30 Mart 2021 Salı

OTHELLO

 


OTHELLO

William Shakespeare

1603

İngilizce aslından çeviren: Özdemir Nutku

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

126 sayfa


Erkek şiddetine maruz kalıp öldürülmüş bir kadın hikayesi.

Gerizekalı Othello, pek güvenilir (!) adamı Iago'nun laflarına aldanıp karısı Desdemona'nın kendisini aldattığını düşünüyor. Koskoca erkek Othello'yu aldatmanın bedeli tabii ki ölüm olmalı, değil mi? Off salak herif!

*

Mağripli Othello, askeri hizmetlerde bulunmuş, Venedik'te saygı kazanmış bir soylu.

Othello, bir senatör olan Brabantio'nun kızı Desdemona ile evlenir. Desdemona'nın babasının bu evliliğe rızası yoktur. Ama kızının da Othello'yu sevdiğini öğrenince kabul etmek durumunda kalır. 

Venedikli bir bey olan Roderigo da Desdemona'yı sevmektedir, o yüzden Othello'ya düşman kesilir.

Othello'nun bir başka düşmanı da çavuş Iago'dur. Othello, Iago'yu dürüst ve güvenilir sanır, halbuki hayatını karartacak Iago. Çünkü Othello, yaveri Cassio'yu Iago'dan daha üst bir mevkiye getirmiş. Iago da bunun haksızlık olduğunu düşünmüş. 


"Değer veren yok kıdeme,

Yükselmek ya kayırmaya bakıyor ya tavsiyeye."


Iago intikam için Desdemona'nın Othello'yu aldattığı iftirasını atar. Aslında Iago'nun bunun için çok uğraşması bile gerekmez, hıyar Othello'nun inanası varmış zaten. Ne hıyar adam yaa, bak düşündükçe sinirleniyorum. Elin adamı karın hakkında ileri geri konuşuyor, sen de buna itimat ediyorsun. 

Desdemonacık neyle suçlandığını bile anlayamıyor kocası tarafından öldürülürken. 

Ha tabii ki sonra gerçekler ortaya çıkıyor, Othello da çok gururlu(!) olduğu için kendini öldürüyor. Offff kenarımın gururlusu. 

*

Hikayede Osmanlılar da var. Osmanlıların Kıbrıs'a doğru yola çıktığı haberi geliyor. Ama sonra Osmanlı ordusu fırtınaya yakalanıyor ve Kıbrıs Osmanlı tehlikesinden kurtuluyor. 

Olaylar da Kıbrıs'ta geçiyor. Othello, "Hıristiyanlığın baş düşmanı Osmanlılara" karşı  Kıbrıs'a gitmek üzere görevlendiriliyor. Cassio, Desdemona, Iago, Iago'un karısı ve aynı zamanda Desdemona'nın yardımcısı Emilia da Kıbrıs'a gidiyor. 

Iago, Cassio'yu sarhoş edip onun bir kavgaya karışmasına sebep oluyor. Daha yeni savaş tehlikesi ortadan kalkmışken askerinin bir kavgaya karışmasını affetmeyen Othello, Cassio'yu görevden alıyor. 


"Nedir bu rezalet? Bu da nereden çıktı?

Kendimizin düşmanı olduk da

Kendimize mi yapacağız Tanrı'nın Osmanlıya yasakladığını

Hıristiyanlık aşkına kesin vahşiler gibi hırlaşmayı."


Iago, Cassio'ya Desdemona'dan yardım istemesini tavsiye ediyor. Desdemona isterse Othello onu kırmaz, Cassio'yu affeder diye. Cassio da bunun üzerine Desdemona'dan yardım istiyor. Desdemona da Othello ile Cassio'yu affetmesi için konuşuyor. 

Iago burada hain planını devreye sokuyor. Desdemona'nın Cassio ile bir ilişkisi olduğuna dair şüphe tohumlarını ekiyor Othello'ya. 


"Kendisi için ısrarla ondan Mağripliye yalvarmasını isteyecek.

Ben de o sırada Mağriplinin kulağına zehrimi akıtırım:

Karısının Cassio'ya cinsel bir çekim duyduğunu,

Cassio'ya yaranmak için böyle yalvardığını anlatırım.

Böylece karısının erdemlerine olan inancını

Mağriplinin gözünden silerim,

Desdemona'nın o kar beyaz namusunu

Katran kuyusuna çeviririm."


Bir de Othello'nun Desdemona'ya verdiği bir mendil varmış. Iago o mendili Cassio'nun odasına koyuyor. Othello artık emin oluyor Desdemona'nın kendisini aldattığından.

Gidiyor Desdemona'yı yastıkla boğarak öldürüyor.

Gerçekleri Iago'nun karısı Emilia anlatıyor. Othello da bunun üzerine vay ben ne yaptım diyip kendini hançerliyor. 


"Nasılsam öyle söz edin benden.

Hiçbir şeyi hafifletmeyin, ama hiçbirini de

Anlatmayın kötü niyetle.

Benim için, akılsızca ama çok seven biri deyin,

Kolayca kıskanmayan, ama bir kez de kıskandı mı

Kendini kaybeden biri diye söz edin benden."


Senden "mal" diye söz edeceğim ben Othello. Kolayca kıskanmam ama kıskandım mı da gözünün yaşına bakmam, öldürürüm, bravo.

Desdemona yavrum, Othello'nun ona birden kötü davranmaya başlamasını anlamıyor tabii. Hatta Othello önce bir tokat atıyor ona. Desdemona diyor ki:


"Sevgim o kadar büyük ki ona,

Sertliğinde, azarında, öfkesinde bile,

Bir çekicilik, bir sevimlilik var."


Ah balım yaaaa!


23 Mart 2021 Salı

THE YOUNG VISITERS

 


THE YOUNG VISITERS 

Or, Mr. Salteena's Plan

Daisy Ashford

1919

52 sayfa


Bu kitabı dokuz yaşında bir çocuk yazmış. Evet, dokuz. Kitabın başında bu bilgi verilmeseydi bir çocuğun yazdığını düşünmezdim, ki aslında ön sözü de okumamıştım. Kitapta bir sürü dil bilgisi hatası vardı, kelimeler yanlış yazılmış, bir değil, iki değil. Bu kadar çok hata olmaz, özel olarak mı böyle yazılmış diye merak edip ön sözü okudum, orada kesin bunun bir açıklaması olmalı çünkü. O zaman öğrendim, yazar bu kitabı dokuz yaşında yazmış ve onun yazdığı şekilde hatalar da korunmuş. Ahah, çok tatlı!

*

Hikaye şöyle;

Alfred Salteena, 42 yaşında bir adamcağız. 17 yaşındaki Ethel Monticue ile tanışıyor. Ethel'in gözü yüksek sosyetede. 

Bay Salteena'nın arkadaşı Bernard Clark bir gün arkadaşını davet ediyor. Salteena ve Ethel, Bernard'ın evine gidiyorlar. Bernard yakışıklı, zengin bir beyefendi.

Salteena, Ethel'i etkileyebilmek için centilmenlik eğitimi almaya gidiyor. Bu arada Ethel'i de Bernard'a emanet ediyor. 

Salteena, işe yaramaz bir eğitim aladursun, Bernard ve Ethel çok güzel vakit geçiriyorlar.

Salteena, eğitiminin sonunda Ethel'i baloya davet edip evlenme teklif ediyor. Ethel reddediyor.

Bernard da Ethel'e evlenme teklif ediyor. Ethel bunu kabul ediyor. 

Salteena üzülüyor başta ama o da sonunda başkasıyla evlenip çoluk çocuğa karışıyor. 

*

İngiliz yüksek sosyetesine yer veriliyor kitapta. Tavırlar, hareketler, kibarlıklar aman aman. Yavrum Salteena çok emanet duruyor onların arasında. Ait olmadığı bir yerde, belli. 



İngiliz yüksek sosyetesi deyince "Patrick Melrose" geldi aklıma. Kitap serisi, dizisi de var, dizisini izledim ben. Şahaneydi. Dokunaklı, ağır duygulu bir şahanelik ama. 





*



The Young Visiters'ın da filmi var. Ama internette hdfilmizleindirmedenizle720phemenizle sitelerinde bulamadım, Youtube'da parça parça izledim. Ciciydi. 


*




Kitabın Türkçesi yok. Olsa fena olmazdı bence. 

21 Mart 2021 Pazar

EDEBİYAT MUTLULUKTUR

 


EDEBİYAT MUTLULUKTUR

Zülfü Livaneli

2012

Doğan Kitap

Baskı - Kasım 2012

240 sayfa


Zülfü Livaneli'nin Vatan gazetesinde edebiyat üzerine yazdığı köşe yazılarından oluşan bir derleme. 

