21 Ekim 2012 Pazar

MODERN DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU




MODERN DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU

İspanyol Altın Çağı

Yazarı: Cemal Bali Akal

Yayınevi: Dost Kitabevi

Basım Yılı: 1. Baskı-1996, 2. Baskı-1997

Sayfa Sayısı: 319



1492'de İspanyol Christobal Colon, Amerika'yı keşfeder. Gerçi "yeni bir kıtaya ulaştığını bile bilmeyen Colon'un, milyonlarca insanın yaşadığı bir toprağı keşfetmiş olamayacağı gerçeği" vardır "ama bu gerçek, sömürgeci mantık tarafından gözardı edilir." (sf 136)

Bu yeni dünya altın madeni kaynamaktadır. Beyaz insanlar, buranın yerlilerini ölesiye çalıştırmak suretiyle bu madenlerden faydalanırlar. 

"Kendilerine hıristiyan diyen bu insanlar, onları izleyen sakin ve savunmasız yerlilerin karşısında, birden içlerine şeytan girmiş gibi kılıçlarına sarılır ve nedensizce, bir köy halkını yokederler. Kadın ve çocukların ırzına geçmek, bebekleri analarının kucağından alıp, onların gözleri önünde köpeklere parçalattırmak ya da bacaklarından tutup kayalara vurarak öldürmek, dil, burun, meme, kol, bacak kesmek, insanları canlı canlı yakmak ya da aç bırakarak ölüme göndermek yaygın sömürge eğlencelerindendir. Zevk için öldürülmedikleri zaman da yerlilerin içinde bulundukları zorla çalıştırma koşulları öylesine tüketicidir ki, kadın ve erkeklerin üremeye yönelik etkinlikleri sıfırlanmış, nüfus çoğalmaz olmuştur. Tek tük rastlanan hamileliklerde, analar, ümitsizlikten, çocuklarını düşürmek için her yönteme başvurur, bunu yapamazlarsa bebeklerini boğarlar. Kaldı ki, sütten kesilmiş olduklarından, onları öldürmeseler bile, çocuklarının yaşaması yine de mümkün değildir." (sf 136)

Kelimenin tam anlamıyla SOYKIRIM bu. "Avrupa'nın toplam nüfusunun aşağı yukarı elli milyon, Fransa'nın on iki milyon, İspanya ve İtalya'nın dokuz milyon, İngiltere'nin dört milyon olduğu bir dönemde, 1500'den 1650'ye, Meksika'nın yerli nüfusunu yirmi beş milyondan bir milyona, yeni kıtanın yerli nüfusunu seksen milyondan on milyona indirerek, yüz elli yılda insanlığın hemen hemen beşte birini ortadan kaldıran" bir felaket.

"Yerli işgücünün büyük bir hızla tükenmesi, çok kısa sürede, bu kıyıma yeni bir kıyımın eklenmesine yol açar ve afrikalıları Amerika'ya taşıyan sistemli köle ticareti başlar. Dört yüzyıl sürecek olan bu ticaret, milyonlarca genç, sağlıklı, güçlü afrikalıyı Yeni Dünya'ya ulaştırır, bir kısmını da yolculuğun zor koşullarında yok ederken, köklü Afrika uygarlıklarını, dinamik bir sosyal katmandan yoksun kılıp, çökertmeyi başaracaktır. Kuşkusuz, kölecilik Amerika'yla birlikte keşfedilmemiştir. Ancak fetih, o güne kadar uygulanan ve oldukça sınırlı kalan bu kuruma, gerek nicelik, gerekse nitelik açısından yepyeni, o güne kadar benzeri hiç görülmemiş, sınai ve tabii çok yıkıcı bir boyut kazandıracaktır." (sf 137)

Sömürgecilik ve köleciğilin had safhada olduğu bu dönemde bazı düşünürler çıkar ve yerlilerin de hakları olduğunu, onların da bizler gibi insan olduğunu söyler. Önemli bir konudur bu zira o dönem yerlilerin akıllı bir insan mı, yoksa şeytan ya da hayvan mı olduklarına bile karar veremeyen düşünürler vardır.

