21 Ocak 2019 Pazartesi

KADINLAR NE İSTER



KADINLAR NE İSTER?

(Being The Strong Man A Woman Wants)

Elliott Katz

2012

İngilizce Aslından Çeviren: Burcu Çelik

Arunas Yayıncılık

103 sayfa


“The Red Pill” diye bir nane var. Erkeklerin erkek olmakla ilgili görüşleri mi desem, nasıl daha iyi erkek olunur, erkek olmak nedir… gibi şeyleri anlatan bir öğreti benim anladığım kadarıyla.

Şuradan okumuşluğum var: https://kirmizihap.org/

Bu kitap da sanki The Red Pill öğretisinin konsantre bir şekilde anlatımı gibi geldi bana.

*

Bir adam karısıyla problemler yaşıyor.

Adam, büyükanne ve büyükbabasının yanına gidiyor. Onların evliliğinin uzun yıllar boyunca devam etmiş olmasına hayran kalıyor. Bir gün dede-torun başbaşa yürüyüşe çıkıyorlar. Dede bu sırada torununa kadınların nasıl bir erkek istediğini, nasıl daha iyi bir erkek olacağını anlatıyor.

Üzerinde en çok durduğu şey sorumluluk almak.

Karısına “Kararı sen ver” demek iyi değildir, diyor. Kararı sen ver, sonra verdiğin kararın arkasında dur.

Torunsa sürekli bunun maçoluk, kabalık vb olup olmayacağını soruyor.

Dede de maçolukla bunun ilgisi olmadığını anlatmaya çalışıyor.

Torununa önce kendisinin ne istediğini bilmesi gerektiğini öğütlüyor. Karısının her dediğini yapmamasını söylüyor. Yanlış olduğunu düşündüğün bir şey varsa, sırf karın memnun olsun diye yapma. Bu onu memnun etmez… gibi şeyler.

Dede de zamanında karısıyla benzer sorunlar yaşamış. Hatta kim yaşamamış ki?

“Büyükannenin bana saygı duymak istediğini öğrendim. Benim güçlü olmamı istiyordu. Onu sürekli memnun etmeye çalışmamı değil..” sf.27

Güçlü ol, kararlı ol, sorumluluk al… Özetle bunları anlatıyor dede torununa.

Adem ve Havva hikayesinden örnek veriyor. Yasak elmayı Havva ye dedi. Adem bunun yanlış olduğunu düşünüyorduysa yemeseydi. Madem yedi, sonrasında suçu Havva’ya atmamalıydı. Bunlar erkeksi değil, diyor.

*

Her baba çocukları için bir rol modeldir, bunu hatırlatıyor dede torununa ve çocukların için nasıl bir rol model olmak istiyorsun, diye soruyor:

“Michael, oğlunu düşün. Sen onun için bir rol modelsin. Onun nasıl bir erkek olmasını istiyorsun? Kadınların ona nasıl davranmasını istiyorsun? Kızını düşün. Kızlar genelde babalarına benzeyen erkeklerle evlenirler. Kızının kendine eş olarak seçeceği tarzda bir erkek olmalısın.” Sf.50

Kadınlar ne istermiş? Ne istediğini bilen, güçlü, kararlı, kararlarının arkasında duran, kendine güvenen, sorumluluk alan, erkek. 

İnce nüansları var böyle şeylerin. Gerçekten de ilk duyulduğunda kulağa maçoluk, kabalık gibi gelebiliyor ama işin aslı öyle değil.

Ayrıca bu özellikler erkeklere özgü olmak zorunda da değil ki. Hepimiz ne istediğini bilen, güçlü, kararlı, kararlarının arkasında duran, kendine güvenen, sorumluluk alan insanlar olalım. Çok güzel olur.

JAPON NE YAPMIŞ




JAPON NE YAPMIŞ

Onur Ataoğlu

2011

Çınar Yayınları

2. Baskı – Mayıs 2014

223 sayfa


Onur Ataoğlu, 2002’de Tokyo Büyükelçiliği Ekonomi Müşavirliğine tayin edilmiş, 3,5 yıl çalışmış burada.

