19 Aralık 2010 Pazar

MUHADERAT


MUHADERAT

Yazarı: Fatma Aliye Hanım


Yayınevi: Turna Yayınları

Basım Yılı: 1891, Turna Yayınları'nda 1.Baskı Ağustos 2009


Sayfa Sayısı: 396



Kelime anlamı kapalı, örtülü, namuslu müslüman kadını demek olan Muhaderat, soluk soluğa okuduğum, aşk, hırs, entrika, ihtiras, acı dolu süper sürükleyici bir aşk romanı. Konusu şöyle;

*** Fazıla ve kardeşi Şefik, anneleri ölünce babaları Sai Efendi'nin yeniden evlenmesi üzerine Calibe adlı şirret bir kadının üvey anneliğine mahkum kalırlar. Kadın, bu zavallı çocuklara karşı çok kötüdür ama kocası Sai Efendi'ye hep melek gibi görünür.

Fazıla biraz büyüyüp evlilik çağına gelince, komşuları Münevver Hanım'ın oğlu Mukaddem ile evlenmesinde karar kılınır. Anneleri ölünce Münevver Hanım, bu çocuklara anneleri gibi davranmış, üvey annelerinin göstermediği şefkati onlara göstermiştir. Mukaddem de küçük yaşlardan beri Fazıla ile iyi geçinmektedir. Fazıla, Mukaddem ve annesinin tüm bu iyiliklerine karşı ileride birgün Mukaddem ile evlenip onu çok mutlu ederek karşılık verme arzusundadır.


Fakat o Calibe denilecek yelloz yok mu?


Calibe Hanım, kardeşi Nabi ve amcasının oğlu Süha'nın kendi evlerinde yaşamasını ister. Çünkü Calibe ve Süha birbirini sevmektedir. Yıllar yıllar önce Süha, Calibe'ye evlenme teklif etmiş fakat Calibe, zenginliğe ve paraya aşık olduğu için, çok sevmesine rağmen Süha'nın evlenme teklifini reddetmiştir.


Şimdi Calibe, Sai Bey'le evlenerek istediği zenginliğe kavuşmuş ama Süha'yı da unutamamıştır. Gizli gizli Süha ile ilişkilerini sürdürürler.Her ne kadar Süha, bu ilişkiyi çok ahlaksız bulup haysiyetine yakıştıramasa da Calibe, onu bu ilişkiye zorlayacak bir tuzak kurmuştur. Süha da mecbur Calibe'ye boyun eğmek zorunda kalır. Ama Calib
e'nin bu tavrı Süha'yı soğutur.


Fazıla'nın Mukaddem ile evlenecek olması Calibe Hanım'ı çıldırtır. Çünkü Mukaddem'in annesi Münevver Hanım, Sai Bey'in pek sevip saydığı bir insandır. Calibe, yaptığı kötülüklerin Münevver Hanım tarafından ortaya çıkmasından korktuğu için onu evden uzak tutmak ister. Bu yüzden Fazıla ile Mukaddem'in evliliğini önlemeye çalışır. Çünkü evlenirlerse Münevver Hanım, hayatlarına daha yakından girmiş olacaktır.


Süha da zamanla Fazıla'ya gönlünü kaptırır. Bunu Calibe'ye belli etmeden o da bu evliliği önlemeye çalışır.


Kurdukları plana göre Süha, Sai Bey'e Mukaddem'in çok sarhoş bir halde hizmetçi Reftar ile yattığını gördüğünü söyler.

Sai Bey, kızını böyle bir adama vermek istemediği için hemen ilişkilerini keserler.


Mukaddem bu iftira nedeniyle çok üzülür. Fazıla, Mukaddem'in böyle birşey yapabileceğine hiç ihtimal vermediği için inanmaz. Bunun Calibe'nin bir oyunu olduğunu anlar ama babasını buna inandırmak mümkün değildir.

Fazıla, babasına karşı gelmeyi terbiyesine uygun bulmadığı için Mukaddem'den ayrılmayı göze alır.


Babasının bulduğu Remzi adında biriyle evlenir. Zamanla kocasına aşık olur. Aslında Mukaddem'i hiçbir zaman unutamamıştır ama madem artık evli bir kadındır, Mukaddem'i unutması gerektiğini düşünür. Aşkla kocasına bağlanır. Fakat kocası bunu haketmeyecek kadar ahlaksız bir yaşama başlar. Fazıla'nın gözleri önünde başka başka kadınlarla ilişki kurar.


Evliliğini daha fazla yürütemeyeceğini anlayınca baba evine sığınmak ister. Ama babası, Calibe'nin gazıyla kızını eve almaz, yerinin kocasının yanı olduğunu söyler.


Yaşadığı acılara daha fazla dayanamayan Fazıla denize atlayıp intihar etmeyi düşünür.

Biricik kardeşi Şefik'e bir veda mektubu yazar ve uçurumun kenarına gider herkes uyurken.


Sabah uçurumun başında Fazıla'nın bileziği ve mendili bulunur.


Tam bu noktada kitap bitti sanırken, bambaşka maceralarla devam eder.


Fazıla'nın ölümü Mukaddem Bey'i derinden sarsmıştır. Yemeden içmeden kesilir. Adeta ölüm noktasına varmıştır. Onun bu haline çok üzülen annesi bir doktora danışır. Doktor, Mukaddem'in burada yaşadıklarını unutması için bambaşka bir yere gitmesini salık verir. Münevver Hanım, doktoruyla beraber Mukaddem'i Beyrut'a gönderir.


Bu arada Beyrut'ta yeni yeni insanlar tanıtır bize yazar. Zengin bir evde, ailenin biricik kızı Enise, hizmetçisi Peyman'a derdini anlatmaktadır. Enise, bir gezi sırasında bir bey görmüş ve görür görmez ona aşık olmuştur. Gördüğü adam bizim Mukaddem Bey'den başkası değildir.


Ertesi gün yine aynı yere gider Enise ve Peyman.Mukaddem Bey de onları görmüştür. Görür görmez de ''Bu o, bu O'' diyerek onların yanına gitmek istemişse de doktor buna mani olmuştur. Enise de utanarak hemen oradan uzaklaşmıştır.


Mukaddem, gördüğü kızın Fazıla olduğunu sayıklayıp durmaktadır. Bu durum, doktoru endişelendirir. Adamın delirdiğinden şüphelenir.

O sırada bir çocuk, elinde bir mektupla çıkagelir. Mektupta ''yarın saat 8'de ...'de'' yazmaktadır. Mukaddem bu yazının Fazıla'ya ait olduğunu düşünür ve çok heyecanlanır.

Ertesi gün mektupta yazılı yere giderler. Çarşaflı bir kadın gelir onlara doğru. Mukaddem, hemen kadının ellerini alıp öpmeye başlar. Ve evet, bu Fazıla'dır. Peyman diye bildiğimiz hizmetçi kız, Fazıla'nın ta kendisidir.


Nasıl böyle olduğunu anlatır Fazıla. İntihara kalkıştığı o gün, intiharın bir çözüm olmadığını, bu dünyadaki acıdan kurtulmak isterken, intihar ederek öbür dünyada çok daha korkunç bir acıyla karşılacağını düşünür ve intihar etmekten vazgeçer. Fakat o eve de geri dönemez. Nihayetinde bir esir parazarında İstanbul'dan Beyrut'a giden bir aileye satılır.


Mukaddem, Fazıla'yı tekrar bulduğu için çok mutlu olur. Hemen evlenmek ister. Ancak Fazıla bunun mümkün olmadığını,çünkü hala Remzi ile nikahlı olduğunu söyler. Evlenebilmeleri için Remzi'nin ölmesi ve Fazıla'nın hür kalması gerekir. Fakat Remzi henüz genç ve sağlıklı olduğu için ölümü uzak gözükmektedir.


