30 Mayıs 2021 Pazar

SARAYSIZ BAŞKAN


 

SARAYSIZ BAŞKAN

JOSE MUJICA

Andres Danza - Ernesto Tulbovitz

2015

İspanyolcadan Çeviren: Ali Tuncer

Tekin Yayınevi

7. Basım - Kasım 2015

261 sayfa


Jose Alberto Mujica Cordano, halkın taktığı isimle "Pepe", Uruguay’ın eski devlet başkanı. 

Gençliğinde gerilla imiş. Hapiste yatmış. 

2010’da başkan olmuş. 

*

Hiç hatırlamıyorum. Kendi ülkemizin güzide siyasetçileri gündemimizi yeterince meşgul ettiği için başka ülkelerinkine bakamamışım. Hele ki uzak ve küçük bir ülkeninkine. Ancak bu devlet başkanı her ne kadar küçük bir ülkenin başkanı olsa da bütün dünyaya kendisini tanıtmayı başarabilmiş. Çünkü farklı. Farklılığı mütevazı yaşamından geliyor. Bir ülke fakir bile olsa bilirsiniz, devlet başkanları şatafat içinde yaşar. Ama Mujica bunu seçmemiş. "Madem beni çoğunluk seçti, çoğunluğa uygun yaşamalıyım." gibi bir düstur edinmiş. Eski bir araba ile eski yaşam tarzını sürdürmüş başkan olduktan sonra da. 

*

Seçildikten sonraki konuşmasında "Eğitim eğitim eğitim" diyerek eğitimin önemine vurgu yapmış. Mesleki eğitime ağırlık vermek istemiş. Ama  “Lanet olası eğitim, ne kadar da karmaşık bir konu!” Sf.64 diyerek bu emelini gerçekleştiremediğini itiraf etmiş. 

Komşu Arjantin ile iyi ilişkiler kurmaya çalışmış. 

Gerillalıktan gelmiş olduğu için kendisine mesafeli olan askerlerle yakınlaşmak istemiş.

Devletin gereksiz harcamalarını kısmış. Yurt dışında seyahatlerinde yolluk almıyormuş. “Yurt dışı gezi yolluklarını imzalamaktan bıktım artık. Korkunç bir masraf.” Sf.69 diyormuş. 

Maaşının %70’ini bağışlamış.  Bu davranışının diğer devlet görevlilerine örnek olmasını ummuş ama nerede?... “Maaşımın büyük bir kısmını bağışlıyor olmama rağmen, birkaç kişi dışında hükümetten hemen hemen hiç kimsenin yoksullar için ortaya bir peso bile koymasını sağlayamadım.” Sf.69

Çok kitap okurmuş. Özellikle hapis yılları bol bol kitap okuyarak geçmiş. Savaş Üzerine - Carl Von Clausewitz kitabından ve Rosa Luxemburg'tan etkilenmiş.

Gerilla geçmişinden de anlaşılacağı üzere anarşist. “Devletle ilgili yapılabilecek en iyi şey, onu tamamen ortadan kaldırmaktır. Ama sorun, devletsiz yaşamama imkan vermeyen bir insanlık evresine denk gelmemdir... Halbuki insanlık tarihinin %90’ı devletsiz geçmiştir... Birileri diğerlerine hükmettiği zaman ortaya çıkmıştır devlet.” Sf.101

2014’te Nobel barış ödülüne aday gösterilmiş. 

*

Siyasetçilere mesafeliyim. Onları övmeyi, fanatikleri olmayı iyi bir fikir olarak görmüyorum. Bugün sevdiğiniz bir siyasetçi yarın başka bir yöne dönebilir. Çünkü siyaset bunu gerektirir. O yüzden onlara sevgi beslemeyi anlamlı bulmuyorum. İşlerini yapsınlar yeter. 

Bir de genel olarak hayatta dengeyi önemsiyorum. Mujica kimilerince giyim kuşamı, konuşma tarzı, hal ve hareketleri ile devlet başkanı tasavvuruna yakışır bulunmadığı için eleştirilmiş. Devlet başkanı olarak temsilcisi olduğun ülkeye yakışır bir şıklıkta ve duruşta olmayı önemsiyorum ben. Ama bu şıklık, pahalı ve lüks olmak zorunda değil. Ya da başkanlık duruşu dediğim şey halka tepeden bakan, küçümseyen bir duruş değil. Denge işte yav.

Siyaset ve siyasetçi sevmediğim için kitaptan keyif almadım. Bunlar arasında iyisi doğrusu yok. Bir tane oldu bizde, Atatürk, onu da anlayan yok. (Çok güzel bağladım yalnız. Mesajlı. Anlayanagdgfğsgs)


23 Mayıs 2021 Pazar

AL SANA BAHAR

 


AL SANA BAHAR

Hüsnü Mahalli

2016

Destek Yayınları

10.Baskı - Nisan 2016

301 sayfa

 

Aralık 2010'da Tunus'ta bir gencin kendisini yakmasının ardından "Arap Baharı" diye adlandırılan bir dönem yaşandı. 

