26 Nisan 2020 Pazar

BİZİM BÜYÜK ÇARESİZLİĞİMİZ




BİZİM BÜYÜK ÇARESİZLİĞİMİZ

Barış Bıçakçı

2004

İletişim Yayınları

120 sayfa


Bütün kitabı tek cümleyle özetleyeyim mi?

Aynı kadına aşık olan iki arkadaş.

Tüm yüzeyselliğimle bu kaba özeti yaptıktan sonra ayrıntılara geçeyim.

Başta sıkılır gibi oldum. Aşk acısı, üstelik de kocaman adamların aşk acısı hiç ilgimi çekmiyor. Ne o öyle liseli gibi. Çok zavallıca. O yüzden de içim acıdı hallerine. Gerçi bir yandan da gereksiz büyütüyorlar gibi geliyor ama ben onların neler çektiğini nereden bileceğim? Anlattıklarından samimi oldukları hissini alıyorum. Ama dertlerine ortak olamıyorum.

*

Ender, Çetin ve Fikret yakın arkadaşlar.

Fikret, okumak için Amerika'ya gidiyor. Türkiye'ye geldiğinde ailesi ile yazlığa gidecekken yolda kaza geçiriyorlar. Fikret yaralanıyor, babası ve üvey annesi ölüyor. Fikret ve üvey kız kardeşi Nihal kalıyor aileden geriye.

Fikret, Amerika'ya dönmeden önce kardeşi Nihal'i, Ender ve Çetin'e emanet ediyor. Nihal üniversiteyi bitirene kadar yanlarında kalsın, ona göz kulak olsunlar diye.

*

Ender ve Çetin çocukluktan beri arkadaşlar. Ankara'da beraber yaşıyorlar. Yedikleri içtikleri ayrı gitmiyor. O kadar ayrı gitmiyor ki aşık oldukları kadın bile aynı oluveriyor.

*

Hep böyle değilmiş tabii. Ayrı ayrı hayatları olmuş. Ender, kocası hapiste olan evli bir kadınla aşk yaşamış. Çetin de kişiliğini değiştiren kadınlarla birlikte olmuş.

İkisinin de hayatında bir kadın yokken giriyor Nihal hayatlarına.

Bu arada Ender de Çetin de orta yaşlı adamlar. Biri kel, diğeri göbekliymiş Ender'in anlattığına göre. Zaten hep o anlatıyor. 

Ender çevirmen. Evden çalışıyor. Çetin dışarıda. Çetin eylem adamı. Ender okuyup yazsın, düşünsün, kafasında kursun, konuşsun... 

"Ender konuşulacak, Çetin yaşanacak adam." 

Kitabı da Ender'in Çetin'e hitabıyla okuyoruz zaten. Gerçekten çok konuşuyor. Çok kuruyor kafasında. Sürekli evde durduğu, insanların içine karışmadığı için bence. Bak Çetin'e, dışarıda iş güç koşturmaktan aklına Nihal falan gelmiyor. 

Ender de farkında bunun. Kendisi söylüyor zaten Çetin sen dışarıda çalışıyorsun, aklına gelmiyor ama ben evde Nihal'in gelişini bekliyorum, diye.

*

Nihal başta ağabey diye hitap ederken sonra bir gün ikisine de sadece adıyla hitap etmeye başlıyor. 

Ender ve Çetin görünüşte ağabey gibi, hatta baba gibiler Nihal'e karşı. Anlayışlı babalar. Nihal eve geç geleceğini söylediğinde sormuyorlar, sorgulamıyorlar. Hatta Nihal bir gün hamile olduğunu söylediğinde de...

*

Nihal'in bir sevgilisi var okuldan. Bora adı. Ender ve Çetin de tanışıyor onunla. 

Bir gün Nihal, Çetin'e söylüyor hamile olduğunu ve kürtaj yaptıracağını. Çetin'den yardım ve kimseye söylememesini istiyor. Ama Çetin tabii ki Ender'e söylüyor. 

Ardından Nihal'in okulu bitiyor ve ağabeyi Fikret'in Amerika'da ayarladığı yüksek lisansı yapmak üzere Amerika'ya gidiyor.

Geride, Ender ve Çetin'in hayatında koca bir boşluk bırakarak tabii.

*

Ender, Çetin'in, Çetin de Ender'in Nihal'e aşık olduğunu biliyor. 

Ne zaman anlıyorlar?

Ender'e göre:

"Basit şeyler isteyince, basit şeylerden zevk almaya başlayınca anlıyorum ki aşık olmuşum." sf.31

“Birine aşık olunca, ömrün boyunca onu aramışsın da sonunda bulmuşsun gibi, geçmişini tekrar kurgularsın. Basit tesadüfler aşkın ilahi gücünün işaretleri olur çıkar.” Sf34 

 *

Birbirleriyle Nihal için erkeksi bir kavgaya tutuşmuyorlar. Bu aşkın, muhatabına söylenmemesi gerektiğinin bilincedeler. 

“Söylesek ne olacak? Bilmiyorduk! İkimiz de Nihal’in birimizden birini seçmesi gibi bir olasılığı hiç düşünmemiştik. Sanki ikimizi birden sevecekti, bu tek seçenekti.”sf71

Ağabey gibi, baba gibi şefkatli, olgun davranıyorlar görünüşte ama içleri içlerini yiyor işte. 

Orta yaşlı, kel, göbekli adamlar olarak genç bir kızın zor durumundan istifade etmek istemiyorlar. Ama Ender ara sıra yoruluyor bu iyi adam olma halinden:

"Yaşadıklarımızı, bizi aklı başında, her şeye hakim ve iyi niyetli insanlar olarak gösterecek bir dille anlatmaya çalışmak bilsen ne acıklı!” diyip dökülüyor sonra Nihal’in külotlu çorabının altından görünen çiçek desenli külotu diye. 

Offf!🤦‍♀️

“Erkeklerin başına musallat olan ezeli ve ebedi bir mesele: ben içinizi gıcıklayan, şehvetinizi kabartan bir taze miyim, yoksa şefkatinize muhtaç küçük bir kız mıyım?” Sf73

*

Nihal bir kere herkesin beğenmeyeceği tiplerden hoşlandığını söylüyor. Ender, Çetin’e zavallıca:

Çetin biz ikimiz sence, öyle herkesin beğeneceği tipler miyiz?” Sf55 diye soruyor.

Yaaa kıyamıyor da insan. 

*

"Bizim büyük çaresizliğimiz Nihal’e aşık olmamız değil, sesimizin dışarıdaki çocuk seslerinin arasında olmayışıydı. Asıl çaresizlik buydu.”sf72

diyor Ender ama anlamadım. Bence çaresizlikleri gayet de ikisinin de aynı kadına aşık olması. İkisi de başka başka kadınlara aşıkken böyle bir çaresizlik hissi yaşadılar mı? Hayır. 

*

Hikayeyi Ender'den okuduğumuz için sanki Ender daha çok seviyor, daha çok acı çekiyor, Çetin daha rahat gibi görünüyor. Ama Çetin, Ender'e "Sen yine kendini sevdin, bense onu sevdim." sf.29 diyerek Ender'in sayfalarca anlattığı yakarışlarını tek cümleyle anlatıyor. 

*

Kitabı okuduktan sonra filmi de izledim.


Filmde anlamlı anlamlı bakışmalar, "der gibi" bakmalar, uzun uzun sessizlikler, kitabi konuşmalar... Ayyy işim şişti.

Kitabı okurken şişmemiştim, çünkü karakterlerin gelmişini, geçmişini, hislerini öğreniyorum okurken. Ama filmi izlerken yakalayamıyorum böyle şeyleri. Mesela Çetin banyoda tıraş olurken şarkı söylüyor, onu duyan Nihal üzülüp ağlıyor. Niye? Kitabını okuduğum için biliyorum, Nihal'in babası da tıraş olurken bu şarkıyı söylermiş. Kitabı okumadan direkt filmi izleyen bu ayrıntıyı, Nihal'in o sahnede ağlamasına neyin sebep olduğunu nasıl anlıyor? Ben anlamazdım. Filmleri anlamıyorum zaten. Kitapları o yüzden daha çok seviyorum. Kitapta anlıyorum kim neyi niçin yaptı. Uzun uzun anlatıyor yazar, sakınmıyor hiç.

Bir de filmde dikkatimi çekti, kitabı okurken aklıma gelmemişti. Ender, aşklarını Nihal'e söylememelerini, çünkü Nihal'in deneyimsiz olduğunu ve kendilerine aşık olduğunu zannedebileceğini söylüyor. Deneyimsiz kız, bize aşık olduğunu sanır... diye düşünürken Nihal erkek arkadaşı ve hamile olduğu haberiyle geliyor, ahahaha.

Ankara görüntüleri güzel filmde. Ankara'ya hislenecek bir anım yok benim ama olanlar için hislidir herhalde filmdeki Ankara görüntüleri.

Kitabını okumasam filmi çok mıymıy bulurdum ki yine de buldum zaten biraz. Kitabi kitabi konuşmalar çok suratımı ekşitiyor benim. Kitabı okurken karakterin öyle söylemesi abes gelmiyor bana ama filmde ete kemiğe bürünen karakterin kitap cümlesi kurması yavan geliyor.

Filmde çok yoğun bir cinsel elektrik vardı. Ya sevişin rahatlayın ya da uzaklaşın birbirinizden be ay bu ne? Gerim gerim gerilim.