*

Kitap okumanın zevk alınarak yapılması gereken bir faaliyet olduğunu anlatıyor yazar.  Ama ne yazık ki okullarda bu  zevkin öldürüldüğünden dem vuruyor.

Sıkılıyorsan okuma, diyor. Ben de buna katılıyorum. Bu konu ile ilgili klasik bir örnek vardır hatta, karpuz kelek çıkınca yemeye devam ediyor musun? Hayırsa başladığın kitabı beğenmediysen, seni sıktıysa okumaya devam etme. Ha ben bu tavsiyeyi veriyorum ama uymuyorum, sıkıla sıkıla da olsa okuyup bitiriyorum. Birincisi; belki ilerleyen sayfalarda konu ilgimi çeker umuduyla, ikincisi; sonuna kadar sıkılırsam bitirdiğimde kitabı ağız dolusu, hakkıyla gömebilmek için.

Seçtiğimiz kitaplar konusunda pek çok reklamın etkisi altında kaldığımızı anlatıyor yazar. Pek çok kitap reklam ve pazarlamanın gücüyle elimize geçiyor. Kitapçıların "Çok Satanlar" raflarında gördüğümüz kitaplar gerçekten çok satanlar mı yoksa kitapçıların çok satmasını istediği kitaplar mı? Bu konuyla ilgili bir yazı için bkz: Çok Satanlar Çok Satıyor mu?  

Kitapta yazar bu noktada okuyucuya kendi okuma zevkine güvenmesini öğütlüyor. Kitabın çok satanlar rafında yer alması, popüler olmasındansa okuyucunun zevkine hitap etmesini önemli buluyor. 

Bunu yaparken popüleri kötülemiyor aslında. Bir zamanlar Dosyoyevski, Tolstoy, Victor Hugo da popülerdi. Picasso’nun kübizmi de popüler ve geniş halk kitleleri tarafından da bilinir. Demek ki “Bir eserin nitelikli ve derin olması, onun geniş halk kitleleri tarafından benimsenmesine engel değildir.” Sf.11

Günümüz romanlarını eleştirdiği noktalar karakter derinliğini anlatamaması ve kullanılan dil üzerine. Yalın ve anlaşılabilir bir dil kullanılabilecekken edebiyat süslemesi adına gerekli gereksiz kelimelerle meseleyi uzatmayı doğru bulmuyor. 

*

Kitap yazma konusunda da kendisine çok sorular soruluyormuş. Öncelikle herkesin kitap yazmak zorunda olmadığını anlatıyor. 

“Arkadaşlarına anlattığında seni dinlemelerini sağlayacak kadar ilginç bir konun yoksa, hiç yazmamak daha iyi.” Sf.14

Valla bence de. Kitap yazmak çok ayağa düştü diye düşünüyorum. Kitap yazmak sanki bir gereklilik oldu da kitap yazmamış olmak sıra dışı gözükmeye başladı. Kitap yazmış olmanın eski ağırlığı ve saygıdeğerliği yok benim gözümde. Bir kitap çöplüğü oluştu. Sokakta bir çöp yığını olunca herkes oraya çöp atmaya başlar ya, onun gibi. Herkes bu kitap çöplüğüne bir çöpünü atmak istiyor. Gerçekten buna gerek var mı? Üstelik yazılan çoğunlukla kişinin kendi hayatı, anıları. Gerçekten hayatının, anılarının kitap olacak kadar değerli olduğunu mu düşünüyorsun? Gerçi mesele işte bu "değerli" kısmının artık anlamsızlaşmasından doğuyor. Kitap yazmak artık "değerli" görülmediği için herkes yazıp duruyor. Bir sokağa bir dükkan açılınca hemen yanına aynı türden dükkanlar açılır ya, orası sonra kahvaltıcılar sokağı, avizeciler sokağı...vb olur. Yan yana aynı dükkanlar. Hah, onun gibi, aman herkes kitap yazsın, aman sen de eksik kalma, sen de... 

Kim okuyor peki bunları? Kimse. Çünkü niye okusunlar? Gerçekten kitabının senin yakının 10-15 kişi dışında okunacağını sana düşündüren nedir? 

Aman ne gömdüm, bana ne be, ne bok yazarsanız yazın. 

Yazmak için yazarlık kursuna gidenler hakkında da bir çift lafı var yazarın. Yazarlık kurslarının işe yaramaz olduğunu düşünüyor. “Dostoyevski’ye, Nazım Hikmet’e, Yaşar Kemal’e kim öğretti yazmayı?” Yazara göre “Yazmanın birinci kuralı okumaktır.” Sf.230

Bence okuya okuya insanın yazma hevesi varsa kırılır. Çünkü o kadar güzel şeyler okuyunca "Ben kimim ki?" hissine kapılır insan. Yazacaksam o çok güzel eserler gibi olmalı, o seviyede yazamayacaksam da yazmayıvereyim. Çöp yığınına katkıda bulunmaya gerek yok. 

*

Yazar kendisini etkileyen kitaplardan da bahsetmiş. İşte o kitaplar:  

-İhtiyar Adam ve Deniz/Ernest Hemingway

-Ağustos Işığı/William Faulkner

-Suç ve Ceza/Dostoyevski

-Binbir Gece Masalları

-Mesnevi/Mevlana

-Anna Karenina/Lev Tolstoy

-Madame Bovary/Gustave Flaubert

-Kırmızı Pazartesi/Garcia Marquez

-İnce Memed/Yaşar Kemal

-Don Kişot/Cervantes

Günümüz Türk yazarlarından da İhsan Oktay Anar’ı beğeniyor.

Bunları "Mutlaka okuyun!", "Okumadan ölmemeniz gereken 100 kitap" gibi bir tavsiyeyle söylemiyor. Hatta böyle bir tavsiyede bulunmayı da doğru bulmuyor. Çünkü başta da söylediği gibi herkesin okuma zevki, beğeni algısı, bir kitaptan edineceği izlenim farklıdır. Yazar buna saygı duyuyor. Sadece kendi beğenilerini sıralıyor.

*

Çevirinin öneminden bahsediyor. Örneğin Mevlana’yı dünya tanırken en az onun kadar iyi Yunus Emre’yi neden tanımıyor? Çünkü Mevlana Farsça yazdı. Goethe de Fars şairlerini okumak içim Farsça öğrendi ve "Batı-Doğu Divanı" kitabını yazdı. Böylece Farsça dünya çapında edebiyat dili oldu. Yunus Emre ise Türkçe yazdı ve Türkçenin içine hapsoldu.

*

Kitap hadi yazdın, bunu yayınlayacak yayınevi bulma zorluğundan da bahsediyor yazar. (Gerçi bugün çok zor değil, parasını verip kendin bastırabiliyorsun.) 

Köklü bir yayınevimiz yok. En eskisi 100 yılı aşkındır kitap yayımlayan Remzi Kitabevi. Almanya’da 15.yy’dan beri yayıncılık yapan yayınevi varmış.

Eskiden yayınevlerinin başında gerçekten kitap seven, kitaplarla ilgilenen insanlar olduğunu anlatıyor yazar. Ama artık durum değişmiş, çünkü ticaret zihniyeti ağır basar hale gelmiş. Amerika’da bir yayınevinin başına yeni bir CEO getirilmiş. Adam açık açık “Ben hiç kitap okumam. Sadece benim için kitap okuyacak insanları işe alırım” demiş. Sadece kâr maksimizasyonuna yönelik kitap basımı yani, kalite kaygısı yok.

*

Bunun dışında roman, şiir, müzik, sinema, bunlar arasındaki ilişki, hapsedilen yazarlar, intihar eden yazarlar, Yaşar Kemal, Köroğlu... gibi pek çok konu ve kişiye değinilmiş kitapta. 

20 Mart 2021 Cumartesi

MACBETH

 


MACBETH

William Shakespeare

1606

İngilizceAslından Çeviren: Sabahattin Eyüboğlu

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

139 sayfa


Kralı öldürüp tahta geçen Macbeth'in krallığını korumak için yeni cinayetler işlemesi ve zamanla bu kötülüklerin altından kalkamamasının hikayesi.

*

İskoçya kralı Duncan, savaşta kahramanlıklar göstermiş Macbeth'i yeni bir ünvanla ödüllendirir ama bu Macbeth için yeterli olmaz. Onun gözü kral olmaktadır. 

Cadılar da ona kral olacağını söyler. Bu gazla ve karısı Leydi Macbeth'in de desteğiyle Macbeth kral Duncan'ı öldürür ve suçu uşakların üstüne yıkar.

