27 Haziran 2016 Pazartesi

MASUMİYET MÜZESİ






MASUMİYET MÜZESİ

Orhan Pamuk

İletişim Yayınları

2008

1. Baskı - Eylül 2008

592 sayfa



Kemal, sevgilisi Sibel'i başka bir kadınla aldatır. Bu kadın Kemal'in uzak akrabası Füsun'dur. Kemal ile Sibel ayrıldıktan sonra Kemal, izini kaybettiren Füsun'u arar. Bulduğunda Füsun evlidir. Kemal yıllarca (7-8 yıl) Füsun'un annesi, babası ve kocasıyla yaşadığı eve ziyarete gider misafir sıfatıyla. Adeta aileden biri gibi olmuştur. Sonunda Füsun da kocasından ayrılır. Nihayet Kemal ile Füsun kavuşup evlenecekler derken Füsun araba kazasında ölür. 

Hikaye kabaca böyle.

İçine giriyorum yavaş yavaş.

Başlarda çok öfkelenerek okudum ben bu kitabı. Kemal'in sevgilisini aldatması cinlerimi tepeme çıkardı. (Sadakat konusunda hassasım.) Kemal, başka bir kadına aşık olduğu halde Sibel'le bir de nişanlanıyor. Nişan gününün sabahı Füsun'la sevişiyorlar. Sonra gidiyor Sibel'le nişanlanıyor. Nişana Füsun ve ailesi de geliyor. Kemal, nişanlısıyla dans ediyor ama aklında Füsun.

ŞEREFSİZLİK.

Bunu tartışmak bile söz konusu değil.

Onurlu bir adamın yapmayacağı bir şey. Adam ol, Sibel'den ayrıl, Füsun'la aşkını yaşa.

Füsun da Kemal'in sevgilisi olduğunu bile bile Kemal'in evine gidiyor. Bu açıdan Füsun da az değil ama Kemal 30 yaşında, Füsun 18. Böyle bakınca kabahatin büyüğü Kemal'de. Daha akıllı ve olgun davranmalıydı.

Neymiş efendim, aşıkmış. Göt herif. Aşıksan git aşkınla yaşa. Sibel'i niye aldatıyorsun, HAYVAN.

Bir yanda güzel, akıllı, kültürlü karısı olacak, bir yanda da genç, çekici metresi. PİS.

Kendi ifadesiyle şöyle açıklıyor bu durumu:

"Allah'ın bazı özel kullarına, babamlara, amcamlara ancak elli yaşlarında ve büyük eziyetlerden sonra birazcık bağışladığı ahlak dışı erkek mutluluğunu; yani bir yandan eğitimi, kültürü uygun, aklı başında ve güzel bir kadınla mutlu bir aile hayatını bütün zevkleriyle paylaşırken, diğer yandan güzel, çekici ve vahşi bir kızla gizli ve derin bir aşk ilişkisini yaşayabilme talihini, bana daha otuz yaşındayken ve çok da bir acı çekmeden neredeyse karşılıksız olarak bağışladığı..." sf.133

"Ahlak dışı erkek mutluluğu"!

Geber e mi? GEBER.

Ne yardan geçerim ne serden, diyor yani tıynetsiz.

Sibel'i bırakıp Füsun'a gidemiyor. Çünkü Sibel sosyal ve kültürel anlamda dengi. Ama Füsun lise mezunu, üniversite sınavını kazanamayan, tezgahtar, fakir bir kız. Kendi camiası içine Füsun'la çıkmaya çekiniyor. Böyle bok bir herif.

Kemal'e bu parçalarcasına hıncım, gerçekleri Sibel'e anlattığı an biraz yatıştı.

Ama Sibel, Kemal'in Füsun'a olan aşkını bir çeşit hastalık gibi gördü. Geçici bir şey sandı, onu iyileştirmeye, teselli etmeye çalıştı. 

O an Sibel'den de iğrendim.

Düşünsene, nişanlın aşk acısı çekiyor, sen de onu teselli etmeye çalışıyorsun.

KUSMUK.

Bu arada Kemal, hâlâ Sibel'den kopamıyor.

Evlilik öncesi cinsel ilişki yaşamışlar. Bu lafı edilmemesi gereken bir şey aslında ama hikaye 1970'ler İstanbul'unda geçiyor. Her ne kadar sosyete insanları olsalar da yani bu mevzuları aşmış olmaları beklense de bekaret hâlâ önemli bir konu. Ve insanların başka işi gücü yok, kim kimle yatmış, onu konuşuyorlar.

Kemal ile Sibel'in yattığı da biliniyor. Kemal, Sibel'e Füsun meselesini anlatınca ikisi birlikte gözlerden uzak bir yalıya geçiyorlar. Sevişemiyorlar ama baş başa olmaları bu dedikoduları doğuruyor.

Sibel, sonunda akıllanıp Kemal'in düzelmeyeceğini anlıyor.

Sitem ediyor Kemal'e:

"Madem ondan kopamayacaktın, niye nişanlandık ve sonra nişanı niye hemen bozmadın?..Sonuç bu olacaksa niye yalıya taşındık, niye davetler verip herkesin önünde, bu ülkede, evlenmeden önce evli çiftler gibi yaşadık?" sf.246

Ha? Cevap ver it herif.

Dur, ona da Sibel cevap versin:

"Yoksul ve hırslı bir kız olduğu için onunla böyle kolay bir ilişki kurabildin...Tezgahtar olmasaydı, belki de kimselerden utanmaz, onunla evlenirdin... Seni hasta eden şeyler bunlar işte... Onunla evlenememek, o kadar cesur olamamak." sf.242

Korkak Kemal.

Sibel, nişanı atıyor nihayet. Çok sonra ortak arkadaşları Zaim ile evleniyor. Oh mis.

Kemal hıyarı da fellik fellik Füsun'u arıyor.

Füsun sırra kadem basmış.

Füsun'un arkadaşı Ceyda'ya sorarak Füsun'a ulaşmaya çalışıyor ama Ceyda adres vermiyor. Ceyda aracılığıyla mektuplar yazıyor, cevap alamıyor.

En sonunda bir gün Füsun'dan cevap geliyor. Eve yemeğe davet ediyor.

Kemal, Füsun'u ailesinden isteyecek, evlenecekler. Bu planla gidiyor Füsun'ların evine. Ancak oraya gidince Füsun'un evlendiğini öğreniyor. 

Füsun'un kocası Feridun, yönetmen. Ama pek başarılı olduğu söylenemez. Esasen Feridun, çekeceği filmin bütçesi için Kemal'den yardım istiyor. Füsun'un da oyuncu olma isteği var. Karı koca Kemal'den açıkça maddi yardım istiyorlar.

Kemal, üzülüyor tabii. Aşağılandığını düşünüyor.