Çetin ve Ender'in efendiliği, iyi ve güzel insan oluşları, yanlış/kötü bir şey yapmaktan kaçınmaları kitaptaki gibi samimi geldi.

Aynı kadına aşık olup kavgaya tutuşmamaları, birbirlerine bozulmamaları çok acayip. Hatta Nihal hakkında ikisi de aşık aşık o çenesi yok mu o çenesi, ya burnu, ayakları da güzel... diye Nihal'i birbirlerine övmeleri. Birbirlerine karşı kıskançlık hissetmeyip Nihal'i başka bir erkekten kıskanmaları... Acayip.

Kitabı nasıl canlandırdıklarını merak ettiğim için izlemiştim. Şiştim miştim diyorum ama samimi de buldum, beğendim bu açıdan. Merakım da geçmiş oldu.  

23 Nisan 2020 Perşembe

ŞİMDİ BİZ NEYİZ



ŞİMDİ BİZ NEYİZ

Pucca Günlük 6

Pucca

2017

Doğan Egmont Yayıncılık

153 sayfa


Pucca Günlük serisinin ilk üç kitabını okumuştum. 




Sene 2013 iken. 

Hiçbir şey hatırlamıyorum tabii.

Bu blogu niye yazdığımı sorguluyorum şu ara. Sözde, okuduğum kitapları unutmayayım diye başlamıştım. Çok güzel unutmamışım, aferin.

*

Neyse, 

Öncekileri okurken eğlendiğimi hatırlıyorum. 

Bunu okurken de öyle oldu.

Keyifli, çıtır çerez bir kitap işte.

*

Osi ile tanışmaları ve evlenmelerini anlatıyor.

Osi: Osman Karagöz. Pucca'nın Instagram paylaşımlarından biliyorum, oyuncuymuş. 

Uçakta tanışmışlar. Osi'nin uçak korkusu varmış, Pucca onu yatıştırmaya çalışmış, yatıştırmaya çalışırken daha çok korkutmuş, ilk karşılaşmaları böyle olmuş.

Pucca umursamamış başta ama oğlan görüşmek istemeye, aramaya, muhabbet esnasında şakayla karışık "evleneceğiz seninle" demeye başlayınca olaylar ilerlemiş.

Kavgacı ve aşırı konuşan bir tip olarak anlatıyor Pucca Osi'yi. Kitabın başında Osi ile değil evlenmek, sevgili olmanın bile iyi bir fikir olmadığını düşünüyor. Arkadaşları da bu ilişkiyi desteklemiyor. Ama olan oluyor.

*

Pucca hayatı çok zorlaştırıyor kendisine de partnerine de. Bana öyle geldi. Kıskançlıklar, şüpheler... 

Temelinde kendine olan güven ve sevgi problemi var gibi gözüküyor ki kendisi de bunun farkında.

Osi sevmiyor diye oje sürmüyor, Osi istemiyor diye makyaj yapmıyor... Sevgililikte evet böyle şeyler olabilir, sevgilini mutlu edecek şeyler yapmak için çok sevmediğin şeyler yapabilirsin ama bu sende rahatsızlık, öfke vb yaratmamalı. Yarattığı noktada zaten kişi kendisine olan saygısını yitirme tehlikesi ile karşı karşıya kalıyor. Pucca da Osi kendisini sevsin, beğensin diye yaptığı ya da yapmadığı bazı şeylerden rahatsız. Gerçek beni görse uzaklaşır mı, diye korkuyor:

"Yani gerçek ben nedir ki? Kim ki? Ben kendimi seviyor muyum, benden memnun muyum da adamın benden memnun olmasını bekleyeyim?" sf.96

Ha işte, biliyor yani asıl meselenin ne olduğunu.

O kadar biliyor ki, önceki ilişkilerinden acıyla, üzüntüyle ayrılması karşısında aslında başka insanların kendisine ayna olduğunu, kendisi gibi insanları hayatına çektiğini de söylüyor.

O kadar farkında olup o kadar bile bile farkındasız yaşıyor ki... Ona böyle kitaplar yazdırıp hayran kitlesi edinmesi de buradan geliyor herhalde.

*

Osi, baştan beri Pucca ile evlenmek istediğini söylüyor ama sadece söylüyor. Herhangi bir faaliyette bulunmuyor. Pucca da bu duruma bozuluyor. Faaliyete geçmek için adım atsa bu defa da Osi'yi korkutma endişesi taşıyor. Ay çok yorucu böyle düşünmek. Onu yaparsam kaçar, bunu yaparsam beni sevmez... Kendisi de böyle şeyler düşündükten sonra yanlış olduğunu fark edip amaaan başka erkek mi yok sanki ne bu, diye atarlanıyor kendi kendisine, ama yine de kurtulamıyor endişelerinden, korkularından.

*

Nihayet evlilik meselesi ciddiye bindiğinde ise bu defa Osi'nin eski sevgilisi gündeme geliyor.

Osi ve Pucca, arkadaş grubuyla tatildeler. Osi'nin çocukluk arkadaşı bir kız da ekipte. Godik diye anlandırıyor Pucca onu. Godik nişanlı. Pucca, Osi ile Godik'i arkadaş zannederken meğer eski sevgililermiş, bunu da Godik'in Osi'ye attığı bir mesajı okuyunca anlıyor Pucca. Kandırılmış hissediyor kendisini. Ayrılıyor Osi'den

*

Osi ve Pucca arasında sen beni kandırdın-kandırmadın tartışması oluyor. 

Burada Pucca'nın da yediği bir halt var. 

Pucca Amerika'da burslu eğitim kazanmış. Yakında gitmesi gerekiyor. Ama bunu Osi'den saklıyor. Söylemeyi istiyor bir ara ama o arayı bir türlü bulamıyor. Evlendikten sonra söylerime kadar öteliyor işi. Osi de bunu öğrenince bozuluyor tabii. Bu da kandırma değil mi diye.

Pucca burada da  hata yaptığını kabul ediyor kendi kendine.

İşte yine aynı. Yediği her haltı, her yanlışı biliyor, fark ediyor, ama yine de bile isteye yapıyor. Manyak ayol!

*

Osi, kapısına müzisyenlerle dayanıp evlenme teklifi ediyor Pucca'ya, ki o zamana kadar etmemişti, hep laf arasında evleniriz, evleneceğiz diyip durmuştu. Yüzüğü de takıyor. 

İkisi de düğün istemeyiz kafasında çıkıyorlar yola ama tabii ki düğün yaparken buluyorlar kendilerini. Ya ne olacağıdı gerçekten? Anne babaların mürüvvet görme arzusu, biricik kızım, biricik oğlum vahvahlanmaları, genellikle gelin kişisinin ya sonra düğün yapmadığıma pişman olursam endişesi, bilinçaltından gelen başkalarından neyim eksik, sanki kaçarak mı evleniyoruz sesleri... 

Düğün yapıyorlar ama her şeyi son dakika, alelacele. 

*

Gelinlik kısa oldu, götüm açılıyor, ayakkabılar büyük geldi, makyajım ne biçim, saçım boktan... diyip duruyor kitapta ama sosyal medyada o zaman görmüştüm düğünün fotoğraflarını. Gayet de güzel gözüküyordu. 

İlk kitaplarında da ne biçimim, hiç güzel değilim diyip duruyordu, o zamanlar yüzünü gizliyordu, sonra kalktı o giz, öyle söylediği gibi çirkin değilmiş. 

*

Düğün oluyor bitiyor kitabın sonunda.

Ve mutlu son... beklentisi ise düğün gecesi Osi'nin askere alınmasıyla bitiyor.

*

Devam kitabında anne olmasını ve boşanmaya giden süreci anlatır herhalde.

20 Nisan 2020 Pazartesi

DÜZÜLKE


DÜZÜLKE

(Flatland)

Edwin A. Abbott

1884

İngilizceden Çeviren: Hasan Fehmi Nemli

Alfa Yayımcılık

1.Basım - Mart 2015

157 sayfa


Düzülke, içinde yalnızca düz çizgilerin, üçgenlerin, karelerin, beşgenlerin, altıgenlerin ve çokgenler ile dairelerin bulunduğu iki boyutlu bir ülke. Bu ülkeyi bize ülkenin kare sakini anlatıyor.

Bu ülkede kadınlar düz çizgi. 

Askerler ve en alt sınıf işçiler ikizkenar üçgen. 

Orta sınıf eşkenar veya eşit-kenarlı üçgen.

Serbest meslek sahipleri ve beyefendiler kare ve beş-kenarlı şekiller ya da beşgenlerdir. 

Soylular, altıgen ve daha çokgen.

Rahipler de daire olarak en üstün sınıf.

Erkek çocuk, babasından bir fazla sayıda kenara sahip olabiliyor, böylece bir karenin oğlu beşgen, bir beşgenin oğlu altıgen olabiliyor.

Kenar sayısının ve açı derecesinin artması sınıf atlamak anlamına geliyor. 

Kadınlarsa düz çizgi olarak kıt zekalı görülüyor. Sivri uçları nedeniyle ölümcül olabildikleri için sıkı kurallarla işlenmiş yasalara tabii oluyorlar.