Kitap da bunu hatırlatarak başlıyor. Yazar bu durumu "Bu bahar halklardan yana değil ve olamaz" diyerek değerlendiriyor. 

*

Yazarın çok dağınık bir anlatımı var.

Ama asıl sorun yazarın şu ifadeleri:

"30 yıl önce bir 'genç kız olarak' Amerikalılara gelin giden Mübarek..." Sf.23

"Genç kız" ve "gelin gitmek" ifadelerini aşağılamak amacıyla kullanması midemi bulandırdı. 

Benzer şekilde ABD'nin eski Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice için "esmer dilberi" Sf.59 ifadesini kullanması da.

Daha fazla seksist ve öfkeli erkek beyanı okumak istemediğim için bıraktım. 


22 Mayıs 2021 Cumartesi

MANİKİ DÜNYA

 


MANİKİ DÜNYA

İslam Coğrafyasının Kanlı Yüz Yılı

Hüsnü Mahalli

2016

Destek Yayınları

1. Baskı - Ocak 2016

318 sayfa


Hüsnü Mahalli gazeteci. Suriye'de doğmuş, Türkiye'de üniversite eğitimi görmüş, Orta Doğu hakkında pek çok araştırma yapmış, bilgi sahibi olmuş, bölge liderleriyle görüşmüş... Kitapta bu süreç anlatılıyor. Anılar ve yorumlar. 

*

Arabistanlı Lawrance'tan başlıyor anlatmaya. Agatha Christie ile de ilişkisi varmış Lawerance'ın. 

Filistin konusuna değiniyor. 

“Bir düşünün bir Rus, Polonyalı, Türk, İspanyol, Amerikalı, Alman, Etiyopyalı, Hintli bir Yahudi’nin Filistin’de ne işi olabilir? Onlar bulundukları ülkelerin ırkından insanlardır. Sf.19 diyor. 

“Araplar Türkleri arkadan vurdu”  diye düşünülmesini yanlış buluyor.  “Araplar denilen insanlar aslında uzun yıllar oğullarıyla birlikte İstanbul’da Ayan Meclisinde görev tapan Şerif Hüseyin’in destekçileridir.” Sf.24 diyor. 

Vahabi mezhebi ve Suud ailesinin İngilizler tarafından Müslümanlık içim tehlike olarak yaratıldığını söylüyor.

“İngilizler Suud ailesine Hicaz’ı, Haşimi ailesine Ürdün Nehri’nin doğusunu vererek buraya Ürdün Krallığı adını verdiler....Dolayısıyla her iki aile CIA ve MI6’in koruması altındadır. Suud ailesi İslam dinine yönelik her türlü pis oyunun içinde yer alırken Haşimi ailesi İsrail’i korumak için tampon görevini üstlenmiştir.” sf.256 diyor ve ekliyor:

“İlginç olan Akp yönetimindeki Ankara’nın TC’den nefret eden Suud ailesi ile işbirliği yapmasıdır.” Sf.257

Mısır'ın eski cumhurbaşkanı Enver Sedat'ın İsrail’i resmen tanıyan ilk Arap lider olduğunu anlatıyor. 

Yazar, 1980'lerde Libya Konsolosluğunda çalışmış. Kaddafi ile görüşmelerde bulunmuş. Kaddafi Atatürk hayranı imiş.

Yanı sıra Esad, Mübarek, Hariri, Talabani, Barzani gibi liderlerle görüşmüş, dostluklar kurmuş. 

2002 sonrası Akp ve Türkiye dış politikası ile ilgili olumlu yazılar yazması nedeniyle Arap medyasında tepkiler almış. Çünkü onlar “Akp bir Amerikan-İsrail projesidir, asla bu coğrafyanın dostu olamaz, demokrasi ve özgürlük düşmanıdır ve mutlaka gizli bir ajandası vardır” diyorlarmış. Yazar ise “Akp’nin başta Suriye, Irak ve İran olmak üzere bölgenin tüm ülkeleri ile dostluk ilişkileri kurmaya çalıştığını” düşünüyor, “Akp böyle devam ederse desteklerim” diyormuş. Ama sonra Akp'nin böle devam etmediğini kabul edip desteğini çekmiş. 

1990'larda Ermenistan-Azerbaycan-Karabağ sorunu döneminde sık sık bu bölgelere gitmiş ve bölge liderleri ile görüşmeler yapmış.

