18 Şubat 2014 Salı

AKIL VE TUTKU








AKIL VE TUTKU

( Sense and Sensibility )

Yazarı: Jane Austen

İngilizce Aslından Çeviren: Hamdi Koç

Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Basım Yılı: 1. Baskı – Şubat 2008

Sayfa Sayısı: 392



Marianne ve Elinor.

Bu iki kardeşten biri aklı, diğeri tutkuyu temsil ediyor.

Elinor aklı başında olan. Edward diye bir kansıza aşk oluyor. Pislik.
Gerçi sonra pisliğinden dönüyor. Affedilebilir hale geliyor.
Ama ne demek yani, bir kıza umut verirken başka bir kızla meğersem sen sözlü çık.

Neyse ki bir açıklaması var.



Ama Marianne için öyle değil. Marianne’in aşık olduğu adam Willoughby, “Pisliğin teki çıktı Rıza Baba”

Albay Brandon gibi olgun, efendi, lokum gibi adam dururken Willougby kim yaa? Çocuk.


Bu kadar.

Koca klasik hakkındaki bütün yorumum bu.

Kim kime aşık olmuş, kim kimi kandırmış, o ona ne demiş… Dedikoducu muyum ben acaba sanki biraz?


Jane Austen’in ilk okuduğum kitabı "Emma" idi ve bayılmıştım. "Akıl ve Tutku", bir "Emma" değil. 

Bu fotoğraf hesap makinesi ile çekildi.


Bunu da ütüyle çektim.




11 Şubat 2014 Salı

KIRMIZI VE SİYAH




KIRMIZI VE SİYAH

( Le rouge et le noir)

Yazarı: Stendhal

Çeviren: Şerif Hulusi

Yayınevi: İletişim Yayınları

Basım Yılı: 1. Baskı – 2010
(1830)

 Julien Sorel fakir ama gururlu bir genç.

Bir gün belediye başkanı, Julien’ı babasından istiyor.
Allah’ın emri peygamberin kavliyle değil, çocuklara öğretmenlik etsin diye.

Julien için şahane fırsat.
Ama beyimiz hemen yanaşmıyor.
“Ben oraya öğretmen olarak gelirim ama yemekleri uşaklarla birlikte mi yiyeceğim? Olmaz öyle şey” diyor.

Bunun üzerine Julien, aslında evin bir çalışanı olmasına rağmen, diğer çalışanlardan daha farklı bir konum elde ediyor.

Hiç gelemiyor aşağılanmaya, küçük görülmeye. Kendisine böyle davranıldığını hissettiği an o kişiye karşı dehşetli bir nefret beslemeye başlıyor.

Gözü hep yükseklerde. Bir yandan yükselme hayalleri kuruyor, bir yandan da yükselmiş o zengin insanları küçümsüyor.

Nasıl zengin olabilirim’i düşünürken iki yol geliyor aklına. Ya ordu, ya din.

Rahiplerin yediklerinin önünde, yemediklerinin arkalarında olduğunu gözlemliyor. İnsanlar da rahiplere saygı duyuyor. Ohh kebap iş diyor.

Ya da üst rütbeli bir asker olmak lazım, diyor. Onlar da benzer şekilde saygı görüyor, müreffeh bir hayat yaşıyor diye.

Kitabın adındakı kırmızı orduyu, siyah da kiliseyi simgeliyormuş zaten.

Julien Sorel’in iç sesi askerlik ile rahiplik arasında gidiyor geliyor.

Bir yandan bunları düşünürken bir yandan da özel öğretmenliği devam ediyor.

Belediye başkanının çocukları Sorel’i çok seviyor. Belediye başkanının hanımı da.

Burada bir yasak aşk başlıyor.

Belediye başkanının karısı Madam de Renal, Sorel’e deli gibi aşık oluyor. Kadın iyi ve dindar bir kadın olduğu için hem vicdanen hem de dinen bu aşkının sancılarını yaşıyor.

Sorel’in ise sevip sevmediğini anlayamıyorum. Seviyor gibi ama daha gencecik bir delikanlı olarak geçici bir heves gibi de gözüküyor onun hisleri.

Sorel bu evden ayrılıp bir din okuluna başlıyor sonra.

Oradan da Mathilde ile tanışacağı eve geçiyor.

Mathilde’in babasının işlerine yardımcı oluyor Sorel.