Örneğin;

"1. Her evin Doğu tarafında, yalnızca Kadınların kullanacağı bir kapı bulunmalıdır; bütün kadınlar, Erkekler kapısından veya Batı kapısından değil, yalnızca bu kapıdan "saygılı ve yakışık alır" bir tarzda girmelidirler. 

2. Kamuya açık yerlerde sürekli olarak Barış-çığlığı atmadan dolaşan Kadın ölüm cezasıyla cezalandırılır. 

3. Sara, şiddetli hapşırıkla birlikte seyreden soğuk algınlığı veya istemdışı hareketler doğuran herhangi bir hastalığı olduğu usulüne uygun olarak belgelendirilmiş her Kadın derhal yok edilecektir."

"Bazı eyaletlerde, kamuya açık yerlerde Kadınların, arkalarında bulunanlara varlıklarını belli etmek amacıyla geri uçlarını sürekli olarak sağa sola sallamadan yürümelerini veya durmalarını ölümle cezalandıran ilave bir yasa daha vardır; başka bazı eyaletler Kadınların gezip dolaşmaya çıktıklarında oğullarından veya hizmetkarlarından biri ya da kocalan tarafından izlenmesini zorunlu kılmış, bazıları da dinsel bayramlar dışında Kadınlan bütünüyle eve kapamıştır."

Offff. Kadının adı hiçbir yerde yok :(

Ama kadınları bu kadar kısıtlamanın iyi sonuçları olmadığını fark etmişler:

"Zira eve kapatılmaktan ve ev dışındaki kısıtlayıcı kurallardan deliye dönen kadın, bütün hıncını kocasından ve çocuklarından çıkarmaya bakar."

*

Düzülke'nin sakinlerinin birbirlerini tanımak için çeşitli yöntemleri var.

İşitme duyusundan yararlananlar var. Ama işitme duyusuyla ayırt etmek "ayaktakımına has bir yetenek olup Aristokratlar arasında pek fazla gelişmemiş"

Başka bir tanıma yolu olarak dokunmak var. Ama bu da  uzun süreli eğitimlerle geliştiriliyormuş.

Diğer tanıma yöntemi görerek tanıma, bu ise sadece üst sınıflarda mümkünmüş. 

"jet sosyetede Dokunarak Tanıma bilinmemekte ve bir Daireye Dokunmak en ağır hakaret olarak görülmektedir."

 *

Bize ülkesini tanıtan Kare Bey, bir gün bir rüya görüyor.

Rüyasında çok sayıda düz çizginin olduğu bir ülkede. Aralarından bir çizgi, bu ülkenin yani Çizgiülke'nin hükümdarı olduğunu söylüyor. Bu hükümdar için bütün dünya kendisi. Başka bir dünya olması gibi bir fikri yok. Kare ona kendi Düzülke'sini, orada bir kare olduğunu, çizgiden daha önemli olduğunu anlatmaya çalışıyor:

"Sen bir Çizgisin, bense ülkemde Kare denilen, Çizgiler Çizgisiyim. Senden daha önemli olmakla birlikte, sizi cehaletten kurtarıp aydınlatmak umuduyla çıkıp geldiğim kendi memleketim Düzülke'deki asilzadeler arasında esamem bile okunmaz."

Bu sözleri hükümdarı kızdırıyor. Hükümdar ve ordusu ona saldıracakken uyanıyor rüyasından.

*

Kare bir gün evdeyken değişik bir şekil görüyor. Bu şekil kendisinin "Küre" olduğunu söyleyip üçüncü boyuttan bahsediyor. İki boyutlu bir ülkede yaşayan ve sadece iki boyut gören Kare, buna inanamıyor. Uzayülke'den geldiğini söyleyen Küre, Kare'ye yükseklik boyutunu anlatmaya çalışıyor:

"Uzayın ne olduğunu bile bilmiyorsun. Onu yalnızca iki boyutlu olarak düşünüyorsun; ama ben sana Uzayın üç boyutlu olduğunu bildirmeye geldim: Yükseklik, genişlik ve uzunluk. Bu boyut yukarıya ve aşağıya doğru uzanmaktadır."

Düzülke'de kuzey-güney var. Kare, Küre'nin "yukarı" diye tarif ettiği şeyin kuzey olduğunu düşünüyor. Ama hayır "Kuzeye değil, yukarıya!"

*

Kare, Küre'yi bir daire gibi görüyor. Çünkü iki boyutlu Düzülke'de bir küre kendisini ancak daire olarak göstermek zorunda. 

Aslında Kare bu duruma yabancı değil. Çünkü Kare de gördüğü rüyada Çizgiülke'ye girdiğinde hükümdar onu bir kare olarak değil, çizgi olarak görmüştü.

"...çünkü Çizgi Krallığının, senin tamamını değil de sadece bir dilimini ya da bir kesitini gösterebilecek kadar Boyutu vardı, değil mi? Tam olarak aynı şekilde, sizin iki Boyutlu ülkeniz beni, yani Üç Boyutlu bir varlığı gösterecek kadar hacimli olmayıp, yalnızca sizin Daire dediğiniz bir dilimimi ya da kesitimi gösterebilir."

*

Küre'nin Kare'ye bunları anlatmasının sebebi Üç Boyut Hakikatinin bir havarisini bulduğu umudu. Onun bu  hakikati birine açıklamasına ancak bin yılda bir izin veriliyormuş.

Küre, Kare'yi ikna edebilmek için onu Uzayülke'ye çekiyor. Kare, buradan Düzülke'yi izleyebiliyor. Her şeyi görebildiği için kendisini Tanrı zannetmeye başlıyor. Çünkü Tanrı her şeyi görendir.

Küre ona Uzayülke'deki yankesiciler ve katillerin de görebildiğini söylüyor. Onlar da mı Tanrı?

"O zaman benim Ülkemdeki yankesicilere ve kanlı katillere sizin akıllı adamlarınız Tanrı diye tapacaklardır: Zira onlardan bir teki bile yoktur ki, şu anda sizin gördüklerinizi görüyor olmasın. Ama inan bana, sizin akıllı adamlarınız yanılıyor." 

*

Kare artık ikna oluyor; üçüncü boyutun olduğu bir dünya mümkün. 

Hatta Kare bununla yetinmiyor, o zaman dördüncü boyut da vardır, beşinci boyut da vardır, altı, yedi... neden olmasın?

Küre buna cevap veremiyor. 

Ve Kare'nin ülkesine dönme vakti geliyor.

*

Düzülke'ye dönen Kare, ülkesini sıkıcı bulmaya başlıyor.

Uykusunda yine bir rüya görüyor. Rüyasında Noktaülke'de. "Varlığın en aşağı derinliğinde"

Noktaülke'deki Nokta da tüm dünyayı kendi görebildiği kadar sanıyor. Kare, Nokta'ya dünyanın bu kadar olmadığını anlatmaya çalışıyor ama umursamıyor kimse.

*

Uyandığında Düzülke'yi "Hak yoluna döndürme" arzusu taşıyor. "Üç Boyut Hakikati"ni tebliğ etmek istiyor.

O sırada resmi bir bildiri okunuyor:

"Uydurma şeylerle halkı ayartanların, başka bir Dünyadan vahiy aldığını ileri sürenlerin tutuklanarak hapsedilmesini veya idamını emreden Konsey Kararıydı bu."

Bunun üzerine çenesini tutmaya karar veriyor Kare. Ama bunda çok da başarılı olamıyor. Ağzından zaman zaman üçüncü boyuta dair açıklamalar çıkıyor ve nihayetinde artık daha fazla dayanamıyor ve düpedüz anlatıyor.

Ömür boyu hapse mahkum ediliyor. 

Hapiste anılarını yazıyor:

"Bu anıların, nasıl olacağını bilmiyorum, ama bir şekilde, hangi Boyutta yaşarsa yaşasın insanlığın zihnine ulaşacağı ve sınırlı sayıda Boyuta mahkum yaşamaya karşı bayrak açacak asi ruhlu bir kuşağın oluşmasına katkıda bulunacağı umudunu taşıyorum."

*

Kadınlarla ilgili kısımlara canımın sıkılmasını bir kenara bırakarak, etkileyici bulduğum bir hikaye.

Bütün dünyayı sadece kendi gördüğümüz, kendi algıladığımız kadar sanmak bence de çok dar bir bakış açısı olur. Şu an algılayamadığımız başka boyutlar mümkündür. Örneğin bundan yüzyıllar önce ultraviyole ışınları da bilinmiyordu, şimdi biliyoruz. Yarın da bugün bilmediğimiz şeyleri öğreneceğiz belki.

*

Bir de insanın her bildiği doğruyu her zaman ve her yerde söylemesi iyi bir fikir mi? Öğrenmeye ve anlamaya hazır olmayan insanlara anlatmak ne kadar anlamlı?

*

Filmi de varmış. Animasyon. İzledim. Ne güzel yapmışlar. Ama bana karmaşık geldi, kitap daha anlaşılır. Ya da ben filmlerden pek anlamıyorum, o yüzden de olabilir.



19 Nisan 2020 Pazar

MELEKLER VE ŞEYTANLAR



MELEKLER VE ŞEYTANLAR

(Angels and Demons)

Dan Brown

2000

Altın Kitaplar

Illuminatiyi konu edinmiş bu defa Dan Brown.

Tabii ki baş karakter Harvard Üniversitesi Simgebilim Profesörü Robert Langdon.