*

Hüsnü Mahalli gençliğinde gazeteci olmak istediğinde hoş karşılanmamış. Ülkesinde bu saygın bir meslek olarak görülmüyormuş. Kendisini bu konuda küçümseyen insanlara kazandığı ün ve başarılarla dersini verdiğini düşünüyor. 

*

Kitapta ayrıca;

Sürekli etraflarında dolaşan bir kara sineği ajan sanmaları,

Bir uçakta hostesin aynı bardakla herkese çay dağıtması,

Azerbaycan’da Avrupa’dan çalınan lüks araçların şase numaralarının değiştirilip Orta Asya ve Rusya zenginlerine satılması

... gibi anılar da var.

*

Hüsnü Mahalli, gazeteci Ayşenur Arslan ile "Maniki Dünya" adında bir program yapıyormuş. Kitabın adı buradan geliyor. Bu adın nereden geldiğini de kitabın arka kapağında Ayşenur Arslan yazmış:

"Maniki, Çingenecede 'kahpe' anlamına geliyor. Yunancada ise 'belalı' Öyle ya da böyle, maniki, dünyanın her köşesindeki yoksulların isyanı gibi. Programımızın adını bu yüzden Maniki Dünya koyduk." 

Çingenece mi?

*

Orta doğuya ilginiz varsa buyurun. Benim ilgim kitabın yarısından sonra dağıldı. 


BEN KİRKE

 


BEN, KİRKE

(Circe)

Madeline Miller

2019

Çeviren: Seda Çıngay Mellor

İthaki Yayınları

16.Baskı - Ocak 2021

404 sayfa


Ne güzel herkes beğenmiş bu kitabı.

Ben hariç.

Çıkıntılık olsun diye değil, sarmadı beni bir türlü. Halbuki herkes beğenmiş, kesin ben de beğenirim diye düşünerek alıp okumaya başlamıştım. Çünkü benim beğenilerim de genelin beğenileriyle uyumludur çoğu zaman. Ama ı-ıh bu defa olmadı.

*

Güzel başlamıştı halbuki. Ama devamını getirmekte çok zorlandım. Zerre ilgimi çekmedi. 

Mitoloji ve tanrılar konusunda bilgim yok. Belki birazcık bilgim olsaydı kitaptan keyif alırdım. Ya da bilgim olmasa bile en azından azıcık ilgim olsaydı yine zevk alırdım. Ama ikisi de yok bende. 

*

Kitaba adını veren Kirke, doğduğundan beri ailesinin zorbalığına maruz kalmış bir tanrıça. Tanrıçasın diye mutlusun zannediyorlar.

Annesi Perseis, babası Helios.

Kardeşleri Perses ile Pasiphae, Külkedisi’nin üvey kardeşleri gibiler. 

Bir kardeşi daha oluyor Kirke'nin, adı Aietes (Kartal demek) Kirke bakıyor ona.

Pasiphae evlendiriliyor. Yarı tanrı Girit Kralı Minos ile.

Aietes büyüyüp gidiyor, kendi krallığını kuracakmış. Kirke’de gitmek istiyor ama Aietes almıyor onu yanına, Kirke'ye kendi krallığını bulması gerektiğini söylüyor. 

Kirke yavrum yalnızlıktan ve mutsuzluktan o kadar muzdarip ki bir düğünde gördüğü ölümlülerden birine kocası olması için yalvarması gerektiğini düşünüyor, “Ne olsa bundan iyiydi.” diye düşünerek. 

*

Kirke, bir ölümlüye aşık oluyor. Adı Glaukos. Kirke onu Tanrı yapıyor ama adam kendi kendine Tanrı olmayı becerdiğini sanıyor. Kirke onunla evlenme düşleri kurarken Glaukos, Kirke’nin arkadaşı Skylla’ya aşık olup ona evlenme teklif ediyor.

Kirke cadılık maharetini keşfedip Skylla’yı canavara çeviriyor.

Bu sebeple cezalandırılıp bir adaya sürgün ediliyor, yalnız yaşamaya başlıyor.

*

Bir gün bir gemi dolusu adam geliyor adaya. Yardım istiyorlar Kirke’den. Kirke onları doyuruyor. Adamlar Kirke’nin erkeksiz olduğunu öğrenince tecavüze kalkışıyor. 

Ah Kirkem...

Adamlar Kirke'ye önce kocasını soruyor, Kirke "yok" diyor. Babasını soruyorlar, "uzakta" diyor, ağabeyisini soruyorlar... Kirke de hepsine dürüst dürüst cevaplar veriyor. Halbuki öyle denir mi? Kadınların -özellikle Türkiye'de yaşayanların- çok iyi bildiği üzere örneğin eve bir şey sipariş ettiniz, kurye geldi, evde yalnız olduğunuz halde sanki evde biri varmış gibi içeriye seslenirsiniz, "Baba yemek geldi!", "Abi sipariş geldi!" gibi. Ya da örneğin taksiye bindiniz, bir arkadaşınızı arayıp fake bir konuşma yaparak şoföre yalnız olmadığınızı gösterirsiniz. Kitapta da bu kısmı okuyunca bu konuşmanın sonunun nereye varacağını tahmin etmek zor olmadı. 

