kere, kutsal birliğin tehlikede olduğu kuşkusuna kapılmakta haklıdır kadın." sf. 408


sf.556


"Ya hep küçük kalsalar, ya da birden büyüseler. Bu yavaş büyüme dayanılmaz bir şey. Yanınızda yetişen bir şeyin siz anlamadan büyümesi. Bir bakıyorsunuz, sevilip okşanmayacak kadar büyümüş. Siz de buna yavaş yavaş, hissetmeden, o kadar alışmışsınız ki artık sevip okşamak istemiyorsunuz zaten." sf. 557

*

Selim'in günlüğü yer alıyor sonra.

En dokunaklı kısım da bu.

Buraya kadar başkalarının ağzından dinlediğimiz Selim'i, şimdi kendi sesinden dinliyoruz. 

"Kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım" diyor Selim.

"Bir insanın sizin için endişelenip sararmasının güzel bir yanı vardır." diyor Günseli için. sf. 697

(Aklıma bir şey geldi. Anne Karanina, "Bütün mutlu aileler birbirine benzer; her mutsuz aileninse kendine özgü bir mutsuzluğu vardır" diye başlar ve çok meşhur bir kitap başlangıcı cümlesidir. İşte şu yukarıdaki cümle de bence şahane bir giriş cümlesi olurdu. Bu cümleyle başlayan bir kitap, genel olarak aşk hikayesi diyeceğiz ama içinde aynı zamanda yalnızlığı, yalnızlığın paylaşılıp paylaşılamayacağını, dünyaya sizin ruh eşiniz olmak üzere gönderilmiş birinin gerçekten olup olmadığını, ya da buna gerek olup olmadığını, tekamül edebilmek için illa birinin mi şart olduğunu, hayat amacını... sorgulardı mesela)

Sonra yaşamı düşünüyor Selim. Nasıl yaşamak gerektiğinin öğretilmediğinden, bunu öğretmesi gereken birilerinin olması gerektiğinden dert yanıyor.

"Kimsenin yaşantısını beğenmedim: kendime uygun bir yaşantı da bulamadım." sf. 666

Ölmek üzerine çok düşünüyor. 

"Düşünmek bile beni yoruyor. Galiba ölmeliyim ben." sf. 608

"Ölümü beklemek zor. Ölümü bekliyorum ve ölüm gelmek bilmiyor." sf. 662

Cenaze törenini kurguluyor. Babasınınki gibi bir cenaze töreni olmasından endişeleniyor. Oldu bittiye getirilmesinden, sırf vazife icabı olmasından.

"O güne kadar hiç ölü görmemiştim ölü görmeyi ondan bir parçanın ölümün bana bulaşması gibi bir uğursuzluk sayardım hiç görmezsem sanki hiç ölmeyecektim." sf. 509

"Cennet insanların birbirlerini dinlemeleri demektir birbirlerine aldırmaları birbirlerinin farkında olmaları demektir." sf. 510

(Parantezimle geldim. Cennet tasvirini herkes neyi istiyorsa ona göre yapar. Borges, "Cennet, kocaman bir kütüphane olmalı" der.  Selim de insanların kendisini dinlediği, anladığı bir cennet tasvir ediyor bu yüzden.)

İnsanlara inanıyor.

"İnsanların yalan söylemesi için bir gerekçe görmediğinden, onlara inanmakta güçlük çekmiyordu." sf. 433





sf.667



Acıyor kendisine.

"Ne kadar acıyorum kendime; bu yüzden başkalarına acımaya fırsat bulamıyorum. Bütün acımamı kendime harcadım." sf. 671

Kötülüğe karşı direnemiyor. 

İnsanların söylediklerine inanıyor, onları ciddiye alıyor. Ama kendisinin ciddiye alınmadığını farkediyor. Üzülüyor. Yalnızlaşıyor.