Ve yine tabii ki Robert'e eşlik eden genç, güzel, akıllı bir kadın var. James Bond'un kadınları gibi Robert Langdon'a da her kitapta bir kadın eşlik ediyor. Bu kadınlar da muhakkak çok güzel ve çok akıllı oluyor. Dan Brown'un bu konuda komik bulduğum fantezileri var. Kadının güzelliğini anlatırken ergen gibi konuşuyor:

"Yirmi metre öteden bile şehvet uyandıran dolgun hatlara sahipti."

Bu kitaptaki kadın Vittoria bilim insanı, biobağlantı fizikçisi, yaşam sistemlerinin birbiriyle bağlantısı üzerine çalışıyormuş.

Aynı zamanda da yoga yapıyor. Kitabın sonunda da Robert ile birlikte oluyorlar. Kadın diyor ki:"Bir yoga ustasıyla hiç yatmadın, öyle değil mi?"

Ahahahahahha. Burada okuyucunun fantezi dünyasına bırakıyor gerisini.

*

Yazarın daha önceki kitaplarında olduğu gibi yine bir gizemli cinayet var. Yine bu cinayetin gizemini çözmesi için Robert Langdon'dan yardım isteniyor. İpuçlarını kovalayarak cinayeti çözüyor Langdon.

Dan Brown'ın birkaç kitabı kaldı okumadığım. Gerçekten hepsi böyle mi? Aynı sıralama ve sürprizsiz. Yani sürprizler de artık sıradan hale gelir ki hepsi böyleyse.

*

CERN'de çalışan fizikçi bilim adamı Leonardo Vetra, odasında ölü bulunuyor. 

CERN'in direktörü Maximilian Kohler, Robert Langdon'ı arıyor ve ondan yardım istiyor. Çünkü Vetra'nın cesedinin üzerine bir damga dağlanmış. Bu Illuminati damgasıymış.

*

ILLUMINATİ kilisenin bilim karşıtlığına karşı duran ve bilimi savunan, 1500'lerde Roma'da kurulmuş ve kendilerine "aydınlanmış kişiler" diyen bir örgütmüş. Galileo Galilei de bir üyesi. Galileo'nun tutuklanması İlluminati de kargaşa yaratmış. Kilise İlluminati'nin dört üyesini bulup göğüslerini hac sembolü ile dağlamış. Vetra'ya yapılan gibi. 1668’de kilise dört illuminati bilim adamını öldürmüş. Damgalayıp cesetlerini ibret olsun diye Roma'da halka açık yerlere bırakmış. "La purga" deniyormuş  bu olaya. İlluminati böylece Hristiyanlık düşmanı olup katolik kilisesinden intikam almaya yemin etmiş. Vatikan onlara şeytan yani İngilizce "satan" dediği için satanist bir mezhep olarak bilinir olmuş. Ama Robert Langdon'a göre şeytana tapan değil, kiliseye düşman eğitimli insanlar. 

Illuminati Roma'dan kaçınca onları masonlar kendi cemiyetlerine almış. Gizli cemiyet içinde gizli cemiyet olmuşlar. Illuminati, mason localarının bağlantılarını kendi nüfuzlarını güçlendirmek için kullanmış. Yeni Dünya Düzeni dedikleri tek bir dünya devleti kuracaklarmış. 

*

Leonardo Vetra, hem din hem bilim adamıymış. Din ve bilimi birbirine zıt görmüyor, bilimi Tanrıyı bulmak için bir yol olarak görüyormuş. Evrendeki her şey Tanrının eseridir diye düşünüyormuş. Bilim sayesinde de Tanrının varlığını kanıtlayacakmış. 

Vetra din ve bilimi buluşturacak bir proje üzerinde çalışıyormuş: KARŞIMADDE

İnanışa göre Tanrı evreni yoktan var etti ama bilime göre hiçbir şey yoktan var olmaz. Vetra başlangıcı bulmuş. Büyük patlamayı yaratmış labaratuvar ortamında. Minyatür bir evren yaratmış. (GENİŞ HADRON ÇARPIŞTIRICISI diye bildiğimiz şey)

Evrende her şey zıttıyla var denerek İncil'den örnekler veriliyor kitapta: cennet-cehennem, ışık-karanlık. Vetra da maddenin zıttını yaratmış. Karşımadde bu. 

Onu öldüren kişi Vetra'nın karşımaddeyi koyduğu kutuyu çalmış. 

*

Vetra'nın bu projesinden sadece evlatlık kızı Vittoria haberdarmış. Olay yerine geldiğinde Kohler'e ve Robert'a kendisinin de  babasının da bunu kimseye anlatmadığını söylüyor. Ama belli ki biri daha biliyormuş.

*

Kohler'e bir telefon geliyor. Arayan kişi karşı maddeyle ilgili görüşmek üzere Roma'ya çağırıyor. Ama Kohler hasta. Tekerlekli sandalyede ve bunun yanı sıra hastalıkları var. O yüzden Robert ile Vittoria gidiyor Roma'ya.

Komutan Olivetti ile görüşüyorlar. Kohler'i arayan oymuş. Langdon ve Vittoria’ya bir kamera görüntüsü gösteriyor. Şehirde bir yerde saklanan CERN'de üretilen karşımaddeyi içeren kutunun görüntüsü.  Patlayıcı madde düzeneği yerleştirilmiş. 24 saat sonra patlayacak ve kutunun şehirde nereye konulduğunu kimse bilmiyor. Ve sadece 6 saatleri kalmış. Ya hemen bulunmalı ya da Vatikan boşaltılmalı. 

O gün de Vatikan’da yeni Papa seçilecek. Eski Papa ölmüş. Kardinaller, kardinal Mortati öncülüğünde papa seçmek üzere bir araya geliyorlar. 

Olivetti inanmıyor patlama olacağına. Ortalığı karıştırmasınlar diye Langdon ile Vittoria’yı kilitliyor. Vittoria odadaki telefondan vekil Papa Camerlengo'yu arıyor. Görüşüyorlar.

O sırada bir tehdit telefonu geliyor. Kendisini illuminatinin habercisi diye tanıtan biri "Kiliseniz bilimadamlarına karşı çıktı, gerçekleri kendi çıkarınıza kullandınız, Vatikan’ı ortadan kaldıracağız." diyor. Dört kardinali esir almış. "Ben Haşhaşin soyundanım. Saat başı bir kardinali kilisede öldüreceğiz." diyor.

*

Langdon Vatikan Arşivlerine giriyor. Kardinallerin nerede öldürüleceğini arşivlerden bulacak. 

Galileo’nun "Diagramma" adlı  gizli eserine bakıyor. Kitapta:

“Şeytan gözlü toprak Santi kabri Roma’da Ara mistik öğeyi Işık yolu hazır, kutsal sınav Melek rehberliğinde yüce av”

yazısını görüyor.

John Milton’un şiirinden.

Aydınlanma Yolu, Illuminati üyelerinin başkalarından gizlenerek işaretleri takip ettiği ve böylece toplantı yerlerine ulaştıkları bir yol. Şiire göre Aydınlanma Yolu Santi'nin kabrinden başlıyor. Rönesans ressamı Raphael Santi. Kabri Roma'da/Pantheon’da. İlk kardinalin burada öldürüleceğini buluyorlar.

Ama yanlış düşünmüşler. Çünkü Galileo’nun kitabı yazdığı sırada Santi’nin kabri başka yerdeymiş, buraya çok sonra getirilmiş. Şifre, Santi’nin gömülü olduğu yerden değil, onun tasarladığı kabirden bahsediyor. O da Chigi Şapeli. Santa Maria del Popolo kilisesinin içindeki şapel. 

Doğru buluyorlar ama geç kalıyorlar. Kardinalin cesediyle karşılaşıyorlar burada. Ağzına toprak doldurularak öldürülmüş.

Bu da şifredeki mistik öğelerden birini temsil ediyor: Mistik öğeler: Toprak, hava, ateş, su. 

Toprak, hava, ateş, su bilimin 1600'lü yıllarda bilimin dört elementi olarak kabul ediliyor.

*

Sıradaki cinayeti önlemek için harekete geçiyorlar. Şifreli şiirde geçen "melek rehberliğinde yüce av"ın Heykeltraş Gianlorenzo Bernini'nin heykeli "Habakkuk ile Melek" olduğunu düşünüyor Langdon. Habakkuk dünyanın yok olacağı kehanetinde bulunan peygamber. Meleğin işaret ettiği yöne gidiyorlar. San Pietro meydanındaki Batı Rüzgarı adlı dikilitaştaki Respiro di Dio (Tanrının nefesi) rölyefi. 

Yine yeri doğru buldular ama yine yetişemediler. Burada da diğer kardinalin cesedini buluyorlar. Ciğerleri delinmiş. Mistik öğelerden havayı temsilen.

Sıradaki öğe/element ateş. 

Bernini’nin ateşle ilgili eseri Azize Teresa heykeli. Azize Teresa uykusunda bir meleğin kendisini ziyaret ettiğini iddia etmiş. O da Santa Maria della Vittoria Kilisesinde. 

Kiliseye gidiyorlar. Kardinali kablolarla bağlı bir şekilde asılı buluyorlar, ateşte yanıyor.

Burada artık katili de görüyorlar. Katil Haşhaşin, Vittoria’yı kaçırıyor. Olivetti ölüyor. Langdon yaralı çıkıyor.