Ama onlarla görüşmeyi kesmiyor. Sık sık onların evine ziyarete gidiyor. Aileden biriymiş gibi oturuyor. Çay, çekirdek eşliğinde televizyon seyrediyorlar, Füsun'un babasıyla muhabbet ediyor ülke gündemiyle ilgili. Bu tuhaflık 7-8 yıl sürüyor. 

Bu zaman zarfında Füsun'u uzaktan sevmeye devam eden Kemal, Füsun'a dair eşyalar toplamaya başlıyor. İçtiği sigara izmaritleri, tarakları, tokaları, biblolar, rujlar...

Füsun ve kocasıyla sinemalara da gidiyor Kemal. Sinema dünyasıyla da tanışıyor. Ama bu dünyaya Füsun'un girmesini istemiyorlar. Çirkin şeyler dönüyor çünkü.

Feridun, Füsun'u aldatınca Füsun ile Feridun boşanıyorlar.

Artık Kemal ve Füsun'un evlenmesinin önünde bir engel kalmadı.

Füsun, evlenmeden önce Paris'e gitmek istiyor. Beraber oldukları bir gecenin sonunda Füsun arabayı kullanmak istiyor. Arabayla göz göre göre ağaca vuruyor. Düpedüz intihar ediyor. 

Kazadan sağ kurtulan Kemal, Füsun'u hiç unutamıyor. 

Ondan topladığı eşyaları sergilemek için müze müze gezip fikir topluyor. Sonra tüm olanları, yazar tanıdığı Orhan'a anlatıyor.

*

Orhan Pamuk da bu hayali karakterle oluşturduğu kurgu için müze kuruyor.

Delilik bu.

Sanki Kemal ve Füsun varmış gibi, sanki onlar yaşamış gibi bir ev tutuyor, sanki onlar kullanmış gibi eşyalar sergiliyor.

Bu deliliği yerinde gidip gördüğümde etkilenmekten kendimi alamadım. Nasıl olmuş da gerçekten yaşanmışlık sinmiş o eve ve eşyalara, aklım almadı.

Kemal, Füsun'ların evine her gittiğinde kalkamamaktan yakınıyordu. Sanki bir şey onu orada tutuyormuş gibi oluyormuş. O his oldu bana da müzede. Çıkamadım bir türlü.

Her eşyanın bir anlamı var. Bakmalara doyamadım.

İstiklal Caddesi'ne Tünel'den girip Meydan tarafına doğru yürürseniz sağda bu tabelayı göreceksiniz.


Sonra bu tabelayı

Ve kara göründü.


Füsun'un içtiği sigaraların izmaritleri. Koca bir duvarı kaplayacak kadar çoklar. Altlarında notlar da var. 




Kitap bu cümleyle başlıyor. Kemal, Füsun'la sevişmesinden bahsediyor en mutlu anım diye.




Sibel, mağazada bir çanta beğeniyor. Ertesi gün Kemal, Sibel'in beğendiği çantayı almak üzere o mağazaya gidiyor. Fusun da o mağazada tezgahtar. Böylece tanışmış oluyor Kemal ve Füsun. Bu çanta o çanta.

Füsun, güzellik yarışmasına katılmış ama kazanamamış. Bazı hileler dönmüş yarışmada.




Kemal'in şirketinin adı SAT-SAT. Burada SAT-SAT çalışanlarının fotoğraf ve bilgileri var.

Kemal'in arkadaşı Zaim, Meltem Gazozları'nın sahibi. Bir dönem reklamlarında oynattığı Alman manken sayesinde epey meşhur olan marka, zamanla Coca-Cola'ya yenik düşüyor.




O dönemde kadınlar eğer ünlü bir şarkıcı değilse ancak bu şekilde yer alırmış gazetelerde. Tecavüze uğramış, iğfal edilmiş kadın haberleri arasında, gözleri bantlanmış olarak.

Kemal'in babası da karısını aldatmış. Babadan oğula nesil bunlar. Babası, metresine bu inci küpeleri almış ama verememiş. Kadın ölmüş çünkü. Sonra Kemal de Füsun'a veriyor bu küpeleri.



Kemal, Füsun'u aradığı dönemde bir kitapta aşk acısının organlarımıza nasıl yansıdığına dair bir yazı okuyor. O yazı ve aşk acısının organlarımıza etkisini gösteren görsel. (Müze satış mağazasında bunun  posteri de var.)




Kemal, Füsun'u unutmak için İstanbul'un onu hatırlatacak sokaklarına girmemeye karar veriyor. Bunun için bir harita hazırlıyor. O harita bu.





Füsun'un kanaryası var. O kanaryanın kafesi.


Füsun'un elbisesi





Füsun'ların evinde radyo ve televizyonun üstünde duran köpek bibloları. Kemal bu bibloları alıp alıp duruyor. Sonra yerine yenilerini getiriyor, sonra onları da alıyor. (Müze satış mağazasında bunlardan satılıyor olsa alırdım.)




Füsun'ların evinde sık sık ayarlamak gereken bir saat var. Füsun'un babası çok takılıyor buna.



Füsun'un annesinin kullandığı ayva rendesi. Sokağa çıkma yasağının olduğu bir gece Kemal, polis tarafından çevriliyor. Bu rendeye de el koyuyor polis. Kemal rica minnet geri alıyor.




Füsun'un odası. Bisiklet, çocukken Kemal'in kullandığı bisikletmiş. Sonra Kemal'in  annesi, Füsun'a vermiş. Zengin çocuktan arta kalanı kullanan fakir akraba olarak. (Bu görselin magnetini aldım müze dükkanından hatıra olarak.)



*
İşte tüm bunlar delilik değil de ne? Nasıl olur da bu oradan buradan toplama şeylere yaşanmışlık atfedebiliyoruz? 

Bilemiyorum ama mükemmel bir duyguydu. Tam da romanı bitirdikten sonra sıcağı sıcağına gittim, çok etkilendim. 


26 Haziran 2016 Pazar

BABAMIN BAVULU



BABAMIN BAVULU

2006 NOBEL KONUŞMASI

Orhan Pamuk

2007

İletişim Yayınları

1. Baskı - Şubat 2007

93 sayfa


Orhan Pamuk, yazdığı 7 romanın ardından 2006 Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandı. Çok da güzel oldu, ülkemiz adına bir gurur vesilesi. ( Ancak öncesinde yaptığı siyasi bir takım açıklamalar nedeniyle yetmiş milyoncak bir coşkuya kapılınamadı, ayrı bir konu.)


