21 Ocak 2012 Cumartesi

PİÇ


PİÇ

Yazarı: Hakan Günday

Yayınevi: Doğan Kitap

Basım Yılı: 1. Baskı Ekim 2003, 10. Baskı Kasım 2011

Sayfa Sayısı: 224


Al işte. Gene bir hayattan ne istediğini bilmeyen, yiyeyim içeyim gezeyim tozayım, ama hafazanallah çalışmayayım insancıkları. Bir de nasıl buluyor bunlar birbirlerini. KİNYAS VE KAYRA'da hadi iki kişiler. Burada dört kişi var ve dördü de aynı lacivertin tonu. Nasıl buluyorsunuz oğlum birbirinizi? Kitabın arka kapağındaki ''Piçler şöyledir böyledir'' e ek olarak ''Piçler birbirini bulur'' da eklenebilir.

Cenk, Afgan, Hakan, Barbaros. Bahsi geçen piçler bunlar. Acaba Hakan burada yazarın kendisi mi? Sürekli, aslında hiç yazılmamış kitapların konularını yazılmış gibi anlatan biri bu. Kendi aklına gelen bir konuyu ''Bir kitapta okumuştum'' diyerek anlatıyor, böylece bir çeşit kamuoyu yoklaması yapıyor. Konu beğenilirse kendi yazacak. Çakalll.

Bu adamlar, bir baltaya sap olamamış, olmaya da niyeti olmayan, niyetinin ne olduğunu benim anlayamadığım insancıklar. Asla çalışamazlarmış. Asla onu yapamazlarmış, bunu yapamazlarmış. E ne yaparsın? Yesinler içsinler yatsınlar. Ha bir de saçma sapan konuşsunlar. Tamam aslında konuşmalarını sevdim. Konuşsunlar, dinlerim. Hatta karşılıklı konuşalım. Acayip bir kafaları var çünkü. Ama evime barkıma sokmam, çoluğumun çocuğumun yanına yaklaştırmam. Kımın zararlıları, haşereler.

Amma da saydırdım heriflere. Kitaptaki Suat karakterime döndüm. Suat, bu heriflerden Cenk'e aşık olan Nilay'ı uyarıyor. ''Yapma etme'' diyor. '' Heriflerdeki tipe, yaşayışa bak'' diyor aklıbaşında normal bir insan olarak. İşte tam olarak Suat'a katılıyorum ben de.

Aslında biraz sevimli de tipler bunlar. Baktığın zaman zararsızlar da. Ama uzaktan baktığın zaman.

ZARGANA


ZARGANA

Yazarı: Hakan Günday

Yayınevi: Doğan Kitap

Basım Yılı: 1. Baskı Mayıs 2002, 9. Baskı Aralık 2011

Sayfa Sayısı: 205


Hakan Günday'a sarmış durumdayım. '' AZ '' ve '' KİNYAS VE KAYRA'' nın ardından tüm Hakan Günday kitaplarını okumaya karar verdim.Zargana da bunlardan biri.

Zargana, evlatlık olduğunu öğrenince , zengin ve mutlu yuvasını bırakıp evden kaçar. 12 yaşındaki bir çocuk için sokakta yaşamak hiç de kolay değil tabi. Tecavüze uğrar, hırsızlık yapar.

Benzer zorluklarla yaşamaya çalışan Betty ile tanışır sonra. Aynı acımasız hayatı göğüslemeye çalışırlar. Ya da göğüslemeye çalıştıklarından pek emin değilim aslında. Biraz oluruna bırakmışlık da var.

Anlam veremediğim bir hayatı zorlaştırma çabası sözkonusu. Zargana'nın sadece evlatlık olduğu öğrenmesi onu neden bu kadar mahfediyor? Tamam, böyle bir gerçeği öğrenmek insanın hayatını değiştirir, müthiş bir travma da yaratabilir ama bu derecesini fazla buluyorum. Fazla abartılmış bir acı. Acıya susamışlık hatta. Bir acı yaşayayım da kendimi atayım sokaklara, tecavüz, hırsızlık, bok püsür ne varsa yaşayayım da hayatın ne kadar ''yalan, ihanet, şiddet, tecavüz ve acımasızlıkla yoğrulmuş'' olduğunu göreyim.

Zargana'nın çocukluğu ve bugünkü yetişkin hali arasında gidip geliyor kitap. Zargana bugün, insanların ellerine senaryolar tutuşturup , orada yazılanlara uygun yaşamalarını isteyen biri. Bunun için oyuncu olarak Koma ve Zo'yu seçiyor. ''Git şuna şöyle söyle, O da sana şunu diyecek, sen de o zaman ona bunu de.'' falan. Herşey o kadar yazılanlara uygun ki, Koma karşısındaki insanların da Zargana'nın seçtiği oyuncular olabileceğinden şüpheleniyor. Hiçbir zaman da öğrenemiyor. Kim oyuncu, kim değil anlaşılmıyor.