*

Toprak, hava, ateş tamamlandı. Şimdi su ölümü olacak. 

Langdon, Bernini eserlerini düşünüyor. Bernini’nin suya ithaf ettiği bir eseri.

Ölümler Chigi Şapeli- San Pietro- Vittoria Kilisesi'nde olmuştu. Haritada bunları işaretleyip dördüncü noktayı koyunca hac şekli oluştuğunu fark ediyor. Buradan da Navona Meydanında Azize Agnes Kilisesi önünde Dört Irmak Çeşmesi'ne ulaşıyor. Eskinin dört büyük nehrini övmek için yapılmış çeşme: Nü, Ganj,Tuna,Rio Plata. 

Langdon oraya vardığında katil, çeşmeye sıradaki kardinali getiriyor. Langdon, katil ile dövüşüyor. Katil, Langdon'ı suda boğmaya çalışıyor. Langdon ölmüş taklidi yaparak katili kandırıyor. 

Suda boğulma taklidi yapabilmesi su topu oynamasından geliyormuş. Su topunda çok iyiymiş Langdon. O yüzden suda boğulma taklidi yapabilme yeteneğine sahip olmuş.

:)

*

Langdon, Vittoria’nın nerede olduğunu bulmak istiyor. Çeşmedeki dikilitaşın tepesindeki kumru heykelini görünce hemen çalışıyor kafası. Kumru, barış meleğinin pagan sembolü. Şiirde geçen "Melek rehberliğinde yüce av" ifadesinde melek aslında kumru. 

Kumrunun baktığı yöne gidiyor Langdon. Orada gördüğü şato illüminatinin Aydınlanma Kilisesi. Orada buluyor katil ile Vittoria'yı. Katil, Vittoria'yı bağlamış.

Katil ile yine dövüşüyorlar. Vittoria da bağlarından kurtuluyor ve katili öldürüyorlar.

Katilin ölmeden önce söylediğine göre son bir kurban kalmış, o da Camerlengo. Onu öldürmek için Illuminati'nin başı, adı Janus, gelecekmiş. Janus, bu olaylar nedeniyle girişi yasaklanan Vatikan'ı arayıp önemli bilgileri olduğunu söylemiş. Vatikan da onu bu yüzden kurtarıcı olacak diye bekliyormuş. 

*

Gelense Maximilian Kohler. 

Janus o mu?

O olsaydı, diğer Dan Brown kitaplarına nazaran basit bir okuma olurdu. Ama Dan Brown o gibi inandırıp sonra aaaa aslında o değilmiş, aaaaa dedirtecek ya illa.

Ama kitabın bu kısmında Janus'un Kohler olduğunu sanmamızı istiyor yazar. Kohler'in niye böyle şeyler yapacağı konusunda şüphelerimizi gidermek için de onun çocukluğunu anlatıyor.

Kohler’in anne babası tıbba inanmıyormuş, Tanrı’ya karşı gelmek olarak görüyorlarmış tıbbı. O yüzden sakat kalmış Kohler. 

Vatikan'a gelen Kohler, Camerlengo ile görüşüyor. 

Onu durdurmak için Langdon ve Vittoria geldiklerinde Camerlengo'yu göğsü dağlanmış şekilde buluyorlar. Illuminati elması şeklindeymiş damga. 

Muhafızlar Kohler'i vuruyor. Kohler ölmeden önce Langdon'a bir kaset verip medyaya ulaştırmasını istiyor.

Camerlengo ölmüyor, dışarı çıkıp delirmiş gibi davranıyor. Tanrıyla konuşuyor, tüm basın çekiyor bu sahneleri. 

Terra Santa/Necropolis denilen labirente girmeye çalışıyor Camerlengo. Kutu oradaymış. Tanrı söylemiş ona kutunun yerini. Karşı madde St.Pietro Bazilikasının altında, Aziz Petrusun mezarının üstünde duruyor gerçekten.

Kutuyu alıp dışarı çıkarıyor. Helikoptere biniyor. Langdon da onunla gidiyor niyeyse. Camerlengo'nun kutuyu denize ya da taş ocaklarına atacağını düşünüyor. Ama Camerlengo sadece yukarı doğru çıkıyor. Kutuyu, Vatikan’dan uzaklaştırmak için.

Sonra helikopterden atıyorlar kutuyu. Kendileri de atlıyorlar. Kutu havada patlıyor. Yerden izleyenler için mucizevi bir görüntü oluyor. Kimse zarar görmüyor.

*

Langdon da Camerlengo da kurtuluyor.

Langdon bir hastanede açıyor gözlerini. 

Camerlengo da bir kilisenin çatısında.

Kardinaller yeni Papa olarak Camerlengo'yu seçmek istiyorlar tüm bu yaşananlar üzerine. 

Ama Langdon, ölmeden önce Kohler'in kendisine verdiği görüntüleri kardinallere izletince herkesin fikri değişiyor.

Görüntüde Camerlengo ile Kohler konuşuyor. Kohler'in dediğine göre Leonardo Vetra, buluşu nedeniyle dini tavsiye almak için Papa ile görüşmek istemiş. Buluş,  Papa’nın hoşuna gitmiş. İncelesin diye Camerlengo'yu Cern'e göndermiş. Camerlengo, bu buluşun Tanrıyı küçülteceğini, Tanrının labaratuvarda icat edilebilecek bir şey olamayacağını... vb düşünerek Leonardo Vetra'yı öldürmüş. İtiraf ediyor Kohler'e. Göğsüne illuminatinin elmas damgasını da kendi kendisine basmış  Camerlengo. Dört kardinali, Janus adı takınarak Haşhaşin'e öldürten de kendisiymiş. 

Hatta Papa'yı da zehirleyerek öldürmüş. Çünkü Papa Camerlengo'ya bir itirafta bulunmuş. Papa'nın çocuğu varmış. Camerlengo, Tanrıya verdiği sözü tutmadı diye kızıp Papa'yı öldürmüş. 

Ama meğer Papa suni döllenme ile çocuk sahibi olmuş. Ahahahaha yaaa çok komik değil mi? 

Papa bir rahibeye aşık olmuş, rahibe de ona. Tanrıya verdikleri sözü bozmak istemedikleri için hiç cinsel ilişki yaşamamışlar. Ama bir çocukları olsun istiyorlarmış. Suni döllenme ile bunu başarmışlar. Papa o yüzde bilimi çok seviyormuş...Komik işte...

Buraya kadar hadi bir parça ciddiyetle gidebiliyordu kitap ama bu kısım...:)

Yani Illuminatiyi aslında Camerlengo uyandırmış. İnsanları korkutup yeniden Tanrıya inanmalarını sağlamak için bu yolu seçmiş.

Camerlengo, Papa'nın itirafının ardından onu hemen zehirleyip öldürmüş. Halbuki devamını dinlese hem suni döllenme kısmını, hem de bu çocuğun kendisi olduğunu öğrenirdi. Papa'nın çocuğu Camerlengo imiş.

Papanın bu sırrını bilen sadece Mortati imiş. Mortati, Camerlengo'ya bu suni döllenmeyi ve doğan çocuğun kendisi olduğunu söyleyince Camerlengo mala bağlıyor tabii. Kendini yakıyor.

*

Kardinaller yeni papa olarak Mortati'yi seçiyor.

Robert ile Vittoria evleniyor. Papa Mortati onlara illuminati elması hediye ediyor.

*

Ayyy gene şiştiğim bir Dan Brown romanı oldu.

Diğer şiştiklerim için; 



Bkz: Dijital Kalehttp://birazkitap.blogspot.com/2020/04/dijital-kale.html

*

Illuminatiyi ben ilk defa şurada duymuştum:

http://michaelsikkofield.blogspot.com/2011/08/rothschild-illuminati-satanizm-ve-yeni.html

O zamanlar ilgimi çekmişti, okuyordum, ama sonra dine sardı bunları yazan çocuk, benim de tadım kaçtı. Dini açıklamalar tadımı kaçırır.

*


Kitabı okuduktan sonra filmi izledim. Filmde, kitaptaki bazı komiklikleri törpülemişler. Papanın suni döllenme hikayesi yok mesela filmde ahahahaha o neydi zaten ya.

Robert Langdon'ın helikoptere atlaması da yok filmde. Çünkü niye atlasın? Ne alaka?

Filmde öldürülen kişi Vittoria'nın babası değil. Maximilian Kohler de hiç yok filmde.

Dan Brown'un kitaplarından dönüştürülen diğer filmlerdeki gibi aksiyonu bol. Çok kaçma kovalamaca. Takip etmesi zor geliyor bana. 

10 Nisan 2020 Cuma

GÜNLERİN KÖPÜĞÜ



GÜNLERİN KÖPÜĞÜ

(L'Ecume Des Jours)

Boris Vian 

1947

Çeviren: Elif Ertan

E Yayınları

1.Basım - Ekim 2005

195 sayfa


Aşk hikayesi.

Adam kadına aşık olur. Kadın hastalanır ve ölür. 

Bu hüzünlü hikaye kitapta komik mi desem, absürt mü desem, kesin edebi teknik olarak bir ismi vardır bu tarzın, düş gibi anlatılmış. 

*

Colin, zengin bir adam. Serveti sayesinde çalışmasına gerek yok. Zaten çalışmaya gönlü de yok. 