Zaten Fazıla'nın hizmetçisi olduğu evin kızı Enise, Mukaddem'e delicesine aşıktır. Fazıla, Mukaddem ile evlenmesi mümkün olmadığından ve Mukaddem'im de hayatının sonuna kadar bekar kalmasını istemediğinden ve Enise'nin de Mukaddem'in aşkı nedeniyle ölüm derecesinde acı çektiğinden bahisle, Mukaddem'in Enise ile evlenmesini rica eder. Evet, bu noktada Fazıla aptal mı yoksa yüce gönüllü mü, tartışılır.


Mukaddem, bu teklife şiddetle karşı çıkar ama Fazıla, eğer Enise ile evlenmesi durumunda birbirlerini hep görebileceklerini söyleyince Mukaddem kabul eder.
Mukaddem ile Enise evlenirler.

Mukaddem, Fazıla'ya duyduğu aşk nedeniyle Enise'ye hiç karısı gibi davranmaz. Kötü de davranmaz ama Enise bu duruma çok üzülür.

Mukaddem ile Fazıla aralarında olan ilişkiden kimseye sözetmez, kimseye de belli etmezler. Zaten saklanacak birşey de yapmamaktadırlar. Mukaddem Bey de, Fazıla da herkesin sevip saydığı, güvediği kişilerdir.


Enise'nin kadınlardan hoşlanmayan, onları adeta gereksiz bulan, kendisini işine adamış abisi Şebib Bey, Fazıla'ya aşık olur. Ona evlenme teklif eder ama Fazıla kabul edemeyece ğini söyler. Çok incinen ve üzülen Şebib Bey, Fazıla'nın naz yaptığını düşünüp tekrar sorar ama Fazıla kararlıdır. Kabul edemeyeceğini söyler tekrar.


Şebib ve Mukaddem birgün salonda otururlarken, Şebib yüksek sesle gazetedeki bir haberi okur. Habere göre Remzi adında bir zengin, karısının kendisini aldattığı adamı vurmaya çalışırken kendisini yaralamış ve bir hafta acılar içinde kıvrandıktan sonra da ölmüştür. Bu Remzi, Fazıla'nın eski kocası Remzi'den başkası değildir.


Remzi'nin ölümüyle nikahı düşen Fazıla artık hürdür. Fakat bu defa da Mukaddem evlidir. Üstelik bir de çocuğu vardır.
Mukaddem buna rağmen karısını ve çocuğunu bırakıp Fazıla ile evlenmek arzusundadır. Fakat Fazıla, Enise ve çocuğuna bunu yapamaz. Mukaddem de biraz düşününce aslında Enise'den ayrılmayı pek istemediğini farkeder. Böylece Mukaddem ve Fazıla, birbirilerini kardeş gibi görmek hususunda anlaşırlar. Öyle de yaparlar.

Kitabın başlarında birbirlerine delicesine aşık görünen Mukaddem ve Fazıla, kitabın sonlarına doğru gerçekten kardeşleşirler. Zaten Fazıla'nın Mukaddem'e duyduığu sevgi daha çok ona bir hürmet şeklindeydi. Küçüklüğünde evinde bulamadığı huzuru Mukaddem ve annesi Münevver Hanım'ın yanında buluyor, onların iyiliklerine karşılık Mukaddem'i seviyordu. Mukaddem de zamanla Enise'den kopamayacağını gördü.


Fazıla, sonunda Şebib Bey'in teklifini kabul eder. Çünkü Şebib Bey de tam Fazıla gibi terbiyeli, ahlaklı, dürüst, bilgili biridir.


Bu sıralarda Fazıla, Mukaddem'e gelen bir mektup ile babasının son derece hasta olduğunu öğrenir. Derhal Mukaddem ile İstanbul'a gider.

Fazıla ve Mukaddem'in aniden ortadan kaybolması şüphe çeker ve Şebib, silahını alıp onların peşinden gider.


Babası, Fazıla'yı öldü sanırken onu karşısında görünce sevincinden çıldıracak gibi olur. Fazıla olanları dinler babasından:
Calibe, hizmetçisi Reftar ile alemlere gidiyormuş. Başka başka erkeklerle ilişkiler yaşıyormuş. Birgün takıldığı erkeklerden biri peşini bırakmamış. Gittiği bir başka erkeğin evinde Calibe'yi bulmuş. Çıkan arbedede Calibe düşüp yüzünü gözünü parçalamış ve eski güzelliğinden eser kalmamış. Hizmetçi Reftar'ın da gözleri kör olmuş yediği bir yumruğun etkisiyle.

Olanları haber alan Sai Efendi üzüntüsünden yataklara düşmüş.Reftar, daha önce Mukaddem ve Fazıla'ya yaptıklarını da anlatmış Sai'ye. Sai de ölmeden önce Mukaddem'den bir helallik alıp ölen kızının yanına öyle gitmek istemiş.


Ama Fazıla'yı karşısında görünce iyileşmeye başlar. Şebib'e olanları anlatırlar.
Sonra Şebib ile Fazıla, Mukaddem ile Enise mutlu bir hayat yaşarlar. Hatta Fazıla'nın kardeşi Şefik de Enise'nin kardeşi Rüveyda ile evlenir.

Bir başına kalan Calibe'yi, amcaoğlu Süha, evine alır. Süha ve karısı, artık yüzüne bakılamayacak kadar korkunç olan Calibe'yi hizmetçilerle bir tutar.Yaptığı kötülüklerin karşılığını çekmektedir yani.


***

Kitabı bitirdiğimde derin bir nefes aldım. Çünkü özellikle son 100 sayfatı soluk soluğa okumuştum. Süperkulade sürükleyici bir roman.
Yapımcılar, senaristler okusa anında televizyona sürerler bunu dizi olarak.

FELATUN BEY İLE RAKIM EFENDİ


FELATUN BEY İLE RAKIM EFENDİ

Yazarı: Ahmet Mithat Efendi


Yayınevi: Turna Yayınları


Basım Yılı: 1875- Turna Yayınları'nda 1.Baskı Ağustos 2009


Sayfa Sayısı: 182


Sonradan görme, zevkü sefa düşkünü,parasını har vurup harman savuran ve uçkuruna da sahip çıkamayan Felatun Bey ile onun bu karakterine tamamen zıt olan Rakım Efendi arasındaki muhabbeti ve Rakım'ın cariyesi Canan'la olan aşkını konu alan bir Türk klasiği.

Olaylar aşağı yukarı şu şekilde:


Rakım Efendi nasıl bilgili, kültürlü, görgülü bir adamdır. Evden işe, işten eve. Kitap çevirileri yapar, özel dersler verir. Anne ve babası öldükten sonra dadısı Fedayi ile birlikte kendi hallerinde yaşarlar. Allah'ına şükreder hep verdiği nimetler için.


Rakım Efendi birgün bir esir kıza gönlünü kaptırır. Hem de nasıl kaptırmak. Kız hastalık derecesinde zayıf ve çelimsiz olmasına rağmen onu hemen satın alır.


Evet ''satın alır''. O dönemin olağan işlerinden biridir köle pazarlığı. Cariye diyelim ya da. Şimdi bunu anlamak çok zor, ama dönemin kitaplarından anlaşıldığı kadarıyla bu durum, son derece normal.


Rakım Efendi, Canan adını verdiği cariyeyi çok güzel eğitir. Onu aslında içten içe seviyordur ama ne çeşit bir sevgi olduğundan kendisi de emin değildir. Onu sadece uzaktan sever. Nerdeyse bir kızkardeş gibi.


Canan'sa Efendisine karşı sevgi doludur. Ama Efendisi ve Fedayi'den aldığı muazzam eğitim ve terbiye nedeniyle bu aşkını dışarıya yansıtamaz.


Rakım Efendi bu arada bir İngiliz ailenin kızlarına Türkçe dersi vermektedir. Kızlar da ailesi de Rakım Efendi'den çok memnundur. Özellikle İngiliz anne baba, Rakım Efendi'ye o kadar güvenmektedirler ki kızlarını Onunla başbaşa bırakmakta bir beis görmezler. Zaten de Rakım Efendi'nin aklının ucundan bile geçmez öğrencilerine o çeşit bir gözle bakmak.