"Hep birlikte tutunamamayı ne kadar isterdim. Herkes ayrı bir dalda kaldı. Tek başına bir tadı olmuyor başarısızlığın." sf. 665

Tutunamayanlar Ansiklopedisi hazırlıyor. İsim isim anlatıyor onları.

*

Selim'in günlüğünün ardından "TURGUT ÖZBEN'İN MEKTUBU" başlıklı son bölüm geliyor. 

Bu günlükten ve yaptığı Selim araştırmalarından çok etkilenen Turgut "Ben de varım" demek istiyor Selim'e. Kendisinin de Selim gibi bir tutunamayan olduğunu anlıyor.


sf.719


Tutunamayanlar Ansiklopedisine kendi adını da ekliyor Turgut. 


***


Altını çizdiğim satırlar

Aslında bunları bağlamından koparıp almak ne kadar anlamlı oluyor bilemiyorum. Bunlara götüren cümleler de kıymetli.

Gel gelelim, bu cümlelerin sadece kitapta kalmasına da gönlüm el vermedi. Buraya da kaydedeyim, gün yüzü görsün cümleler. En başa da şunu koyayım, ironinin dibine vurayım:

"Kitaplara ithaflar yazmak, beğenilen satırların altını çizmek, sayfaların kenarına düşüncelerini yazmak Selim'e kendini ele vermek, insanların ortasında çırıl çıplak kalmak gibi geliyordu." sf. 367

(Burada bir parantezle araya giriyorum. Sabahattin Ali'nin "Kürk Mantolu Madonna"'sındaki Raif Efendi de resim yeteneği olduğu halde yaptığı resimlerle kendini ele verdiğini düşünerek resim yapmaktan vazgeçer.)

"Yazmak, kendi düşünceleriyle ilgili bir belge ortaya koymak. Ne kadar ürkünç bir iş. Kafamın içinde belirsiz yaratıklar olarak yüzen ve sadece var olmalarıyla yetindiğim cisimciklerin resmini çizmek. Rüyaların resmini çizmek kadar güç." sf. 557

"Birinin yazdığını, ötekinin okuyacak kadar bile bir zekaya sahip olmaması çok üzücü." sf. 579

"Başkalarına söyleyecek bir sözüm olabilmesi için önce kendime söz geçirmem gerektiğine inanıyorum... Kendini çözemeyen kişi, kendi dışında hiçbir sorunu çözemez." sf. 94

"Sadece namuslu olmakla öğünen kişiyi adamdan saymıyorum; toplumu iyiye, güzele götürmek için kendi gibi namuslu insanlarla bir çaba harcamamışsa, çevresindeki uygunsuz gidişe başkaldırmamışsa, o kişi namussuzdur benim için." sf. 98

"Büyümek yalnız tutunanlara gerekli." sf 122

"Meyvaları gösterdin de ağaca çıkma becerikliliğini esirgedin." sf. 199

"Güzeli anlatmamak, rüyada bağırmak isteyip de sesi çıkmayan insanın dehşetine düşürüyordu onu." sf. 216

"Ey canını sevdiğimin lisanı
Bazen deli edersin insanı." sf. 218



"Ne yapalım? Herkesin hocası Platon olmaz ya!" sf. 219

"Şimdiye kadar yalnız din kitaplarında yargılandınız. Biz fakirler, zavallılar, yarım yamalaklar, bu kitapları okuyup teselli olurken içinizden güldünüz." sf. 225 (Sizin de aklınıza "bakara makara" geldi mi?)