Nobel konuşması kitaplaştırılmış. "Babamın Bavulu" adını verdiği konuşmada/kitapta babasının ölmeden önce kendisine verdiği bir bavul dolusu yazıdan bahsediyor. Daha doğrusu o yazıları okumaya çok hevesli olmadığından. Korkmuş, babası kendisinden daha iyi bir yazar çıkar diye. Çünkü Orhan Pamuk, saatlerce ve yıllarca ciddi bir disiplin ve emekle, insanlardan ve sosyal ortamlardan uzakta, günde ancak yarım sayfa yazabilirken böylesi bir uğraş içinde olmayan babası rahatlıkla güzel şeyler yazabilmişse kıskanırmış.(Bu açıdan korktuğu olmamış.)


"Romanlarım uzundur ama konuşmam kısa olacak." dediği konuşmalarda yazar olmanın kendisi için ne anlam ifade ettiğini, nasıl yazdığını, aslında ressam olmak istediğini, İstanbul'u, Doğu-Batı ayrımını, Türkiye'nin Avrupa'daki yerini... anlatmış.


("Hatıraların Masumiyeti" kitabında Nobel'den kazandığı parayla Masumiyet Müzesi'nin bütçesini çıkardığını söylüyor. Müze için para denkleştirmeye çalışırken Nobel'den gelen para "gökten gelen para" olmuş onun için.)

Kitapta Nobel konuşmasının dışında iki ödül konuşması daha var. 

17 Haziran 2016 Cuma

İSTANBUL HATIRALAR VE ŞEHİR




İSTANBUL

HATIRALAR VE ŞEHİR

Orhan Pamuk

2003

Yapı Kredi Yayınları

10. Baskı - Kasım 2006

361 sayfa


Orhan Pamuk, İstanbul'un kendisi için ne anlam ifade ettiğini anlatmış bu kitapta. Bunu yaparken çocukluğunu, gençliğini, İstanbul'u resmeden ressamları, İstanbul aşığı yazarları, anne-baba ve ağabeyiyle ilişkilerini, ilk aşkını da anlatmış.

*

İstanbul resimleri konusunda Melling'e özel bir yer ayırmış. Her baktığında farklı bir ayrıntısını fark ettiği enfes resimlerine hayranmış.

Çocukluğunda o da resme merak salmış. Ciddi ciddi ressam olmak istemiş. 

Annesi, Türkiye'de ressamlık yaparak para kazanamayacağı konusunda acı fakat doğru nasihatlerde bulunmuş. Zaten Orhan Pamuk da o sıralar ressam olma hayalinden vazgeçmiş. "Yazar olacağım ben." demiş annesine.

İlk aşkıyla da resim yaptığı atölyede vakit geçirirmiş sık sık. (Kitap boyu "Eee hani aşk yok mu aşk?" diye sabırsızlandım. Aşklarından, özellikle ilk aşkından bahsetmeseydi çok şaşırırdım ve eksik bulurdum kitabı. Çünkü ben en çok o kısmı merak ediyorum. Ayıp mı acaba bu merakım? Ne var ki? İnsan hayatının en güzel kısmı bence aşklı dönemler.) İsim vermeden bahsettiği bu "güzelim"iyle sevişmeleri, kızın ona modellik yapmasını anlatmış.

Sonra ailesi kızı yurt dışına göndermiş, böylece ayrılmak zorunda kalmışlar.

*

İstanbul sevdalısı "Dört Hüzünlü Yalnız Yazar"dan bahsetmiş:

- Abdülhak Şinasi Hisar

- Yahya Kemal

- Ahmet Hamdi Tanpınar

- Reşat Ekrem Koçu

Ahmet Hamdi Tanpınar'ı biliyorum, okudum kitaplarını. İstanbul aşkı, (özellikle Üsküdar, Sarıyer, Emirgan) "Huzur" romanında buram buram hissedilir.

Yahya Kemal de Tanpınar'ın çok sevdiği hocası.

Reşat Ekrem Koçu'nun da bu kitapta varlığını öğrendiğim çok matrak bir İstanbul ansiklopedisi varmış. Ivır zıvır bilgilerle dolu.

*

Orhan Pamuk'un ailesi Nişantaşılı zengin bir aile. Babası ve amcası pek çok işlere girmişler, çıkmışlar, iflas etmişler...Sonraları maddi açıdan biraz zayıflamışlar. 

Orhan Pamuk'un babası, annesini aldatıyormuş. O yüzden babasından iğrendim. Böyle iğrenç bir adama tahammül ettiği için kadına da acıdım. 

Orhan Pamuk'tan da şüphe etmeye başladım. Kesin o da karısını/sevgilisini aldatmıştır ya da aldatacaktır. Aldatmaya meyili vardır kes-sin. (Zaten kitabı da babasına ithaf etmiş.)

*

Ağabeyiyle ağabey-kardeş kavgaları çok olmuş. Yıllar sonra bu kavgalardan ağabeyine bahsettiğinde onun bunları hatırlamadığını görmüş.

"...Bütün bunlar hiç olmamış da, ben her zamanki gibi ilginç bir şeyler yazabilmek için kendime çarpıcı ve melodramik bir geçmiş icat ediyormuşum gibi davrandılar bana."

"Çarpıcı ve melodramik" hikayeler genellikle fakirlikle, yoksunluklarla ilgili oluyor. Orhan Pamuk, açıkçası tuzu kuru, olağan bir çocukluk geçirmiş, anlatacak travmatik bir öyküsü yok. O yüzden varsa yoksa hayal gücüne ve olayları etkileyici şekilde anlatma kabiliyetine yüklenmeli. 

Ama sanki kendisi fırtınalı bir hayatı, zorluklarla geçmiş bir çocukluğu olsun istermiş gibi. 

Bu açıdan Oğuz Atay'ın "Tutunamayanlar"ındaki Selim Işık'a benziyor:

"Babasını ve ağabeysini kaybetmiş iki ay arayla. Ondanmış bu elem. Talihleri vardır bu gibilerin: her zaman bir acı bulurlar çekecek. Senin de her işin iyi gider aksi gibi."

Somut bir sebebi olmadan acı çekenler, gerçek dertleri olduğu için acı çekenlere imrenebilirler bazen.

Sabahattin Ali de "İçimizdeki Şeytan"da Ömer'e -bir noktaya kadar- düz bir hayat çizmiştir, Ömer aksiyonlar yaşama isteğindedir, ama gerçekte her şey yolundadır. Bu duruma arkadaşının yorumu şu olur:

"...Sen dünyada ne kadar antikalık yapmak istersen hayat da önüne o kadar gündelik hadiseler çıkarıyor."

*

Tüm bunlar bağlamında Orhan Pamuk için İstanbul, hüzün demekmiş. Yıkık dökük eski evler, yoksul mahalleler, tabii bir yanda da kendi Nişantaşı'sı.

İstanbul fotoğrafları da var kitapta bol bol. O fotoğraflardan da yazarın İstanbul'u neden hüzünle bağdaştırdığını anlamak mümkün. Her şey eski, döküntü, bakımsız, emanet, üstüne düşülse elmas gibi parlayacak bir cevher, ama hak ettiği değeri görmemiş.