Felatun Bey de bu aile ile tanışıktır. Ancak aile, Felatun Bey'den hiç hazetmez. Zaten Felatun Bey de birgün bir rezillik eder (evin hizmetçisi sanarak evin hanımına arkadan sarılır) o günden sonra da ortalarda pek gözükmez. Rakım'ın tüm uyarılarına karşı gönlünü terbiyesiz ve müsrif bir kadına kaptırır.


Rakım Efendi, bu İngiliz kızlara hiçbir umut ışığı vermemiş olsa bile kızkardeşlerden biri Rakım Efendi'ye fena halde aşık olur. O kadar ki aşkına karşılık bulamayacağını bildiği için yataklara düşer, ölümü bekler.


Kızın bu halini anlayan doktor, kızın babasına kızını Rakım Efendi ile evlendirmekten başka çaresi olmadığını söyler. Baba, Rakım Efendi'ye kızıyla evlenmesi için adeta yalvarır. Fakat Rakım Efendi buna razı olmaz. Ama kızın, gözlerinin önünde yitip gitmesine de yüreği elvermez. Kız en azından iyileşene kadar Rakım Efendi'nin de kendisini sevdiği söylenir. Ama kız akıllıdır ve bunun doğru olmadığını bilir.


Az kalsın Josefino'dan bahsetmeyi unutuyordum. Josefino piyano hocasıdır. Aynı zamanda Rakım'ın arkadaşıdır. Josefino, Canan'a piyano çalmayı öğretir. Canan muazzam yetenekli olduğu için hemen öğrenir, çok da güzel çalar. Canan, hocası Josefino'yu çok sever. Josefino da onu.


Ama Josefino da Rakım'ı sever. Rakım her ne kadar süper dürüst ve iyi bir insan olsa da Josefino ile birkaç gece geçirir. Bu tamamen aralarında kalan ve ikisinin de bir gelecek beklemediği bir ilişkidir.

Josefino her ne kadar Rakım'ı sevse de Canan'ı da çok sevmektedir. Başka bir kadın olsaydı belki Rakım için mücadele ederdi ama Canan'ı üzmek hiç istemeyeceği bir şey olduğu için Rakım ile Canan'ın arasından dostça ayrılır.


En sonunda herkes kendi yoluna gider.


Felatun Bey tüm parasını o terbiyesiz ve müsrif kadın için çarçur etmiştir. Şimdi bir yerde memuriyete başlamıştır.


İngiliz kızın Rakım Efendi'ye olan aşkı kendiliğinden geçmiş, kendisi için uygun bulunan bir kuzeni ile evlenme hazırlığına girişmiştir.


Rakım Efendi, Canan'a aşık olduğu ilan etmiştir.


Gökten üç elma düştü...

10 Aralık 2010 Cuma

BIÇAK SIRTI


BIÇAK SIRTI

Yazarı: Erol Manisalı


Yayınevi: Bizim Kitaplar


Basım Yılı: 1. Baskı- 2008


Sayfa Sayısı: 335



Erol Manisalı'nın Cumhuriyet Gazetesinde yazdığı yazıların biraraya toplandığı kitap.

Yalnız gazetede yazdığı bu köşe yazılarda, Manisalı'nın kendi deyişiyle '' bir tarihi belge olmaktan çok öteye değerlendirmeler'' varmış. (sunuş, sf 9) Çok da mütevaziyiz.


Tipik bir Erol Manisalı kitabı. Bütün dünya, ABD'si olsun, AB'si olsun, NATO'su olsun hepsi bize karşı. Türkiye'yi hiç kimse sevmiyor. Herkes bizim kötülüğümüzü istiyor. Zaten Türkiye, çok kötü yönetiliyor. Yakında yıkılacağız, batacağız. mahvolacağız.


Yanlış şeyler söylemiyor elbette. Adam haykırıyor gördüğü yanlışları.


Ama herhalde bir noktadan sonra insanda hissizleşme başlıyor. Sinirlen sinirlen nereye kadar.

EMİNE ERDOĞAN


EMİNE ERDOĞAN

İktidara Taşıyan Kadın


Yazarı: Ayla Özcan


Yayınevi: Birharf Yayınları


Basım Yılı: 2. Baskı- Şubat 2007


Sayfa Sayısı: 198



Emine Erdoğan'ın hayatını anlatan bir biyografi. Rahatsız edici boyutlarda yıkama yağlama içermekte.

Gerçi Emine Erdoğan'ı tanımam etmem. Belki gerçekten kitapta anlatıldığı gibi yardımsever, vefalı, iyilik meleği bir insandır. Ama kitabın dili buna inanmamı engelleyecek kadar dalkavukça.


Emine Gülbaran, rüyasında ak sakallı dedeyi görüyor. Ak sakallı dede ona evleneceği adamı gösteriyor. O adamı da Emine Hanım, ertesi gün bir konferansta görüyor. O adam kim mi, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan.


İşin daha da ilginci, o sırada küsüde konuşma yapan Recep Tayyip Erdoğan da, Emine Hanım'ı farkediyor onca insan arasında. İlk görüşte de aşık oluyorlar.


Fakat R.T.Erdoğan'ın annesi Emine Hanım'ı istemiyor. Başka bir kız var oğluna yakıştırdığı. Ama bir şekilde hatırlı gönüllü dostlar araya giriyor ve bu evlilik gerçekleşiyor.


Emine Hanım, okumayı çok seviyormuş ama nedense ortaokuldan sonra okumak istememiş. Ailesi okumasını istemiş, özellikle annesi. Ama Emine Hanım okula devam etmek istememiş. Fakat öbür yandan okumayı çok seviyormuş.


Komşularının anlattığına göre fazla dışarı çıkmazmış. Özellikle annesi buna pek izin vermezmiş. Ama öbür yandan da bütün mahalleye yardıma koşar, hiçbir toplantıyı kaçırmazmış.


Durumları orta halliymiş. Ama diğer yandan Emine Hanım, bir giydiğini bir daha giymeme lüksüne sahipmiş.


Ağabeylerinin baskısı ile kapanmış ama sonra bunu benimsemiş.


Süsüne püsüne öteden beri düşkünmüş. Makyaj yapmak, gösterişli kıyafetler giymek sonradan görmelik hali değilmiş demek ki.

İyi bir insanmış özünde yani.

ORMAN VE ÇEVRE AÇISINDAN 3.KÖPRÜ


ORMAN VE ÇEVRE AÇISINDAN 3.KÖPRÜ

Panel Notları

Yayınevi: İstanbul Barosu Yayınları


Basım Yılı: 2010


Sayfa Sayısı:125

İstanbul Barosu Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu tarafından 6 Mart 2010'da gerçekleştirilen ''Çevre ve Kent Hukuku Açısından 3.Köprü ve İstanbul'daki Ormanlarımızın ve Çevrenin 3.Köprüden Korunması'' konu paneldeki konuşmalardan derlenmiş kitap.

Kitabın pdf formatındaki haline şuradan ulaşmak mümkün:
http://www.istanbulbarosu.org.tr/Yayinlar/BaroKitaplari/3KOPRU.pdf

İstanbul Boğazı'na yapılması planlanan 3.köprünün artı ve eksileri tartışılıyor panelde. Hiçbir artısı bulunamıyor o ayrı mevzu.


Ben de 3.köprünün trafiğe bir çözüm olmayacağı kanaatindeyim. İstanbul'un ulaşım sorunu için yeni karayoluna ihtiyacı yok. Demiryoluna ağırlık verilmeli. Anadolu yakasına yıl olmuş 2010 daha yeni metro yapılıyor. Günaydın.


Bu konuyla ilgili sayısal veriler de veriliyor.
''1973’ten önceki köprüsüz İstanbul Boğazı’ndan 5 milyon araç geçerken 113 milyon yolcu geçiyor, 1974 yılında köprünün yapılmasıyla araç sayısı 5 milyondan 14 milyona, neredeyse üç katına çıkıyor, yolcu sayısı 113 milyondan 118 milyona çıkıyor. O günden bugüne yapılan ikinci köprü de dahil olmak üzere insana olan katkısı sadece budur İstanbul Boğazına yapIlan köprülerin, araçlar geçiriyor, ama insanlar değil.'' sf 43

3.Köprünün trafiğe bir fayda sağlamayacağının yanısıra, İstanbul'da az sayıdaki yeşilliği de katledeceğini savunuluyor. Ki ne yazık ki çok doğru.