Kirke büyüyle adamlardan kurtuluyor ama... Garibanın yüzü gülür mü?

“Birinin gözünde bir kıymetim olsaydı, yalnız yaşamama izin verilmezdi zaten.” diye içleniyor.

*

Zeus’un oğlu Hermes geliyor ara sıra adaya. Kirke’yi kontrol etmek, Zeus’a karşı zehirli iksir yapıyor mu diye araştırmak için. 

Hermes’in yaşlı bir kadından duyduğu kehanete göre bir gün Odysseus adlı bir adam gelecekmiş adaya.

Kehanet gerçekleşiyor ve Odysseus geliyor adaya. Odysseus gittikten sonra Kirke onun çocuğunu doğuruyor. Adı Telegonos

Çocuk büyüyünce adadan gitmek, başka yerler görmek istiyor. Kirke izin vermiyor. Korkuyor çocuğunun başına bir şey gelecek diye. “Korku ve tanrılar, korku ve tanrılar! Ağzından başka laf çıkmaz.” diye sitem ediyor Telegonos annesine. Annesi de izin veriyor sonra. Yanına sihirli, zehirli mızrak vermeyi de ihmal etmiyor. 

Telegonos, babasını bulmaya gidiyor. Buluyor da ama babası onu tanımıyor ve Telegonos yanlışlıkla mızrakla babasını öldürüyor.

Telegonos ile beraber Odysseus'un karısı Penelope ve oğlu Telemakhos da adaya geliyor.

...

Ay daha da devam ediyor ama sıkıldıııııııım!

5 Mayıs 2021 Çarşamba

LATİN AMERİKA'NIN KESİK DAMARLARI

LATİN AMERİKANIN KESİK DAMARLARI

(Las Venas Abiertas De America Latina)

Eduardo Galeano

1971

Türkçesi: Atilla Tokatlı - Roza Hakmen

Çitlembik Yayınları

Haziran 2006

357 sayfa


Ne sömürmüşler Latin Amerika ülkelerini. Abd ve İngiltere başta olmak üzere ümüğünü sıkmışlar, posasını çıkarmışlar buradaki ülkelerin. Halk buna karşı koymaya çalışsa da kukla iktidarlar nedeniyle başarılı olamamış, ezildikçe ezilmişler. Ülkenin kendi lideri başka ülkelerin hizmetine amade olunca böyle oluyor. 

Kitapta da bu durum çarpıcı şekilde anlatılıyor. Teknik bir dili yok kitabın. Ekonomik veriler, istatistikler içinde boğulmuyorsunuz okurken. Zaten yazar da amacının herkesin anlayabileceği bir şekilde yazmak olduğunu açıklıyor kitabın sonunda:

"Bu kitap, okurlarla söyleşmek amacıyla yazılmıştı. Uzmanlaşmamış bir yazar, resmi tarihin, galiplerin ağzından anlatılan tarihin gizlediği ya da değiştirdiği birtakım olguları açığa çıkarmak amacıyla, uzmanlaşmamış okurlara sesleniyordu." sf.333

*

Kitapta önce nüfus problemi anlatılıyor. Gelişmiş ülkelerin, gelişmemiş ülke nüfuslarından rahatsızlığı, bu ülkelerdeki nüfusu azaltma planlarından bahsediliyor. Bu çerçevede kadınların kısırlaştırılması çalışmaları yapılmış, gebeliği önleyici haplar, spiraller, prezervatifler dağıtılmış.

Halbuki Latin Amerika’nın Avrupa ülkeleri ve ABD ile kıyaslanınca o kadar kalabalık olmadığını anlatıyor yazar. Bolivya, Brezilya, Şili, Paraguay, Ekvador, Venezüela’da toprakların yarısının bomboş, Uruguay’da nüfus artışının çok yavaş olduğunu söylüyor. Yazara göre burada amaç “Latin Amerika’nın problemlerini Latin Amerikalıları önceden yok ederek çözmek” Sf.21

ABD'nin kendi nüfusuna bakmadan başka ülkelerin nüfusunu dert etmesini de eleştiriyor:

“Kendi sınırları içindeki nüfus patlamasından katiyen endişe duymayan ABD, aile planlamasını dünyanın dört bir bucağında uygulatmak için cansiperane bir şekilde çabalamaktadır” Sf.20

Mevcut kaynakların paylaşımı adilane yapılamayınca kaynakları paylaşanların sayısını azaltmak çözüm olarak sunuluyor. 