Mathilde tam şımarık zengin kız. Sorel’e bir yandan aşık, bir yandan da onun bir hizmetçi parçası olduğunu düşünüyor. O öyle düşündüğünü belli edince Sorel tabi delleniyor. Malumunuz, Sorel’in en gıcık olduğu şey böyle küçük görülmek. Fevkalade bir eziklik kompleksi var.

Ama Mathilde ne olursa olsun Sorel’e aşık. En sonunda çılgın kız olarak kibrini, egosunu, hatta babasının servetini bile bir kenara koyarak Sorel’le evlenmeye karar veriyor.

Baba tabi yıkılıyor. Kızını ne dükler, ne lordlar istemişti halbuki. Kızı için başka planları vardı. Onun bir çulsuzla evlenmesi, adamın hayallerini yıktı.

Baba, Sorel’in kızıyla parası için birlikte olduğunu düşünüyor. Kızına bunu kanıtlamak için Sorel’in daha önce çalıştığı Madam de Renal’gillere mektup yazıyor. Bir çeşit referans istiyor, nasıl bir insandır bu Sorel diye.

Madam de Renal, Sorel’in gidişi üzerine kendisini dine, kiliseye vermiş. Günahından ötürü dev pişman. O sırada gelen mektuba da zehir zemberek bir cevap veriyor. Bu Sorel paragözdür, sadece yükselmek ister, hayatta başka amacı yoktur, aşk sevgi bilmez…. Saydırıyor.

Bu mektubu alan baba, Mathilde’e gösteriyor hemen. Ama Mathilde’in aşkında hiçbir azalma olmuyor.

Sorel, böyle bir mektup yazıp kendini kötülediği için Madam de Renal’e ateş püskürüyor. Hatta gidip vuruyor. Kadın kilisede iken gidiyor vuruyor kadını.

Hapse atılıyor tabi.

Madam de Renal ölmüyor. Kurtuluyor. Sorel’i hapishanede ziyaret ediyor. Mektubu rahibin yazdırdığını, aslında hala kendisini sevdiğini ve unutamadığını söylüyor.

Sorel de unuttuğunu sandığı Madam de Renal’i hala sevdiğini anlıyor. Mathilde’i gözü görmüyor artık. Varsa yoksa Madam de Renal.

Ama Mathilde de hala, her şeye rağmen Sorel’i seviyor.

Sorel idamlık artık. İdamdan kurtulsun diye Mathilde araya adamlar koyuyor, rüşvetler veriyor. Tam oldu zannediyor, rüşvetçi memurlar "Tamam, idamını engelleyeceğiz" diyor, ama sonra Mathilde ile dalga geçercesine idam kararı veriyorlar.

Aslında Sorel’in idamdan kurtulmak gibi bir arzusu yok. Hayatı boka sarmış olsa da halinden memnun gözüküyor.

Ki bu kısmı anlamakta zorlandım. Gerçi ben komple Sorel’i anlamakta zorlandım. Ne sevgisinden emin, ne ne istediğinden emin.

Hayali yükselmek olan biri, hayatını bitirecek bir kararı olgunlukla nasıl karşılayabiliyor? Stendhal bunu açıklasın.

Gerçi belki de kitabın orijinal dilinde Sorel’in iç dünyası daha iyi anlatılıyor olabilir. Çevirinin biraz ruhu eksikti.

Sorel, idam ediliyor. Bu kısım ve sonrasını hızlıca geçiyor yazar.
Mathilde, Sorel’in çocuğunu doğuruyor.
Sorel’in ölmeden önceki arzusu ile çocuğa Madam de Renal bakıyor.
Mathilde de daha önce bir kitap mıydı, gazete miydi bir yerde okuduğu gibi, sevdiği adamın giyotinle kesilmiş kafasını alıyor yanına.

Bu olay örgüsünün arka planında burjuvalara, aristokratlara sövgüler, Napolyon'a övgüler, kiliseye eleştiriler, Fransa'nın o dönemki genel hali de var. 

Yine bir kütüphane materyali



Kitabın dizi editörü Orhan Pamuk'muş. Bildğimiz Orhan Pamuk mu acaba? 




 

3 Şubat 2014 Pazartesi

DÜNYA EVİ




DÜNYA EVİ

Yazarı: Orhan Kemal

Yayınevi: Tekin Yayınevi

Basım Yılı: 6. Basım – 1999

Sayfa Sayısı: 251


Fakir bir adam ve onu deli gibi seven dünyalar güzeli karısı.