''Birinci köprü E5 diye bilinen, ikinci köprü de TEM diye bilinen Kocaeli’nden Kırklareli’ne kadar yeni bir otoyol demektir. Bu alan yaklaşık kuş uçuflu 150 km, bu 150 km’lik yolda TEM otoyolu gibi 4 şerit gidiş, 4 şerit gelişli bir otoban yaptığınızda bunun sadece asfalt kaplaması 675 hektar yapıyor. 1 hektar 10 bin m2’dir, sadece asfalt kaplaması Kocaeli’nden Kırklareli’ne kadar bir yolun 675 hektar, bu yolun kendi tahrip ettiği alan bundan ibaret değil, böyle bir yolun genişliği 45 metre, ancak asfalt kaplamanın dışında çoğunuzun dikkatini çekmiştir, otoyollarda giderken yolun dışında bir de kafes telle kapatılmış bir alan var ve oradaki orman varlığı da görüş güvenliği ve benzeri sebeplerle kesiliyor. Yol kendi 45 metreyken o alan bazen toplam 200 metreye çıkıyor. Yani yolun kendisinin bazen 5-6 katı bu güvenlik sebebiyle açılan alanla kaybediliyor ki, bunları da eklediğinizde Belgrat Ormanı diye bildiğimiz orman büyüklüğünde bir ormanlık alan, bu orman olarak sadece bu kadar alan kaybediyoruz,bunun dışında da birçok doğal ve yabanıl alan, tarım alanını da kaybediyoruz.''sf 44

Bu tür büyük projelerde yöneticilere ''ama çevreye zararlı'' dediğinizde irrite oluyorlar. Bunun ne anlama geldiğini düşünemiyorlar. Ve de hep bunları düşünmekten yoksun insanlar yönetici oluyor, lider oluyor, baş oluyor.

21 Kasım 2010 Pazar

ESKİCİ DÜKKANI


ESKİCİ DÜKKANI


Yazarı: Orhan Kemal


Yayınevi: Epsilon Yayıncılık


Basım Yılı: 1959 - 11.Baskı Mart 2005


Sayfa Sayısı: 373



Kendi halinde bir dükkanı olan huysuz ihtiyar bir baba,karısı ve iki oğlu ile bir kızının geçim mücadelesinin anlatıldığı, okurken içine alan bir Orhan Kemal klasiği.


Huysuz baba, küçük oğlu Ali başta olmak üzere çocuklarını çok sevmektedir.Öbür yandan, onların da geçimini sağlamanın kendi üzerinde yük olduğunu düşünmekte, buna fena halde canı sıkılmaktadır. Onları başından defetmek istemekte, bunu yaptıktan sonra da deli gibi pişman olmaktadır. Ama huylu huyundan vazgeçmiyor işte.


Babalarının bu geçimsizliğinden bunalan çocuklar kütlü (pamuk) toplamaya giderler.


Giderler ama, bunun ne kadar iyi veya kötü bir fikir olduğu zamanla anlaşılır.


Özellikle son elli sayfada, kitabı elimden bırakamadım. Adeta öykünün içine girdim. O sıcağı, o bunalımı, o zorluğu hissettim. Acıdım, üzüldüm.


Bu, okuduğum üçüncü Orhan Kemal kitabı. Üçünde de bir sübyancılık muhabbeti gözlemledim. İlki ''Evlerden Biri'' idi. Torun torbaya karışmış bir ihtiyar, torunu yaşındaki genç kıza sulanıyor, ciddi ciddi hayaller kuruyordu onunla ilgili.


İkincisi olan ''Bir Filiz Vardı''da ise, nerdeyse tamamen bu konu vardı. 16 yaşındaki dünyalar güzeli Filiz'i, erkekler yaşlarına başlarına bakmadan rahat bırakmıyorlardı.


Eskici Dükkanı'nda da kısa bir an için de olsa yine sübyancılık mevzu geçiyor. ( Zeliha'nın sevgilisi Ünal, Zeliha'nın 11 yaşındaki kızkardeşi Ayşe hakkında bir an nahoş hayallere dalıyor)


Diğer kitaplarında da bu varsa, incelemeye değer enteresan bir konu olur bu ''Orhan Kemal Eserlerinde Sübyancılık''

19 Kasım 2010 Cuma

İŞ SÖZLEŞMESİ İŞVEREN TARAFINDAN GEÇERLİ NEDENLE FESHİ VE SONUÇLARI


İŞ SÖZLEŞMESİ

İŞVEREN TARAFINDAN GEÇERLİ NEDENLE FESHİ ve SONUÇLARI


Yazarı: Av. Ethem Kara


Yayınevi: Bilge Yayınevi


Basım Yılı: 2. Baskı- Ankara 2008


Sayfa Sayısı: 216



İş Hukuku, her ne kadar bu alanda elime fazla iş gelmese de , büyük bir keyifle öğrenmeye çalıştığım bir alan. Bu konuda yazılmış kitapları okumak, notlar almak, Yargıtay kararlarını değerlendirmek çok zevkli benim için. Konunun her daim güncel olmasından belki de. Sonuçta pek çoğumuz ya işçi konumundayız, ya işveren.


Bunun yanısıra, diğer pekçok hukuk dalının karmaşıklığına karşın, İş Hukuku, içerdiği terim ve kavramlar itibariyle çok karmaşık da sayılmaz. Gerçi netliğe kavuşmamış pek çok konusu var, ama onlar da bir şekilde doktrin ve Yargıtay içtihatları ile aşılmaya çalışılıyor.


Avukat Ethem Kara'nın kitabı, adında da belirtildiği üzere yalnızda geçerli nedenle fesih ve sonuçlarını ele alıyor. Bunu yaparken tabi ki haklı nedenle feshe de yer yer dokunuyor ama ana konu geçerli nedenle fesih.


4857 Sayılı İş Kanunu temelinde, İLO Sözleşmesindeki paralel hükümler ve Yargıtay kararları ile konuları pekiştiriyor. Kitabın sistematiği ve üslubu anlamayı kolaylaştırıyor. Teorik bilgilerle konuyu gereksiz yere uzatmadan, pratik bilgilerle asıl bilinmesi gerekenlere değiniyor. Kanun maddeleriyle, uygulamadaki uyuşmazlıkları da anlatıyor.


Yalnız avukatların yazdığı bu tür kitaplarda, uygulamadaki usülden daha çok bahsedilmesi gerektiğini düşünüyorum. Yine bu tür kitaplarda, dava ve cevap dilekçelerine de yer verilse hiç fena olmayacağı kanaatindeyim. Bu bilgiler, yeni başlayan tecrübesiz avukatlar için yol gösterici nitelikte olurdu.


İş Hukukunda en temel bilgi kaynağı olarak Prof.Dr Nuri Çelik'in ''İş Hukuku Dersleri'' kitabını tek geçerim. Bu bence İş Hukuku'nun kutsal kitabıdır. Diğer kitaplar da tek tek ele alınan konuların pekişmesini sağlar. Av. Ethem Kara'nın kitabı da, Prof.Dr Nuri Çelik'in kitabından temel bilgileri ve kavramları öğrendikten sonra, geçerli nedenle fesih ve sonuçları ile ilgili başvurulacak güzel bir yardımcı kaynak olur.


17 Kasım 2010 Çarşamba

İÇİNİZDEKİ EŞEĞE ÇÜŞ DEYİN


İÇİNİZDEKİ EŞEĞE ÇÜŞ DEYİN


Yazarı: Mehmet Akbulut


Yayınevi: Akis Kitap


Basım Yılı: 1.Baskı- Ekim 2009


Sayfa Sayısı: 254



''Eşekliğe Övgü'' de olabilirdi bu kitabın bir diğer adı. Eşekler aslında ne güzel, ne yüce, ne şahane hayvanlar. Bazı insanlara eşek diyerek, aslında eşeklere hakaret ediyormuşuz bugüne kadar. Bunu anladım, çakralarım açıldı, bir kitap okudum hayatım değişti.