Sağlam bir temele oturmayan defresif , karanlık bir roman.

DUBLÖRÜN DİLEMMASI


DUBLÖRÜN DİLEMMASI

Yazarı: Murat Menteş

Yayınevi: İletişim Yayınları

Basım Yılı: 1. Baskı 2005, 15.Baskı 2011

Sayfa Sayısı: 263


İlk defa bir albinonun baş karakter olduğu ve üstelik de son derece karizmatik olduğu, bunun yanısıra bir de kekemenin aynı şekilde etkileyici bir karakter olarak yer aldığı bir roman okudum. Üstelik romanın konusu bir albinonun yaşadıkları, bir kekeme olarak hayat gibi birşey değil. Zaten karakterlerin bu arazları sanki yokmuş gibi kaynıyor arada sık sık.

İsimler de bir acayip zaten. Nuh Tufan, İbrahim Kurban, Habip Hobo, Ferruh Ferman. Hazır adları geçmişken kitabı sırayla bu karakterlerin ağzından okuyoruz. Aynı olaylara farklı bakış açılarından yaklaşıyor tabi hepsi.

Nuh Tufan, acayip zeki bir albino. Arkadaşı İbrahim Kurban'ın icadı olan mucizevi maskelerle başka insanların kılığına bürünebiliyorlar. Ferruh Ferman da, aynı anda birkaç yerde bulunması gereken bir işadamı olarak bu çocuklardan yardım istiyor. Nuh Tufan'ın bunu kabul etmesiyle de olaylar başlıyor.

Konu güzel anlayacağınız. Bunun üzerine bir de şahane bir dil eklenince tadından yenmiyor. Böyle kitaplar insana Türkçe'yi sevdiriyor. Kelimeler ahenkle dans ediyor. Metaforlar insanın aklını götürüyor. Hayalgücü de derin. Okuyun, okutturun yani.

BİN DOKUZ YÜZ SEKSEN DÖRT


BİN DOKUZ YÜZ SEKSEN DÖRT

( Nineteen Eighty-Four)


Yazarı: George Orwell

İngilizce aslından çeviren: Celal Üster

Yayınevi: Can Yayınları

Basım Yılı: 1. Basım 1984- 30.Basım Şubat 2011

Sayfa Sayısı: 350


Allah'ım, dağlara taşlara. Ne biçim bir dünya bu. Ne korkunç, ne ürkünç. Kabus gibi.

George Orwell öyle bir toplum düzeni tasavvur etmiş ki, tüylerim diken diken oldu. Sürekli bir ''Big Brother is Watching You'' (Büyük Biraderin Gözü Üstünde)

Her yerde sizi gören, sizi izleyen, sizi duyan teleekranlar. O kadar ki surat ifadenizden suç işlemeye eğilimli olduğunuzu anlayan. Bahsettiğim suç da sek bir düşünce suçu. Büyük Birader olarak ifadesini bulan hükümeti eleştirmeyi aklından bile geçirmen suç. Nasıl anlaşılıyor peki bu? Bir ortamdasındır. Biri hükümetin icraatlarından bahsediyordur. Eğer ki bu icraatleri küçümser bir yüz ifadesi takınırsan buharlaştılıyorsun. Buharlaştırılmak, ölümden beter bir ceza. Ha ucu yine ölüm ama. Cismen ölmenin yanısıra ismen de ölmek. Sanki hiç var olmamışsın gibi.

Sadece insanlar için değil var olmamış gibi ölmek. Geçmiş için, tarih için de öyle. İstenmeyen tarih yok ediliyor. Gazeteler kimsenin anlayamayacağı şekilde yakılıyor. İstenmeyen bir haberle ilgili yazılan tüm yazılar ortadan yok ediliyor. Böylece öyle bir haberin gerçekten hiç olmadığını sanıyor insan. Örneğin hükümet enflasyon rakamının iki ay içinde yüzde 5 olacağını söylüyor. ama iki ay sonra bu hedefe ulaşılamayınca iki ay öncesinin bütün yazılanları ortadan kaldırılıyor. Böylece de kimse hesap soramıyor. Çünkü sorduğu hesabı kanıtlayacak argüman yok elinde.

Bu gazete ortadan kaldırma, haberleri yok etme mizansenini yazar, bir boru vasıtasıyla kurmuş. İlgili kurumda çalışanların odasına kurulmuş bir çeşit boru vasıtasıyla değiştirilmesi istenen haberin yazılı olduğu bir kağıt gönderiliyor. Sonra o kağıt da, sözkonusu eski haber de başka bir çeşit borudan atılarak kül ediliyor. Kitabın yazıldığı dönemde internet olmadığından boru moru ile o mizanseni oluşturmuş yazar. Şimdiye vursak, internet ile ilgili bir bakanlık olurdu. İnternet üzerinden değiştirilirdi herhalde.