“Ekmeklerin sayısını artıramayan emperyalizm, davetlilerin sayısını azaltma yoluna gidiyor.” Sf.19

*

Amerika kıtasının keşfi sürecine yer veriyor sonra kitap. Amerika yerlilerine yapılan zulümler, zaten daha bir şey de yapmadan yerlilerin beyazlarla ilk teması sonucu bulaşıcı hastalıklara (çiçek, tetanoz, tifüs, cüzzam...) yakalanıp ölmeleri...

Çok öfkelendirici bir şey, düşün bak, İnkalısın, memleketinde otururken yabancılar geliyor ve yakıp yıkıyor ortalığı. Ulan, ben memleketimde kendi halimde takılıyorum, sen kimsin? 

*

Madenlerde yerliler çalıştırılıyor. İnsanlık dışı koşullarda ve zorla çalıştırıldıkları için de ölüyorlar. Sömürgeciler bu ölümlerden yerlileri sorumlu tutuyor. Ahlaksız yaşamları varmışmış, günahları yüzünden Tanrı’yı öfkelendirmişlermişmiş, o yüzden “yerlilerin ruhundaki kötülükle savaşmanın tek yolu onları madenlerde çalıştırmak”mışmış.

Hayır, madeni biter, şekeri başlar. Şekeri biter, kahve, kauçuk, kakao, petrol. Bu kadar bereketli topraklara sahip olup bu bereketten başkalarının yararlanması. Senin de onlar yararlansın diye insanlık dışı çalışıp ölmen... Ulan!

“Gelişmiş ülkeler, azgelişmişlerin ürettikleri de dahil, dokundukları her şeyi kendileri için altına, başkaları için tenekeye dönüştürürler.” Sf.137 deniyor kitapta. Hatta bir vatandaş yakınıyor, keşke bu kadar değerli şeylere sahip olmasaydık diye. 

Ulusal değerlerin ulusa ait olması ya da en azından aslan payından ev sahibi ülkenin yararlanmasını bekliyoruz ancak bu beklenti için de şunu hatırlatıyor yazar; 

“Bir ülkenin başlıca zenginliğinin devletin eline geçtiği her durumda olduğu gibi, burada da devletin kimin elinde olduğunu düşünmekte yarar var.” Sf.337

*

Bir de nasıl yakın hissettim kendimi bu ülkelerle. Zaten muhtemelen her Türk okuyucu kendisini kitaptaki ezilen ülkeler ile empati yaparken bulur. Acaba niye?

“Kendi kalayını işlemekten aciz olan Bolivya, buna karşılık sekiz hukuk fakültesine sahiptir.” Sf.194

“Latin Amerika üniversiteleri, sayıları az da olsa, matematikçiler, mühendisler, programcılar yetiştiriyor. Bunlar da yurt dışına gitmedikleri sürece iş bulamıyorlar zaten.” Sf.311

Allaalla, tanıdık geldi! 

*

Bolivya, Gulf Oil şirketiyle petrol arama konusunda bir anlaşma yapmış. Anlaşmaya göre petrol aranan bölgede petrol bulunamazsa, Gulf işe yatırdığı paranın tümünü geri alabilecekmiş. Petrol bulunursa da işletme yatırım masraflarını çıkarıncaya kadar masraflar ulusal petrol şirketince karşılanacakmış. 

Bizim yol geçiş garantili köprüler, hasta garantili hastanelerimiz gibi bir anlaşma.

*

Kendi vatandaşına zerre değer vermeyip başka ülkelere kul köle olan liderlerin ülkelerini düşürdükleri rezillikleri okumak çok can sıkıcı. 

Örneğin; İngilizler, Brezilya’da ulusal yargı organları tarafından yargılanmamak gibi özel bir haktan yararlanıyorlarmış. "Brezilya, ‘Büyük Britanya ekonomik imparatorluğunun gayriresmî bir parçasıydı." Sf.230 deniyor kitapta.

Brezilya ve İngiltere arasında 1810’da Ticaret ve Denizcilik Anlaşması imzalanmış. İngiliz ithal mallarına uygulanan vergi düşük tutulmuş. Anlaşmanın metni İngilizceden öylesine alelacele çevrilmiş ki, örneğin policy sözcüğü Portekizceye politika yerine polis olarak çevrilmiş. Böyle bir umursamazlık.

*

Haiti kitapta batı yarımkürenin en yoksul ülkesi diye tanımlanıyor. Bunu ortaya koyan bir örnek olarak; "Haiti’de, ayakkabı boyacısından çok ayak yıkayıcısı vardır. Küçük çocuklar, birkaç kuruş karşılığında, boyatacak ayakkabıları olmayan müşterilerinin ayaklarını yıkarlar.” Sf.344

*

Kitap 1971'de basılmış. Sonra da yasaklanmış tabii. Ekonomik olarak sefil halde olan ülkelerde ifade özgürlüğü mü olacaktı? 