Şaka tabi.


Kitabın öyle büyük vaatleri yok zaten. Oku, gül, bazı yerlerde hımmm de, geç.


Hatta sonuna kadar okuyabilmek bile zaman kaybı mıydı acaba diye düşünüyorum ama artık bunu düşünmek için çok geç. Zaten pişman da olduğum söylenemez. Gene olsa gene okurdum. Eğlendim. Dost meclislerinde yeri geldikçe anlatabileceğim birkaç küçük eğitici ve eğlenceli anektod öğrendim. Ana fikri ''Aklın çoksa kendine sakla'' olan eşek ve öküz hikayesi (sf 68) , ''Başkasına düzen kuranlar kendi kuyularını kazarlar'' temalı eşek ve keçi hikayesi (sf 70) gibi. Yeri gelse de anlatsam.


Yazar, Bülent Akyürek'in ''İçinizdeki Öküze Oha Deyin'' kitabından etkilenmiş. Kendi kitabının isminin esin kaynağı da bu olsa gerek. Eşeklerle ilgili pekçok bilgi, haber, fıkra, hikaye derlemiş.


Şair Eşref'e ait şu dörtlükle sözlerime son vereyim:


Millete erbab-ı mansıptan biri eşşek demiş

Reddedilmez böyle bir söz amma ki pek can sıkar

Olsa da millet eşek, eşşek diyen bilmez mi ki

Sadr-ı azamlarla valiler de milletten çıkar. (sf 39)

16 Kasım 2010 Salı

BİR FİLİZ VARDI


BİR FİLİZ VARDI


Yazarı: Orhan Kemal


Yayınevi: Epsilon Yayıncılık


Basım Yılı: 9 Baskı- Mayıs 2007


Sayfa Sayısı: 294




Filizcik, daha 16 yaşında bir kızdır. Güzelliğiyle nam salar. Kardeşi Nur da en az onun kadar güzeldir ama Filiz başka.


Kitap, Filiz'in bu şahane güzelliği ve güzelliğinin başına getirdikleri üzerine kurulu.


Zannediyorum 1950-60'lı yıllar İstanbul'unda geçiyor. O zamanlar erkekler gerçekten bu kadar hanzo, öküz, görmemiş ayı mıydı, yoksa yazarın abartması mı merak ediyorum. Filiz, dışarı çıktığı andan eve girene kadar sürekli sözlü tacizlere maruz kalır. Hatta zaman zaman fiziksel. Otobüslerde sıkıştırmalar falan. Yaşını başını almış, babası dedesi yaşındaki adamlardan bile. Terbiyesiz, ahlaksız, pislikler.İnsanı zorla ağır feminist yaptıracaklar.


Filiz, bir kitapçıda çalışmaya başlar. Patronu asılır. İşhanında bulunan diğer çalışanlar asılır. Başka işe geçer. Gene asılırlar. Sokakta kovalarlar. Saldırmaya kalkarlar. Ben okurken sinirden krizler geçireyazdım, Filizcik iyi dayanıyor.


Kendisi de farkında bu güzelliğinin. Bunu kullanmayı da düşünüyor bazen ama çirkin buluyor öyle davranmayı.


Kitap bende birçeşit ''Fatmagül'ün suçu ne?'' etkisi yarattı. Beren Saat'i çok beğenmeme ve sevmeme rağmen o diziyi izleyemiyorum. Konusu beni inanılmaz rahatsız ediyor çünkü, hiç hoşuma gitmiyor. Bu kitap da aynı etkiyi bıraktı bende. Çok rahatsız etti.



7 Kasım 2010 Pazar

EVLERDEN BİRİ


EVLERDEN BİRİ


Yazarı: Orhan Kemal


Yayınevi:Epsilon Yayıncılık


Basım Yılı: 1956, 8.Baskı 2007


Sayfa Sayısı: 261



Yaprak Dökümü'nün finale yaklaşmasmasıyla Türk televizyonlarında ciddi bir dram ağırlıklı, kara bulutların eksik olmadığı, ağlak dizi eksikliği yaşanacaktır. İşte bu eksikliği gidermek için yapımcılara önerimdir. Buyurun Evlerden Biri.


Karakter çeşitliliği mi istersin, hepsi ayrı telden çalan bir sürü hikaye mi istersin.


Kitabın konusu evlerden birinde baba, yaşını başını almış bir memur emeklisidir. Tek yaptığı kendisi gibi olan arkadaşıyla kahvede torunları yaşındaki kızlara bakıp bakıp iç geçirmektir. Ki bu ahlaksızlığı okumak bile tahammül sınırlarımı zorluyor. Kart horoz, pis yaşlılar.


Bu babanın biri kız, ikisi erkek üç çocuğu vardır. Çocukların en büyüğü olan abla, çirkindir ve çirkinliğinin farkındadır. Biraz da azgınlaşmıştır. Otobüslerde kendisine fordçluluk yapılmasından mutluluk duyar. O derece.


Ortanca çocuk İskender, kendisinin çirkin bir adam olduğunu düşünür. Bu yüzden içe kapanıktır, sinirlidir, gergindir, herkesin kendisinin arkasından dalga geçtiğini sanır.


Küçük oğlan Erdal, Hukuk okumaktadır. Neşeli, yakışıklı bir çocuktur. Aile, geleceğini ona bağlamıştır. Okulunu bitirecek, avukat olacak, zengin olacak, ailesine bakacak.


Bu ailenin yaşadığı ev, babaya verilen ikramiye ile satın alınmıştır. Çocuklar evin satılmasını isterler. Ama ele geçecek para konusunda anlaşmazlık içinde olduklarından sürekli kavga halindedirler. Babanın da zaten evi satmaya niyeti yoktur. Komşunun kızına abayı yakmıştır kart horoz, pis yaşlı.


Halbuki aynı kız, bu babanın büyük oğlu İskender'den hoşlanıyordur. İskender de bu kıza yanık ama çirkinlik kompleksi olduğundan güvensizlik içinde.


Bu kızın annesi de ayrı bir alem. Amiyane ve hayvansı tabirle yollu. Ay ne çirkin bir ifade kullandım ama kadın bunu hakedecek kadar ahlak yoksunu.


Bu kadın kimden hoşlanıyor dersiniz. Hukuk okuyan Erdal'dan.


Oooo daha da ne karakterler var. Büyük keyifle kitabı baştan sona anlatırım ama sonra okumanın anlamı kalmaz. Dizi yapımcılarına rahat bir 5 sezonluk ekmek çıkar buradan.

ANNE NEDEN BEN?


ANNE NEDEN BEN?


Yazarı: Murat Kefeli


Yayınevi: ODTU Yayıncılık


Basım Yılı: 1.Basım 2007


Sayfa Sayısı: 317



Dostum senin derdin nedir?


Kitap boyu bunun cevabını aradım. Nedir senin hastalığın? Tıp biliminin adını koyamadığı, doktorların çare bulamadığı bu arazın nedir?


Ben de fenalık geçirdim okurken. Benim de elim ayağım tutmaz oldu.


Görünüşte bir sağlık problemi olmayan Murat kardeşimizin, tanımlayan bir şekilde kulağı az duyuyor, gözü az görüyor, eli ayağı tutmuyor. Gitmediği doktor, prof, uzman kalmıyor. Ama hiçbiri derdine derman olamıyor.


Hayata tek başına tutunmaya çalışıyor. İşini evinden takip ediyor, aşık oluyor, aşık olunuyor, ama devamını getiremiyor falan.


Allah şifa versin kardeşim.


Gerçi yazarı tanımam etmem ama içimden bağrıma basmak geliyor.


Benzer bir hastalığa duçar olanlar için ''Herşeye Rağmen Hayata Tutunmaya Çalışma Kılavuzu'' olarak kullanılabilir.