16 Haziran 2016 Perşembe

KAR



KAR

Orhan Pamuk

2002

Yapı Kredi Yayınları

5. Baskı - Şubat 2016

460 sayfa


Kara Kitap ya da Benim Adım Kırmızı'nın yoğunluğu yok bu kitapta. Zaten yazar da kitabın sonundaki sonsözde bu kitabı çok fazla zorlanmadan yazdığını belirtmiş.

Siyasal islamın Türkiye'de güçlenmesini konu alan bir roman yazma isteğinden doğmuş kitap.

Ama kitapta bu istek, sanki tam tersine dönüşmüş. Çünkü kitaptaki siyasal islam güçlenmiyor, aksine askeri darbe ile bastırılıyor.

Başı kapalı olduğu için okula alınmayan kızların zorla başı açtırılıyor. 

Bunlar 2016 Türkiye'sinde tahayyülü zor şeyler artık. Zira türban mağduriyeti azalarak bitti gibi gözüküyor. Aksine artık bir mağduriyet değil, handiyse bir statü simgesi diyebiliriz. 

*

Kitabın ana karakteri Ka.

Ka, belediye seçimleri ve  intihar eden kadınlarla ilgili araştırma yapmak üzere Kars'a gider. Fakat asıl amacı Kars'taki eski aşkı İpek'i görmektir.

İpek, çocuğu olmadığı ve kendisine baskı kurduğu için kocası Muhtar'dan ayrılmıştır.

İpek'in başı kapalı bir kız kardeşi var, adı Kadife.

(Ka, her ne kadar İpek'i çok güzel bulup ona aşık olsa da Kadife'yi görünce bir bocalıyor, kaypak herif.)

Kars'a, İslamcılığıyla bilinen Lacivert geliyor. 

Kadife ile Lacivert sevgili.

Lacivert yakalanıyor.

Serbest bırakılması için Kadife'nin bir tiyatro oyununda oynayıp başını açması isteniyor. 

Kadife de Lacivert de bunu kabul ediyor.

Taraflar arasında arabuluculuk/ajanlık yapansa Ka.

Ka, işleri yoluna koyduğunu, İpek'le Almanya'ya gidip mutlu bir şekilde yaşayacağını hayal ederken ona İpek'in de Lacivert'le bir ilişkisi olduğunu söylüyorlar. İpek ile Lacivert eski sevgiliymiş. Üstelik ikisi de başkalarıyla evliyken.

Ka, bunu öğrenince yıkılıyor. İpek'in, Lacivert'i unutmak için kendisiyle Almanya'ya gitmeye razı olduğunu düşünüyor. İnciniyor. 

Ama yine de İpek'ten vazgeçecek değil.

Gidiş planı yapılıp tren kalkmak üzereyken Ka, İpek'in kendisiyle gelmeyeceğini öğreniyor.

Çünkü Lacivert öldürülmüş. 

İpek, bunda Ka'nın parmağı olduğunu düşündüğü için Ka'yı terk ediyor.

Ka, Almanya'ya dönüyor. Orada öldürülüyor.

Bu hikayeyi Ka'nın arkadaşı Orhan'dan okuyoruz. Orhan, Ka'nın izini sürüyor.

Bu açıdan Tutunamayanlar'ın tekniğini anımsatıyor. Tutunamayanlar'da da Selim Işık ölmüştür. Onun arkadaşı Turgut Özben, ölen arkadaşının izini sürer, Selim'i bize Turgut anlatır.

*

Sonsözde kitabın ortaya çıkış sürecini anlatan yazar, kitap nedeniyle dava açılacağından endişelenmiş. Ama öyle bir şey olmamış. 

(Dava endişesi nedeniyle avukat kontrolünden de geçen kitapta tanığın tutuklanması ifadesi geçiyor. sf. 426. "...Ka'yı tanık olarak davaya çağırmış, gelmediği ilk iki celseden sonra ifadesinin alınabilmesi için hakkında bir tutuklama kararı çıkarılmıştı." Tutuklama değil de zorla getirme kararı olmasın o.? Yanlış biliyorsam, düzeltin lütfen.)

Dost çevresinden "Orhan bu dincilere niye anlayış gösteriyor!" diye sitemkâr ifadeler işitmiş yazar. Doğru sitemler bunlar. Gerçi bir yazara gösterilecek bir sitem değil, roman ve hayali karakterler mevzu bahis çünkü. Ama genel olarak anlayış gösterilebilecek bir ideoloji değil dincilik. 

Bu tartışmalar ve yakınmalar nedeniyle "İlk ve son siyasi romanım" demiş Kar için. 

New York Times Book Review tarafından da 2004 yılının en iyi 10 kitabından biri seçilmiş. 

*

Bu kitaptan 6 yıl sonra yayımlanacak Masumiyet Müzesi'nin haberini de veriyor kitapta.

"Ka bana, bundan sonra yazacağım romanı sormuş, ben de Masumiyet Müzesi'nin herkesten dikkatle sakladığım hikayesini anlatmıştım." sf.270


TAAŞŞUK-I TALAT VE FİTNAT



TAAŞŞUK-I TALAT VE FİTNAT

Şemsettin Sami

1873

Sis Yayıncılık

7. Baskı - Ağustos 2015

112 sayfa


Arkadaşım kronolojik olarak Türk romanlarını okumaya karar verdi. Ben de ondan nemalanmaya.

Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat'ı okumuş ilk. Biliyorsunuz, kendisi ilk romanımız. Bir ilk roman için de hiç fena değil.

Ben de kitabı ondan ödünç aldım.

Aslında daha önce okumuştum ama unutmuşum.

İncecik ve sade bir dille yazılmış kitap zaten, zahmetsizce okudum bir daha. 

*

Talat, tütüncüden tütün alırken bir evin penceresinde bir kız görür. Görür görmez aşık olur. Kız da ona aşık olmuştur.

Sorar soruşturur.

Kızın adı Fitnat'tır. Tütüncünün üvey kızıdır. Kızın babası ölmüş, annesi tütüncüyle evlenmiş ama sonra ölmüş.

Üvey babası, kızını kötülüklerden korumak için evden dışarı çıkmasına izin vermiyormuş.

Talat da kadın kılığına girip eve girer. Adının Ragibe olduğunu söyler. Ragıbe, Fitnat'a okuma yazma öğretecek, Fitnat da Ragıbe'ye nakış.

Fitnat, Ragıbe'yi camdan görüp aşık olduğu adama çok benzetir. 

Ragıbe de o adamla kardeş olduklarını söyler.

Bir gün Fitnat'ın talibi çıkar. Ali Bey adında zengin bir adam Fitnat'la evlenmek ister.

Fitnat her ne kadar istemese de bu evlilik gerçekleşir.