"Tarih bir tahriften ibarettir." sf. 231

"Herkes istediği mesleği seçecektir. Ressam olmak isteyenler reklamcı, yazar olmak isteyenler mühendis, mimar olmak isteyenler iktisatçı, meyhaneci olmak isteyenler hukukçu, hukukçu olmak isteyenler tezgahtar, adam olmak isteyenler uşak ve dilediği gibi yaşamak isteyenler rezil olmayacaklardır." sf. 241




"Sigara yakma hukuku. İnsan kaldırımın ortasında kararsız durursa, ya ateş isterler ya da adres sorarlar." sf. 245

"İnsanlar yüzünüze bakınca, sizden bir şey koparabileceklerini düşünmemeli. Ticaretin ilk şartı." sf. 247

"Babasını ve ağabeysini kaybetmiş iki ay arayla. Ondanmış bu elem. Talihleri vardır bu gibilerin: her zaman bir acı bulurlar çekecek. Senin de her işin iyi gider aksi gibi." sf. 247

"Hep bir yerlerde bir şeyler oluyor, biz bilemiyoruz." sf. 277

"Yazık: meseleler çabuk kapanıyor.İnsan, her şeyi göze aldığı bir anda hırsıyla başbaşa kalıyor." sf. 282

"Çok konuşuyorum kendimle bugünlerde. Ne yapayım? Başkalarının sohbetinden hoşlanmaz oldum." sf. 290

"İntihar, bir akıl hastalığıdır ve ancak bir akıl hastasının körleşmiş duyularının sağladığı 
soğukkanlılıkla başarılabilir." sf. 316

"İntihar edenlere tören yapılmaz, böyle intikamcı Tanrıya tapılmaz." sf. 459

"Yeni olan her şeye isyan ediyor vücut: dünyanın en rahat yatağında ilk yattığı gece uyuyamıyor." sf. 319

"Bütün hayatımızı yersiz çekingenliklerle mi geçireceğiz Olric? Cesareti yalnız kafamızda mı yaşayacağız?" sf. 357

"Birini sıkıntıda görünce çocuk gibi ortadan kaybolmak istiyorum. Korkaklıktan değil; kendimi onun yerine koymaktan." sf. 369

En sevdiğim, en benim için de geçerli olan satırlar:

"Kitaplardan, yaşantılarım için yararlanamadığımı ve kendimi bir biçime sokamadığımı da yüzüme vurabilirsiniz. Ne yapabilirim? Kitap okumakla, manavın beni aldatmasına engel olamıyorum bir türlü. Manava inanmadığım halde beni aldatıyor namussuz. Ya inandığım dostlarımın beni aldatmasını önlemek: büsbütün imkansız bu. Dostlarım alay ediyor benimle. Bu çocuğun sonu ne olacak, diyorlar. Hiç olmazsa kitaplardan kitaplar çıkarmalıymışım. Bunu da yapamıyorum, yazamıyorum. Kitapları, işimde kullanılacak bir mal gibi göremiyorum: kapılıyorum onlara." sf. 371

"Duvarlar duvarlar var çevremde. Halsiz kalıncaya kadar başımı vuruyorum onlara." sf. 371

"Onları öfkeme layık bulmuyorum. Öfkem bana ait bir şey. Yakın hissetmediğim birine nasıl gösteririm onu." sf. 371


Bazı cümleler adeta şiir gibi. Hatta şarkı sözü gibi. Alt alta mısralar şeklinde yazayım, bir de böyle okuyun, siz de öyle düşüneceksiniz.

Müzikten, sadece dinleyip nasıl söylendiyse o şekilde tekrar etmek dışında, onu üretmek açısından da anlasaydım, bu cümlelerden şarkı yapardım. 