Japonya’daki izlenimlerini kitaplaştırmış. Önce “Japon Yapmış” diye bir kitap yazmış. Okumadım onu, kütüphanede buna denk geldim. Bu ikinci kitabıymış. Birincisi çok sevilince demek ki ikincisini yazmış.

*

Çeşitli milletlerle ilgili hiç o memlekete gidip görmesek de ya da hiç o milletten bir insan tanımamış olsak da bazı öğrenilmiş kalıplar vardır ya. Almanlar disiplinlidir, Fransızlar soğuktur…vb

Japonlarla ilgili benim ön yargılarım, işlerini çok düzgün yapmaya aşırı hassasiyet gösterdikleri, yoksa kendilerini harakiri yaptıkları ve teknoloji devi oldukları.

Kitap, o memlekette ve o insanların içinde yaşamış bir Türk tarafından yazıldığından Japonların benim için ön yargıdan arınmış, insan yüzünü gösterdi bana.

*

O kadar da disiplin düzen robot insanı değillermiş. Onların da mafyası varmış mesela. (Mafya her ülkede var zaten galiba.)

*

Otomatlar yazarın çok ilgisini çekmiş. Dağ başında bile olsa, en ücra köşede bile olsa, para atınca içinden istediğiniz ürünü veren otomatlar her yerde varmış ve hep çalışır vaziyetteymiş. Arızalı otomat görmek burada bizi şaşırtmaz mesela, ama orada hep çalışır vaziyetteymiş. Bu da aslında halkın, devlete güven duymasını sağlıyormuş.

*

Tıkır tıkır çalışan trenler de Japonya’nın medarıiftiharıymış. Japonlar yüksek hızlı trenleriyle gurur duyuyorlarmış, hatta trene binmeyecek bile olsa sırf izlemeye gelen oluyormuş.

Japonların hızlı trenleri kelimenin tam anlamıyla hızlı tabi. O kadar ki trenin tekerleri raylara değmiyor hızdan adeta uçuyor. Zaten planları gerçekten hiç raya ihtiyaç duymadan uçacak trenler yapmakmış.

Bu trenler hızlı olduğu kadar sallantısız da. Tıngır mıngır da gitmiyorsunuz. Bir de hep tam vaktinde hareket ediyor. Gurur duymakta haklılar.

Yalnız şöyle bir kaza olmuş yakın geçmişte.

Japonlarda ast üst ilişkisi çok sert sanırım. Bir makinist de üstünden azar işiteceğini düşünüp bir yanlışlık yapmış ve kazaya sebep olmuş, insanlar ölmüş. Ondan sonra Japonya’da insana bu kadar yüklenilmemesi gerektiği konuşulmaya başlanmış.

Tren/metro ulaşımı çok yaygın olunca istasyonlar da adeta şehir gibiymiş. İstasyonlarda kaybolmak mümkünmüş.

*

Bir çöp bilgisi veriyor yazar, ben de şaştım.

Çöpleri bizdeki gibi laps diye çöpe atmaca zaten gelişmiş ülkelerde yok, onu biliyorum. Oralarda geri dönüşüm için çöpler ayrıştırılarak atılıyor.

Japonya’da da öyleymiş. Daha ötesi örneğin büyük bir elektronik aleti çöpe atacağınız zaman önceden belediyeye haber verip harç ödüyormuşsunuz. Eğer alet Japon malıysa daha az harç ödüyormuşsunuz, Avrupa malıysa daha fazla.

O yüzden insanlar bazen, para ödememek için, bu tip çöplerini arabaya yükleyip başka bir şehirde, harç ödenmeyen bir alana bırakıp kaçıyorlarmış.

*

Japonya’da yabancılara mesafeli davranılıyormuş. Ne kadar içlerinde yaşasanız da gaijin (bizdeki gavur anlamındaymış) olarak görüyorlarmış sizi.