Kitaba adını veren konu da işte budur. İspanyol Altın Çağ. Hem gerçek anlamda altın madenleri ile bir altın çağdır, hem de insan hakları ve uluslararası hukuk alanında ortaya atılan kavram ve düşünceler ile fikirsel bir altın çağdır.

Bu alanda önemli fikirleri dile getirmiş Las Casas, "yaşamının sonuna doğru, vasiyetnamesinde şu ünlü kehanete ve lanete yer verir: 'İnanıyorum ki, böylesine haksızca, onursuzca, zorbaca, barbarca, inançsızca işlenen iğrenç suçlar yüzünden, Tanrı öfkesini İspanya üzerine boşaltacaktır; çünkü korkunç bir yıkım ve kıyım pahasına el koyulan kanlı zenginliklerden tüm ülke pay aldı."

"Kehanet doğru çıkacak, İspanya ekonomik zorluklarla karşılaşacaktır...Hesapsız sömürge siyaseti, Krallık'a beklediğinin tersini verecektir...Aslında, sömürge pastasına Pireneler ötesi Avrupa el koymuştur. Amerika'dan gelen altın ve gümüş, Tüm Avrupa'da merkantalizmi destekler, ilk değerler borsalarını yaratır, Avrupa'nın kaderini bugüne kadar etkileyecek olan ticari ve mali etkinliği olağanüstü arttırır. Avrupa bütünüyle yararlandığı bu fethin faturasını İspanya'ya çıkararak, onu bir günah keçisine dönüştürür ve suçluluk duygusundan kurtulmaya çalışır. Tabii, özellikle Fransa, İngiltere, Hollanda, Almanya ve Belçika'nın İspanya'ya karşı verdiği kirli sömürge savaşında ispanyol mezalimi propogandası iyi bir ideolojik silah olacaktır. Ama bu yeni sömürgeciler, zorbalık açısından İspanya'yı aratmasalar da, onların Las Casas, Vitoria, Quiroga ve yandaşları gibi, fethin yasallığını reddeden ve sömürgeciliği sorgulayan düşünürleri olmayacaktır." (sf 150)

İşte böylece, dünyanın bir ucundan diğerine dev bir hakimiyeti olan Castilla devleti, (bugünün İspanya'sı) sen tut Amerika'yı keşfet, sonra sen yok ol, azalarak bit, keşfettiğin Amerika dev olsun. Sen bundan nemalanama. Tarihte hiçbir boynuz kulağı bu kadar geçmemiştir. 

" Bir dünyayı fetheden, ama bundan kendisine pay ayıramadan, o dünyayı modern sömürgeciliğin açgözlülüğüne terkeden de İspanya'dır." (sf 252)







18 Ekim 2012 Perşembe

KAYDA GEÇSİN




KAYDA GEÇSİN

Yazarı: Ece Temelkuran

Yayınevi: Everest Yayınları

Basım Yılı: 1. Basım-Şubat 2012, 9.Basım-Mart 2012

Sayfa Sayısı: 319



Ece Temelkuran çok dertli. İsyanlarda. Haksız da değil.

Memleketin gidişatından tedirgin. Bu tedirginliği, iktidar muhalefeti yaptığı için işinden gücünden olmasından kaynaklanmıyor. Samimi bir tedirginlik onunkisi.

Sırf gazetecilik yaptığı için, kitap yazdığı için tutuklanan meslektaşlarına üzülüyor. Çocukluğunu yok yere hapishanelerde geçirenlere üzülüyor. İşçiye üzülüyor, fakire üzülüyor. Kitabın her sayfasında bu üzüntü dalga dalga çarpıyor insanın suratına.