Burada Duncan'a üzülüyor insan çünkü adamcağız insanların ihanetinden yakınıyordu. İyi bir insan olduğunu düşündüğü kimselerce ihanete uğramış, kötülük beklemediği kimselerden kötülük görmüş. Bu durumdan duyduğu üzüntüyü de açık açık dile getirmişti Macbeth'e. Zavallı kral yine güvendiği bir insan tarafından ihanete uğruyor ve artık dönüşü yok. 

Bu şüpheli ölüm üzerine Duncan'ın oğulları Malcolm İngiltere'ye, Donalbaim İrlanda'ya kaçar. Bu kaçış onların halk gözünde babalarının katili olduğu izlenimi uyandırır. Macbeth tahta geçer ve kendini kral ilan eder.

Macbeth kral oluyor olmasına ama hala mutlu değil. Çünkü bu defa da krallığını koruması gerekiyor.

"İş kral olmakta değil, kral olup sağ kalmakta"

Tahta rakip olabilecek general Banquo ve oğlu Fleance'ı da öldürtmek ister. Banquo'yu öldürtür ama oğlu kaçmayı başarır. 

Yine huzura kavuşamaz Macbeth, Banquo'nun hayaletini görmeye başlar.

Bir kez daha cadıları dinler. Cadılar Macbeth'in Fife baronu Macduff'a dikkat etmesini söyler. Macduff o sıralarda sürgündedir, Macbeth, Macduff'un karısını ve çocuklarını öldürtür.

Onu öldür, bunu öldür, sonunda kafayı yiyor. Çünkü belli ki komple kötü bir insan değil. İçinde az da olsa iyilik parçacıkları kalmış ki o parçacıklar vicdanını harekete geçirmiş. Ha harekete geçirdi de ne oldu, insanlar öldükleri ile kaldı.

Cinayet planları yaparken ve bu planları eyleme geçirirken de tereddütlüydü zaten. Bir halt işleyeceksen arkasında dur. Yoksa böyle çıldırırsın. 

Leydi Macbeth de işlenmesine destek olduğu cinayetlerin altında ezilip delirir ve ölür.

*

Macduff ve Malcolm, İngiltere'de plan yapıp İskoçya'ya Macbeth'e saldırmaya karar verirler ve Macduff, Macbeth'i öldürür. Duncan'ın oğlu Malcolm İskoçya'nın yeni kralı olur. Ülke huzura kavuşur.

*

Yükselme hırsı insanın gözünü böyle bürüyor herhalde. Kuduz gibi saldırıyor herkese. Sonra  işlediği cinayetlerin hayaletleri çıkıyor karşısına, vicdanı dile geliyor belki. Bununla da baş edemez hale geliyor ve kendi sonunu hazırlıyor. 

Macbeth'in içinde bir birim yükselme hırsı varsa karısının azmetmesi ve cadıların kehanetleri ile beş birime çıkıyor. Karısı ile bu açıdan iyi bir çift olmuşlar. Birlikte yükselip birlikte deliriyorlar. İyi günde kötü günde, bravo. 

Ayrıca falın tehlikesi de var kitapta. Fal baktırmak iyi bir fikir değil. "İnanmıyorum, keyfine baktırıyorum, eğlence olsun diye" demek de iyi bir fikir değil. Çünkü ister istemez insan bir beklentiye girebiliyor. Falcı "başına şöyle iyi/böyle kötü bir olay gelecek" dediğinde mutluluk ya da tedirginlik hissediyorsan inanıyorsun demektir işte. Lafta inanmıyorum demekle his olarak inanmamak aynı şey değil ki. 

Kimseye geleceğim hakkında söz sözleme hakkı vermeyi uygun bulmuyorum. Hele hele falcı, cadı, beni tanımaz etmez, uydurukçu bir insana. 

Macbeth cadıların söylediklerine inanıp olayları ona göre yorumluyor. 

Cadılar, Büyük Birnam Ormanı Dunsinane Tepesi'ne gelmediği sürece Macbeth'in yenilmeyeceğini söylüyorlar. Ormanın hareket etmesi mümkün değil tabii. Ama Malcolm ve Macduff, Macbeth'e saldırırken ormandaki ağaç dallarını kesiyorlar ve askerler bu dallarla saldırıya geçiyor. Uzaktan bakınca da orman harekete geçmiş gibi gözüküyor. Macbeth de cadıların kehanetini hatırlayıp sonunun geldiğini düşünüyor. Belki bu kehaneti bilmiyor olsaydı böyle bir değerlendirmede bulunmayacak, sonuna kadar savaşacaktı. 

Yani, fala inanma, falsız da kal. 

*

Ayrıca yükselme hırsın olmasın demiyorum, yine ol, yine yüksel, ama hak ederek ve kurallara uyarak yüksel. Bu uğurda insan öldürmek nedir, ilkel ilkel hareketler, ne çirkin. 

19 Mart 2021 Cuma

SON ADA

 

SON ADA 

Zülfü Livaneli 

2008

Remzi Kitabevi 

3.Basım - Nisan 2011

223 sayfa

 

Diktatörler kötüdür. Peki kötülükleri tek başına mı peyda olur? Ona müdahale etmeyen, onu engellemeyen, onu başa getiren insanların bu kötülükte payı yok mudur? Buyurun sohbete!

*

Kitapta cennet gibi bir ada var. Ada sakinleri birbirini tanıyor, herkes kendi halinde. Trafik yok, kalabalık yok, bürokrasi yok. Keyifleri yerinde.

Bir gün sahibi öldüğü için boşalan bir ev satılığa çıkarılıyor. Satın alıp adaya gelen kişi ülkenin eski başkanı.

Ada halkı bu yeni komşularını dostça karşılıyor. Kitabın anlatıcısı bu kısımlardan pişman oluyor. Keşke öyle sıcak karşılamasaydık, keşke bu kadar iyimser olmasaydık diye. Kitabın ilerleyen sayfalarında kötü bir şeyler olacağının sinyalini veriyor. Ve kitabın mutlu sonla bitmeyeceğini de hissettiriyor.

Eski başkanı ilk andan beri sevmeyen ve gelecekte olacakları öngörüp tedirgin olan tek kişi Yazar adlı ada sakini. Dostuna anlatmaya çalışıyor bu adamın zamanında ülkeye yaşattıklarını:

“Ülkenin yıllardır kanadığını, kutuplaştığını, insanların birbirine karşı kamplar halinde bölünüp kışkırtıldığını biliyorsun, değil mi?”

“Aralarına nefret tohumları ekilen etnik, dinî ne kadar grup varsa, bunların durmadan birbirini öldürdüğünü, kan davasının giderek azgınlaştığını da biliyorsun.” Sf.38

Neden bu ülkede siyasete dair her şey hep aynı? Neden?

Kitapta aslında bahsedilen ülkenin Türkiye olduğu yazmıyor ama niyeyse bana Türkiye gibi hissettirdi. Niye acaba?

*

Kitabı sinir harbi içerisinde okudum. Hem başkana hem de ada halkının ona bu kadar müsamaha göstermesine. Adam alt tarafı eski başkanmış. Ona neden hala başkan muamelesi yapıyorsunuz? Artık başkan değil, kenarımın başkanı.

Adam gelir gelmez yol boyu gölge sağlayan ağaçları buduyor, medeniyet olsun diyeymiş. Ağaç sevmemek biliyorsunuz bu türün tipik bir özelliğidir.

*

Eskinin başkanı kendi alışkanlıklarını da getiriyor adaya. Adaya bir yönetim kurulu lazım diyor, kabul ediyorlar. Niye kabul ediyorsunuz? Niye yörüngesine girdiniz adamın? Şeyh uçmaz, müritler uçurur lafının doğruluğu. “Bir yerde kötülük varsa, oradaki herkes biraz suçludur.” diyor Yazar, haklı!

*

Ağaca düşman olmanın dışında bu türün hayvanlara da düşmanlığı vardır. Başkan da adadaki martılara savaş açıyor. Martılar bir kere torununu korkuttu, bir kere de kendisini. Savaşın sebebi bu. Martı avına çıkıyorlar. Martılar bu ada halkı gibi karaktersiz olmadığı için karşı saldırıya geçiyor. Başkan puştu hâlâ kendini savunuyor, martı terörüne geçit veremeyiz diyor.

Martıları tek tek tüfekle öldürerek yok edemeyince bir sürü tilki getiriyorlar adaya.

Bu arada martılar azalınca yılanlar artıyor, yılanlar basıyor evleri. Yılanlarla mücadele için ilaçlar ve zehirler kullanıyorlar. Bu defa da ilaç kokusundan evlerde durulamaz oluyor.

Uzman getiriyorlar parayla. Uzman adaya direkler dikiyor, böylece leylekler gelirmiş, yılanları yerlermiş. Tabii ki leylekler gelmiyor. Tabii ki uzman paraları alıp kaçıyor.