İngilizceleri de dilleri pek dönmediği için zor anlaşılıyormuş. Hatta yazarın verdiği örneklere bakınca sanki Japonlar kendi İngilizcelerini yaratmış gibi.

"Building" yerine "biru"
"Investment" yerine "inbestiment"
"Sit down" yerine "shit down"

diyorlarmış.

Yazar bunun üstesinden gelmiş. Kelimelerin sonuna u ekleyince Japonglizce okunuşu ortaya çıkıyormuş:

Pencil – pensuru
Table – teeburu
Calender- karendaa
gibi

*

Hayat kurtaran birkaç Japonca kelime de paylaşmış.

Chotto matte: Anlamı “Bir dakika hemşerim” gibi bir şey olsa da bunu duyduğunuzda ortamı terk edin, diye anlatıyor yazar. Baştan savmak için kullanılıyormuş.

Hai: Evet anlamına gelirmiş, durum ne olursa olsun, bir hai demekten zarar gelmezmiş.

Domo: Teşekkür içerirmiş. “Özellikle alışverişlerde, restoranlarda, biri size bir şey verirken, sunarken, iki kişi arasındaki herhangi bir iletişim çeşidinde işe yarar.”

“Japoncanızı çeşitlendirmek için hai, domo ve hai domu’yu dönüşümlü olarak kullanabilirsiniz.” Sf.47

*

Tabii kitapta Japon mutfağı, suşiler, festivaller, Japon bahçeleri...vb de anlatılıyor. 

İlgilisi için keyifli bir kitap olmuş. 

KÜÇÜK ŞEYLER



KÜÇÜK ŞEYLER

Üstün Dökmen

2004

Remzi Kitabevi

27. Basım – Ağustos 2012

164 sayfa


Üstün Dökmen’in televizyonda “Küçük Şeyler” adlı programı vardı. O programda paylaşamadığını belirttiği konuları kitapta ele almış.

*
Küçük şeyler derken meşhur atasözünden yola çıkmış:

“Bir mıh bir nal kurtarır, bir nal bir at kurtarır, bir at bir er kurtarır, bir er bir cenk kurtarır, bir cenk bir vatan kurtarır.”

*

Küçük şeylerin zamanla öğrenileceğini söylüyor yazar. Örneğin kuaförler saçlara, terziler elbiselere daha fazla dikkat eder. O meslekten olmayan insanların göremediği küçük ayrıntıları daha iyi yakalar. 
Demek ki küçük şeyler zamanla ve üzerine çalışılarak öğrenilebilir.

Çinlileri birbirine benzetmemizin de böyle bir açıklaması var. Biz Çinlileri birbirine benzetirken onlar da Batılıları birbirine benzer buluyormuş. Halbuki o toplumun içinde yaşadıkça farklılıkları anlar hale geliyor insan. Yani Çin’de yaşasam artık Çinlilerin birbirine benzediğini düşünmeyeceğim, farklılıklarını anlayabilir hale geleceğim.

Buradan da sanırım çıkardığı sonuç, birbirimizle beraber vakit geçirdikçe birbirimizi daha iyi tanırız.

*

Küçük şeylere önem vermek mutluluk getirir mi, diye soruyor.

Sorusuna ek olarak “Kime göre küçük?” diye ekliyor. Neyin küçük şey, neyin büyük şey olduğu göreceli.

Yazarın buna yanıtı:

“Eğer bir olaya verdiğimiz değer yarına kalma ihtimalimizi artıracaksa o olay önemlidir, artırmayacaksa önemli değildir. Her şeyin göreceli olduğu bir dünyada kişinin kendini koruması esas olmalıdır.” Sf.24

“Diyelim ki komşunuz size selam verdi. Bundan hoşnut olursanız kendinizi iyi hissedersiniz; bu da sizin yarına kalma ihtimalinizi artırır. Ama eğer ‘Yahu bu adam bir çıkarı olmadan babasının hayrına selam vermez’ gibisinden düşünürseniz, kendinizi iyi hissetmezseniz. Bu da sizin yarına kalma ihtimalinizi azaltır.” Sf.25

*

Derdimizi tasamızı anlatmak iyi midir?