Kürtlerin meseleleri hakkında konuşması/yazması, bu meseleler hakkında ılımlı görüşlerini dile getiren herkesi olduğu gibi onu da yaftalıyor. O yüzden bu yaftalamalardan sıyrılmak zorunda kalıyoruz kendimizi anlatırken."Her kesim, kendini ne olmadığı üzerinden tarif etmek zorunda kalıyor. Darbeci değilim, şeriatçı değilim, terörist değilim"

Birbirimizi tanısak işlerin daha kolay yürüyeceğini söylüyor ama "Tanışmamızı engelleyen bir başka mesele ise hep birbirimizi çıldırma anında görüyor, birbirimize o zaman bakıyor olmamız. Atatürkçüler darbecilikle suçlanmaktan öfkelenmişken, İslamcılar depremde yıkılan Kuran kursunda ölen çocuğunun hakkını aramazken, Aleviler çalıştaylara karşı kavga ederken ve Kürt çocuklar taş atarken...Kameralar tam o anda bize dönüyor ve kendimizi, Türkiye'yi o anda görüyoruz: Hep kavga ederken. Bu da ülkenin kendiyle ilgili bir kanaat oluşturmasına neden oluyor: 'Biz birlikte yaşayamıyoruz.' sf 6

"Kürtler, Türkler ve Hepimiz", "Bizim Memleket" ve "Başka Memleketlerden" notlarla bitiyor kitap.

Nagehan Alçı gibi, Rasim Ozan Kütahyalı gibi insanların bangır bangır konuşabildiği televizyon kanallarında Ece Temelkuran, Nuray Mert, Nihat Genç neden yok arkadaşım? Bunu bir düşün. Bundan biraz olsun şüpheye düş. Bu insanların susturulmaya çalışılmasında bir bit yeniği aramıyorsan aklından şüpheye düş.

17 Ekim 2012 Çarşamba

BUZ PRENSES




BUZ PRENSES

(Isprinsessan)

Yazarı: Camilla Lackberg

İngilizceden çeviren: Elif Günay

Yayınevi: Doğan Kitap

Basım Yılı: 1. Baskı-Mayıs 2012

Sayfa Sayısı: 399


Polisiye roman sevmiyorum. 

Sevmiyorum çünkü pek sabırlı bir insan değilim. Bu polisiye romanlarda da konu sakız gibi uzatılır. Gereksiz ayrıntılar da vardır bir dünya. O yüzden içim bayılır. Ama bir kere başlayınca da "Katil kim?" sorusunun cevabını bulmadan bırakmak mümkün değil.

Normalde böyle bir kitap okumazdım. Ama bedava sirke baldan tatlıdır.

Radikal gazetesini okurken "Radikal okurlarına Buz Prenses hediye" diye bir başlık gördüm. Kitapla ilgili bir soru var. Bilen 1., 10., 20., 30., 40...böyle gidiyor, kişilere kitap hediye. 

Soru şu:

Buz Prenses romanının ana karakteri Erica’nın mesleği nedir? 

a) Adli tıp uzmanı 

b) Polis müfettişi 

c) Biyografi yazarı 

d) Avukat 

Tabi kitabı okumadan bu soruyu bilmeye imkan yok. Fakat, yazının devamında kitabın konusunu anlatırken cevabı da vermişler:

"...İskandinav polisiyelerinin en çarpıcı örneklerinden biri olarak kabul edilen romanın ana karakteri Erica başarılı bir biyografi yazarıdır..."

Ben de hemen doğru cevabı seçip gönderdim. 1 hafta sonra da kitap adresime geldi.

Bu vesileyle "İsveç Polisiyesinin Kraliçesi" Camilla Läckberg’in ilk romanı Buz Prenses'i okuma fırsatım oldu.

Polisiye sevenler sevecektir herhalde ki yazarın kitapları 35 ülkede 25 dile çevrilmiş.

Kitabın heyecansız bir başlangıcı var. Küçük bir kasabanın önemli bir ailesinin güzel kızı Alex, buz gibi evinde, küvette, bilekleri kesilmiş bir şekilde ölü bulunur. Başta intihar sanılır ama yapılan inceleme bunun bir cinayet olduğunu ortaya koyar.

Alex'in eski arkadaşı Erika da, polisle birlikte bu cinayetin izini sürer. Hem merak ettiğinden, hem de konuyu kitap yapmak istediğinden.