Bu defa tilki katliamı yapıyorlar. Tilkiler azalırsa martılar gelir, yılanlar bitermiş.

Tilki katliamı için siyanürlü et kullanıyorlar. Adadaki diğer hayvanlar da yiyip ölüyor.

Zehirlenen hayvanların bazıları su kaynaklarında ölüyor. Böylece Ada halkı da siyanürlü su içer hale geliyor.

Sonra bir şekilde yangın çıkıyor adada. Kül oluyor her yer.

Gerçekten başka türlü de anlamayacaklardı ki hala bile anlamamış olabilirler.

 *

Başkan nihayet gitmeye karar veriyor ve hiçbir suçluluk duymuyor. Türün doğal yapısı gereği. Bu türü tanıyalım: Ağaç sevmez, hayvan sevmez, insan zaten sevmez, ona göre herkes teröristtir. Zaten sonunda da ordu geliyor adaya ve tüm ada halkı hapse atılıyor.

*

Şimdi cevap verelim? Bir insan tek başına mı kötüdür? Onun kötülüğüne izin verenlere ne buyurulur?

Bu eskinin başkanı adaya ilk geldiğinde bakkalın oğlunu dövdürmüştü. Zeka engelli sakat bir çocuk olan bakkalın oğlu . başkanın evine çok yaklaştı diye korumalar dövdü çocuğu.  Sıçtığımın adalıları da hiçbir şey demedi. Tamam bak hiçbir şey dememeye gene devam et ama başkana da bir şey deme,  dinleme, gitme yanına. Neden her istediğini yapıyorsunuz? Her dediğini niye onaylıyorsun? Başkan gel deyince geliyorlar, git deyince gidiyorlar. Bakkalın oğluna gösterdiğiniz kayıtsızlığı başkana da gösterseydiniz. Bu bile bir şeydir. Çünkü bu tür aynı zamanda etrafında seyirci ister. Seyircisi olma. Onu dinlemeyerek, onu onaylamayarak, ona kayıtsız kalarak da onu engellemek mümkün. Pasif direniş denir buna, bu da etkilidir.

Bu umursamadıkları bakkalın oğlu getiriyor başkanın sonunu yalnız. Anlatıcı ve sevgilisi giderayak başkana karşı çıkınca başkan onlara saldırmaya yelteniyor. O sırada bakkalın oğlu müdahale ediyor ve oğlanla başkan uçurumdan aşağı düşüyor.

Bu nedenle ordu geliyor adaya ve herkesi hapse atıyor, vay başkanımızı öldürdüler diye.

*

Kitabı sinirden dinlene dinlene okudum. Ur gibi bir adam. Ne kadar da tanıdık üstelik hem başkan hem adalılar. Offfff! Bu kadar empati tadımı kaçırdı.

*

Benzer bir hikaye için;

Bkz: Sırça Köşk

Sırça Köşk’te de rahatları yerindeyken işgüzarların oyununa gelen bir halk anlatılıyor.

 


17 Mart 2021 Çarşamba

THE ART OF MONEY GETTING

 



THE ART OF MONEY GETTING

or Golden Rules for Making Money

P. T. Barnum

1880

39 sayfa


Phineas Taylor Barnum Amerikalı bir iş adamı. Ya da şovmen. Saygıdeğer ya da soytarı. Spekülatif bir isim. 

Zengin olduğu biliniyor. Kitabında da para kazanmaya dair tavsiyelerde bulunuyor.

*

Önemli olanın kazandığından daha az harcamak olduğunu, gelirinin harcamalarından fazla olması gerektiğini anlatarak başlıyor. 

Tasarruf etmeyi öğütlüyor. Gereksiz harcamalardansa gerekli tasarrufların daha tatmin edici olduğunu söylüyor. Zengin olmadığın halde zengin insanlarla kendini kıyaslayıp pahalı arabalara özenme diyor.

Amerika’da herkes özgür ve eşittir dendiğini ama bunun sadece sözde olduğunu, gerçekte eşit zenginlikte doğmadığımızı anlatıyor. 

Paranın çalışarak elde edilmesinin önemini vurguluyor. Ona göre zenginlik eğer talih eseri, birdenbire geldiyse aynı hızda da gider. “Easy come easy go” Yani "Haydan gelen huya gider." Böyle bir  durum için verdiği örneğe göre; karın yeni bir koltuk takımı ister, alırsın. Sonra perdenin ona uymadığını fark eder, yeni perde alırsın. Sonra uyumlu olsun diye yeni halı. Sonra da evin mobilyalar için küçük kaldığını görüp yeni bir ev alırsın. Ve işte böylece iflasın eşiğine gelirsin. 

*

Para kazanmak için sağlık çok önemli diyor. Sağlıklıysan zengin olabilirsin. Örneğin temiz hava. Atalarımız bunun öneminin farkında değildi, küçük evler yapıyorlardı diye yakınıyor. 

Sigaranın zararlarından bahsediyor. Şehrinize bir yabancı geldiğinde ona meyve dükkanını gösterin, olgun meyveden daha lezzetli ve sağlıklı bir şey olmadığını anlatın diyor. Kendisi de sigara içiyormuş,, sonra hekimine danışmış, bırakmasını söyleyince bırakmış ve ondan sonra kendisini daha iyi hissetmiş. Para kazanmak için de zinde bir beyne ihtiyaç var diyerek kötü alışkanlıklardan kurtulmak gerektiğini anlatıyor. “To make money, requires a clear brain.”

Alkol için de aynısı geçerli. Alkol, sigara bağımlılığınız varsa iş hayatında başarılı olamayacağınızı söylüyor.

*

Kişiye uygun meslek seçiminin öneminden bahsediyor. Çünkü sevmediğin bir işte başarılı olamazsın.

Mesleğini doğru seçtikten sonra mesleğini icra edeceğin ve yaşayacağın yeri de iyi seçmelisin. 

*

Borçtan kaçınmayı tavsiye ediyor. Ama borç alıp arazi sahibi olacak ve evleneceksen, tamam, o zaman borç o kadar kötü değil, bunlar adamı dinç tutar. Ama yeme, içmeye, giyinmeye borç alıyorsan yanlış, diye anlatıyor.

*

Klasik tavsiyelerde bulunuyor:

Sabret.

Her ne yapıyorsan elinden gelenin en iyisini yap.

Cesur ol.

Başarısız ve şanssız insanlarla takılma.

Gücünü dağıtma. Bir işe sıkıca sarıl ve başarılı olana kadar bırakma.

Reklamını yap.

Müşterilerine karşı nazik ol.

Yardımsever ol.

Boş konuşma.

Dürüstlüğünü koru...vb

*

İlginç bulduğum önerisi "Çok da vizyoner olmayın" demesi. "Pek çok vizyoner insan fakirdir çünkü her proje onlara kesin başarılı olacak gibi gözükür. Böylece bir işten diğerine atlarlar." diyor. Bunu tek bir işe sıkıca sarılma tavsiyesiyle birlikte okuyabiliriz. 

*

P.T.Barnum'un hayatından esinlenilerek yapılmış bir film var: "The Greatest Showmen" Barnum, değişik görünümde ve yetenekte insanları toplayıp bir sirkte halka sunuyor. Bu şekilde zenginlik ve şöhret elde ediyor.

Dediğim gibi, spekülatif bir isim. Çok da aman aman araştırmadım kimmiş neymiş diye. Şimdilik bende güvenilmez ve soytarı olduğu izlenimi daha ağır basıyor ama bilemeyeceğim.



*

Literatürde "Barnum etkisi" diye de bir şey varmış. Özellikle burç yorumlarında, fallarda kendisini gösteren bir durummuş. "Aaaa bu durum aynı ben, "Bu özellikler bana uyuyor!" demenizi sağlayan şeye verilen isim. Fal ve burç yorumlarında aslında size özel, kişisel bir şey değil genel, yuvarlak tanımlar yapılır ve ilgilenenler buradan kendine pay çıkarır. Burç ve fallarda herkesin kendisine pay çıkarmasını sağlayacak ortak değerlendirmelerde bulunulur. Herkesin suyuna gitmek gibi bir şey diye anladım ben.

Ayrıntılı bilgi için bkz: 

https://evrimagaci.org/forer-barnum-etkisi-astroloji-ve-fallar-neden-bize-uyuyor-astrolog-ve-falcilar-kisiliginizi-nasil-tahmin-ediyorlar-2898

https://eksisozluk.com/barnum-etkisi--366353

*

Kitabın Türkçesi yok. Zaten niye de olsun? Yeni ve/veya anlamlı bir şey söylemiyor. Ama adı "Para Kazanma Sanatı" diye çevrilse ismini ilgi çekici bulup alacaklar olabilirdi. Benim ilgimi çeken bu olmuştu zira. :) 

TANRI KÜÇÜK GÜNAHLARI AFFEDER

 


TANRI KÜÇÜK GÜNAHLARI AFFEDER

(The Last Child)

John Hart

2009

Çevirmen: Harun İçöz, Nazlı Tüzüner

Koridor Yayınları

543 sayfa


Çocuk kaçırma, cinayet, dedektiflik, polislik hikayesi.