İşte o zaman Talat, gerçeği anlatır Fitnat'a. Ragıbe kılığındayken birden çarşafını, baş örtüsünü çıkarır ve Talat olarak Fitnat'ın karşısına dikilir. Onu çok sevdiğini, o yüzden bu yola başvurduğunu anlatır.

Fitnat tabi şok. Bunca zamandır sevdiği adam aslında yanı başındaymış.

Ama çare yok, Fitnat'ı kocası olacak Ali Bey'in evine götürürler. 

Fitnat, Ali Bey'i reddeder.

Ali Bey, Fitnat'a yalvarırken Fitnat'ın muskası düşer. Muskayı açıp okuyan Ali Bey ne görsün? Yıllar önce çok sevdiği ama bir inat yüzünden boşandığı karısının mektubu. Boşandıkları sırada hamileymiş ama bunu söylememiş. Kızına babasının öldüğünü söylemiş. Komşu kadına tembihlemiş ki Fitnat bu muskayı 18 yaşına geldiğinde okusun. Gerçek babasının kim olduğu yazıyormuş mektupta. O baba Ali Bey'miş.

Ali Bey bunu öğrenince hemen Fitnat'ın yanına gider. Ama Fitnat, Talat'a kavuşamayacağını düşündüğünden karnına bıçak saplamış, intihar etmiş.

Tam o esnada Ragıbe kılığında Talat Bey gelir. Kendisi hastalanmıştı, hasta yatağından kalkıp gelmiş, Fitnat'ı o halde görünce ölür.

Ali Bey de delirir.

*

Çok iyi değil mi?

Çok iyi bence.

Bir Romeo ve Juliet havası var, sevenleri kavuşturmaması açısından.

(Kavuşsalardı iyiydi. Keşke kavuşsalardı.)

*

Romanın başında yazar, Talat Bey'in annesinin aşk hikayesini anlatıyor niyeyse. Anne ve babası o yıllar için ender rastlanan bir şekilde görücü usulü ile değil, tanışıp aşık olarak evlenmişler. Ama evlenmeleri o kadar da kolay olmamış.

Onların kısa hikayesinin ardından Talat'ı anlatıyor.

*

Talat'ın kadın kılığına girdiğinde yaşadıklarını çok tatlı bir didaktiklikle anlatmış:

"Ah zavallı kadınlar neler çekerlermiş! Biz onları kukla gibi kullanıyoruz. Yolda serbest ve rahat yürümelerine mani oluyoruz. Bu ne rezalet! Ne küstahlık! Bir erkek, tanımadığı başka bir erkeğe rast gelse yüzüne bakmaz, söz söylemez, lakin tanımadığı ve hiç görmediği bir kadına rast gelince, gülerek yüzüne bakmaya ve söz söylemeye başlar, kovsalar bile yanından ayrılmaz. Demek oluyor ki biz, kadınları insan yerine koymuyoruz. Kendimizi eğlendirmek için onların ruhunu sıkıyoruz. Serbest gezip dolaşmalarına ve eğlenmelerine mâni oluyoruz." sf.50

Erkek okuyucuya bir ders anlatır gibi, kadın okuyucunun da gönlünü kazanmaya çalışıyormuş gibi.

*

Bir de flashback'leri "Hatırlarsınız" diye anlatıyor, çok tatlı.

"Hatırlarsınız, Fitnat'ın annesi Fitnat'a bir muska vermişti." 

Hatırladık gözünü sevdiğim.

İŞTE BÖYLE GÜZELİM




İŞTE BÖYLE GÜZELİM

Hülya Adak - Ayşe Gül Altınay - Esin Düzel - Nilgün Bayraktar

2008

Sel Yayıncılık

3. Baskı - Ağustos 2012

125 sayfa


Bir okuma tiyatrosu projesi çerçevesinde onlarca kadın cinsellik hikayesini anlatmış.

Anonim kalacaklarını bildikleri için ayıp, mahrem dinlememişler, açık açık anlatmışlar.

İlk cinsel ilişki, mastürbasyon, orgazm, taciz, zorla evlendirme, dayak, transeksüellik, lezbiyenlik...

Aralarında doktor kadınlar da var köylüler de. Konu cinsellik olunca bilinçsizlikler açısından bir fark yok. Keza baskıcı ailede yetişen kızlarla nispeten rahat ailede yetişmiş kızlar arasında da.

Amaç, başka kadınların hikayelerini dinleyerek onlarda kendimizden parçalar bulmak ve yalnız olmadığımızı bilmek.

*

Dünyanın en zevkli ve aslında kolay olması gereken şeyini travmatik hale getirmeyebilsek keşke.

NORMAL OLMAK VARKEN NEDEN MUTLU OLASIN



NORMAL OLMAK VARKEN NEDEN MUTLU OLASIN

(Why Be Happy When You Could Be Normal)

Jeanette Winterson

2011

Türkçesi: Püren Özgören

Sel Yayıncılık

2. Baskı - Aralık 2015

215 sayfa


Yazar, geçmişini gayet samimi anlatmış.

Evlatlık bir çocukmuş.

Onu evlat edinen kadın (Bayan Winterson) koyu dinci, katı bir kadın. Adam da ilgisiz.

Ekonomik durumları da iyi değil.

Yazarın çocukluğu bu şartlar altında geçmiş. Doğal olarak kaba, isyankar bir çocuk olmuş.

Tek kaçışı kitaplarmış. Kütüphane en sevdiği yermiş.

Kadınlardan hoşlanıyormuş.

Koyu dindar annesinin bunu kabul etmesi mümkün değil tabi. Annesi neden kadınlardan hoşlandığını sorduğunda, öyle mutlu olduğunu söylemiş. Annesi de "Normal olmak varken neden mutlu olasın?" demiş.

*

Evden kaçmış. 

Kitap yazmış. İlk kitabı "Tek Meyve Portakal Değildir" 1985'te en iyi ilk roman dalında Whitbread ödülü almış.

Gerçek annesini bulmaya karar vermiş.

Hukuki prosedürlerin yanı sıra bunun psikolojik hazırlığı da sancılı olmuş.

Evlatlık olmak, istenmeyen bebek olmak demek. Böyle düşündüğü için sevmek ve sevilmek konusunda da hep problemleri olmuş. Sevgi üzerine çok düşünürmüş. 

Nihayet gerçek annesini bulduğunda kavuşmaları bir film sahnesi gibi olmamış. Hatta "Vaay, bu benim annem, duygusunu taşımıyorum." diyor.

Gerçek annesi iyi bir kadın. 17 yaşında doğurmuş Janette'i. Ona bakamayacak durumdaymış, bir annesi ve babası olsun diye evlatlık vermiş.