BEYAZ KALE


BEYAZ KALE


Yazarı: Orhan Pamuk


Yayınevi: İletişim Yayınları


Basım Yılı:1.Baskı Can Yyaınları 1985,İletişim Yayınları 35.Baskı 2009


Sayfa Sayısı:193



Lisedeyken Orhan Pamuk'u okumanın çok zor olduğunu söylerlerdi. Hasbelkader Orhan Pamuk kitabı okumaya başlayan da ''Ayy hiçbir şey anlamadım yaa'' derdi.


O zamanlar, boyumdan büyük Rus Klasiklerini okumaya kendimi verdiğim için fırsat olmamıştı Orhan Pamuk'a. Masumiyet Müzesi ve Cevdet Bey ve Oğulları'ndan sonra Beyaz Kale, okuduğum üçüncü Orhan Pamuk kitabı. Eee, hani anlaması zordu. O çağlarda mı zor geliyordu acaba?


Hap gibi bir kitap Beyaz Kale. Elime alıp okumaya başlamamla bitirmem bir oldu.


İtalyan bir gökbilimci, Osmanlı'ya esir düşer. Osmanlı bir aydının yanında yaşamaya başlar. Birbirleriyle bilgilerini paylaşırlar. Yalnız ikisinin birbirine fiziken son derece benzemesi ve yoğun bir bilgi paylaşımı içerisinde olmaları, zamanla ikisinin birbirine dönüşmesine yol açar.


Kurgusu iyi, dili basit, kolay ve rahat okunan bir Orhan Pamuk eseri.

17 Ekim 2010 Pazar

ABDÜLLATİF ŞENER


ABDÜLLATİF ŞENER


''Adım da benimle beraber büyüdü.''



Yazarı: Çiğdem Toker


Yayınevi: Doğan Kitap


Basım Yılı: 1. Baskı - Ağustos 2008


Sayfa Sayısı: 495



Benim hayatım bile Abdüllatif Şener'in hayatından daha renkli.


Bu kitabı aylardır bitiremiyorum. Son 100 sayfaya girdim, ama daha fazla okumak istemiyorum. Rafa kaldıracağım. Belki başka zaman devam ederim.


Kitabın rahatlıkla okuyamamda Abdüllatif Şener'in pek de ilgi çekici olmayan hayatının yanısıra yazarın kullandığı yöntemin de etkisi var. Söyleşi. En sevmediğim kitap türü. Söyleşi tarzındaki kitapları sevmiyorum. Yüzlerce sayfa süren gazete röportajı gibi. Kitabın akıcılığını daha baştan kesiyor. Halbuki ya direkt Abdüllatif Şener'in ağzından aktarsa, ya da ondan 3.şahıs olarak bahsederek yazsa, çok daha rahat okurdum. Bunun örneklerini Faruk Bildirici Mesut Yılmaz'ın hayatını anlattığı ''Hanedan'ın Son Prensi'' ve Leyla Zana'nın hayatını anlattığı ''Yemin Gecesi'' kitaplarında gayet güzel veriyor.


Abdüllatif Şener'in siyaseti bırakması ve akademisyenliğe yönelmesi gayet yerinde bir karar olmuş. Kendisi gerçekten siyasetten ziyade akademik bir kariyere daha layık. Okuduklarımdan anladığım kadarıyla kendini pek iyi pazarlayabilen biri değil. Siyasette önemli bir meziyettir bu. Çok matah birşey yazpmamış olsan bile, yapmış gibi davranmak, yüksekten atmak falan.Biraz doğrucu davut profili çizdiği için siyasette tutunamaması normal. Barındırmazlar öylesini. O da barınamıyor nitekim.
Şimdilerde Türkiye Partisi genel başkanlığı sürecinde ama muhtemelen gene tutunamayacak. Akademisyensin sen akademisyen kal.

TAKUNYALI FÜHRER


TAKUNYALI FÜHRER


Yazarı: Ergün Poyraz


Yayınevi: Togan Yayıncılık


Basım Yılı: 1.Baskı- Temmuz 2010


Sayfa Sayısı:547



Ergün Poyraz , kitaptaki ifadeleri nedeniyle hakkında tazminat davası açılmasından korktuğunu belirtiyor. O yüzden bazı yerlerde ''Neyse ben daha birşey demiyorum'' gibi cümlelerle konuyu fazla uzatmıyor.Ama bu haliyle bile yeterince belden aşağı ifadeler kulllanıyor. Tazminat korkusu olmasa iyice çirkinleşecek herhalde.


Yazdıklarında haklılık payı var belki ama üslubu çok seviyesiz. Irkçı,faşizan, aşağılayıcı ifadeleri var. Kimisi bu durumu, yazarın Ergenekon nedeniyle tutuklanmasına, bunun verdiği asabiyete bağlıyor. Mümkündür, olabilir.


Zarfa değil mazrufa bakarsak da unutulanlar dışında yeni birşey yok.




10 Ekim 2010 Pazar

ŞEMDİNLİ'DE SINIRI AŞMAK


ŞEMDİNLİ'DE SINIRI AŞMAK

Yazarı: Erdal Sarızeybek

Yayınevi: Ümit Yayıncılık

Basım Yılı: 5.Baskı Nisan 2006

Sayfa Sayısı:192


Şemdinli deyince herkesin aklına terör geliyor ne yazık ki. Ne acı bir etiketleme bu.

Yazar da bu durumdan üzülüyor ve Şemdinli ve çevresinin aslında doğasıyla, balıyla, insanlarıyla güzel yerler olduğunu anlatmaya çalışıyor. Ancak bu güzellikler ne yazık ki acı olaylarla gölgeleniyor.

Şemdinli'deki terör olayı, benim yakın geçmişte hatırladığım 2005'teki Kitabevi bombalanması ile başlamamış. 1990'lı yıllarda da aynı yer terörle anılır durumda imiş.
Ama biz balıkları bile gölgede bırakacak hafızamızla, sanki ilk defa başımıza geliyor gibi şaşırıyoruz her seferinde. Sanki bu sonmuş da bir daha olması çok şaşırtıcı imiş gibi.

Halbuki bu tür olaylardan sonra gerekli önlemleri alsak. Hatta ne sonrası, olaylar öncesinde gerekli istihbaratı sağlayabilsek ve önleyebilsek. İşte o zaman şaşırmaya hakkımız olacak.

Kitapta Erdal Sarızeybek 1992-1994 yılları arasında Mehmetçiğin terörle mücadelesini anlatıyor. Aradan 15 yıldan fazla zaman geçmiş olmasına rağmen her şey sanki dün gibi. Hiç de öyle onlarca yıl önce yaşanmış olaylar gibi değil.

İşte Türkiye'deki bu durum çok gülünç. Üzücü, kahredici bir şekilde gülünç. Aradan yıllar geçiyor ama olaylar hiç eskimiyor. Hiç mazide kalmıyor. Sürekli yenileniyor. Ve yine aynı üzücü ve kahredici gülünçlükle biz her seferinde bunlarla ilk defa karşılaşıyormuşuz gibi davranıyoruz. Bunu nasıl beceriyoruz?

Erdal Sarızeybek, o dönemde yaşadıklarını içten bir dille anlatmış. Üzülmüş, acılar çekmiş belli ki. Kahramanca mücadele etmiş o ve askerleri. Ama terör belasından bireysel kahramanlıklarla kurtulamayız ki. Sadece askeri mücadeleyle kurtulamayız ki. Hele ki birkaç ay silah eğitimi almış, tecrübesiz, gencecik insanları teröristlerin önüne sürerek hiç kurtulamayız. Böyle bir durumda bu vatan evlatlarını kaybettiğimize üzülmeye bile hakkımız olmaz.

3 Ekim 2010 Pazar

HALİÇ'TE YAŞAYAN SİMONLAR


HALİÇ'TE YAŞAYAN SİMONLAR


Dün Devlet Bugün Cemaat


Yazarı: Hanefi Avcı


Yayınevi: Angora Yayıncılık


Basım Yılı: 1.Baskı 2010


Sayfa Sayısı: 597




Geçen gün metrobüste bu kitabı okurken, yanımda ouran kadın kitaba bakmak istedi. Birkaç sayfasına baktı. ''Nasıl? Kolay okunuyor mu?''