Yazar, iyidir demiş. “İfade edilen sıkıntı çoğunlukla bizi rahatlatır.” Sf.40

Ben pek öyle düşünmüyorum.
Y
azar, anlattığı anekdotta kızıyla oyun oynuyormuş, bu oyunda ağaç oluyormuş, o gün oyun oynamak istememiş, kızına da bu sabah keyfim yok, ağaç olmak istemiyorum demiş. Kızı da ‘Üzgün ağaç ol o zaman.’ demiş.

Baba olarak sen sıkıntını dile getirdin rahatladın. Ama küçücük kızcağız babasını üzgün gördü, iyi mi oldu? Bence olmadı.

Ben sıkıntıların dile getirilmesinin iyi bir fikir olduğunu düşünmüyorum.

Aslında yazar da bir yerde negatifi dile getirmenin iyi olmadığını yazıyor. Çünkü negatifliği dile getirince zamanla bu negatifliği destekleyecek küçük ayrıntıları fark eder hale geliyormuşuz.

Bir yandan bunu deyip öbür yandan kızına keyfim yok diyebilmesi bence çelişkili olmuş.

*

Ebeveynlerin çocuklarını dövmesiyle ilgili güzel bir noktaya değinmiş. Ülkemizde malum, ekmek nimetten sayılır, yere düşünce öpülüp alna konur. Öyle değer verilir. Yazar da diyor ki, çocuğunuz nimet değil mi? Onu nasıl dövüyorsunuz?

Doğru.

Gerçi çocuk dövmek (ya da başka birini dövmek, genel olarak dövmek) ile ilgili, bunun yanlışlığını anlatmak için böyle bir örnek vermeye gerek olmamalı, hatta bunun yanlış olduğunu zaten herkes bilmesi gerektiği için anlatmaya dahi gerek olmamalıydı.

*

Bir hata yapıldığında hemen kızabiliyoruz. Yazar da burada insanın yaptığı yüz doğrunun yanında bir hatasını hemen görüp kızmanın doğru olmadığını anlatıyor. O yüz doğru için aferin dedik mi ki bir hatada hemen kızıyoruz, cezalandırıyoruz?

Bu bizzat kendi kendimize olan davranışımız da olabilir.

Örneğin anahtarı unuttuğumuzda kendimize kızıyor, lanetler yağdırıyoruz. Halbuki bugüne kadar binlerce kere unutmadık, ama hiçbirinde kendimizi kutlamadık.

Hoş bir bakış açısı bu ama sanki biraz lüzumsuz bir yere gidiyor.

Bu tip örnekleri çoğaltıyor yazar, örneğin restoranda yediğiniz yemek kötü olduğunda şikayet ediyorsunuz ama güzel olduğunda teşekkür ediyor musunuz? Çalışanınız bir gün işe geç kaldı diye kızıyorsunuz ama vaktinde geldiğinde hiç kutluyor musunuz?..vb

Sesimizi çıkarmıyorsak genel olarak memnunuz demek işte. Fazla romantik geldi bana yazarın bu çıkarımı.

*

Yazarın erkeksi bir dili olduğunu düşündüğümü söylesem?

Evet zaten erkek kendisi, ama seksist bir dilden bahsediyorum.

Yer yer evlilik ve eşler arası ilişkilere de değiniyor. Mesela kitabın yazarı bir kadın olsaydı kitapta yer almayacak ya da o şekilde yer almayacak şeyler, yazar erkek olduğu için var.

Örneğin evlilik yıldönümünü unutan erkekler için “Aman onlar da çok çalışıyor, siz hatırlatıverin.” gibi bir açıklaması var. Ha ha.

18 Ocak 2019 Cuma

KELEBEĞİN HAYAT SIRLARI



KELEBEĞİN HAYAT SIRLARI

Nil Karaibrahimgil

2015

Doğan Kitap

43. Baskı – Nisan 2016

294 sayfa



Minnoş.