Adam, fakir olmasının yanı sıra bir de ezik, bir de beceriksiz, bir de kaypak…

Düzgün, dürüst bir adam, bak ona eyvallah ama zayıf. Haksızlığa sesini çıkaramıyor.

Kendisi de bunun farkında. Açık açık söylüyor hiçbir boka yaramayan, beş para etmez bir kocayım ben diye. Hah şunu bileydin.

 İçince de dünyaları kurtarıyor, ihtilaller yapıyor, Mustafa Kemal olma hayali kuruyor.

Böyle zayıf kocalardan korusun Allah.
Valla çok zor.

Adam dediğin taşı sıksa suyunu çıkaracak. Bu güveni verecek.

İyi adam ama babaannesinin dediği gibi “Senden adam olursa sokaktaki köpekten de adam olur.”

Ayy çok gittim adamcağızın üstüne. İyi adam ama hakikaten işe yaramaz bir adam aynı zamanda.

Kıt kanaat bir işte çalışıyor. 24,95 lira aylık kazancı. Bu miktarın üstünde çok duruluyor. Bugünün hesabıyla tam ne kadara tekabül ediyor olabilir acaba?

O işten de bir iftira sonucu kovuluyor. Anlatamıyor haksızlığa uğradığını.

Babasının ününün de yükü omuzlarında. Babası “diktatöre karşı gelmiş” bir adam olarak tanınıyor. Burada diktatör derken kimin kastedildiğini anlamadım. Atatürk olsa, Atatürk’e karşı gelmiş bir adamın oğlu olarak Atatürk olma hayali kurmazdı herhalde. Gerçi bir yerde artık devrin değiştiğini falan söylüyordu ama yine de babasına saygılı olduğunu bildiğimiz bir karakter olarak babasının düşman bellediği birine sempati duymaz herhalde.

Genç adamın (kitapta da kendisinden bu şekilde bahsediliyor. Adı geçmiyor hiç. “Genç adam” o) çok güzel bir karısı var. Bütün mahalle bakkalı, kasabı asılıyor. Zaten asılmasalar Orhan Kemal romanı olduğuna inanmazdım. Ama kadın hiçbirine bakmıyor, gözü kocasından başkasını görmüyor.

Fakat genç adamın işsizliği kadıncağızın canına tak ediyor. Zaten hamile. Yakında bebeleri olacak, yiyecek bir lokmaları yok. Veryansın ediyor kocasına.

Genç adam da bu durumdan çok utanıp evi terk ediyor.

Anca kaç.

Mahallelinin karısına asıldığını da biliyor. Yokluğunda karısına aç kurtlar gibi saldıracaklarını da biliyor. Ama ne, gurur yapıyor beyimiz. Çok affedersin ama tükürürüm öyle gurura.

Kadıncağız, kocasına öyle laflar ettiği için dev üzülüyor. Çok ağlıyor, çok perişan oluyor.

Şükür ki adam geliyor sonra.

Yine eli boş ve muhtemelen de hep öyle olacak ama kadın razı. Yeter ki kocası olsun yanında.

2 Şubat 2014 Pazar

SOKAKLARIN ÇOCUĞU




SOKAKLARIN ÇOCUĞU

Yazarı: Orhan Kemal

Yayınevi: Tekin Yayınevi

Basım Yılı: 8. Basım – 2001

Sayfa Sayısı: 239

Çok sürpriz oldu bu kitap benim için.

Genelde kitap kapaklarının arkasını okumam. Şuursuz bir şekilde başlarım kitabı okumaya.

Buna da başladım. Baktım Cevdet diyor, Kosti diyor, Hasan diyor, üvey anne Şehnaz diyor, üvey annenin kaçtığı şoför Adem diyor…

Ben bunları tanıyorum ayol.

Meğer Suçlu’nun ikinci bölümüymüş bu.

Suçlu’yu okurken kitabın başında “Suçlu I” yazıyordu. Ben de sanıyordum ki kitabın devamının adı da olsa olsa “Suçlu II” dir.

Sokakların Çocuğu’nun başında “Suçlu II”, “2.cilt” falan yazmıyor, insan ne bilsin?

Tamam kitap kapağının arkasında yazıyor olabilir “Sokakların Çocuğu, Suçlu romanının ikinci bölümüdür” diye ama herkes de kitap arkasını okumayabilir yani, değil mi? Yazsanıza oğlum kitabın başına, kitabın adının altına.


Cevdet yavrucuğum.

Yüzü gülmeyecek bu çocuğun.