Evlat edinen Winterson ailesi aslında erkek çocuk evlat edinmek istiyormuş. Her şeyi buna göre ayarlamışlar. Ama kız çocuk gelince erkek kıyafetlerini Janette'e giydirmişler, onu erkek çocuğu gibi yetiştirmişler. Yazar, kadınlardan hoşlanmasının altında bunun yattığından şüpheleniyor.

*

Kitabı ilginç kılan bir husus, gerçek zamanlı yazılmış olması. Yazar, annesini bulunca neler hissedeceğinden habersizmiş kitabı yazarken. Kitaba başladığında, ortaya nasıl bir şey çıkacağını bilmiyormuş.

Güzel bir şey çıkmış bence.

*

Yazarın evlatlık olmakla ilgili sorgusu düşündürücü. Gerçekten "istenmeme" duygusu insanı yiyip bitirebilir. Evlatlık olsan mesela, gerçek aileni bulmak/bilmek ister misin? Seni istemedikleri duygusundan nasıl kurtulursun? 

Zor olmalı.


PARA HAKKINDAKİ ENDİŞELERİMİZİ NASIL GİDERİRİZ



PARA HAKKINDAKİ ENDİŞELERİMİZİ NASIL GİDERİRİZ

(How to Worry Less about Money)

John Armstrong

2012

Türkçesi: Zeynep Bizer

Sel Yayıncılık

1. Baskı - Ocak 2013

150 sayfa


Para hakkındaki endişelerimizin temelinde aslında beğenilme arzusu, saygı görme, başarı, üstünlük, çocuklarına rahat bir gelecek verme sağlama... gibi sebepler varmış.

O yüzden önce endişelerimizi tanımamız ve onların kökenindeki sorunu bulmamız lazımmış.

Çünkü para dediğin aslında bir takas aracı.(elinin kiri) Ona bir takım değerler atfeden bizleriz ve bu değerler, kişiliğimizdeki başka noksanlara işaret ediyor.

Kitapta da bu noksanları bulmaya yarayacak yönlendirici sorular var. Bu sorulara doğru yanıtlar verip sorunu tespit edince de bu sorunu gidermenin yolunun salt paradan ibaret olmadığını görüyoruz. (Yani kitabın amacı bunu göstermek)

*

"Para hakkındaki endişeleri aşağıdaki (endişelerin temelinde yatan) sorulara tam yanıtlar veremediğimiz için yaşarız:

1. Paraya ne için ihtiyacım var? Bir başka deyişle, benim için önemli olan ne?

2. Bu önemli şeyi gerçekleştirmek için ne kadar paraya ihtiyacım var?

3. Bu parayı kazanmanın en iyi yolu nedir?

4. Başkalarına karşı ne tür ekonomik sorumluluklarım var?"

*

Buraya kadar gayet iyi giden kitap, sonra zenginliğin o kadar da makbul olmadığını anlatmaya girişince canım sıkıldı.

Zenginlerin de aslında bir sürü derdi olduğu inancı, tam bir züğürt tesellisi.

Doğrudur, vardır dertleri, hayatın kimse için güllük gülistanlık olduğunu düşünmüyorum, ama fakirleri rahatlatmak için zenginlerin de mutlu olmadığını anlatma çabası gülünç.

Evet, parayla her şeyi satın alamayız.

"Para, huzur ve neşenin kaynaklarını değil sadece sembollerini satın alabilir." sf.60
Bunu iyi dedin.

Ve tek başına zengin olmak, bir takım erdemlerden yoksunsan anlam ifade etmeyebilir.
Örneğin zengin olup da saray gibi bir evde yaşamana rağmen zevk sahibi olmadığın için iğrenç bir dekorasyon içinde yaşıyor olabilirsin.

Örneğin tatil için istediğin kadar paran olmasına rağmen, kültürel duyarlılığın ve macera ruhun olmadığı için yüzeysel eğlenceler ve sığ geziler içeren bir tatil yapabilirsin.

Yazar bunları sayınca teselli oluyor mu?

Dedim işte, züğürt tesellisi.

Paranın tek başına değil, bir katkı maddesi olarak, başka şeylerle birleştiğinde önemli olduğunu anlatmaya çalışıyor.


Yukarıda bahsettiğim derinlere inip sorular sorma işlemiyle beraber bizi asıl cezbedenin para değil, "günlük hayatımızın rutinlerinin bazılarından kaçış olduğunu" görürmüşüz. "Yeniden başlama hissi ve kendinizi olduğunuzdan biraz farklı ya da daha iyi biri olarak görme isteğidir size asıl cazip gelen." sf.76

*

Yer yer doğru bulduğum, farklı bir ufuk açan kitap, "Zenginler de acı çeker" deyince gözüme komik gözüktü. 

Sonra "Zenginlerin Sorunları" ve "Fakirliğin Erdemleri" başlıklı kısımlarla sıvadı.  

Son olarak şu satırlarla da tüy dikti: "Asıl mesele, kişinin kendisini hayatı boyunca zengin olamayacağı fikrine alıştırması ve kazanamayacağını bildiği bir servet için anlamsız yere acı çekmekten kurtulmasıdır." sf.132 

"kişinin kendisini hayatı boyunca zengin olamayacağı fikrine alıştırması..." 

Sağol ya.

Bir umudumuz var elimizde, onu da al elimizden.

NEREDEN BİLİYORSUN YA? NEREDEN BİLİYORSUN HAYATIM BOYUNCA ZENGİN OLAMAYACAĞIMI?







KENDİMİZE UYGUN İŞİ NASIL BULURUZ




KENDİMİZE UYGUN İŞİ NASIL BULURUZ

(How to Find Fulfilling Work)

Roman Krznaric 

Türkçesi: Zarife Biliz

Sel Yayıncılık

1. Baskı - Ocak 2013

158 sayfa


Aslında "hayatımın işi" diyebileceğimiz bir iş yokmuş.

Çoklu benliklerimiz varmış. Bir işe değil, birden fazla işe ilgi duyabilirmişiz. Bugün sevdiğimiz işi yarın sevmeyebilirmişiz. 

Tek bir işe saplanıp ömür boyu onu yapacak olma fikri yanlışmış. Eski insanları düşünün, Leonardo da Vinci mesela; ressam, mühendis, mucit, doğa bilimcisi, filozof,müzisyen...

Peki bize hitap eden iş veya işleri nasıl bulacağız? Yani temeldeki soru: Ne istiyoruz?

İkinci soru: Kariyer değiştirmeyi nasıl becereceğiz ve bu yolda en iyi kararları nasıl alacağız?

Burada standart kariyer değiştirme modelini tersine çeviriyor yazar. Yani önce planlayıp sonra harekete geçmektense, önce harekete geçip sonra düşünmekten bahsediyor.

Bu tavsiye bir acayip. Düşüne düşüne içinden çıkılabilecek bir durum olmadığını, eyleme geçmek gerektiğini söylüyor.