Bu şekilde sıradan bir cinayet vakası olarak başlayan kitap, aslında Türkiye'de yaşayan bir insanı çok da şaşırtmayacak olaylarla farklılaşır. Çocukların cinsel istismarı, bunun üstünün örtülüşü, elalem ne der telaşı, dedikodu...

İsveç gibi bir Avrupa ülkesinde bile böyle şeyler oluyorsa bizde de olması gayet normal denebilir mi acaba? 5 Eylül 2012'de Afyonkarahisar'da cephane patlayıp 25 askerimiz şehit olunca bakanımız çıkıp "Böyle kazalar Pakistan'da, Hindistan'da da oldu" demişti. Oralarda oluyorsa buralarda da olması normal anlamında. Buradan yola çıkarak İsveç'te bile oluyorsa ohooo burada tillahı olur, gibi bir çıkarımda bulunabilirim.

Yalnız tek farkla, oralarda muhtemelen bu durum olağandışı, aşırı şaşırtıcı bulunuyordur. Bizse kanıksadık birazcık. 



7 Ekim 2012 Pazar

BİR NESLİ NASIL MAHVETTİLER





BİR NESLİ NASIL MAHVETTİLER

Yazarı: Osman Yüksel Serdengeçti

Yayınevi: Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları

Basım Yılı: 13. Baskı- 2010

Sayfa Sayısı: 136




Önsözde belirtildiğine göre, 1950 seçimlerinde  "Bir Nesli Nasıl Mahvettiler" adlı bir broşür yayınlanır. 300 sayfalık bu broşür (veya broşürler toplamı) daha sonra bir kitap haline getirilir. Ancak sadece bir kısmı kitap haline getirilir. Çünkü "Böyle bir eserin neşri için siyasi hava, manevi iklim henüz müsait değildir." Yıl 1966

Halen müsait değil herhalde ki, kitap 136 sayfalık birşey. Neslin mahvolması ile alakalı kısım ise 52 sayfa.

Bu nesil, Kurtuluş Savaşı'nı kazanıp, yurdu düşmanlardan kurtardıktan sonra oluşturulan yeni ulus devletin ilk nesli. Dine karşı sert bir tutum izlenen, Tanrının yok sayıldığı ama Atatürk'ün adeta Tanrılaştırıldığı bir devlet ve eğitim politikası izlenen dönemin ilk çocukları. Bu kafa karışıklığı nedeniyle ana-babası ile arasına çatışma girmiş nesil.

Bu kısım böyle bittikten sonra Osman Yüksel Serdengeçti'nin 1960'larda radyoda yaptığı seçim propogandası konuşmaları yer alıyor.

Bu konuşmaları sunarken "Burada şu hususu belirtmeyi vicdani bir vazife biliyorum Bu konuşmalarımızda seçim heyecanı ve yarışı içinde, diğer partilere ve parti liderlerine normal zamanlarda söylenilmesi pek hoş olmayan bazı ağırca, sertçe tabirler, cümleler var. Bunu o günün şartları içinde mütalaa etmelerini, fazla alınmamalarını hasseten rica ederim." diye başlaması açık sözlü bir incelik olmuş.

İşte bu konuşmalarda geçen;

"4 milyon lira harcayarak Boğaz'a asma köprü yapacaklar. Anadolu'da dört yüz liraya mal olacak köylerimizin köprüleri dururken Türkiye'nin mali gücünün üstünde böyle bir işe girişilmesi israftır, lükstür. Bir köprüye bu kadar parayı harcayanlar, yarın Sırat köprüsünden geçemeyeceklerdir." 

ifadesi Ahmet Hakan'ın köşesine konu olmuş, Boğaz köprüsüne sadece solcuların değil, sağcıların da karşı çıktığını belirtmek için bu kitabı örnek vermişti. O sayede bu kitaptan haberdar olup, nedir ne değildir diye aldım.

Bu radyo konuşmalarının ardından Mevlana ve Mehmet Akif Ersoy bölümü var.Osman Yüksel Serdengeçti'nin dergisi Serdengeçti'de yayınlana Mevlana ve Mehmet Akif Ersoy hakkında yazılmış bir bölüm bu.