Birinci kitapta Cevdet artık çalışmaya karar vermiş, kitap orada bitmişti.

İkinci kitapta Cevdet’in çalıştığı işten memnun olmadığını görüyoruz. Hasan’ı sevmiyor. Hasan’a minnet duymak, daha doğrusu birine minnet duymak hoşuna gitmiyor.

Kosti’yi de bazen seviyor, bazen sevmiyor.

Cevdet yavrum aslında insanları sever de kendisine kimsenin saygı duymadığını düşünüyor. İtilip kakılmak onu kendi kabuğuna çekiyor, hayallerine sarılıyor. Büyüyecek, çok zengin olacak, herkese gününü gösterecek.

Yine okuduğu bir kitaptan etkileniyor ve  sinema soymaya karar veriyor.

Sinema gişesindeki kızı oyuncak tabancayla korkutmaya çalışıyor ama kız dişli çıkıyor. 

Cevdet yakalanıp hapse giriyor gene.

Bu defa çıkamamacasına giriyor.

Hapiste yine bildik güç mücadelesi.

Bu mücadeleden kahraman olarak çıkıyor Cevdet.

Hep bir kahraman olarak anılmak istiyordu zaten. Bu hayaline bir şekilde kavuşmuş oluyor alsında. Artık herkes ondan korkuyor, herkes ona saygı duyuyor, ismi hem saygı hem korkuyla anılıyor.

Her girdiği yerde bir şekilde kavgaya bulaştığı için hapishane hapishane dolaştırılıyor. Yine bir gün başka bir hapishaneye sevk edilirken, artık on yıllardır görmediği Cevriye’yi gördüğünü sanıyor. Gördüğü kız Cevriye değil ama Cevdet ona benzetiyor. Üstelik kız Cevdet’e sığınıp, kendisini kaçıranlardan onu kurtarmasını istiyor. Cevdet de kızı kaçırıyor. Kadını almaya gelenlerle kavga ederken kitap bitiyor.
 

ÇÖL MASALLARI





ÇÖL MASALLARI

Yazarı: Tayfun Pirselimoğlu

Yayınevi: İthaki Yayınları

Basım Yılı: 1. Baskı – 2005

Sayfa Sayısı: 311


Ne aradım bu kitabı.
 
Bir arkadaş tavsiye etti.

Bilindik kitapçılarda yok.

Sahafların yolunu tuttum. Oralarda da yok.

Sahaflar da zaten bu konuda çok komik olabiliyorlar.

-          Çöl Masalları var mı?
-          Çöllll??? Hmm. Yok.

Kafasının içinde bir çeşit arama motoru var galiba. Hiçbir kaydı kuydu olmayan devasa dükkanda nasıl bilebiliyor olup olmadığını, hayret ediyorum.

Neyse, arayan bulur. Nitekim buldum.

Arkadaşın tavsiyesi gayet yerindeymiş. İyi geldi.

Özellikle, ucuz diye aldığım, herkesin kötü, herkesin ahlaksız ve üstüne üstlük gerçekçi olduğu onlarca Orhan Kemal kitabının üstüne çok iyi geldi.
  
Kahramanımız çocukken evde açmasına müsaade edilmeyen kapıyı açıyor. Kapının öbür tarafında bambaşka bir dünya var. Uçsuz bucaksız bir çöl.

Ve bu uçsuz bucaksız dünyada herkesin anlatacak bir hikayesi var.

Bu hikayelerle örülü roman türünü – bilmiyorum gerçi resmi olarak böyle bir tür var mı- ilk olarak İhsan Oktay Anar’ın "Efresiyab’ın Hikayeleri"nde okumuştum. Bu kitap da bana onu anımsattı.

Bambaşka, fantastik hikayeler. Ama bütün hikayeleri kapsayan bir roman.

Seviyorum bu türü. Tek başına hikaye sevmiyorum ama böyle roman içinde eritilince keyifle okuyorum.

Kitaptaki hikayeler çok tuhaf. Rüya gibi. 

Bir kadın cesedine aşık olan adamlar, cesedin kocasının gelip ölü kadın kendisini aldatıyor diye onu tekrar öldürmesi en aklımda kalan oldu mesela.

Sonra hırsızlık yaptı diye bir kadının elllerini kesen celladın, sonra o ellere muhtaç olup kadın elli bir dev adam olması... falan.

Evet hakikaten neyin kafası bu. Bir yandan komik gibi de gülesim geliyor, ama genel olarak manyak diyebilirim.