Elli yıl geçmiş kitabın üstünden. Bahsi geçen ülkelerin durumunda bir değişiklik var mı?..

Kitap yazmak işe yaramıyor, okumak işe yaramıyor, isyan edip ayaklanmak işe yaramıyor, ne işe yarıyor? Sömürgeci ülkelerin insafa gelmesi mi beklenecek?

*

Bunlar gerçekler, biraz da roman edasıyla sıkılayım derseniz;

Bkz: İnci / John Steinbeck

Bkz: Gazap Üzümleri / John Steinbeck

Aynı haltların edebi halleri. 





3 Mayıs 2021 Pazartesi

İKNANIN PSİKOLOJİSİ


 


İKNANIN PSİKOLOJİSİ

Teori ve Pratik Bir Arada

(The Psychology of Persuasion)

Robert B. Cialdini

1984

Çeviri: Yasemin Fletcher

Media Cat Yayınları

Ekim 2017

383 sayfa


Yazarın kendi samimi itirafına göre, herkese evet diyor, kolay ikna oluyormuş. Bir gün kendi kendine, ben niye bu kadar kolay ikna oluyorum, diye düşünmüş ve araştırıp bu meselenin kitabını yazmış.

Aslında yazar kolay ikna olmuyor, karşısındakiler "ikna profesörü" Çeşitli teknikler kullanarak insanları manipüle ediyorlar. Gerçi zamanla bu teknikler açığa çıkıyor ve işlevsiz hale geliyor. 

Denk gelmişsinizdir, "Al be güzel kızım, hediyem olsun" diye çengelli iğneye iliştirilmiş boncuk veren teyzeler. Siz onun gerçekten söylediği gibi hediye olduğunu zannederek alırsanız, peşinizden para istemeye gelecek, hediyeyi geri almayacak, siz de para vermek durumunda hissedeceksiniz. Bu taktik ilk zamanlar belki işe yarıyordu, ama artık kimse sokakta kendisine uzatılan hediye, broşür ve benzerini almıyor. Çünkü bunlar sadece hediye, sadece broşür değil. 

Bunu "Karşılıkta bulunma kuralı" diye tanımlıyor yazar. Hare Krişna adlı bir topluluk Amerika’da önce dergi, kitap hediye edip sonra bağış topluyormuş. Bu hediyeleri, gerçekten hediye olduğunu zannedip alan insanlar sonra kendilerinden bağış istenince vermek durumunda hissediyorlarmış. 

Ama artık kimse yemiyor bunu. 

Bunun başka bir versiyonu marketlerde yaşanıyor. Marketlerde bedava numune verirler, siz de belki onu satın almak durumunda hissedersiniz. Ama artık bu kadar hisli insanlar değiliz bence. 

Bunun en tehlikeli boyutu politikada yaşanan hali. Bu taktiğin politik versiyonu bizde "makarna, kömür" diye basite indirgeniyor ama işin "rant, ihale" vb kazanımlar sağlanması kısmı da var. 

*

İkna meselesi ürün satışları konusunda önem kazanıyor. Satıcılar ürünlerini satmak için çeşitli yollara başvurabiliyor. Bir de bizim zihnimizdeki kısayollar var. Örneğin pahalı=iyi diye kodlanmıştır zihnimizde genelde. Biraz düşününce bunun her zaman böyle olmadığını biliriz ama işte kilit nokta "biraz düşünme" meselesi zaten. Biraz düşünsek kısayol kullanmamıza gerek kalmaz, biraz düşünmek istemediğimiz zamanlarda kısayollarımıza itimat ediyoruz. 

Bu noktada yazar satıcıların ya da ikna manipülatörlerinin bizi aldatarak aslında bu yılların deneyimi sonucu edindiğimiz kısayolları bozduklarını, bu yüzden de affedilemez olduklarını düşünüyor. Bir kısayol kolay mı ediniliyor canım?

*

Bir başka kısayolumuz mesela, bir uzman söylüyorsa doğrudur diye düşünmemiz. 

Uzmana inanırız, bizim bildiğimizden daha çok ve daha doğru bildiğini düşünürüz, dolayısıyla da inanmak isteriz. 

Ancak bu isteğimiz de çeşitli ürün reklamlarında örneğin diş macunu reklamında dişçilerin oynatılması gibi, manipüle edilebilir. 

Hatta reklamdaki kişinin o mesleği icra etmesi bile şart değil. Bir dizide doktor rolünü oynayan oyuncunun, yine aynı doktor rolüyle reklamda oynaması bile ikna edici oluyormuş. 