Görüldüğü gibi Bir Nesli Nasıl Mahvettiler- Radyo Konuşmaları- Mevlana- Mesnevi'den Seçmeler- Mehmet Akif Ersoy olarak bölümlenmiş, son derece kafası karışık bir kitap.

6 Ekim 2012 Cumartesi

ÖZGÜRLÜĞÜN GELECEĞİ YOKTUR






ÖZGÜRLÜĞÜN GELECEĞİ YOKTUR

Edebiyatta Spinoza

Yazarı: Cemal Bali Akal

Yayınevi: Dost Kitabevi

Basım Yılı: 1. Basım- 2004

Sayfa Sayısı:135



Sayın Cemal Hocam. Önünüzde saygıyla eğiliyorum.

Derin bilgi birikiminiz karşısında adeta sarhoş oldum.

Hayatında Spinoza okumamış bir insan olarak kalktım, "Edebiyatta Spinoza" konulu bir kitap okudum. Öncelikle bu nedenle kendime kocaman bir aferin. Herkes yapmaz bunu. 

Böylece de gözüm korktu Spinoza'dan. Çünkü edebiyatta ve bağlantılı diğer alanlarda Spinoza'dan etkilenmiş dev insanlar bile onun kitabını tam okumadıklarını, bitirmediklerini, okuyup bitirenlerse tam olarak anlamadıklarını belirtmişler.

"Bu akşam üzüleceğim, bu akşam üzüleceğim, çünkü felsefeyi anlamıyorum. On dört yıllık üzüntü. Polisiye roman okur gibi, Kant, Descartes, Hegel, Spinoza okumak.Ne kadar ısrar edersem, ne kadar çabalarsam, paragrafı, sözcüğü, noktalamayı, cümleyi ne kadar ölçüp biçersem, cümleden, noktalamadan, sözcükten o kadar kopuyorum." sf 61

Hay yaşa. Bunları Leduc, La batarde (Piç) adlı otobiyografik romanında yazmış. Tam olarak bende de böyle oluyor.

Ben ki Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ını okumaya başlamış, daha otuz sayfa okuyamadan bırakmış, sonra yeniden başlamış, yarısına bile gelemeden pes etmiş, üçüncü denemede de bitiremeden bırakmanın utancını yaşamışım. Ben şimdi hangi cesaretle başlarım Ethica'yı okumaya. 

 Belki de kendimi Tutunamayanlar için, Ethica için hazırlıyorum. Ne belli.

"Ümitsizlik içindeki adam, Shakespeare, Marx ve Spinoza okur. Spinoza'nın düşünceleri arasındaki bağlantıyı ve karmaşık cümleleri -tüm Spinoza okurları gibi- tam olarak kavrayamamakta, ama okudukça sözcüklerin ardında yatan genel anlamın içtenliğini ve gücünü sezerek, Spinoza'yı anladığı izlenimine kapılmaktadır." sf 69

Sonuçta kim ne anlarsa anlasın;

"Spinoza üstüne çalışanların da, Spinoza'ya edebi metinlerinde yer verenlerin de üstünde birleştikleri nokta şudur: Herkes Spinoza'yı kendine göre anlar." sf 72

Herkesin Spinoza'sı kendine yani.

Satırlarıma bir şiirle son vermek istiyorum:

Gerçeğe sadık bir fırça bulunamadığı için,
Ünlü Spinoza'nın portresi yapılamadı,
Ama bilgelik ölümsüz olduğu için,
Asla ölmeyecek yapıtları.

Lucas

BİZ KINALI BACAKSIZLAR





Çağdaş Bir Çanakkale Destanı

BİZ KINALI BACAKSIZLAR

Güneydoğu Gazileri

Yazarı: Savaş Yücel

Yayınevi: Pozitif Yayınları

Basım Yılı: 7. Baskı-2007

Sayfa Sayısı: 189


Güneydoğu'da gazi olmuş insanların ağzından kaleme alınmış hikayelerin derlendiği kitap.