''Gayet kolay okunuyor'' dedim. Sanırım hacminden ürktü kitabın. Halbuki Hanefi Avcı bir yazar olmadığı ve sadece başından geçenleri anlattığı için kitabın ağır veya edebi bir dili yok. Su gibi okunup gidiyor, nasıl bittiği anlaşılmıyor bile.


''Simon'', bir teröristin lakabı. Onun, bağlı olduğu örgüt nedeniyle, bağımsız ve sağlıklı düşünemediğini gören Hanefi Avcı, bu durumdan epey etkileniyor ve düşüncelerini içinde bulunduğu grubun etkisiyle şekillendirmeye ''Simonlaşmak''diyor. Kitabın adı buradan geliyor.


Kitabın birinci bölümünde devletin yetersizliklerinden, basiretsizliğinden, eldeki imkanları iyi kullanamamasından bahsediyor. Polislerin aldığı eğitimi okurken, biz hukukçuların aldığı eğitimden çok da farklı olmadığını gördüm kalite olarak. Onlar da mezun olduklarında sudan çıkmış balığa dönüyormuş, tıpkı biz gibi.


Terör örgütlerinin ideolojik yapısını bilmeyen polislerin, istihbarat görevlilerinin, bu örgütlerle mücadelesinin işe yaramaz olduğunu dile getiriyor sık sık.


Önceden bu insanları terörist, vatan haini, katlivacip diye nitelendirirken, şimdi onları anlamaya çalıştığından, anlamaya çalışmamız gerektiğinden bahsediyor.


Rüşvetle, yolsuzluklarla mücadelesini anlatıyor.


Ki bu bölümde neredeyse kendisinin kahraman olduğunu düşüneceğim. İyilerin dostu, kötülerin düşmanı.


İkinci bölümde ülkemizdeki cemaat yapılanmasından ve daha yakın bir geçmişten bahsediyor. Zaten tutuklanmasında bu bölümde yazdıkları etkili olsa gerek. Gerçi kitapta yazdıklarından ötürü tutuklanmasının savunulacak hiçbir yanı yok. Fakat ne yazık ki yazdığı roman karakterlerinin söylediklerinden ötürü hakkında dava açılan yazarların olduğu bir ülkede Hanefi Avcı'nın tutuklanması hiç şaşırtıcı gelmiyor. Kendisi de bunu bekliyormuş zaten. Bu kitap yüzünden başının belaya gireceğini bildiğini yazmış son sayfalarda. '' E peki bile bile niye yazdın?'' diye soracak olanlara da cevabı şu ''Bu olayları daha tazeyken yazmalıydım.''


Bu anlamda ben kendisini tebrik ediyorum. Gerçekten daha olaylar tazeyken bunu yazma cesaretini gösterebilmesi takdire şayan. Gerçi bunun altında başka hesaplar olabileceği yolunda görüşler var. Olabilir. Zamanla göreceğiz. Ben her koşulda ülkenin kilit noktalarında görev almış insanların yaşadıklarını, gördüklerini, düşündüklerini yazmalarından yanayım.

18 Eylül 2010 Cumartesi

MAİ VE SİYAH


MAİ VE SİYAH


Yazarı: Halid Ziya Uşaklıgil


Yayınevi:Özgür Yayınları


Basım Yılı:Servet'i Fünun dergisinde yazı dizisi halinde 1896,

Özgür Yayınlarında 12.Basım 2009


Sayfa Sayısı:400



İçim karardı.


Türk klasikleri neden böyle? Ezik karakterler, kavuşamayan aşıklar, acınası hayatlar...Böyle dramatik olaylar olmadan roman olmaz mı?


Çok tedirgin bir şekilde okudum kitabı. Bir matbaada çalışan ve tek hayali şiirlerini basmak olan Ahmet Cemil'in başına her an kötü birşey gelecekmiş gibi. Yazar nasıl becermiş kelimelerine o havayı vermeyi, bravo. Her satırda hissettim o bir aksilik çıkacağı endişesini.


Bu tedirginlik ve endişeye rağmen, beni karamsar bir haleti ruhiyeye sokmasına rağmen merak etmeden de duramadım.


Acaba Ahmet Cemil, eserini basabilecek mi?

Lamia'ya olan aşkını söyleyebilecek mi?

Kızkardeşinin Vehbi Bey ile evlenmesi doğru olacak mı?


''Az Sonra'' diye höyküren hayali bir ''dannn!'' sesi duydum her sayfada.


Vehbi Bey demişken. Bu damadın, hayatlarına girmesiyle Ahmet Cemil'in hayatı altüst oluyor. Tıpkı Yaprak Dökümü'nde Ferhunde'nin Ali Rıza Bey ve ailesinin hayatını mahvetmesi gibi. Demek ki neymiş, evimize iç güveysi ve/veya iç gelini almamalıymışız.


Yayınevi, kitabın dilini bugüne uyarlamaya ve böylece gençlerin daha iyi anlamasını sağlamaya çalışırken eski kelimelerin yanına parantez içinde günümüz Türkçesindeki karşılıklarını yazmış. Bu durum okuma akıcılığını biraz engellese de çok problem değil. Yalnız günümüz gençliği valide,hissiyat, tabiat gibi kelimeleri de bilmiyor gibi bunların yanına da parantez içinde ana, duygu,doğa gibi karşılıklarını yazmışlar.


Ancak tabi bazı eski kelimelerin gerçekten bugün kullanılırlığı yok. Ama hemdem (uyumlu), demdar (arkadaş), heyula (hayalet), incila (parlayış), hodgam (bencil) gibi söylenişi kulağa çok hoş gelen kelimeler bugün de kullanılsa hiç de fena olmazmış hani.

EYLÜL ÜNİVERSİTESİ


EYLÜL ÜNİVERSİTESİ


Yazarı: Prof.Dr.M.Tahir Hatiboğlu


Yayınevi: Selvi Yayınları


Basım Yılı:1.Bası-Şubat 1990


Sayfa Sayısı:367



Prof. Dr Tahir Hatiboğlu'nun Cumhuriyet gazetesindeki yazılarından derlediği, tee 1990 basımı kitap.


Önsözde ''Eylül üniversitesi'', Yök üniversitesi ya da 12 eylül dönemiyle yeniden biçimlendirilen üniversitenin adıdır deniyor.


Yeni hazırlanan Yök yasasına karşı Hatiboğlu, veriyor veriştiriyor.


İhsan Doğramacı'yı yerden yere vuruyor.


Üniversitelerdeki eğitimi haklı olarak yetersiz buluyor ve eleştiriyor.Mesela diyor ki:''...Üniversiteler ya tek tip insan ya da üretken, yaratıcı , düşünen, özgür insan yetiştirecektir. İkincisi yeğlenecek ise Yök'e hayır...''


''Yök'e Hayır''...20 yıllık bir isyan. Bugün de hala ''Yök'e hayır'' diyoruz, ama kimse duymuyor. Mevcut iktidar da (AKP) bir zamanlar bu sese destek çıkardı ama nasıl olsa artık orada da kendi varlıklarını hakim kılınca bu sesi onlardan duyamaz olduk.


''...Öğrenci, gençlik dönemini yaşayamaz duruma getirilmiştir.Ayrıca güncel, toplumsal, siyasal ve bilimsel olayları izleyememektedir. Kişilik geliştirici, bilgisini tamamlayıcı ve sosyal etkinliklerden uzak tutulmaktadır. Bununla yeni bir öğrenci tipi yaratılmak istenmektedir. Bu tip boğuk, stresli, ezik, heyecansız, cansız ve cesaretsiz bir insan tipidir...''


''...Yök sayesinde sınav, uyutma ve uyuşturmada kullanılan ilaç olmuştur...'' Gel de bu söze 20 yıl öncesinin lafı de.