*

Johnny 13 yaşında bir yavrucak. İkiz kız kardeşi Alyssa kaçırılmış. Baba terk etmiş. Anne uyuşturucu ve alkol etkisinde. Annesine Ken diye bir adam musallat olmuş, şiddet uyguluyor.

Çok üzücü, rahatsız edici, tatsız bir hikaye. Canınızı sıkmak istiyorsanız buyurunuz.

*

Dedektif Hunt bu olayı çözmek için özel olarak uğraşıyor. Özel olarak uğraşıyor, çünkü Johnny'nin annesinden hoşlanıyor. Bunu itiraf etmiyor gerçi ama anlaşılıyor. Bu kadar ilgiyi başka bir vakada gösterir miydi? Sanmıyorum. Bu vaka uğruna kendi oğluna bile vakit ayıramıyor. Karısı da terk etmiş zaten.

*

Johnny yavrum ise nasıl akıllı, nasıl güçlü bir çocuk. Yavrucak kız kardeşinin kaçırılması meselesinin peşini hiç bırakmıyor. Kardeşini bulacağına inanıyor. Bunu yaparken kimseden yardım almıyor, daha doğrusu alamıyor. Polisler de kendilerince ellerinden geleni yapıyorlar ama hantal ve zayıf kalıyorlar araştırmalarında. Yavrucağın annesi desen kendisinde değil, kadının kendisine hayrı yok, bırakmış, salmış kendisini. 

*

Dedektiflik hikayelerini ben sevmiyorum. Bunu da o açıdan sevmedim. Katil kim diye aramak, düşünmek beni sıkıyor. Kitapta da katili ararken bir sürü şüpheliye ulaşıyorlar. Eyhh sıkılıyorum. Hanginiz katilse çıksın söylesin.

*

Ters köşe yapmak dedektiflik hikayelerinin şanındandır. Bu kitap da bu geleneği sürdürüyor ve  "Aaaaa o muymuş?" dedirten bir sonla bitiyor. İşte o son. Uyarıyorum, sonunu yazacağım, dolayısıyla kitabı okuyasınız varsa şu andan itibaren yazacaklarımı okumayın. Gidin. Gittiniz mi?

Kendime hatırlatmak için yazıyorum sonunu. İleride bu kitap aklıma düştüğünde sonunu hatırlamayacağım muhtemelen. İşte o zaman buraya bakacağım ve "Haaaa!" diye hatırlayacağım.

*

Johnny'nin arkadaşı Jack, Alyssa'nın başına geleni görmüş ama arkadaşına yalan söylemiş. Çünkü Alyssa'nın ölümüne Jack'in ağabeyi Gerald sebep olmuş.

Gerald, yanında dedektif Hunt'ın oğluyla beraber arabayla giderken, bisikletle giden Alyssa'yı görmüşler ve onu korkutmak istemişler. Alyssa kaçarken düşüp ölmüş. 

Gerald, futbol mu beysbol mu bir spor dalında profesyonel kariyere başlayacak, kariyeri zedelenmesin diye babası bu olayı gizlemiş. Jack söylemek istemiş ama çocuğun kolunu kırmış babası. Çocukcağız da korkup söyleyememiş. Ta ki Tanrı'dan bir işaret gelene kadar.

Aklı az ama cüssesi çok bir adamcağız olan Levi ile karşılaşıyor Johnny ve Jack. Levi'nin iki yaşında bir bebeği var. Bebeğin annesi ve erkek arkadaşı bu bebeği arabada bırakıp ölmesine sebep olmuşlar. Levi de bu ikisini öldürmüş. Tanrı öyle demiş ona.

Jack'in annesi de dindar bir kadın. Cehennem ve Tanrı korkusu ile doldurmuş çocuğu. O yüzden Jack, Levi ile tanışınca cehennemde yanma korkusu ile her şeyi itiraf ediyor Johnny'e. 

Johnny de dedektif Hunt'a anlatıyor. Gerekenler yapılıyor. 

Alyssa'nın cesedi bulunuyor. Babasının da cesedi bulunuyor. Adamın aslında ailesini terk etmediği, kayıp kızını bulmak için kapı kapı dolaşırken bir psikopat tarafından öldürüldüğü ortaya çıkıyor. Anneleri alkol ve uyuşturucuyu bırakıyor. Ken'den de kurtuluyorlar. Ken, Johnny ve annesine işkence ederken Levi gelip Ken'i öldürüyor. Daha sonra Levi de ölüyor. 

*

Kitabın son sayfalarında olay çözülüyor ve ben de rahatlıyorum. O esnaya kadar eeeyhhh diye diye okuyup daralıyordum. Sonlara doğru ne güzel bam bam bam anlatılıyor her şey. Ha işte bana bunlarla gelinsin. 

*

Kitabın adı Jack'in Tanrı'nın küçük günahları affedeceği inancından geliyor. Okuldan kaçmak, ödevlerini yapmamak gibi. Ama arkadaşına gerçekleri söylememek, korkaklık... Bunları da affeder mi?

Küçücük çocukların aklına böyle metafizik şeyler sokmayı hiç doğru bulmuyorum. Yetişkin insanlar bile Tanrı, cennet, cehennem, sevap, günah... kavramlarını mantık zeminine oturtamazken küçücük sabilere bunları anlatmak hiç doğru değil, hiç iyi değil. 

*

Kitabın filmi yapılmamış, hayret. Malzemesi film için uygun gözüküyor halbuki.


Film olarak düşününce "The Girl on the Train" (Trendeki Kız) ya da "Gone Girl" (Kayıp Kız) elektriği alıyorum. Öyle gergin bir atmosfer. Arkada da gerim gerim geren müzik olacak. Puslu sisli bir hava
durumu. 

Çocuk kaybolması ile ilgili olarak "The Child in Time" filmi bu durumdaki anne babaların ruh hali ve sosyal hayatını güzel yansıtıyor. Ölü mü sağ mı olduğunu bilememek, sadece bu bilginin bile çok değerli olması, hayatına devam etmekte zorlanmak, suçluluk hali... Çok yaralayıcı, yıpratıcı, üzücü. 











Prisoners filminde de kayıp çocuk konusu var. İki aile şükran günü için bir araya geliyorlar. İki ailenin de aynı yaşlarda küçük kız çocuğu var. İki kız evden bir çıkıyorlar, çıkış o çıkış. Kızlardan birinin babası bir gençten şüpheleniyor ve kızların nerede olduğunu söylemesi için ona işkence ediyor. 

14 Mart 2021 Pazar

BİR YAZ GECESİ RÜYASI


 

BİR YAZ GECESİ RÜYASI

(A Midsummer Night's Dream)

William Shakespeare

1594

Çeviren: Bülent Bozkurt

Remzi Kitabevi

47 sayfa


Aşıklar, karşılıksız aşklar, talihsiz olaylar, tesadüfler... Bildiğin romantik komedi ayol!

*

Lysander, Hermia'ya aşık.

Hermia da Lysander'e aşık.

Ne güzel!


Fakat Hermia'nın babası Egeus'un bu aşka rızası yok. O kızını Demetrius ile evlendirmek istiyor.

Demetrius da Hermia'ya aşık.

Ama Hermia, yukarıda söyledim, Lysander'e aşık.


Demetrius'a aşık olan biri var: Helena

Ama Demetrius, yukarıda söyledim, Hermia'ya aşık.

*

Daha anlaşılır olması için;

Lysander, Hermia'ya,

Demetrius, Hermia'ya,

Hermia, Lysander'e,

Helene, Demetrius'a aşık.

Tamam mı?

*

Demetrius, kendisine aşık olan Helena'ya çok kötü davranıyor, aşağılıyor onu. Helena da çok gurursuz davranıyor ve Demetrius'un peşini bırakmıyor.

Bu durumu görüp Helena'nın haline üzülen Periler Kralı Oberon, Peri Puck'tan Demetrius'a büyü yapmasını istiyor. Bir çiçek varmış, o çiçeğin suyunu uyuyan kişinin göz kapağına damlatırsan uyanınca gördüğü ilk kişiye aşık olurmuş. 

Oberon bu iksiri Periler Kraliçesi Titania için de kullanıyor. Böylece kendisini aldatan Titania'nın bir eşeğe aşık olmasını sağlıyor. İntikamını aldıktan sonra durumu düzeltiyor.