*

Nil Karaibrahimgil’in Hürriyet gazetesi Kelebek ekindeki yazılarından derlenmiş kitap. Köşe yazılarını okumuyordum, merak etmiyordum çünkü. Kütüphanede gördüm bu kitabı, okuyasım geldi.

(Aziz Berker Kütüphanesi/Kadıköy/İstanbul. Epeydir gitmiyordum buraya, gittim geçen gün, çeşitli değişiklikler olmuş. Ödünç kitap bölümü üst katlara taşınış ve kitapların sayısı artmış. Ama en önemli bulduğum yenilik, kütüphane 7/24 açıkmış. İşte bu! Kütüphanelerin 09:00-17:00 arası açık olup Pazar günleri kapalı olması hiç kullanıcı dostu değildi. 7/24 açık olması müthiş. Üstelik bir yenilik daha eklemişler, saat 22:00’den sonra ücretsiz simit ve çay ikramı varmış. Çeşitli sponsorlar destek olmuş bunun için. Mü kem mel.)

*

Tam Nil Karaibrahimgil’den beklenebilecek minnoşlukta yazılar.

“Gençliğime sevgilerimle” ile başlıyor kitap. Şarkısını yapmıştı bunun.

Gül, neşelen, eğlen, hayatın tadını çıkar, iyi düşün… temalı yazılar.

Yer yer ülke meselelerine değinmiş kadın cinayetleri ile ilgili olarak.

Anne olduktan sonraki hislerine ve düşüncelerine yer vermiş. Anne olmanın müthişliği ile ilgili yazıları var.

Biz büyüdük ve kirlendi dünya temalı yazıları da.

Bir tane yazısında asansörde küçük bir çocukla konuşmanın rahatlığının büyükler arası konuşmalarda olmamasına değinmiş:

“Bazen birinin ağladığını görüp ‘Neyin var, n’oldu?’ diyememek çok garip değil mi? ‘Günaydın’ dememek.
‘Demek eve balık götürüyorsunuz hamsiyi kızartacak mısınız, yoksa fırında mı yapacaksınız?’ dememek.” Sf 26

Bence o kadarını da demeyiverelim.

*

Bir çeşit kişisel gelişim kitabı denebilir. O havada olmuş.

Oprah Winfrey’in kitabının havası var. Olmuş, bir yerlere gelmiş, ünlü şöhretli başarılı insan, henüz olmamış, pek bir yerlere gelememiş, ünsüz şöhretsiz başarısız insanlara telkin ve tavsiyelerde bulunuyor.

Kişisel gelişim kitapları için “Bana yardım et n’olur kitapları” diye bir ifade kullanmış Nil Karaibrahimgil kitabın bir yerinde, evet, beğendim, doğru bir tanımlama olmuş.

Bir de şey havası sezdim kitapta; İpek Ongun. İpek Ongun’un kitapları da çok genç kızsal ve minnoş bir dünyada geçiyor.

14-17 yaş arası gençler için keyifli bir okuma olur “Kelebeğin Hayat Sırları”
Bir de hala o minnoşlukta olanlar için. 

THE SECRET



THE SECRET

Rhonda Byrne

2006

Türkçeye çeviren: Can Üstünuçar

Mia Yayınları

198 sayfa


Bir ara ne popülerdi bu kitap. Ama ne popüler.

O zamanlar kitabı okuyup kitabın vadettiği zenginliğe, aşka, sağlığa kavuşanlar oldu mu acaba?

*

Tüm kişisel gelişim kitapları aynı şeyleri söylüyor gördüğüm kadarıyla: İnanmak. Başaracağına inanmak. Güzel şeyleri hak ettiğine inanmak.

Böyle bir inanç içinde olunca ona uygun bir frekansta oluyormuşsunuz ve arzularınız şıp diye gerçekleşiveriyormuş.

Hayal etmenin öneminden de bahsediyor kitap. Kuru kuru hayal değil ama olmuş gibi heyecanlandıracak kadar ciddi bir hayal kurma. İmajinasyon yani.