"Ben de kaybolacağım.
Kayboluyorum.
Yaşamak, ölmek gibi değil.
Bazı zorlukları var bir kere. 
Daha çok tehlike karşısında insan." sf. 379

"Hayatım, hayatımın romanıdır." sf. 398

"Bir kere doğduk, yaşayacağız." sf. 399

"Düşünmek bile beni yoruyor. Galiba ölmeliyim ben." sf. 608

"Hiç yorulmadan mı ölelim istiyorsun?" sf. 580

"Gene anlatamıyorum ama, 
bu sıkıntının 
böyle anlatılır bir duygu olması 
gereğini duymuyorum o zaman." sf. 400

"Bat dünya bat. Ya da aklımı başımdan al." sf. 401

"Kimse boş bulunmuyor Selim.
Sen de boş bulunmamışsın.
Biz de boş bulunmayalım Olric." sf. 402

"Yarıda kalan bir sözün peşinden kimse gitmiyordu." sf. 403

"Bir anlam aramamalı. Anlam kadar insanın hayatını zehir eden bir kavram yoktur." sf. 403

"Anlamasan da olur.
Kimse anlamasa da olur.
Gerçek hürriyet budur." sf. 417

"Don Kişot'u bile okumadım. Ama onu içimde yaşıyorum." sf. 418

"Ben iç dünyama dönüyorum. Orada hayal kırıklığına yer yok." sf. 425

"Tunç devri... aşık oldu... utanç devri" sf. 430


"Dinlemekle olmuyor.
Yanında olmalıydım.
Anlatmakla oluyor mu?
Birlikte yaşamak gerekti." sf. 446

"İçkiyi bıraktım; gene de bir hafta sarhoş dolaştım." sf. 448


(Halbuki ilkokula başlayınca öğrettikleri ilk şey düz çizgi çizmek. Ancak otobüste kitap okumanın böyle bir takım sıkıntıları olabiliyor.)

"Çocukken okuduğum dedektif romanlarından da heyecanlısınız." sf. 467

.....artık çok geç kaldık....sf 496

"Yaşlandım 
küçüldüm 
neredeyse gözden kaybolacağım 
öyle hafifledim ki evladım 
neredeyse gökyüzüne uçacağım." sf. 502 


"Azalıyorum
bitiyorum
ortadan kaldırılıyorum,
eski silik bir para gibi piyasadan çekiliyorum 
yerime yenisini basacaklar
kimse farketmeden yavaş yavaş sönüyorum." sf. 524


"Yaşarken, ne sıkıcı ve soluk insanlarla birlikte geçiriyoruz ömrümüzü. Hiç olmazsa öldükten sonra, aralarında bulunmaktan zevk alacağımız insanlarla yaşasaydık." sf. 579

"Vakit geçiyor, gitmek zamanı yaklaşıyor." sf. 516

"Yaşamak aynı zamanda yaşamış olduklarını hatırlamak demektir hatırladıkça bunalıyorum... Neden bütün isyanlarımı kafamda yaşadım." sf 519

"Kötü hatıralar insanın aklından kelime olarak çıksalar bile görüntü olarak kalırlar." sf. 533

"Sen aramayınca kimsen yoktur yalnız başına yaşarsın yalnızlığnı bir yandan da sitem ederler neden aramadın beni derler oysa onlar hiç aramazlar özel izinleri belgeleri mi var aramamak için bilemiyorum." sf 528

(Burada benim de söyleyeceğim var. İki kişi de mesela uzun zamandır birbirini aramamış, sormamıştır. Ancak karşılaştıklarında ilk kim "Hiç arayıp sormuyorsun?" derse o kazanır, sanki kendisi çok arayıp soruyormuş da sen hiç aramıyormuşsun gibi olur. Halbuki ikiniz de eşitsinizdir aramama konusunda. Fakat dedim ya, ilk söyleyen kazanır.)

"Beni işte sanıyorlar,
beni evde sanıyorlar.
Beni ne sanıyorsunuz?" sf. 538

"Meyhanaler işportacı psikiyatristlerle dolu." sf. 540

"bugün-kimi-gördüm-biliyor-musun-neler-konuştuk-biliyor-musun-hiç-böyle-bir-şey-beklemezdim-biliyor-musun-bütün-bu-olanlara-rağmen-seni-ne-kadar-seviyorum-biliyor-musun formülü." sf.554

...onu görüyorlardı...sf.555

....bu kadar insan... sf. 567

"Henüz yerini nasıl dolduracağımızı bilemediğimiz bir organ, bu para denen şey." sf. 582

"Orta şekerli bir kahve. Beye bir orta yap. Kelime tasarrufu." sf. 587

"Bu sözler insanın yüzüne söylenmez. Gene de duyar insan." sf. 610

*

Hayvansın Hülya. 