Bugün hala konuştuğumuz kimi konular, o yıllarda da aynıymış: ''...Cumhurbaşkanına ve başbakana kalırsa her ilde bir üniversite açılmalıdır. (hatırlatırım, yıl: 1989)...Çok kentte üniversite değil, az kentte üniversite olmalıdır. Güçleri dağıtmadan belli merkezlerde toplamalıdır. Belli kentler üniversite kenti olarak seçilmelidir. Dışta olan fakültelerde eğitimin yürümediği görüldü. Bırakın öğretim üyesini, dekanı bile gitmiyor, gitmiş görünüyor sadece....''


''...Üniversite aslında bir ya da birkaç bina ile geçici öğretim üyesi ile kurulamaz. Önce kadrosu hazırlanır. Labaratuvarı, kütüphanesi ve başka türlü olanakları oluşturulur. Bir de hakiki bir toplumsal düzey ve ortam ister. Her yerde üniversite kurulamaz. Bizim şimdi üniversitelerimizin bir bölümü kurulmuş oldukları yerlerde, kurulmuş oldukları çevreyle tamamen yabancılaşmış durumdadır. ( hatırlatayım, yıl: 1982)''


Ve tam da bugün olduğu gibi 1984'de de:''...Bu koşulların öğrencisi not tutmaya alışıktır. O nedenle meslek kitaplarını bile almaz. Kendinin veya arkadaşının tuttuğu 5-10 sayfalık not, yaşam için yeterlidir. Not tutmadığında imdadına fotokopici yetişiyor. Köşe başındaki fotokopiciye sayfasına beş lira verdi mi, işler tamamdır. Bu şekilde oluşan fotokopici gençlik kitaba karşı soğuktur, ilgisizdir. Anlama, yorma, araştırma, arama diye bir iş bilmez. Kopyasını aldığı 10 sayfalık notu ezberlemesi yeterli.


...Oysa üniversitenin ereği bu değildir. Üniversite ezberliği seçen bir kurum olamaz. Üniversite, aramayı, bulmayı, taramayı öğretir, kitap ve dergi sevgisi aşılar, yorum yaptırır, düşündürür, yaratıcı insan yetiştirir.


...Meslek kitabını almayan bir öğrenci diğer kitaplara daha az ilgi duyar.


...Öğrenci sayısı iki katına çıktığı halde kitap satışı eskisinin yarısına düşmüştür. Bunun pahalılık sonucu olduğunu düşünenler olabilir ; ancak bilim ve ders kitaplarında bu etkinin gücü her zaman zayıftır...''


Ne güzel, ne doğru söylemiş. Hem de 30 yıl önce söylemiş. 30 yıl. yazıyla ottuz yıl.evet çift ''t''ile. Ottuz yıl.


''...Ösym sınavının en önemli özelliği öteden beri ayrı yerlerde yarışanların, aynı yerde yarışa girmeleridir. Normal liseler, meslek liseleri, anadolu liseleri, özel liseler ve fen liseleri çıkışlılar ortak bir yarışlıkta yarışırlar...'' (1983)


Bir de yine o yıllarda da bir ''irtica geliyor'' sanrısı ''...Ülkede bir türban olayı çıktı. Laiklik yok edilmek üzere. Nerede ise kadınlarımız, kızlarımız peçe takacak. (1989)


Kadınlarımız bir peçe takamadı gitti. Taksalar da şu sanal irtica korkusundaki insanlarımız bir sussa, rahatlasa artık. Tövbe tövbe.


Bunun dışında kitap Yök, sınavlar, eğitim gibi konularda çok doğru tespitler içeriyor. Gerçi kitap eski ama muhabbetler aynı.Yahu bir ülkede 30 yıldır mı aynı muhabbet döner?


Dilerim 30 yıl sonra da hala bunları konuşuyor olmayız.

BU DÜZEN DEĞİŞMELİDİR


BU DÜZEN DEĞİŞMELİDİR


Yazarı: Bülent Ecevit


Yayınevi:Tekin Yayınevi


Basım Yılı:1.Basım 1968, 4.Basım 1975


Sayfa Sayısı:269



Kitap, Süleyman Demirel'in başbakan ve Adalet Partisi başkanı olduğu dönemde hazırlanan Bütçe tasarısını eleştiriyor.

1968 Bütçesinde 1975 yılına kadar ülkenin dış yardıma muhtaç olmaktan kurtulacağı hedefi konmuş ama bu hedef tutmamış tabi. Milli gelirin artacağı hedefi gibi.

Eleştirilerini rakamlarla destekleyen Ecevit, Devlet Planlama Teşkilatı'nn resmi raporlarından örnek vermiş: ''...Türkiye nüfusunu düşük gelirli yüzde 80'i, milli gelirden yüzde 43 pay alırken yüksek gelirli yüzde 20'si, milli gelirden yüzde 57 pay almaktadır.
Milli gelirden yarının altında pay alan , düşük gelirli yüzde 80 nüfus ise , Türkiye'nin en çok çalışan , en çok yorulan, milli gelir artışına en çok katkıda bulunan insanlarından, köylü ve işçisinden esnafından, memur , subay ve öğretmeninden meydana gelmektedir...''
sf 46.

Gerçi aradan bunca zaman geçmiş olmasına rağmen bu rakamların hala en azından oran olarak varlığını sürdürmediğini iddia edemiyoruz.

Enflasyonun, hayat pahalılığının arttığından da yakınan Ecevit ''...Dar gelirli vatandaşlar acaba sayın Başbakan'ın vaktiyle söylediği 'pahalılık sıhhat alametidir.' sözünü hatırlayıp avunabilecekler midir?..'' demiştir ki insanın ''laf ola beri gele'' diyesi geliyor.

Adalet Partisi'nin vakti zamanında bunun gibi acayip lafları, vaatleri olmuş. Misal '' Her şoföre bir vasıta'' gibi Ecevit'in tabiriyle '' fantazi niteliğinde, ciddiyetten uzak vaatler'' ( sf 25)

Tarıma, çiftçiye, köylüye yeterince destek verilmediğinden yakınan Ecevit, köylüler arasında kooperatifleşmenin önlenmesi için dile getirilen ''...Bulgaristan'da kooperatifçilik var. Bulgaristan komünist. Öyleyse, köylü kooperatifleştiği takdirde biz de Bulgaristan gibi komnist oluruz.'' zırvasını eleştiriyor haklı olarak ''...Böyle bir mantık şu noktaya kadar götürülebilir. Bulgaristan'da güneş doğudan doğar. Bulgaristan komünisttir. Öyleyse güneşin doğudan doğduğu her ülke komünisttir.'' sf 109

Toprak reformuna şiddetle karşı çıkan bir büyük toprak ağasının , köylünün, çiftçinin haklarını koruyacak en büyük kuruluşun, Türkiye Ziraat Odaları Birliğinin genel başkanı olmasını da eleştiriyor ve bu zatın biriliğin 9 Şubat 1968'deki genel kurul toplantısında ''Türkiye'de her vatandaşın yılda ortalama 250 kilo ekmek yemesi bir lükstür, israftır. Halbuki öteki ülkelerde bu miktar çok düşüktür. Ekmekten yapacağımız tasarrufla memleketimize önemli sayılabilecek döviz getirebiliriz.'' sf 176. demesini yerden yere vuruyor. ''...Zenginlerin lüksünden, asıl döviz kaybına sebep olan lükslerinden en küçük ölçüde bir kısıntı yapılmaya kalkışıldığı vakit, Türkiye'de servet düşmanlığından komünizme yol açıldığından söz edilir. Ama fakirin lüksü olan ekmeğe kolaylıkla el uzatılır...''

İşte böyle Demirel iktidarının memleketi nasıl batırdığını, paraları nasıl çar çur ettiğini, kendi ceplerini doldururken halkın cebini nasıl boşalttığını anlatan bir yergi kitabı.


Al bugün oku, hiç demezsin ''Vay be o zamanlar demek böyleymiş'' diye. Zerre şaşırmazsın. Bu kitabın üzerinden 30 yıl geçmesine rağmen yapılan tespitlerin güzel ve yalnız ülkemiz için hala geçerli olmasına üzülüyorum.