Hayal panosu yapmanızı öneriyor kitap. Bir panoya hayalini kurduğunuz şeylerin resimlerini yerleştirmek ve onu görebileceğiniz bir yere koymak. Bunu yapıp panoya hayalindeki evin resmini asmış bir adam varmış. Yıllar sonra bir ev satın almış sonradan fark etmiş ki aynı panodaki evin kendisiymiş satın aldığı ev. İşte secret!

Çeşitli insanların hikaye ve görüşleri de yer alıyor kitapta. Hepsi secret’i uygulamış ve uvvv neler neler olmuş hayatlarında.

Çekim yasası diyorlarmış buna. Neyi çok düşünürsen, neye odaklanırsan hayatına onu çekersin. Sürekli hastalığından yakınıyorsan hasta kalmaya devam edersin. Sürekli fakirliğinden hayat pahalılığından yakınıyorsan fakir kalmaya, sürekli zamansızlıktan yakınıyorsan hiçbir şeye zaman bulamamaya devam edersin. O yüzden güzel şeylere odaklan diyor. Çünkü odaklandığın şeyi büyütürsün. Bir şeye büyüteçle bakmak gibi, neyin üstüne dikkatle eğilirsen o büyür. Hayatında şükredecek şeyler illa ki vardır. Onlara çevir zihnini.

(Bu konuda daha önce okuduğum “UygulamalıÇekim Yasası / Nil Gün” vardı.)

Kendini iyi hissetmenin ve iyi şeyler düşünmenin öneminden de bahsediyor kitap sık sık. Çünkü şu an yaşadığımız hayat, geçmiş düşüncelerimizin yansımasıymış. Yani bugünkü düşüncelerimizle geleceğimize yönelik tohumlar atıyormuşuz.

Bunlar güzel şeyler. İyi şeyler düşünelim, sevgi dolu olalım, bunlara katılıyorum.

Kitap biraz lay lay ama ana mesajı bu işte; iyi düşün iyi olsun.

Yalnız bu tarz kitaplar bir süre sonra bayıyor: İyi düşün, bak iyi düşün diyorum, bak vallahi iyi düşünmek çok güzel, bak ben de geçen şöyle bir şey düşündüm, hemen oluverdi, bana inanmıyorsan bak kuantum fizikçisi ödüllü yazar da aynı böyle yapmış olmuş, sen de iyi düşün, bakayım iyi düşünüyor musun, iyi düşün, iyiiiiiii.

İnsanın bir noktadan sonra “Düşünmüyorum ulan, var mı, hadi bakayım, düşünmüyorum iyi, nabıcan?” diyesi geliyor ama demeyin tabi.



15 Ocak 2019 Salı

ZAMANE



ZAMANE

Engin Geçtan

2009

Metis Yayınları

Üçüncü Basım – Ekim 2012

100 sayfa

Engin Geçtan’ın daha önce “İnsan Olmak” adlı kitabını okumuştum. Onu da çok beğenmiştim, bunu da çok beğendim.

Okurken vaaav ne kadar doğru uvvv çok mantıklı deyip durdum, bakayım toparlayıp anlatabilecek miyim?

Türkiye Adaletli Bir Yer Değil

Bu başlıkla başlıyor kitap. On yaşındaki bir çocuktan işitmiş bunu yazar. On yaşındaki bir çocuk için çok büyük bir söz. O çocuk böyle bir sözü edecek deneyimi nereden öğrendi? Anne babasından diyor yazar. “Çocuklar ebeveynlerinin duygusal yüklerini taşır ve geleceğin yaşlı gençleri olurlar.”