Arkadaşı Chick ise maddi açıdan zor durumda. Colin ona yardım ediyor Chick'in gururunu kırmayacak şekilde. 

Chick, Jean-Sol Partre adlı yazarın fanatik hayranı. Onun tüm kitaplarını alıyor, konferanslarını takip ediyor. Varını yoğunu bu koleksiyona harcıyor. Bu konferansta tanıştığı Alise ile de bu yüzden evlenemiyor. Çünkü evlenmek için parası yok. Colin'in evlilik için verdiği parayı da şuursuzca Partre'nin el yazmaları ya da elinin değdiğini öğrendiği nesnelere harcadığından elinde avucunda bir şey kalmıyor.

Alise, Colin'in aşçısı Nicolas'ın yeğeni. Nicolas iyi bir aşçı, aşçı kimliğini takındığında İngiliz uşak gibi davranıyor. 

Colin Alise'i beğeniyor. Aslında ikisi de birbirini beğeniyor ama Alise ile ilk Chick tanıştığı için Colin buna saygı duyuyor. 

Ben Colin ile Alise'i eninde sonunda birlikte olur sanıyordum ama hiç yollarından sapmadılar.

*

Colin, arkadaşı Isis'in köpeğinin doğum günü partisinde bir kızla tanışıyor. Chloe

Colin, Alise'i ve Alise ile Chick'in ilişkisini gördükten sonra zaten aşık olmaya hazırdı. Özeniyordu aşık olmaya ve aşk yaşamaya. Bu sırada Chloe çıktı karşısına. Başkası çıksa başkası olurdu belki. O yüzden bana pek gerçek gelmemişti aşkı, fakat utandım sonra. 

*

Colin ile Chloe evleniyorlar. Düğünlerinin güzel olması için paraya acımıyor Colin. Bu kısım çarpıcı. Çünkü Chloe öldüğünde Colin fakirleşmiş durumda ve Chloe'nin cenazesi, düğünün tam zıttı. (Yani tabii zaten düğün ile cenaze, insanların yaşadığı duygular anlamında zıttır da burada kastettiğim törenin kalitesi anlamında. Düğünde rahip, çalışan, herkes dört dönüyor iken cenaze için parası olmayınca aynı insanların sırt çevirmesi can sıkıcı.)

Colin ile Chloe'nin mutlu yuvası Chloe'nin hasta olması ile gölgeleniyor. 

Ciğerinde nilüfer çiçeği varmış Chloe'nin. 

Kitabın başta dediğim o düş gibi olan kısımları bunlar. Mesela Colin evde fare besliyor, seviyor, okşuyor onu. Fare de evcil köpek gibi. 

Su borusundan yılan balığı avlıyorlar. Akşam yemeğinde onu yiyorlar. 

Küçük pembe bulutlar yere inip sizi ve sevdiceğinizi gözden uzak tutabiliyor.

Bunun gibi şeyler.

*

Chloe'nin iyileşmesi için su içmemesi lazım. Su içerse içindeki çiçek büyür çünkü ve daha çok hasta olur.

Colin, Chloe iyileşsin diye elinden geleni yapıyor. Bu arada parası da artık suyunu çekiyor ve hiç istemediği halde çalışmak zorunda kalıyor.

Çeşitli işlerde çalışıyor. Mesela silah sanayine giriyor. Topraktan silah yetiştiriciliği. İşçiler toprağa yatıyor, toprağa verdikleri ısı ile silah tohumları büyüyor ve büyüyen silahları topluyorlar.

Deli saçması gibi şeyler. "Büyülü gerçeklik" Tamam, adı bu.

*

Chloe iyileşemiyor. 

Onun sağlığı kötüye gittikçe her şey de kötüye gidiyor. 

Yaşadıkları ev küçülüyor. Yemekler tatsızlaşıyor. Mecazi olmanın ötesinde... Fiziksel olarak gerçekleşiyor bunlar. 

*

Beri yanda Chick, Partre namlı küf-bok-çamur yazıları yazan adamın eserlerinin koleksiyonunu yapacağım diye paralar harcamaktan vergi borçlarını ödeyemiyor ve cezalara maruz kalıyor.

Chick'in bu zaafından faydalanıp onu kazıklayan kitapçıları tek tek bulup dükkanlarını yakıyor Alise. Bununla da kalmıyor, Partre ile de konuşup bir daha kitap yazmamasını söylüyor. Ama tabi adam kabul etmediği için onu da öldürüyor.

Chick ve Alise böyle bitiyor.

Colin ile Chloe de, Chloe'nin ölümü ve Colin'in cenaze için para bulamaması nedeniyle tabutunun omuzlar üzerinde bile taşınmayıp camdan aşağı atılması ile bitiyor.

*

Bir dert başınıza geldiğinde üzülürsünüz, belki ölmeyi bile düşünürsünüz ya. Sonra bir şekilde o dert geçer gider. Ama sonra benzer dert bir daha gelir diyelim. Hadi yine üzüldün, ağladın. Yine geçti gitti. Ve o dert bir daha geldiğinde artık üzülemez ve işi dalgaya vurursun ya. İşte o andan sonrasında anlatılmış gibi bu hikaye. Aşk acısı, ölüm acısı, iş acısı, fakirlik acısı... Üst üste gelmiş, hepsine üzülsen kafayı yiyeceksin. Hepsine gülerek kafayı yemek hayatı daha yaşanılır kılıyor belki de.

*

Yıllar önce okumuşum bu kitabı ama hiç hatırlamıyordum: http://birazkitap.blogspot.com/2014/05/gunlerin-kopugu.html

*


Kitabı okuduktan sonra filmini de izledim. Kitapla birebir aynı. Ama kitaptan aldığım duyguyu alamadım filmden. O değil de, ne güzel konuşuyorlar Fransızca Fransızca. 


8 Nisan 2020 Çarşamba

SIRÇA FANUS



SIRÇA FANUS

(The Bell Jar)

Slyvia Plath 

1963

İngilizce Aslından Çeviren: Handan Saraç

Can Yayınları

217 sayfa


Ya kıyamam yaaaaa :(

Slyvia Plath, biliyorsunuz intihar etti... kafasını fırının içine sokarak...

Kitap da bu depresyon sürecinden izler taşıyor. 

*

Bir derginin makale, öykü, şiir gibi konulardaki yarışmasını kazanarak New York'a gelen on iki genç kız. 

Bir ay boyunca derginin sponsorluğunda bütün masrafları karşılanıyor.

Esther Greenwood da bu kızlardan biri. Kendisini geliştirmek istiyor. Çok şeyler yapmak istiyor. Ama nereden başlayacağını bir türlü bilemiyor. Kendi küçük kasabasında yaşarken, okuluna gidip gelirken bir sıkıntısı yoktu. Derslerini çalışıyor, başarılı oluyordu. Ama New York'a gelince, onca insanla tanışınca kendisini onlarla kıyaslar buluyor. Ve yetersiz olduğu hissine kapılıyor. Ve bu histen bir türlü kurtulamıyor. 

New York macerası bitip evine dönünce tek düşünebildiği ne kadar yetersiz, beceriksiz, başarısız olduğu. 

Artık hayat da anlamsız gelmeye başlıyor. Yemeden içmeden kesiliyor, uyku uyuyamıyor.

İntihara kalkışıyor. "Uzun bir yürüyüşe çıkacağım." diye not bırakıp evdeki bütün hapları yutuyor. Polisler onu bulduğunda neyse ki çok geç olmamış. Gazetelere de çıkıyor bu olay. 

Annesi doktora götürüyor. Doktor da psikiyatriste yönlendiriyor. İlk psikiyatrist şok tedavisi uyguluyor ona. Önce bir dinle, konuş, yok. Tabii ki işe yaramıyor. 

Bu kısımlar çok ürkütücü geldi bana. "Tımarhaneye tıkılmak" Nasıl bir başarı umulabilir ki böyle bir süreçten? 

İntihar hakkında düşünmeye başlıyor Esther. Tabanca, denizde boğulmak, kendini asmak... 

Çok üzüldüm okurken... O kadar tatlı bir kızcağız ki... 

Kitabın bu şekilde ilerleyeceğini bilmiyordum ben açıkçası. Kitabın başında etrafındaki kendinden önemli/başarılı gördüğü insanlara özenen, diğerlerini yeren, yaşıtlarının bir çoğunu boş, sersem olarak gören genç bir insan. Tipik. Ama sonra bu süreçten kendisinin işe yaramaz olduğunu sonucuna varıp umut ışığı göremez hale gelmesi... Ah yavrucuğum...

*

Tam bir odun olarak gördüğüm ilk psikiyatristten sonra biraz daha halden anlayan bir psikiyatriste yönlendiriliyor. Burada bir parça daha iyi gibi oluyor.

İlginç bir tesadüf olarak eski bir arkadaşını görüyor akıl hastanesinde. Joan. O kızcağız da intihara kalkışmış. 

İkisi de zamanında aynı erkekle çıkmışlar. Buddy Willard. Buddy iyi bir çocukcağız. Esther'i seviyor ama Esther onu sevmiyor. Buddy verem olup dispansere yatıyor. Oradan gönderdiği bir mektupta Esther'e dispanserdeki bir kızdan hoşlandığını, ama eğer Esther kendisiyle birlikte olmak isterse bu kızı unutacağını yazıyor. Esther de bunu ikiyüzlüce bulup "ben nişanlandım" diye yalan atıyor, ayrılıyorlar.