Tam hikaye de değil aslında. Gazi olmadana hemen öncesi ve sonrası yaşadıkları, hissettikleri.

Hepsinde dikkatimi çeken ortak nokta şu: Fakirlikleri

Bir de cahillikleri.

Bu biraz ağır olacak ama. Güneydoğuda terörist avına çıkarak vatanın kurtulacağını düşünmek bana sorarsanız cahilliktir. 

Kitaptaki gazilerden hemen hepsi "Güneydoğuya gideceğim için çok mutluydum.", "Ailem torpille benim gitmemi engellemeye çalıştı ama ben buna karşı çıktım.", "Vatan için mücadele etmeye hazırdım." gibi şeyler söyleyip kendi istek ve arzularıyla gittiklerini belirtiyorlar. Bunu söylerken samimi olduklarını düşünüyorum. İşte cahillikleri de bu noktada başlıyor. Sen oraya gidince vatan kurtulmuyor güzel evladım. Sen orada yüzellibinmilyon tane terörist öldürsen de vatan kurtulmuyor. Olan sana oluyor. Sana ve senin güzel ailene oluyor. Senin geleceğine oluyor. 

O kadar saçma bir terörle mücadele yöntemimiz var ki. Bence hala ayakta kalan bir ülke olmamız garip. 

Mesela bunlar işte kanlı canlı örnek. Adamlar askerde yaşadıklarını anlatmışlar. Birkaç aylık eğitimin ardından hoop terörün kucağına. Zorlu arazi şartlarının göbeğine atılmışlar. Bulundukları coğrafyaya yabancılar. Teröristlerse bölgeye hakim. Askerlerimizden daha iyi tanıyorlar o toprakları. 

Bizim yavrucaklar bu zorlu şartlar altında tüm samimiyetleri ve inançlarıyla mücadele etme gayretindeler. Tüm ihtiyaçları eksiksiz karşılanmalıyken;

"...Askerler burada yaklaşık bir metre yüksekliğinde, etrafı taşlarla çevrili, üstleri naylon ve tahtalarla kaplı küçük mahzenlerde kalıyordu. Bu mahzenlerde üç ya da dört kişilik gruplar halinde kalınıyordu. Burada herkesin bir badisi (mevzi arkadaşı) vardı ve birlikte hareket ediliyordu. Beni de M60 silahı kullanan bir üst devremle badi yaptılar. Üç günlük kumanyamı verdiklerinde şaşırmıştım; iki ekmek iki konserve" sf 159

Al işte, askerine reva gördüğün kumanya. Sanırsın Kurtuluş Savaşındayız. İMF'ye cep harçlığı veren ülkeyiz, İmf'ye cep harçlığı verecek durumdayız ama askerimize reva görülen erzak bu. Arkadaş, insan düşman askerine böyle yapmaz. Yokluk içinde yaşasak eyvallah da, bu neyin kısıntısı. 

Bununla da kalmıyor askere çektirilenler. 

"Hiç unutmam bir gün sabah mıntıkasında yerlerdeki çöp ve izmaritleri toplarken beni yanına çağıran bir onbaşı:
'Oğlum askerde hiç dayak yedin mi?' diye sorduğunda,
'Hayır komutanım yemedim' dedim.
Bunun üzerine henüz ne olduğunu anlayamadan suratımda bir tokat patladı. Suçum olmadığı halde bu tokadı yemek çok zoruma gitmişti."

Al işte bir de böyle manyaklar var askerlerin başında.

Sonra ne oluyor? Bu yavrucakların kolu, bacağı gidiyor. Ki bunlar aslında iyi olanları. Evet iyi olanları. Çünkü bir de aklını kaybedenler oluyor ki, onlar gaziden sayılmıyorÇünkü aklın, koldan bacaktan her şeyden daha önemsiz sayıldığı bir memleketiz. Soyut olan şeyleri algılayamayız. Kolu, bacağı görürüz. Varsa vardır, yoksa yoktur. Ama aklın var olup olmadığını anlamayız. Gözüken birşey değil sonuçta. 