Manzara çok vahim. O kadar ki mini mini çocuklar bile anne babalarını Büyük Birader aleyhinde konuştu diye şikayet ediyor. Anne babalar da çocukları ile gurur duyuyor, iyi bir iş yaptı diyerek.

Kimse bu durumdan rahatsız gözükmüyor. Onyıllar süren bir çalışmanın ardından bu şekle getiriliyor toplum. Sormayan, sorgulamayan, her şeyi kabullenen bir şekil. Kimse başkaldırmıyor. Baş karakter Winston'un günlüğüne yazdığı gibi '' Bilinçleninceye kadar asla başkaldırmayacaklar , ama başkaldırmadıkça da bilinçlenemezler'' . Böyle bir iki ucu çoklu denklem. Böyle bir sindirilmişlik, susturulmuşluk hali. Ütopik ama çok da imkansız gelmiyor kulağa. Nedense.

OOOKİTAP Dokunan Yanar


OOOKİTAP

'' Dokunan Yanar''

Yazarı: Ahmet Şık

Yayınevi: Postacı Yayınevi

Basım Yılı: 1. Basım -Kasım 2011

Sayfa Sayısı: 383


Şu kitabın basılmaması için ne çaba gösterilmişti. Sonuç?

Kitap toplatarak neyin önüne geçilmesi planlanıyor, kimin cezalandırıldığı düşünülüyor ki.


Kaldı ki bu kitap daha önce söylenmemiş birşey de söylemiyor. Zaten bilindik konular. Emniyet başta olmak üzere ülkedeki pek çok kurumda cemaatçi bir yapılanma olduğunu hiç kimse bilmiyordu da bu kitapla mı öğrendi?

Cemaatçi yapılanmanın boyutlarını ve tehlikelerini anlatıyor kitap. Bu noktada daha önce yazılmış kitaplardan ve gazete yazılarından da alıntılar yapıyor. Bugün Türkiye'deki her insan bu yapılanmanın farkında.

Müthiş bir adam kayırmacılık olduğu o kadar kör gözüm parmağına şeklinde ki. Belgesi bile var. Yakın bir geçmişte gazetelerde bir haber vardı. Bir milletvekili, bakana mektup yazarak bir tanıdığının işe alınmasını istiyordu. Haber için bakınız: Sözcü gazetesinden çok konuşulacak iddia

Keza yine bir haberde öğrendik ki, zabıt katipliği sınavında Bülent Ersoy'un ne zaman kadın olduğu, Örümcek Adam'ın annesinin adının ne olduğu gibi sorular sorulmuş. Haber şurada: Bülent Ersoy Meclis Gündeminde

Hakimlik savcılık sınavlarına girip kazanan arkadaşıma mülakatta sordukları soru şuydu: Tesla Kalkanı nedir?

Bu tür sorular neyi gösteriyor? '' Biz senin yerine başka birini zaten aldık, boşuna uğraşma arkadaşım.''

R. Tayyip Erdoğan, geçmiş yıllarda yargı başta olmak üzere pekçok kuruma hakim olan CHP zihniyetini eleştiriyordu ama şimdi aynısını ne acıdır ki kendisi yapıyor.

Aslında torpil mevzusu, yeni olan birşey değil. Öteden beri vardı ama bu kadar aleni, yukarıda örneklerini verdiğim gibi bu kadar arsızca yapılmıyordu. Bir de adam kayırmacılık bir noktaya kadar tahammül edilebilir birşey. Mesela bir sınava giriyorsunuz, aynı oranda çalışıyorsunuz ve aynı puanı alıyorsunuz. İşte bu ikisi de aynı şekilde çalışıp aynı puanı almış iki kişiden birini işe almak gerekiyorsa, o kurumda tanıdığı olan birinin işe alınması o kadar da canımızı sıkmayabilir. Çünkü o da çalıştı, o da hak kazandı. Sadece daha şanslıydı. Hani içimizi o kadar da çok acıtmıyor. Ama sınava girip derece yapan insanı mülakatta eleyip de, böyle bir çaba ve başarı göstermemiş insanın, sırf tanıdıkları vasıtasıyla işe alınması, işte bu insanın tahammülünü zorlayan. Şu an ülkemizdeki fotoğraf da budur. Ve bu gidiş çok tehlikelidir.

Tekrar kitaba döneyim. Ahmet Şık, Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklu yargılanıyor. Bu kitabı, Ergenekon örgütünün kendisine yazdırdığı iddiası var. İddia böyle. Araştırılsın elbette. Yargılanabilir de. Ama tutuklu yargılanması, üstelik de artık kaç gün olduğunun çetelesini tutamıyorum, bu kadar uzun süre tutuklu kalması hukukla da, mantıkla da, insanlıkla da bağdaşmıyor.