Şikayet Kültürü

Geçmişle bugünü kıyaslıyor yazar zaman zaman. Şunu ortaya koyuyor ki bugün şikayet kültürü var, eskiden yoktu. Eski dediği 1940’lı yıllar. Her ne kadar Türkiye İkinci Dünya Savaşı’na girmemiş olsa da dönemin ekonomik sıkıntılarını yaşadı. Buna rağmen yazarın anlattığına göre onca sıkıntıya rağmen insanlar yakınmazmış. Bugünse birine dokunun bin ah işitin. “Kahırseverlik” diyor buna yazar. Bunun sebebinin de “üretilmiş kaygı” olduğunu söylüyor. Eskiden insanın hayatında somut nedenler vardı, bugün ise gelecek kaygısı, fakirlik korkusu, başarısızlık, yetersizlik gibi somut olmayan soyut olarak var edilen yani üretilen kaygılardan bahsediyor.

Zaman Mekan Sıkışması

Yazar bugüne baktığında gördüğü en çarpıcı şeyin giderek artmakta olan zaman ve mekan sıkışmasının insanlar üzerindeki etkileri olduğunu söylüyor:

“Çoğunluğu kentlerde yaşayan insanların coğrafyaları yok gibi, dört duvar dışına çıktıklarında da iç mekandaymış gibi yaşıyorlar, sıkışık. Zaman akmıyor dişli çark gibi birbirinden kopuk dilimler halinde yaşanıyor ve insanlar bunun farkında değil. Yetişme yetiştirme, bitirme, başlama kaygısı yaşanıyor, sürekli ‘bir şey yapmak’ zorundalar. Üst-sistemler tarafından savrulup sürüklenirken, kendini taşımakta zorlanan insanların sayısı giderek artmakta ve bazılarının kumandası gerçekten kendilerinde değil. Kent merkezi nüfusunda proje çocuklar yetiştiriliyor ve bu projeler yarıştırılıyor.” Sf.20

Çocukların Özerkliği

Geldik mi yine çocukluğa?

Çocuk küçükken ne yapıyor? Ebeveynlerin yaramazlık olarak adlandırdığı birtakım kurcalamalar içinde oluyor. İşte anne babanın burada çocuğa müdahale şekli hayati önemde.

Sıklıkla çocuğun seçimi yerine ona kendi seçimini empoze eden ebeveyne rastlanıyor. Kuvvetle muhtemeldir ki bu ebeveynin de çocukluğunda kendi ebeveyni tarafından baskılanmış olma hikayesi var.

“Özerkliği yeterince öğrenememiş insanlar yapacakları şeyleri kendileri için değil, kim olduğu belli olmayan birileri için yaparcasına gerçekleştirirler. Öğrenci dersini bir şeyler öğrenmenin ve meraklarını gidermenin doyumunu yaşamak için değil, sınıfta kalmamak için çalışır. Dolayısıyla sınav hazırlığı genellikle son saatlere bırakılır. Ev misafir geleceği zaman temizlenir ve toplanır. Evden zamanında çıkılamadığı için her yere telaşla yetişilir.” Sf.26

Kızgın konuşmalar yapan öfkeli siyasetçilerden bahsedip onların da çocukluklarındaki müdahale ve otorite ile ilgili sorunları olabileceğini anlatıyor yazar.

Ebeveyn o kadar önemli ki onun eksikliğini çocuk kendi içinde ebeveyn yaratarak gidermeye çalışıyor ve bu ebeveyn daha acımasız.


Her Şey İçimizde

Mutluluk da mutsuzluk da içimizde, bizden kaynaklanıyor.

“Ulvi duyguların dış dünyadan ithal edilebileceğine inanmıyorum. Değersizlik ve eziklik duyguları yaşayanların da bu tür duyguları, iktidar ve varlık sahibi olmakla telafi edilemiyor.” Sf.51

Bu konuda Hitler’in yakın çalışma arkadaşı Alfred Rosenberg’i anlatan “NaziSubayının Paradoksu Spinoza Problemi” kitabı geldi aklıma. Orada da Alfred milyonlarca satan kitabın yazarı, ülkenin en çok okunan gazetecisi, Hitler’in en yakın adamlarından… ama yine de “Hitler beni sevmiyor” diye sızlanıyor, kendisini ezik hissediyor.