*

Puck, bu sihirli iksiri Demetrius'a damlatacak, Demetrius Helena'yı görüp aşık olacak.

Ancak Puck, bu iksiri Demetrius sanıp yanlışlıkla Lysander'e damlatıyor. Lysander uyanıp Helena'yı görüyor ve Hermia'yı unutup Helena'ya aşık oluyor. Helena'ya aşıkane laflar edip Hermia'yı aşağılıyor. 

Helena, Lysander'in kendisiyle alay ettiğini düşünüp üzülüyor. 

Periler bu yanlışı fark edince Demetrius'a iksiri damlatıyor ve Demetrius, Helena'ya aşık oluyor ve o ana kadar hep aşağıladığı kadına artık aşık aşık laflar ediyor. Ama Helena ona da inanmıyor. Herkesin kendisiyle alay ettiğini düşünüyor.

Hermia bu olanlardan Helena'yı sorumlu tutuyor, sevgilimi ayarttın diyerek. 

Periler yarattıkları bu karmaşayı düzeltmek için bir büyüye daha başvuruyorlar. Bir sis çıkaracaklar, hepsi uyuyacak, uyandıklarında tüm bu olanlar rüya gibi gelecek, herkes doğru kişiyle eşleşecek.

Gerçekten de uyandıklarında Hermia ve Lysander yine birbirlerini seviyor, Demetrius da artık Helena'yı seviyor. 

Oh, işler yoluna girdi. 

*

Bu arada oyun içinde bir oyun daha var.

Atina dükü Theseus ile nişanlısı Hipplyta evlenecekler. Düğün için bir eğlence düzenleniyor. Eğlencede bir oyun sergileniyor. Oyunun adı Pyramus ile Thisbe'nin Aşkı. Bunlar da kavuşamayan aşıklar. Buluşacaklarken bir aslan Thisbe'nin pelerinini yırtıyor. Thisbe kaçmayı başarıyor. Ama ardından gelen Pyramus, Thisbe'nin yırtık pelerinini görünce onun öldüğünü düşünüp kendi canına kıyıyor. Pyramus'un öldüğünü gören Thisbe de kendini öldürüyor. Offf! Üstelik bu oyun son derece amatör oyuncular tarafından sergileniyor. Kral ve maiyetindekiler de dalga geçiyor tabii.

Nihayetinde Puck tarafından "Sürç-ü lisan ettiysek affola!" denilerek hikaye sonlanıyor.

*

Eğlenceliymiş.

Bundan önce "Hamlet" ile "Romeo ve Juliet"i okumuştum. Ölümler, trajediler, kahredici sonlar vardı. Onların üzerine bu çok iyi oldu, çok da güzel iyi oldu. Hafif ve ferahlatıcı bir hikayeydi ki sonunda da bu dile getiriliyor zaten:

"Tamam, mevzu biraz zayıftı, ama altı üstü bir düştü işte." 



13 Mart 2021 Cumartesi

BİLİNMEYEN ADANIN ÖYKÜSÜ


BİLİNMEYEN ADANIN ÖYKÜSÜ

(O Conto da Ilha Desonhecida)

Jose Saramago

1997

Çeviren: Emrah İmre

Kırmızı Kedi Yayınevi

18.Basım - Mayıs 2020

58 sayfa


Adamın biri tekne ile "Bilinmeyen Ada"ya gitmek istiyormuş. 

Kraldan bunun için tekne istemiş. Kral da vermiş adama istediği tekneyi. Sarayın temizlikçisi olan kadın da bu adamla beraber gitmiş. Artık sarayı değil tekneyi temizlemek istiyormuş.

Ancak ikisi de denizcilik bilmiyor. Denizciliği denizde öğreneceklerini düşünüyorlar. Adam tekneye tayfa arıyor ama kimse gelmiyor. Kimse inanmıyor Bilinmeyen Ada’nın varlığına. Kimse böyle bir bilinmez için rahatını bozmak istemiyor.

Kadın ve adam ilk geceyi birbirlerine sarılarak ve hayallere dalarak geçiriyorlar. Teknede bir sürü hayvan varmış, bir sürü tayfa varmış. Toprak varmış, bitki varmış. Yağmur yağınca teknedeki toprak çimlenmiş, ağaçlar çıkmış, tekne adeta orman olmuş.

Adam ile kadın uyandıklarında teknenin ismini yazmışlar tekneye. “Bilinmeyen Ada” 

“Bilinmeyen Ada nihayet denize açılmış, kendini aramak amacıyla”

Çünkü;

"Kendinden dışarı çıkıp kendine bakmadıkça kim olduğunu asla bilemezsin."

*

Maceraya atılmak kolay değil hatta ürkütücü bence. Sonu bilinmeyen bir serüven için mevcut konfor alanından çıkmak cesaret işi. Bilinmezlik beni tedirgin ediyor. Gerçi baktığında yarını ne kadar bilebiliyorsun ki? Bu tedirginlikle yaşamayı öğreniyor insan. Üzerine düşünmeyerek yapıyor bunu. Üzerine düşününce bir korku doğuyor çünkü. Hele hele eyleme geçmeye kalkınca... Hadi bilinmeze doğru yola çıkıyoruz denince... Zaten bir bilinmezlikler deryasında yaşıyoruz. Ama bunu dile getirmiyoruz. Dile getirmek sarsıcı oluyor çünkü. 

Gerçi hikayede adam için "Bilinmeyen Ada" o kadar da bilinmez değil. Adam adanın varlığına inanıyor. Bu inancı onu korkudan azade tutuyor olabilir. İnanç korkuyu alt edebilir. Gelecek korkusunu geleceğin iyi olacağı inancı yatıştırabilir. İnançla yola çıkınca sonu bilinmeyen serüven, sonu bilinmez olmaktan çıkıp hedefi belirli bir yolculuğa dönüşebilir. 

*

Hikayede "ada" bir metafor olarak kullanılmış da olabilir. İşin aslı kendine yolculuk, kendini tanıma yolculuğu belki de. Bu da "Hadi şimdi kendimi tanıyayım" diye çıkılacak bir yolculuk değil ki. Zaman içinde kendiliğinden kendi kendine oluveren bir şey. Sonu olmayan bir yolculuk. İnsan "kendimi tanıdım" diyebilir mi ki? Değişiyoruz her gün, her an. 

 

BİR KEDİ, BİR ADAM, BİR ÖLÜM


 BİR KEDİ, BİR ADAM, BİR ÖLÜM

Zülfü Livaneli

2001

Doğan Kitap

9.Baskı-Kasım 2012

203 sayfa


Bir mülteci hayat hikayesi.

*

Sami Baran. Stockholm’de siyasi mülteci. Stockholm’ü seçmesinin sebebi okuduğu Knut Hamsun’un kitaplarındaki İslandinavya’dan etkilenmesi. 

Ama umduğunu bulamıyor. Ülkeler romanlarda anlatılanlar gibi değildir çünkü.

*

Kitap ikili bir bakış açısıyla yazılmış. Birinde Sami Baran'ın kendi kaleminden, diğerinde Sami Baran'ın tanıdığı bir yazar arkadaşının kaleminden okuyoruz. 

Yazarın anlatısı daha romantik tabii. Sami'nin anlatısı ise daha gerçek, daha yalın, taktik maktik yok bam bam bam.

*

Sami Baran politik mülteci olarak gelmiş İsveç'in Stockholm'üne. Ama aslında politika ile işi olmamış hiç. Üniversite öğrenciliği yılları Türkiye'de sağ-sol kavgalarının olduğu, her gün onlarca/yüzlerce öğrencinin öldürüldüğü bir döneme denk gelmiş ama o sinema, edebiyat, sanatla ilgilenmiş. 

Bu vesileyle tanışmış hayatının aşkı Filiz ile. Filiz, Sami'nin aksine politika ile ilgili. İlgisi dergi dağıtmak ve bu konularla ilgili arkadaşlarıyla konuşmaktan ibaret. 

Birbirlerini sevmişler, aileler de uygun görmüş, evlilik hazırlıklarına girişmişler.

Bir gün arabadayken askerler arabayı durdurup Filiz'i öldürmüş. Askerler arabadan şüphelenip dur ihtarında bulunmuş, ama Filiz ile Sami duymayıp yola devam edince askerler aracı durdurmuş ve içlerinden heyecanlı ve acemi bir asker yanlışlıkla Filiz'i öldürmüş. 

Bu olay yerli ve yabancı basına yansıyınca otoriteler Filiz'i terörist diye lanse edip onun askerlere karşı bir çatışmaya giriştiğini, bu sırada öldüğü yalanını yaymışlar. Sami'yi de bu yalanı sürdürsün diye işkenceden geçirmişler.