Buddy, Esther'e bir soru soruyor. Kıyamam ona da yaaa. "Ben kadınları çıldırtıyor muyum?" İki eski kız arkadaşı da akıl hastanesine yatırılınca çocuk kendisini sorgulamış. Esther, "Seninle bir ilgisi yok" diyor da çocuk rahatlıyor. 

*

Esther, Buddy ile bir konuşmalarında Buddy'nin daha önce bir kızla seviştiğini öğreniyor. Bozuluyor bunu öğrenince. Esther'in hiç cinsel ilişkisi olmamış ve erkek arkadaşının daha önce böyle bir ilişkisinin olmasını adaletsiz buluyor.

Akıl hastanesinden dışarı çıkma, gezme izni var. Bu izinlerden birinde cinsel ilişki meselesini de aradan çıkarayım diyor. Böyle bakıyor olaya. Bakirelik üzerimde yük, diye düşünüyor. Tanıştığı bir üniversite hocasıyla birlikte oluyor. Ama sonra çok kanaması oluyor. Durdurulamaz bir kanama. Joan onu hastaneye götürüyor. 

Esther iyileşiyor. Ama Joan'ın kendisini öldürdüğü haberini alıyor. Asmış kendisini. 

*

Esther'in annesi ve erkek kardeşi bu süreçte Esther'i destekleyiciler. Ama ben böyle olaylarda insanların çocukluğunda yaşadıkları bir veya birkaç sorun olduğunu düşünüyorum. Esther'in çocukluğunda anne babası nasıldı kim bilir? Babası Esther çocukken ölmüş, annesi öğretmen. İyi bir kadına benziyor ama çocuğa iyi anne olmak başka bir şey. Bambaşka bir şey. Kötü, şeytan bir insan olmanıza gerek yok bir çocuğun hayatını mahvetmek için. İyi olduğunuzu ve iyi bir şey yaptığınızı/söylediğinizi zannederek de kötülük edebilirsiniz. Esther'in de belli ki muazzam bir değersizlik hissi var. Gökten gelmiyor ki bu hisler. Bu hislerle doğduğumuzu da düşünmüyorum. Bu hisleri sonradan öğreniyoruz. Kim öğretiyor? Bizi büyütenler.

*

Roman, Esther'in akıl hastanesinden çıkışını değerlendirecek kurulun önüne çıkmasıyla son buluyor. 

Geçmiştir herhalde. Öyle bir izlenim veriyor gidişat.

*

Üzüldüm ay...

Kendini öldürmeye kalkmak çok... 

Aslında başkasını öldürmekten çok da farklı görmüyorum ben bunu. İkisi de cinayet değil mi? Ha kendini öldürmüşsün, ha başkasını. İkisini birbirinden farklı kılan ne? Kendini öldürdüğünde kendi hayatın olduğu için başkasına zarar vermiyorsun.. diye mi düşünülüyor? Ama kendine zarar vermiş oluyorsun. Sen de insansın...

Ne bileyim ay, üzülüyorum böyle şeylere... Suçlu olarak da anne babaları görüyorum ne yalan söyleyeyim. Çocuğunuza "ne yaparsan yap, ne olursan ol, değerlisin" hissini verememişsiniz işte.  

7 Nisan 2020 Salı

DİJİTAL KALE



DİJİTAL KALE

(Digital Fortress)

Dan Brown

1998

Çeviren: Sezer Soner

Odtü Yayıncılık

317 sayfa

Dan Brown'ın ilk kitabı. 

Yazarın "Cehennem" ve "Da Vinci Şifresi" adlı kitaplarından sonra bu kitabını okudum. İlk bunu yazdığını öğrenince "Yaaa yerim" tatlışlığı oluşturdu bende. Çünkü daha sonraki kitaplarında canavar gibi, fişşek gibi bir şifre-ipucu-kaçma kovalamaca, bilgi yığını var. Bu kitap bunların başlangıcı, tohumu yani. Yaa yerim.

*

Dan Brown 1964 doğumluymuş. Bu kitabın yayınlandığı yıl 34 yaşında. Ama kitap sanki daha genç birinin kaleminden çıkmış gibi. Kitabın baş karakterleri olan kadın ve erkeği betimleme tarzından bu kanıya ulaştım. 

Kadın karakter olan Susan için hem akıllı, hem yüksek iq'lu, hem de çok çekici, o uzun bacak boyunda o yüksek iq'un olduğuna inanmak zor... gibi tabirleri var. 

"Bu bacakların 170 IQ taşıdığını düşünmek neredeyse imkansız." sf.9

"Narin, güzel hatlar; dolgun, sıkı göğüsler ve tamamıyla düz bir karın. David, o ana dek karşılaştığı uygulamalı matematik ve sayılar kuramı alanında doktora yapmış ilk mayo mankeni olduğunu söyleyerek takılıyordu ona sık sık." sf.17

Erkeği de (David) yine çok akıllı, çok çekici, çok iyi squash oynuyor diye tanıtıp başını çeşmeden akan suyun altına koyup serinlerken nasıl da Biscolata erkeği olduğunu anlatıyor.

"Rakibini ezip geçtikten sonra kafasını bir çeşmenin altına sokup siyah, gür saçlarını ıslatarak serinler, sonra da saçlarından hala sular damlarken rakibine bir çörekle birlikte meyve kokteyli ısmarlardı." sf.9

Çok komik değil mi?



*

Bu kitapta, dünyanın en teknolojik bilişim sistemini koruma mücadelesi anlatılıyor. Amerika'da herkeslerin bilgisayar sistemine girip ülke güvenliği ile ilgili çalışmalar yapan bir şirket varmış. NSA (Ulusal Güvenlik Teşkilatı) Bütün dünyadaki elektronik istihbarat verilerini topluyor ve ABD'nin gizli bilgilerini koruyormuş. Ama varlığı herkesçe bilinen bir kurum değil. Kurumun kendisi de gizliymiş. 

Bu kurum şifre kırma makinesi yapmış. TRANSLTR. Bu da gizli. Halk arasında duyulmuş bir ara, maillerimizi okuyorlar, özelimiz kalmadı diye halktan isyanlar olmuş. Özellikle EFF (Elektronik Öncüler Vakfı) NSA'ya karşı lobi yapıyormuş. "Hükümet dairelerinin Orwell tarzı kulak misafiri olma gücü" diyorlarmış NSA için. NSA böyle bir şey olmadığını, denediklerini ama başarısız olduklarını, TRANSLTR'in işe yaramadığını yalanını atmış, halk böyle bilsin ve itirazlar sussun diye. 

*

Ensei Tankado, NSA çalışanı ama NSA'nın bu çalışmasından memnun değil. Hükümetin herkesin haberleşme ağına ulaşabilmesini tehlikeli buluyor. 

Susan Fletcher, NSA'da kriptograf ve tam devletçi bir kafaya sahip. NSA ülkemizi düşmanlardan koruyor diye düşünüyor. Ya düşman senin ülkense? Ya düşman senin çalıştığın yerse? Hükümetlere bu kadar güvenilir mi ay? Saf mısın? Değilsin de, çok iq'lu bir insanmışsın, bu saf güven niye?

David Becker, Susan'ın nişanlısı. Üniversitede hoca. Georgetown Üniversitesi'nde profesör ve yabancı dil uzmanı. Susan'ın David'de bulduğu tek kusur, hesabı hep David'in ödemek istemesi, Susan'a izin vermemesiymiş. Halbuki Susan David'den daha çok kazanıyormuş. Ne varmış Susan ödeseymiş.

*

Strathmore, Susan'ın patronu.

*

Kitabı Dan Brown kitabı haline getiren kaçmaca kovalamaca şöyle çıkıyor;

Susan ile David, güzel bir tatil planı yapmışlarken David aniden gidiyor, sonra açıklayacakmış sebebini.

Susan da işe gidiyor. Patronu çağırıyor. Bir bakıyor ki TRANSLTR on beş saattir bir şifreyi kırmaya çalışıyor. Normalde on dakikada halledermiş bu işleri. 

Strathmore diyor ki bu çözülemez şifreymiş. 

TRANSLTR'yi çalışamaz hale getiren Ensei Tankado imiş. 

Tankado'nun annesi Hiroşima'ya atılan atom bombası nedeniyle radyasyona maruz kalmış, Tankado'yu doğururken ölmüş. Tankado özürlü doğmuş. Babası da bu nedenle ondan utanıp onu terk etmiş. Tankado da kendisine bunları yaşatan ülkeden intikam almak istemiş. 

Ayrıca NSA'da çalışan Tankado, TRANSLTR'ye karşı çıkıp onun insan hakları ihlali olduğunu söylediği için Strathmore, Tankado'nun güvenilirliğini yok eden söylentiler yayıp onun itibarını sarsıyor ve susturuyor. 

Susan, TRANSLTR'nin ülkeyi pek çok saldırıdan koruduğunu düşünüp "Demokrasiyi anarşiden ayıran hassas bir kapı var. NSA da bu kapının bekçisi" diye savunuyor sistemi. 

Peki "Bekçilere kim bekçilik edecek?"