*

Bize hitap eden işi nasıl bulacağımız konusunda üç yöntem öneriyor yazar:

1. Radikal izin yılı:

Belli bir süre kendini çeşitli projelere adamak. 

Bunu gerçekte uygulayan biri şu tespitte bulunuyor. "Mesele biraz gönül işlerine benziyordu. Bir sevgilim yokken, erkek arkadaşımda olması gerektiğini düşündüğüm niteliklere dair kafamda bir liste vardı. Ama listedeki tüm ölçütleri karşılayan bazı erkekler benim için hiçbir şey ifade etmiyordu. Ve bazen de listemdeki ölçütlerin yarısını bile karşılamayan biriyle karşılaşıp çarpılıyordum. Sanırım iş ararken de aynısı oluyor. Bir süre işle flört edip bir kıvılcım çıkana dek bu flörtlere devam etmekti." sf.84


2. Paralel projeler: 

Bir kursa katılmak veya düşündüğünüz işin küçük ölçekli bir versiyonunu denemek. Örneğin; yoga öğretmeni olmak istiyorsan, boş zamanlarında yoga dersleri vermeye başla.

3. Konuşmaya dayalı araştırmalar: 

Yapmayı hayal ettiğin işleri yapan insanlarla konuşmak.

*

Hemen istifanı ver çık, gibi keskin bir tavsiyede bulunmuyor yani. Çünkü bu çok korkutucu olurdu.

Niye istifa edip yeni ufuklara yelken açmaktan korkuyoruz?

"Kazanmayı sevdiğimizin iki katı kadar kaybetmekten nefret ettiğimizi keşfettiler. İnsanlar olumlu uyaranlardansa olumsuz uyaranlara karşı çok daha hassaslar. Kendinizi daha iyi hissetmenizi sağlayacak az sayıda şey vardır, ama kendinizi daha kötü hissetmenizi sağlayacak şeylerin sayısı sınırsızdır. Bunun sebebi de Afrika savanlarının çorak topraklarında hayatta kalmaya çalışırken, ilk insanlar tehlikeye karşı çok yüksek bir hassasiyet geliştirdiler."

"Yolunda gitmeyebilecek şeyleri büyütmeye psikolojik olarak eğilimimiz var. " sf.82

*

Hangi kariyer yolunu izleyeceğimize karar vermek neden bu kadar zor?

Cevap: Aşırı yüklenme. Çok fazla seçeneğe sahibiz ve bununla başa çıkamıyoruz. 

Ayrıca iyi kötü yıllardır çalıştığımız bir kariyer var. "Uğrunda çabalayıp elde ettiğimiz bir şeyi boşa harcadığımız hissi, tasarladığımız kariyer değişiminin çarptığı en büyük psikolojik engellerden biridir." sf.36

*
Kitapta önemli sorular var, kendinize sorup yanıt vermeniz gereken. Doğru soruları sorunca bir şeyler canlanıyor insanın kafasında.

5 Haziran 2016 Pazar

AZİZ SANCAR VE NOBEL'İN ÖYKÜSÜ



AZİZ SANCAR VE NOBEL'İN ÖYKÜSÜ

Orhan Bursalı

2016

Kırmızı Kedi Yayınevi

1. Basım - Mayıs 2016

210 sayfa


Orhan Bursalı, Aziz Sancar'ın yakın arkadaşıymış. Yıllarca Aziz Sancar'ın Nobel'i hak ettiğine dair yazılar yazmış.

Aziz Sancar'a, Nobel ödülü aldığını sabah 5'te ev telefonunu arayarak söylemişler. Karısı Gwen (biyokimya profesörü) açmış, eşinin uyuduğunu, sonra aramalarını söylemiş. Telefondaki ses ısrarla şimdi konuşması gerektiğini, Stockholm'den aradığını söyleyince Gwen Hanım anlamış mevzuyu. Stockholm=Nobel çünkü.

Kural gereği Nobel ödülü aldığı kendisine haber verilen kişi yarım saat bunu kimseye söylememeliymiş. Yarım saat sonra Nobel Komitesi bunu dünyaya duyuruyormuş.

Aziz Sancar, Nobel ödülünü aldığını öğrenince de bunu ilk Orhan Bursalı'ya söylemiş. 

Kitap her ne kadar "biyografi" olarak sınıflandırılsa da yazar, kitaba bir biyografi değil, öykü olarak bakmamızı istiyor.

Nesnellik kaygısı ile ilgili de 20 yıldır Nobel almasını beklediği bir arkadaşı söz konusu olduğundan anlatım coşkusunu buna yormamızı istiyor.

Aziz Sancar'a 2015 Kimya Nobel ödülü kazandıran buluşu DNA'nın kendi kendini onarım mekanizmasını bulması. Bu buluşu anlaşılabilir bir dille anlatmış yazar. Ben anlamadım o ayrı, ama dili anlaşılabilir. Tabii biyoloji ya da konuyla ilgili diğer branşların öğrenci ve çalışanları okusa daha iyi anlar.

Aziz Sancar, aslında ödülü tıp alanında alacağını düşünmüş, ama kimya için uygun görülmüş.

Aziz Sancar 8 Eylül 1946'da Mardin Savur'da doğmuş. Babası Abdülgani, Annesi Meryem. Sekiz çocuktan yedincisi. Annesi okuma yazma bilmezmiş ama bütün çocuklarının eğitim almasında ısrarcı olmuş. 

Mardin'in Savur ilçesinden ABD'de kürsü profesörlüğüne uzanan bir yol var yani karşımızda. 

İstanbul Tıp Fakültesi mezunu. 

Aslında üniversitede kimya okumak istiyormuş. Ama tıbbı kazanan arkadaşlarından ayrılmamak için tıp seçmiş. Oradan da biyokimyaya geçmiş.

İstanbul Tıp Fakültesinde, iyi okullardan gelen öğrencilerin yanında az gelişmiş güneydoğudan gelen bir öğrenci olarak da başarılı olunabileceğini göstermek istemiş. "İstanbul'da hiç sinemaya, konsere ya da maça gitmedim." diyor. sf.53

Tam bu duruma yazıklanacaktım ki kendi öğrenciliğim geldi aklıma. Ben de öğrencilik dönemimde (Marmara-Hukuk) sık sık sinemaya, konsere gidiyor değildim. Çünkü maddi imkansızlık. Ama onunkisi maddi imkansızlıktan ziyade çalışmaktan zaman bulamaması sanırım.