Sami bu yalana ortak olmamış ama artık Türkiye'de de barınamaz hale gelmiş. İşte gidişi böyle olmuş.

*

İsveç'te pek çok değişik ülkeden gelen mültecilerle hayat mücadelesi veriyor Sami. Zaman zaman tartışmaları oluyor. Mesela bir tartışmaları kahvaltıda zeytin yenir - yenmez tartışması. Sami kahvaltıda klasik Türk kahvaltısı peynir, zeytin vb yiyor. Oradan bir tanesi zeytin asla sabah yenmez, içkinin yanında yenir diye diretiyor.

Bir başka tartışma konuları yüz nasıl yıkanır konusunda. Bizimki musluktan akan suda yüzünü yıkıyor. Biri diyor ki lavabo suyla doldurulur, orada biriken suda yüz yıkanır. İki grup da kendi yaptığının daha temiz olduğunu savunuyor. 

Ortak konuları ise yaptıkları işler. Sami çöpçülük yapıyor. Mültecilerin yapabildiği işler çöpçülük, temizlikçilik, bulaşıkçılık...vb Bunun yanı sıra kiraları devletçe karşılanıyor, işsiz kaldıklarında maaş veriliyor. Teknik olarak insani hayat şartları sağlanıyor ama mültecilerin hissiyatına göre insanlar onlara yokmuş gibi davranıyorlarmış. 

*

Sami psikiyatrik sorunları nedeniyle hastanede yatıyor. Doktorun tespitine göre "göçmen hastalığı"na yakalanmış. Fiziksel bir sorunu yok. "Koşulların değişmesi ve bulunduğu çevreye uyamama sonucu gerçekten fizyolojik bozukluklara varabilecek sarsılma" yaşıyor. 

O sırada hastanede bir Türk hasta daha olduğunu söylüyorlar Sami'ye. Sami merak edip o hastaya bakmaya gidiyor ve görüyor ki o hasta bir zamanlar kendisine işkence eden, Filiz'in ölümüne sebep olan dönemin ünlü bakanlarından. O dönem işkenceci olarak anılan, zalim ve güçlü olan bakan şimdi hastalanmış, dönem değişince eskinin tüm yanlışları ve günahları onun üzerine atılmış ve ülkeden gönderilmiş. Şimdi kendi ailesi dahil yüzüne bakan yok. Beyninde ur varmış, durumu kötüymüş. Zaman zaman saksılara işemek, küfretmek gibi davranış bozuklukları sergiliyormuş. Öyle zamanlarda adamın dilini bildiği için Sami'den yardım istiyor hastane çalışanları. Ne de olsa ikisi de Türk.

“Onların gözünde ikimiz de Türk parantezine alınmıştık. Adının başında Türk sıfatı oldu mu ister faşist ol, ister komünist, ister cellat ol, ister kurban, fark etmezdi.” Sf.177

Buna benzer bir tespit Attila İlhan'ın "Zenciler Birbirine Benzemez" kitabında da var. Farklı milletlerden olan insanlar, yaşadıkları ülkenin insanları tarafından "mülteci" olarak birbirinin aynı gibi görülüyor. 

*

Sami, eskinin bu işkenceci bakanını görünce intikam ateşiyle yanıyor ve bu ateşle onu öldürmeye karar veriyor. Öncesinde adamla konuşup eski zamanlarla ilgili ne düşündüğünü, pişman olup olmadığını öğrenmeye çalışıyor.

”Doğduğum yerde ölmek isterdim." diyor Sami. "Eğer politikacılar bu kadar iğrenç olmasalardı. Mercimek kadar beyinleriyle ülkeyi mahvetmeseler, toplumun doğal dengelerini bozmasalardı. Muazzam salaklıklarına bakmadan toplum mühendisliğine soyundular ve ülke elimizden kayıp gitti.”

diyor ama bakan bu serzenişi hiç üzerine alınmıyor. Tipik siyasetçi. Sıfır özeleştiri. 

Ve tipik Türkiye. On yıllardır aynı, hep aynı, apaynı, yılgınlık verecek derecede aynı. 

*

Sami, eskinin işkenceci bakanıyla aynı hastanede olduğunu diğer mülteci arkadaşlarıyla paylaşıyor. Aralarından Adil zaten ateşli, heyecanlı bir adam. Çılgın gibi planlar yapıyor, kütüphaneden suikastlerle ilgili kitaplar alıyor, hastane planı ve haritalar üzerinde çalışmalar yapıyor ve herkese duyuruyor cinayet planını. 

Şilili bir mülteci olan ve babası işkenceyle öldürülen Clara soğukkanlı yaklaşıp Sami'ye planı iptal etmesini tavsiye ediyor. Sami, bakanın hastaneden çıkarıldığı yalanını söylüyor Adil'e. Böylece plan iptal ediliyor. Cinayet planını bilen diğer mülteciler de zaten kendi hayat dertlerine düştüklerinden umursamıyorlar konuyu.

Clara, planın iptal olmasını sağlıyor ama aslında bakanın öldürülmesini istiyor. Sadece bu cinayeti sadece Sami ile ikisi gerçekleştirsin istiyor.

Bu istek çerçevesinde Sami bir gün bakanı hastaneden kaçırıyor. O güne kadar zaten bakan ile aynı dili konuştukları için yakınlaşmışlardı. Bakan artık hastanede durmaktan sıkıldığı için Sami'nin dışarı çıkma teklifini zevkle kabul ediyor. Hastaneye giren çıkana da kimse karışmadığı için Sami bakanı kolaylıkla dışarı çıkarabiliyor. 

Kitabın ikili bir sonu var.

Yazarın finali daha edebi ve romantik. Buna göre;

Clara ve Sami, bakanı donmuş bir göle getiriyorlar. Donmuş göl üzerinde yürüyen bakan ince bir buz tabakasına denk gelince göle düşüyor. 3 Ocak günü oluyor bu olay, Filiz’in öldürüldüğü gün. Ayrıca Şilili Clara’nın da babası işkenceyle, boğularak öldürülmüş. Böylece sembolik olarak hem Filiz’in hem Clara’nın babasının intikamını almış oluyorlar.

Bence güzel bir final... Olurdu ama işin aslı öyle olmamış. 

Sami ve Clara bakanı Sami'nin evine getirmişler. Sami, bakana Filiz'in videosunu izletmiş ve hesap sormuş. Bakan siyasetçiliğin getirdiği alışkanlıkla karşısındakini suçlamış, teröristsiniz, komünistsiniz, vatan hainisiniz... diye karşı atağa geçmiş ilkin. Ama sonra bu olayı hatırlayıp pişman olduğunu söylemiş. Bu arada banyoda bulduğu bir kutu ilacı da yutarak intihara kalkışmış. Sami ve Clara adam ölmesin diye ambulans çağırmış. Ahahahahahhha. Çok komik. İronik. Trajik. İnsani. Cezalandırmak için bir insanı öldürmeyi hayal etmekle bunu gerçeğe dönüştürmek aynı kolaylıkta değil tabii. 

*

Sami ve Clara bu olay hiç yaşanmamış gibi hayatlarına devam etmişler. Birlikte yaşamaya, çalışmaya, tatil planları yapmaya, yani mülteci hayatlarına alışmaya başlamışlar.

Bu arada kitabın adındaki "Bir Kedi" de Sami'nin hayali kedisi. Sadece kendisi görüyor. 

*

Kitapta İsveç teknik şartlar açısından çok etkileyici resmedilmiş. Ben etkilendim en azından. Herkese iş, aş, ev, sağlık, eğitim... Daha ne olsun? Ama buradaki mülteciler istiyor ki bunlara ek olarak sevilsinler, sayılsınlar, bir de hava bu kadar soğuk ve karanlık olmasın.

Kötü davranan yok kendilerine ama iyi davranan da yok. Davranan yok. Yok sayılmaktan yakınıyorlar. Duygusal yaklaşıyorlar bu açıdan. Çünkü zaten bu yabancı memlekete geliş sebepleri de duygusal. Ülkelerindeki dramdan kaçmışlar, bu dramı kendilerine yaşatanların cezasını çekmediğini görüp öfkelenmişler. Ülkelerinden gitmek zorunda olmaktan, buna sebep olanlara hadlerini bildirememekten kaynaklı zaten doğal olarak öfkeliler ve bulundukları yabancı ülke onlara dünyanın en iyi şartlarını da sunsa bu öfke geçmiyor. Sonra da üzülüyorlar buradaki insanlar bizi niye sevmiyor diye. Yani siz de onları pek seviyor gibi değilsiniz. 