Bütün kitabı yazsaydın.

Ne yapayım, bir daha okumaya fırsatım olmaz diye unutmamı engelleyecek her şeyi dökmek istedim.

Unutursam kalbim kurusun.

*


"Tanrı, tutunamayanlardan rahmetini esirgemesin." sf. 438

"Bu kitap ne ciddi kavgaların, ne büyük ve yaygın sıkıntıların, ne de ezilen insanların romanıdır; bu kitap, mustarip bir ruhun iç çekişlerinin romanıdır: Tutunamayanlar." sf. 559


3 Mayıs 2015 Pazar

BIG BOSS



BIG BOSS

Mustafa Hoş 

Aralık 2014

Destek Yayınları - 21. Baskı - Mart 2015

280 sayfa



"NEOTÜRKİYE'NİN PANZEHİRİ HAFIZADIR."

Recep Tayyip Erdoğan hakkında pek çok kitap yazıldı. Kimisi onu neredeyse peygamberleştiren cinsten, adeta kutsal kitap niteliğinde övücü kitaplar. Özellikle "Bir Liderin Doğuşu" bunlardan ilki ve en önemlisi. Benim de okuyup pek çok yerinde çelişki ve çirkinlik bulduğum bu kitabı, yazar da çok deşmiş. 

Bu tarz kitapların ortak özelliği Erdoğan yükseldikçe insani zaaflarının yok edilmesi.

Bir başka özellikleri de kitap okuyan, bilgili, birikimli bir Erdoğan imajı çizmeye çalışmaları. Fakat "Kitap okuyor musunuz?" sorusuna "Özetini" diyen biri karşımızdaki. Dolayısıyla bu imaj tutmuyor.

Bunun dışında kitabın sonundaki kaynakçada RTE hakkında yazılmış diğer kitapları da bulabilirsiniz.

Kitabın giriş kısmı, Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı'nın Recep Tayyip Erdoğan hakkında "iyi oyuncu" ifadesini kullandığı bir demeçle başlıyor. Yazar, bu ifadenin ne anlama geldiğini düşünüyor. Ve Recep Tayyip Erdoğan'ın birbiriyle zıt beyanlarını sıralıyor. Sonra da daha AKP genel başkanı bile değilken, nasıl oluyor da Washington'da resmi temaslarda bulunduğunu düşün(dür)üyor.

Kitabı okurken satırları bol bol çizdim, notlar aldım. Sonra buraya yazarım diye.

Ama o kadar midemi bulandırıyor ki, o kadar tiksiniyorum ki.

Recep Tayyip Erdoğan'ın yalancılığı konusunda şüphesi olan mı var hala?

Şaibeli ve karanlık geçmişi, tuhaf bir üniversite mezuniyeti, ABD ile ilişkisi...

Şimdi cumhurbaşkanı iken tarafsız ve siyaset üstü olması gerekirken, bir parti lideri gibi mitingler yapması, namusu(!) üzerine yemin ettiği tarafsızlığa aykırı hareketleri...

Bitmek bilmeyen istekleri...

Yeni bir şey yok anlayacağınız. Mevcut bilgileri hatırda tutmak adına önemli kitap.

Cumhurbaşkanı oldu, yetmiyor, başkan olmak istiyor ya şimdi. Hadi onu da ol, sonra ne isteyecek acaba? Gerçekten başkan olduktan sonra daha ne olmak isteyecek, merak ediyorum. 

Nükleer mi yapıyorlar, ne bok yapıyorlarsa yapsınlar da ölelim gidelim.