Uzman söylüyorsa doğrudur kanaatinin bir tehlikesi de şöyle bir deneyde ortaya çıkmış. Bir hastanede hemşirelere telefonla "Ben doktor x, şu hastaya şu ilacı verin" denmiş. O ilacın o hasta için tehlikeli olduğunu bildikleri halde hemşireler sırf doktor X söyledi diye o ilacı hastaya vermeye kalkmışlar. Sorgulamamışlar. Burada aslında kınanacak bir durum ben göremiyorum. Hemşire, doktorun her talimatını sorgularsa işler aksar. Demek ki denge önemli burada ya da bariz hata olup olmaması. 

Benzer bir husus bir havayolu şirketinde yaşanmış. Esas pilot kendi kendine şarkı mırıldanırken kafasını kaldırmış, bunu uçağı kaldırma işareti sanan yardımcı pilot uçağı kaldırmaya çalışmış, yere çakılmışlar sonra. Halbuki yardımcı pilot, uçağı kaldırma zamanının gelmediğini bildiği halde sırf esas pilot kaldırma komutu verdi sandığı için ona uymuş, o daha iyi bilir diye. 

İş hayatında üste itaat önemli, ama körü körüne olmayacak, kendi bilgi ve deneyimimizi de hiçe saymayacağız demek ki. 

*

"Zıtlık ilkesi" diye açıkladığı bir husustan bahsediyor yazar. Örneğin önce hafif bir objeyi kaldırıp ardından daha ağır bir obje kaldırdığımızda ikinci objenin ilk önce hafif objeyi kaldırmadan hissedeceğimizden daha ağır olduğunu hissederiz. 

Al bu bilgiyi ne yapıyorsan yap. 

Giyim mağazasında satış elemanının önce pahalı ürünü gösterip sonra yine pahalı ama ilki kadar pahalı olmayan ürünü göstermesi. Emlakçının önce kötü evleri gösterip sonra iyi evi göstermesi. Otomobil satıcısından yüzbinlerce liraya araba satın aldıktan sonra yüzlerce liralık aksesuarların fiyatının fazla gözükmemesi. Vur bunu politikaya, vatandaşlara ölümü gösterip sonra onların sıtmaya razı edilmesi. 

*

Çok takdir ettiğim şerefsizce bir satış taktiği öğrendim kitaptan. Yazar kendi yaşadığından yola çıkarak bu bilgiye ulaşmış. 

Yılbaşına doğru spesifik olarak bir oyuncak cinsinin çok reklamı yapılıyormuş. Çocuklar da noel hediyesi olarak o oyuncaktan istiyorlarmış. Gelgelelim o oyuncak noel zamanı tükeniyormuş, birçok ebeveyn çocuğuna o oyuncağı alamıyormuş. Onun yerine, onu telafi etmek için bir sürü başka oyuncak alıyorlar, o oyuncak için de daha sonrası için söz veriyorlarmış. Böylece spesifik olarak bir oyuncağı alacakken onun yerine bir sürü oyuncak alıyorlarmış. 

Yazar bunu bir başka ebeveynle aynı sorundan muzdarip olarak bir oyuncakçı dükkanının önünde muhabbet ederken tespit etmiş. 

Çünkü oyuncakçılar stoklar yeterli olduğunda o reklamı yapılan oyuncağın alındığını, sonra yıl boyu bir daha oyuncak alınmadığını gözlemleyince böyle bir yol bulmuşlar. 

Başarılı bir itlik, puştluk. Tebrikler!

Ürün satışını artırmanın bir başka yolu olarak "sınırlı sayıda" ya da bu fiyata almak için "son gün" de denebilir. 

*

Bir ikna yöntemi olarak iltifat. Yazar buna "İmaj yaratma" diyor. 

Mısır Başkanı Enver Sedat, uluslararası müzakerelerden önce karşı tarafa "Sizin adil bir ülke olduğunuzu biliyoruz." gibi olumlu laflar edermiş. Böylece karşı taraf, kendisini o üne uymak zorunda hissedermiş.

Yardım derneklerinde de "Ne kadar yardımseversiniz!" denilen üyeler diğerlerine göre daha çok bağışta bulunuyormuş.

Yani aslında bir insanı överek onu övdüğün karaktere bürünme borcuna sokuyorsun. Harika!

*

Pek çok insan aynı şeyi yapıyorsa doğrudur zannından bahsediyor yazar. 

Örneğin bir dükkanın önünde kuyruk gördüğümüzde o dükkanda iyi bir şey satıldığını zannetmemiz. 