"Hükümetimizin gerçekten insanların menfaatini düşündüğünü mü söylüyorsun? Peki ya gelecekteki hükümetler gerçekten bizim menfaatlerimizi düşünmezlerse ne olacak? Bu, sonsuza dek geçerli olacak bir teknoloji" sf.226

Tankado, "Dijital Kale" adını verdiği bir istihbarat silahı yapıyor. TRANSLTR'i dünyaya açıklayın, insanların e-postalarını okuyabildiğinizi itiraf edin, yoksa bu program piyasaya çıkarsa modemi olan herkes NSA'nın çözemeyeceği şifreler gönderir, NSA'nın istihbaratı işe yaramaz hale gelir diye tehdit ediyor. 

Uyuşturucu kartellerinin sevkıyatları izlenemez, şirketler arkalarında hiç iz bırakmadan para transferleri yapabilir, teröristler rahatça birbirleriyle iletişim kurabilir...vb

Tankado, Dijital Kale'yi şifrelemiş. Onu açan, altmış dört karakterden oluşan, geçiş anahtarı kendisindeymiş. Onu da açık artırmaya çıkarmış.. 

Tankado, öldürülme ihtimaline karşın bir de ortak edinmiş. Birisi Tankado'yu vurursa ortağı anahtarı yayınlayacakmış. Ortağının adı North Dakota. Takma isim. 

Ancak daha sonra Tankado'nun Sevilla/İspanya'da ölü bulunduğu haberi geliyor. 

Kalp krizinden ölmüş. Strathmore, bu ölüm haberinin gizli kalmasını sağlamış. Tankado'nun ortağı duyup geçiş anahtarını yaymasın diye. O yüzden bir an önce ortağı bulmalılar. Strathmore, Susan'ı bu yüzden çağırmış. David'i de İspanya'ya göndermiş. Tankado'nun öldüğünde üzerinde bulunan her şeyi alıp gelsin diye. Strathmore, kimse şüphelenmesin diye David'i göndermiş. Kendi adamlarından birini gönderirse bir terslik olduğu duyulurmuş. David, Susan'ın patronu istiyor diye kabul ediyor bu işi, bir de ulusal güvenlik meselesi denince karşı çıkamıyor.

*

Susan, bilgisayardan aratıyor North Dakota ismini. Ve iş arkadaşı Hale Greg'in North Dakota adıyla Tankado ile mailleşmelerini görüyor. Yani North Dakato, Hale Greg imiş. 

Mi acaba?


*

David'in macerasına gelelim. 

Öldüğünde Tankado'nun üzerinde geçiş anahtarının bir kopyası vardır diye düşünen Strathmore, David'i İspanya'ya gönderip Tankado'nun öldüğünde üzerinde olan tüm eşyaları getirmesini söylüyor. Bunun ulusal güvenlik meselesi olduğunu söylüyor.

David morga gidiyor. Tankado'nun eşyalarını alıyor. 

Morg görevlisi bir de yüzükten bahsediyor. Tankado ölmeden önce yüzüğünü yanından geçen Kanadalı bir turiste vermiş. Strathmore yüzüğün geçiş anahtarı olduğunu düşünüyor, Tankado Dijital Kale'nin geçiş anahtarını yüzüğün üzerine kazımış olmalı. David'e yüzüğü bulmadan gelme diyor. 

David, Kanadalı turistin hastaneye kaldırıldığını öğreniyor. Hastaneye gidip adamı buluyor. Adam da yüzüğü yanında kızıl bir fahişe olan şişman Alman turiste verdiğini söylüyor. Kadının adı Çiğdamlası imiş.

David, telefon rehberinden escort numaralarına bakıp Çiğdamlasının yerini öğreniyor. Kadının şişman bir Alman ile otelde olduğunu öğrenince otele gidiyor. Kadını ve adamı buluyor. 

Kadın da yüzüğü meğer punkçı bir kıza vermiş.

David, punkçıların bindiği otobüsle punkçıların takıldığı bir mekana gidiyor. Orada kızı değil ama kızı tanıyan bir çocuk buluyor. Çocuktan kızın adının Megan olduğunu ve havalimanında olduğunu öğreniyor. 

Havalimanına gidiyor. Kızı buluyor. Yüzüğü alıyor.

Bu arada David'i gölge gibi takip edip onun konuştuğu insanları sonradan öldüren biri var. Hulohot. Strathmore puştu tutmuş. David yüzüğü bulunca David'i de öldürtecek.  

David birinin peşinde olduğunu ve kendisini öldüreceğini anlayınca kaçıyor, o kaçma kovalamacada Hulohot ölüyor. 

Tankado'yu öldüren de Strathmore'un emriyle Hulohot'muş. Travma silahı ile öldürüp Tankado'nun kalp krizi geçirmesine sebep olmuş. 

*

NSA'nın müdürü Leland Fontaine de olayların bir kısmını biliyor.  David'in kurtarılmasını sağlıyor. 

*

Yukarıda,  Hale, bu mailleri Strathmore'un bilgisayarından kopyaladığını söylüyor, demiştim. Ama Susan inanmıyor, Allah gibi güveniyor Strtahmore'a. 

TRANSLTR'nin saatlerdir bir şifreyi çözemediği başka çalışanlar tarafından da fark ediliyor ve bir terslik olduğu anlaşılıyor. Chartrukian adlı çalışan bu terslik konusunda Strathmore'u uyarıp yetkili birimlere haber vereceğini söylüyor. Strathmore bu adamı öldürüyor gizlice ve suçu Hale'e atıyor.  

Strathmore'un amacı Dijital Kale'yi kendi sistemleri için kullanmak. "NSA'nın elinde Dijital Kale dışında  her algoritmayı çözen bir bilgisayar var, deriz. Dolayısıyla herkes Dijital Kale'ye balıklama atlar... bizim onu çözebildiğimizi bilmeksizin!" sf.203 

Böylece Strathmore kahraman olur. 

Susan North Dakota mail adresini araştırınca aslında North Dakota'nın Ensei Tankado olduğunu fark ediyor. Tankado kendine mail gönderiyormuş. Hatta NDAKOTA harfleri de aslında doğru yazıldığında TANKADO çıkıyor. Ortağı olduğu bir uydurmaymış. Hatta Dijital Kale diye bile bir şey yokmuş. Tankado, e-postalarına gizlice girmesi için NSA'yı kandırmış, onları bir ortağı olduğuna inandırmış ve çok tehlikeli bir dosyayı indirmelerini sağlamış. Çözülemez bir algoritma ve Dijital Kale hiç olmamış aslında. Virüsmüş bu. TRANSLTRY'yi yok etmek için. O TRANSLTRY'den bütün dünyanın haberi olsun istedi, insanların mahremiyetini savundu, ama kimse ona inanmayınca O da kendisi yok etmeye karar verdi. 

*

Strathmore Tankado'nun kendisini kandırdığını anlayınca önce Hale'i öldürüyor. Sonra Hale'in ağzından tüm suçları ve sorumluluğu üstlenen bir intihar mektubu yazıyor.  Susan'a aşkını da itiraf ediyor. Ama Susan, David'in Strathmore yüzünden ölümle burun buruna olduğunu da öğreniyor. O arada bina patlıyor. Susan önceden binayı terk ediyor. 

*

Müdür Fontaine ve ekibinin olduğu başka bir birimde David ile görüntülü konuşma yapılıyor. David, elindeki yüzükte yazan yazıyı söylüyor ekibe. "Quis custodiet ipsos custodies" Yani "Bekçilere kim bekçilik edecek!" (Juvenal'in Satires'inden) Tankado'nun en sevdiği sözmüş. 

Ama şifre bu değilmiş. Sadece sayısal alan gerekiyormuş şifre için. Yani yüzüğün bir anlamı yokmuş. 

AHAHAHHHAHAHAHHHAHAHA

Boku bokuna mıydı yani bunca tantana AHAHAHAHHA

*

Programlama satırlarında hiçbir işe yaramayan "öksüz" denilen satırlar oluyormuş. Tankado da bunlardan bırakmış programına. O satırdaki harfleri "Sezar Kutusu" denilen kare şeklinde sıralayınca HİROŞİMA İLE NAGAZAKİDEN SORUMLU OLAN UNSURLAR ARASINDAKİ ASIL FARKLILIK yazısı çıkıyormuş. 

Kimyasal unsur dediği kimyasal element. Uranyum ve plütonyum. İzotopları birinin U238 diğerinin U235miş. Ne etti? 3

Şifre bu. Bunu girince kurtarıyorlar sistemi.

*

Tankado, ölürken yüzük değilmiş derdi. Parmaklarıyla 3 yapmaya çalışıyormuş. 

*

Bu arada Tokugen Numataka adlı, Numatech adlı şirketini geleceğin Microsoft'u yapmak isteyen bir Japon iş adamına, kendisini North Dakato olarak tanıtan bir kişi Dijital Kale geçiş anahtarını satmayı teklif etmişti. Numataka kabul etmişti. Ama öğreniyoruz ki kendisini North Dakato olarak tanıtan bu kişi Strathmore imiş. 

*
Numataka da aslında Tankado'nun babasıymış. 

*

Okuması da buraya yazması da çok yorucu oluyor Dan Brown kitaplarını. Böyle bir keşmekeşi okuyup sonra unutursam çok sinirlenirim, boşu boşuna mı bu saçmalıkları okudum diye. O yüzden uzun uzun yazıyorum ki sonradan unutunca -ki unutacağım evet, kaçınılmaz- buraya yazdıklarımı okuyunca bir parça hatırlarım.