Kitabın kapağında Emin Çölaşan "okurken bazen titredim...hepsinde içim parçalandı." yazmış. Görüyorum ve arttırıyorum. Okurken sinirden elim ayağım titredi. 

Yeminle bu memleketi evliyalar koruyor. Valla. Doğaüstü güçler bizi ayakta tutuyor. Bu kadar akılsızlıkla ayakta kalabilmenin ilim bilim ve fenle bir açıklaması olabilemez çünkü.

Otuz yıldır hesapta terörle mücadele ediyorsun. Terörün en can alıcı aygıtı olan mayınla başedecek bir donanımın yok. Elde ucu halkalı bir sopa ile mayın taraması yapıyorsun. İşin kötüsü bunun ne kadar ilkel bir alet olduğunun farkında değilsin ki daha gelişmişini, daha teknolojiğini yapma ihtiyacı duymuyorsun. Askerlerinin ciddi bir çoğunluğu mayın nedeniyle şehit/gazi oluyor. Sen hala bununla mücadele edecek tekniği bulamıyorsun.

Bu işin daha derinine ise inmek istemiyorum. Daha yüzeysel konuları halledemeden derine inmek bizi aşar çünkü. 

Terörist dediğin, "çapulcu", o kadar silahı, mayını, teçhizatı nereden buluyor? Mayın dediğin, kızkaçıran gibi bakkallarda satılan bir şey mi? Daha geçenlerde bir bakanımız porno dergi alanların kimlik numarasının ve imzalarının alınması gibi süper dahiyane bir fikir ortaya atmıştı. Benzer fikirleri mayın olsun, el bombası olsun bu tip muzır araçlar için de ortaya atarsak bence daha güzel olabilir.

Aslında söyleyecek daha çok şey var da suya yazı yazmak gibi oluyor. İnsan konuşmak istemiyor.

Bu kitaptan bahsedip merakımı celbeden Yılmaz Özdil yazısı için:  8 Şehit 19 Ufo 

Askerlik eleştirisini güzel bir kurgu içinde okumak isteyenler için de şöyle bir kitap var: Ziyan

YÜZYILLIK YALNIZLIK



YÜZYILLIK YALNIZLIK

(Cien Anos de Soledad)

Yazarı: Gabriel Garcia Marquez

Türkçesi: Seçkin Selvi

Yayınevi: Can Yayınları

Basım Yılı: 1. Basım- 1984, 33. Basım- 2008

Sayfa Sayısı: 356


''Yüzyıllık Yalnızlık'ı yazmaya başladığımda, çocukluğumda beni etkilemiş olan her şeyi edebiyat aracılığıyla aktarabileceğim bir yol bulmak istiyordum. Çok kasvetli kocaman bir evde, toprak yiyen bir kız kardeş, geleceği sezen bir büyükanne ve mutlulukla çılgınlık arasında ayrım gözetmeyen, adları bir örnek bir yığın hısım akraba arasında geçen çocukluk günlerimi sanatsal bir dille ardımda bırakmaktı amacım."

diyor yazar kitabın arkasında.

Deli bir sülalesi varmış yazarın. İnsan bu sülalenin yaptıklarını dinleye dinleye büyürse elbette bütün bunları kusmak ister. Yazar da bunu tam istediği gibi edebiyat aracılığıyla kusmuş. Çok da güzel yapmış. 

Olaylar ve kişilerin gerçekliği, olağandışı kısımları da yutmamızı sağlıyor. Domuz kuyruklu çocuklar doğması, yerden yükselip göğe karışmak falan hepsi gayet normal gibi geliyor. Olur ki öyle şeyler, çok normal. 

Gabriel Garcia Marquez'in okuduğum ilk kitabı bu. Başlarda bana biraz İhsan Oktay Anar havası verdi. Onun tarzı da böyle gibi. Ama sonra dağıldı o hava. 

Kitaba çok kaptırınca kendini o manyak sülalenin içinde buluyorsun. Dağlara taşlara. Böyle zırdeli insanların arasından çık, kitap yaz, Nobel Edebiyat Ödülü al. İşte dezavantajları avantaja dönüştürmek budur.