*

Yukarıda bahsettiğim "Zenciler Birbirine Benzemez" kitabında da bunda da şunu düşündüm. Daha iyi bir yaşam umuduyla kendininkinden daha gelişmiş bir ülkeye gidiyorsun ama yine mutsuzsun. Bu bana çok acınası geliyor. Çok yazık. 


11 Mart 2021 Perşembe

ROMEO VE JULIET


 ROMEO VE JULIET

(Romeo and Juliet)

William Shakespeare

1597

Remzi Kitabevi

72 sayfa


İki düşman ailenin birbirine aşık gençlerinin hikayesi.

*

Romeo'nun Juliet'ten önce tıpkı Juliet'e duyduğu aşk gibi büyük bir aşkla Rosaline adlı başka bir kadına aşık olduğunu biliyor muydunuz? 

Bu hikayenin adı "Romeo ve Roseline" olabilirmiş, eğer Roseline de Romeo'ya aşık olsaydı. Ama Rosaline belli ki akıllı bir kadınmış. Romeo'nun ne kadar ayran gönüllü, güvenilmez biri olduğunu anlamış. Evet, Romeo tam olarak böyle biri bence. Juliet'e aşık olma sebebi de Juliet'i Roseline'den daha güzel bulması. Bizzat kendi ifadesi bu. 

"Gönlüm hiç sevmedi şimdiye dek?

İnkar edin gözlerim! Çünkü gerçek güzelliği

Görmedim bu geceye dek."

Halbuki Roseline için de söylemiş aynı şeyleri zamanında. Bunu Rahip Lawrance'in söylediklerinden öğreniyoruz. Rahip, Roseline'in Romeo'nun gerçek yüzünü anladığını düşünüyor:

”O pek güzel biliyordu ki, senin aşkın doğru dürüst sökemeden ezber okumaktadır.” 

Romeo'nun her güzele vurulması ile ilgili olarak da:

"Gençlerin sevgisi yüreklerinde değil, gözlerindeymiş meğer." diyor adam.

Romeo ve Juliet kavuşabilselerdi büyük ihtimalle Romeo, Juliet'ten daha güzel bulduğu bir kadını görecek ve yeni bir aşka yelken açacaktı. Ulan Romeo!

Romeo'nun arkadaşı Benvolio da biliyor arkadaşının bu huyunu:

"Yanında başkası olmadığından güzel gördün onu.

Hele sevgilinin aşkı bir başka kızınkiyle

O billur terazilerde bir tartılsın,

O zaman pek de güzel gelmeyecek

Şimdi en güzel görünen."

Adamın gol diyor Romeo.

*

Romeo ve Juliet'in tanışma ve aşık olma hikayelerine gelelim. 

Verona şehrinin iki düşman ailesi: Capulet ve Montague ailesi.

Romeo Montaguelerden, Juliet Capulet.

Soylu bir genç olan Paris, Juliet ile evlenmek istiyor. Juliet'in ailesi de bu evliliğe razı. Paris ve Juliet için bir şölen düzenliyor Montague ailesi. Şöleni tesadüfen öğrenen Romeo ve arkadaşları da katılıyor. İşte burada görüyor Romeo ve Juliet birbirini. İlk görüşte aşık oluyor Allah'ın delileri. Büyük büyük laflarla tarif ediyorlar aşklarını:

Juliet:

"Git adını sor. Evliyse, gelin döşeğim olacak demektir mezarım."


Romeo:

"Bak nasıl dayıyor yanağını eline! 

Ah şu elin giydiği bir eldiven olaydım da 

Dokunaydım o yanağa"


Tarkan:

"Belindeki kemer olayım,

Saçındaki toka olayım."


*

Birbirlerinin düşman ailelerden olduklarını öğrenince tabii yıkılıyorlar. 

"Ah Romeo neden Romeosun sen." diye sızlanıyor Juliet balkondan Romeo'ya:

"İnkar et babanı, kendi adını reddet;

Bu elinden gelmezse, yemin et beni sevdiğine,

Vazgeçeyim ben Capulet olmaktan.

Yalnız adındır benim düşmanım olan;

Montague olmasan da kendinsin sen.

Hem Montague nedir ki? El değil, ayak değil,

Kol değil, yüz değil,

Ne de insanın başka bir uzvu.

Ah, bir başka ad bul kendine!

Adda ne var ki? Şu bizim gül dediğimiz

Aynı güzellikte kokmaz mı

Bir başka ad alsa da?

Onda bu san olmadan da bulunan kusursuzluk

Yine kalırdı onda.

At bu adı Romeo!

Senin parçan olmayan adına karşılık da

Bütün varlığımı al."


Oyyyşş ne abartmak ne abartmak!


*

Gençler birbirini görmüş, beğenmiş. Büyükler razı olmayacak, belli. Gençler plan yapıyor. 

Romeo’nun planına göre Juliet, günah çıkarmaya diye kiliseye gidecek. Orada hem günah çıkaracak, hem de evlenecekler. Rahipten yardım istiyorlar. Rahip de gençleri gizlice evlendiriyor. 

*

Romeo’nun arkadaşı Mercutio, Capuletlerin Tybalt ile dövüşüyor. Tybalt biraz agresif bir genç. Montaguelerden birini görünce eline, beline, diline hakim olamıyor, sataşıyor. Bu dövüş de Tybalt'ın sataşmasıyla başlıyor ve Mercutio "Allah belasını versin iki ailenin" diye diye ölüyor.

Arkadaşının ölümü üzerine Romeo, Tybalt ile dövüşüyor. Bu defe da Tybalt ölüyor. 

Romeo bu nedenle sürgünle cezalandırılıyor.

Bunu duyan Juliet “bekaretimi Romeo’ya değil, ölüme vereceğim.” diye üzülüyor.

Abart Juliet abart. Ne kadar tanıdın, ne yaşadın da ölümüne aşık oldun zaten hiç anlamadım. Yaşının küçüklüğüne veriyorum bu heyecanlarını ki kendisi on dört yaşında.

*

Bu arada Juliet’in ailesi Juliet’i Paris ile evlendirmekte kararlı. Hem de Tybalt’ın ölümünden dört gün sonra, aile arasında bir törenle. Aceleniz ne acaba?

Juliet, Paris’le evlenmek istemeyince babası çirkinleşiyor. Kokmuş, solgun maskara, donyağı suratlı... gibi laflar ediyor kızına. Ne çirkin laflar.

*

Rahipten yardım istiyor Juliet. Rahip ona bir şişe veriyor. İçindekini içince kırk iki saat ölü gibi yatacak. Herkes öldüğünü düşünecek. Mahzene götürecekler Juliet'i. Rahip, Romeo’ya haber verecek. Romeo gelecek, Juliet uyanınca beraber gidecekler.

Juliet ilacı içiyor. Herkes onu öldü sanıyor.

Romeo'nun uşağı Balthasar, Romeo’ya Juliet'in ölüm haberini veriyor.  Rahibin mektubu ise Romeo’ya ulaşmıyor, çünkü mektubu göndereceği kişinin kaldığı evde veba çıkmış, salgın yüzünden mektubu götürecek kimseyi bulamamış. Adam mektubu rahibe geri getirmiş.

Rahip, Romeo’ya yeniden mektup yazıyor. Juliet’i de kendi hücresine götürüp Romeo gelinceye kadar saklamayı düşünüyor.

Ama tezcanlı Romeo, Juliet'in ölüm haberi üzerine çoktan yıkılıp kendini öldürmeyi planladı bile. 

Zehir satın alıyor Romeo. Juliet’in mezarına gidiyor. Onu son kez görüp kendini öldürecek.

Yalnız Romeo orada Paris ile karşılaşıyor. Vuruşuyorlar, Paris ölüyor.

Sonra da Romeo, Juliet’in ölü olduğunu sandığı bedeninin yanında zehrini içiyor ve ölüyor oracıkta.

Juliet uyanıyor. Bakıyor ki Romeo ölmüş. Romeo'nun yanında da  Romeo'nun kendini öldürdüğü zehir şişesi.

“Sadık sevgilimin elinde bir şişe ha?

Zehirden olmuş demek vakitsiz göçmesi.

Cimri! Hepsini içmiş!

Bana yoldaş olarak bir damlacık bile bırakmadın demek?

Ben de dudaklarını öpeyim, orada, 

o vaktiyle hayat veren yerde bir parça zehir kalmıştır ola ki.”

deyip öpüyor Romeo'nun zehirli dudaklarını. Yetmiyor, bir de hançerliyor kendisini.

*

İki kavgalı aile bu manzara karşısında barışıyorlar. 

Yani illa bunun mu olması gerekiyordu?

*

Bunu daha önce de okumuştum: http://birazkitap.blogspot.com/2012/03/romeo-ve-juliet.html

Yine okumak çekti canım.