Sitcomlardaki kahkaha efektinin de bu doğrultuda kullanıldığını anlatıyor yazar. "Konserve kahkaha" adını verdiği bu otomatik kahkaha, her ne kadar buna sinir olduğumuzu söylesek de işe yarıyormuş. "Toplumsal kanıt" sağlıyormuş. Çünkü “Bir davranışı, başkalarının onu yaptığını gördüğümüzde doğru olarak görürüz.” Sf.163 

Benim aklıma dolandırıcılar geliyor. Çiftlikbank mesela. 

-Çiftlikbank'a neden güvendiniz?

-Bu kadar insanın aptal olamaz diye düşündük.


*

Başkaları yapıyorsa doğrudur ile bağlantılı olarak intihar haberlerinden de bahsediyor yazar. İntihar haberleri başkalarını da intihara teşvik ediyor. “Başkasının intihar ettiğini duyan insan, kendi intiharının da uygun bir davranış olduğuna karar vermektedir.” Sf.197

*

Başkaları bizim için bir ayna olabiliyor.

Yazar, çocuğuna simit olmadan yüzme öğretmeye çalışıyormuş, ama çocuğu simit olmadan yüzmeye korkuyormuş. Yüzme hocası tutmuşlar fakat nafile. Ancak çocuk bir gün kendi yaşıtı bir çocuğun simitsiz yüzdüğünü görünce simitsiz yüzmeye başlamış. Yazar da hemen yapıştırmış tespitini. Çocuğa simitsiz yüzebileceğini iki metrelik bir yüzme hocası değil, ancak kendisi gibi bir çocuk gösterebilir. 

"Benzerlik ilkesi" diye açıklıyor yazar bunu. Dişçiden korkan çocuklara dişçiye giden kendi yaşıtlarının olduğu reklamlar izletilmiş. Çocukların korkusu geçmiş.

Bunlar iyi örnek. Peki, çocuklar vahşet izlerse ne olur?

Amerika’daki okul katliam haberlerini buna örnek veriyor yazar. Çocuklar, kendi yaşıtlarının okul katliamı yaptığını gördükçe buna başka katliamlar ekleniyormuş. İntihar haberleri gibi.

*

Kalabalıkta bir suçun mağduru olduğunuzda size yardım edecek daha çok insan olduğunu sanırsınız değil mi? İşin aslı öyle değilmiş. Kalabalıkta insanlar, başka insanların yardım edeceğini düşündüğü için geçip gidiyormuş. Buna en çarpıcı örnek "Genovese olayı/ Newyork." 

Bir kadın öldürülüyor. Öldürüldüğünü onlarca insan görüyor, ama kimse polise haber vermiyor.  Çünkü herkes başkasının polisi aradığını düşünmüş. "Etrafta ne kadar fazla yardım edebilecek kişi varsa her bireyin kişisel sorumluluğu azalmaktadır.”Sf.182 

Yazar burada şöyle bir ipucu veriyor. "Yardım edin!" diye genel değil, "Hey sen mavi ceketli, bana yardım et!" diye spesifik birinden yardım isteyin, böylece ona kurtarıcı rolü vermiş olursunuz. 

*

İnsanlara "Evet!" dedirtmek için iyi gözükmek önemli. “Araştırmalar, iyi görünümlü kişilere otomatik olarak yetenek, zarafet, dürüstlük ve zeka gibi özellikleri de yüklediğimizi göstermiştir.” Sf.229 Evet, ye kürküm ye.

Çekici sanıklar daha az ceza alıyor, güzel çocuğun yaptığı yaramazlıklara daha hoşgörüyle yaklaşılıyor, çekici satıcılar alıcıları daha kolay ikna ediyor. 

Reklamlarda güzel kadın kullanımı da bu yüzden.  Çünkü o kadınlardaki güzellik ve arzulanan olma özellikleri reklamı yapılan ürünle bir tutuluyor müşteri tarafından.

*

Yazar, evet dedirtmeye odaklı firmalarda casusluk yapıp evet cevabı almak için kullanılan bunun gibi bir sürü taktiği derlemiş.

Yazar bunlara karşı koyabilme tavsiyelerinde de bulunuyor. Genel olarak bir durun, düşünün, gerçekten ihtiyacınız mı var mı... vb gibi. 

Kitaptaki deneyler daha çok 1950-1980 yılları arası. O zamanlar telefonla  ya da kapı kapı dolaşıp ürün tanıtımı yapma söz konusu. Artık bu hususlar kişisel verilerin gizliliği kapsamında değerlendiriliyor. Ama hala tam anlamıyla bitmiş değil. Taktiklerin görünümü değişse de özü aynı; insanları nasıl manipüle edip satın almasını sağlayabiliriz?

*

Bunun gibi itlikleri puştlukları öğrenebileceğiniz bir başka kitap için;

Bkz: İktidar: Güç Sahibi Olmanın 48 Yasası