"Türkiye bana çok iyi bir tıp eğitimi vermişti. Bu ödülün ülkemdeki araştırmacılara güç ve güven vermesini beklerim." demiş. sf 33

"Ülkemdeki araştırmacılar" mı? Ama Azizciğim Sancarcığım, siz Nobel ödülünüzü ülkemizde yaptığınız çalışmalarla kazanmadınız ki. Çünkü ülkemizde size böyle çalışma alanları yaratacak bir vizyon yok. Fiziki imkanları geçtim, onlar hallolur. Yeter ki buna dair vizyon olsun. O yüzden "ülkemdeki araştırmacılar" deyince bir mahzunluk çöküyor bana. Yazarın tabiriyle "araştırma fakiri ülke"yiz biz. Ülkemizdeki araştırmacılar için sadece bir an önce ABD'ye gitmeleri gerektiği yönünde umut olabilirsiniz.

Çünkü ne yazık ki;

"Türkiye'de üst düzey bilim yapmanın olanakları çok sınırlı." sf.59

"Türkiye'de ulaşabileceğin yer sınırlı." sf.59

"Türkiye bir sağır sultan memleketi...Dinlemiyorlar..." sf.59

Tıp fakültesini birincilikle bitirmiş. Bütün dersleri pekiyi iken sadece parazitoloji dersi iyiymiş. Onun sebebi de çok sevdiği hocasına bilgi derinliğini göstermek için soruları uzun uzun yanıtlarken sürenin geçtiğini fark etmemesiymiş. 

Tıp fakültesinden sonra hocası Muzaffer Aksoy'un teşvikiyle John Hopkins Üniversitesi'ne gitmiş. TÜBİTAK'tan aldığı NATO bursuyla. İngilizce bilmeden. (Yıl 1971) İngilizceyi orada altı ay içinde öğrenmiş.

ABD'ye gitmeden önce iki yıl doktorluk yapmış ama hekimlik yapmayı entelektüel açıdan sıkıcı bulmuş.

John Hopkins'te mutlu olamamış. Hocasıyla geçinememiş. Depresyona girmiş Psikoloğu, ülkesine gitmesi tavsiyesinde bulunmuş.

Türkiye'ye dönüp kendisini iyi hissettikten sonra tekrar ABD'ye gitmiş ama aynı üniversitede olmak istemediğinden başka yerlerin kapısını çalmış. Bu yüzden de bursundan olmuş. Başvurduğu üniversitelerden ret yanıtı gelmiş. 

Yılmadığına ve pes etmediğine sık sık vurgu var kitapta. Bir de Türk olmasının getirdiği gururdan bahsediyor.

Aziz Sancar'ın demeçlerinden onun milliyetçi bir insan olduğunu anlamak mümkün. Üniversitede de ülkücülerle takılmış. Ama şiddet içerikli bir eylemde yer almadığını söylüyor. 

Kendisini vatansever, milliyetçi diye tanımlıyor. Hatta "Bende 'Biz Türkler herkesten üstünüz kompleksi' vardı." diyor. sf.66. 

Aziz Sancar, ilkokul eğitimini, cumhuriyet döneminin yetiştirdiği öğretmenlerden almış. Sanırım milliyetçiliği buradan geliyor. Çünkü öğretmenleri için "Onlar bana, Türk halkının tarihinden gurur duymayı ve büyük şeyleri başarabileceğimizin güvenini aşıladılar." diyor. sf.43. İşte anahtar ifade bu: gurur duymak ve kendine güvenmek. Bugün bizde bunlar yok. Tarihimizden gurur duymadığımız gibi kendimize de halkımıza da güvenmiyoruz. Bunu da eğitim sistemine vurabiliriz. Böyle bir bilinçle yetişmiyor artık nesiller. Okullarda bu gururu ve güveni verecek bir sistem olmadığı gibi ailelerde de yok, televizyonlarda da yok, kitap desen zaten yok.

Sancar'a Türkiye'de 2013'te TÜBİTAK Bilim Ödülü verilmiş. Ama ödülünü almak için Türkiye'ye gelememiş. Neden biliyor musunuz? Çünkü ödül töreni birkaç kez ertelenmiş.

İnsanın "yapacağınız işi..." diyesi gelmiyor mu? Ondan sonra gurur duy bu ülkeyle.

Nobel ödülü kazananın 14 davetli götürme hakkı oluyormuş. Orhan Bursalı da bu davetliler arasındaymış. Ödül töreni seremonisini de yazmış kitapta. 

Ertuğrul Özkök de ödül törenine yancı olarak gitmiş. Aman o eksik kalmasın. Aziz Sancar, Ertuğrul Özkök'ü tanımıyormuş, gelip gelmemesi konusunu Orhan Bursalı'ya bırakmış. Orhan Bursalı da gelmesine olur vermiş. Aslında fena bir karar değil. Ertuğrul Özkök böyle tören, parti, balo, konser gibi şarabik konularda gayet iyi. Bence de eksik kalmamalıymış. 

Labaratuvarda yatıp kalkan bir insan olarak karısıyla nasıl tanıştığını merak ettim ama bu konuda ayrıntı yok kitapta. Sadece evlenme teklifini karısı yapmış, onu biliyorum.

Kitabın önsözünü Aziz Sancar yazmış. 

Orhan Bursalı ile siyaseten ayrı düştüklerinden ama yakın arkadaş olduklarından bahsetmiş.

Bir röportajda çocuklara "Aziz Sancar deyince aklınıza ne geliyor?" diye sormuşlar, çocuklar aşağı yukarı "Nobel ödülü, şan, şöhret" diye cevaplamış. Aziz Sancar şan ve şöhretle tanınmak istemiyormuş. Çok ama çok çalışmışlığına vurgu yapıp çocuklarımıza da "şan ve şöhretin sadece olağanüstü çalışmanın bir  yan etkisi" olduğunu anlatmamızı istiyor. 

"Nobel almak için araştırma yapacağım demeyin, insanlık için, toplum için bir şeyler yapacağım deyin." sf.15 diyor ki haklı.

Siyasete bulaşmak istemiyor çünkü kötü şeyler hakkında konuşmak istemiyormuş. Türkiye üzerine haberleri izlemiyormuş, çünkü üzülüyor, huzuru kaçıyor ve işine yoğunlaşamıyormuş.

Aziz Sancar, Nobel ödülünü Atatürk'e armağan etti biliyorsunuz. Kendisiyle ilgili bir röportaj var şurada:


Şu satırlarda tepeden tırnağa siyasete bulaşmışlığımızın hiçbir halta yaramayacağını ne güzel anlatıyor:

"Türkiye zor bir ülke ve burada bulunduğum süre içinde gözlemlediğim şu oldu: Herkes, her an siyasetten bahsediyor. Siyaset bu toplumun birincil gündemi ancak kişilerin enerjisini alıyor, üretimlerini baltalıyor. Çok zor biliyorum ama önerim, özellikle de gençlere önerim, mümkünse kendilerini bir hedefe odaklamaları, eğer politikacı olma gibi bir niyetleri yoksa, enerjilerini buna harcamamaları."