GİZLİ ANLARIN YOLCUSU


GİZLİ ANLARIN YOLCUSU


Yazarı: Ayşe Kulin

Yayınevi: Everest Yayınları

Basım Yılı: 1. Basım- Kasım 2011

Sayfa Sayısı: 427


Gizli Anların Yolcusu.Başharfleri biraraya getirince ne çıkıyor GAY. Kitabın konusu adında gizli. Bu ad için çok düşünmüş mü Ayşe Kulin, merak ediyorum.

Kitabın başkarakteri İlhami, yayınevi sahibi, evli, çocuklu, zengin, kaliteli, güzel bir yaşamı olan Beyaz Türk diye tanımlanabilecek bir insan.

Bu İlhami'nin gayet heteroseksüel bir hayatı varken, bir anda homoseksüel bir ilişki içine giriyor. Bu noktaya kadar kitap gayet akıcı ve inandırıcı bir şekilde giderken, bu noktada akıcılığı devam etmekle birlikte inandırıcılığını kaybediyor.

Kitabı henüz okumamış ve okumak isteyenler varsa bundan sonra yazacaklarım heveslerini kaçıracağı için okumasınlar derim.

Karısını seven ama bazı bazı iş arkadaşı Handan ile karısını aldatan İlhami'nin hayatı Bora ile birlikte değişiyor. Bora bir eşcinsel. Zaten onun bu süreci de yine inandırıcılıktan uzak ve hatta gülünç. Bora, küçükken dini bilgiler almak için gittiği kurs mu tarikat mı artık adı neyse, orada tecavüze uğruyor. Bu tür erkek erkeğe ortamlardaki cinsel bastırılmışlığa bol bol vurgu yapılıyor burada. Bunu kimseye anlatamayan Bora, tecavüze uğraya uğraya artık bu yolun yolcusu olduğunu kabulleniyor. ''Ben bu yolun yolcusu olmuşum'' tabiri de Bora'nın bizzat kendisine ait zaten. İşte bu şekilde eçcinsel oluyor Bora.

Adını, kimliğini değiştirip kendisini kimsenin tanımadığı İstanbul'a geliyor ve burada bambaşka bir hayat kuruyor kendisine. Eşcinsel bir yaşam sürmeye de devam ediyor kimseye çaktırmadan.

Bora, çalıştığı yayınevindeki patronu olan İlhami'ye aşık oluyor ve aşkını belli edip yapışıyor birgün dudaklarına. O noktaya kadar, yukarıda da söylediğim gibi son derece heteroseksüel bir yaşamı olan İlhami, ne bir iğrenme, ne bir tiksinme, hiçbiri olmadan, hayatının aşkının Bora olduğunu farkediyor. Bir sayfada. Bir sayfa önce karısıydı, Handan'dı derken sadece bir sayfa sonra Bora biricik aşkı oluyor İlhami'nin. Daha önce böyle bir heyecan, böyle bir zevk duymadığını anlıyor. Bizim de anlamamızı bekliyor. Ama olmuyor ey yazar. Hiç inandırıcı ve sağlam bir geçiş olmuyor bu.

Çok hızlı, çok keskin bir viraj İlhami'nin girdiği. O nedenle inandırıcılıktan yoksun. Fakat sonuna kadar akıcı. Konunun nasıl sonlanacağını okurken bir an bile sıkılmıyor insan. Mutlu son olmayacağı çok açık. Böyle bir hikayenin mutlu sonu olamaz ki.

Edebi bir kaygı taşımadığını düşündüğüm bu romanda Ayşe Kulin'e yayınevi ''Hadi bitir artık kitabı da yayınlayalım'' mı demiş acaba? Oluyordur herhalde yayınevlerinin yazarlara bu tür baskıları? Bu baskı nedeniyle kitabın seyrinin şaşırtıcı bir hızda değiştiğini düşünüyorum. O yüzden İlhami, cinsel tercihinin değişimi noktasında bizi ikna etmeye çabalarken büyük gayret sarfediyor. Defalarca kez bunun daha önce yaşamadığı kadar büyük mutluluk, büyük bir huzur verdiğini söylüyor. Kendini yırtıyor bunun çok güzel bir duygu olduğu hakkında. Halbuki bu çabayı o geçiş sürecinde gösterseydi, o duygu dönüşümü noktasında bizi ikna edebilseydi sonraki duygularını anlatırken bu kadar kıvranmazdı.

1 Ocak 2012 Pazar

OD


OD

Yazarı: İskender Pala

Yayınevi: Kapı Yayınları

Basım Yılı: 1. Basım Ekim 2011

Sayfa Sayısı: 359


Odun'un Od'undan geliyor kitabın adı. Ateş demekmiş.

Yunus Emre'nin hayatını anlatan bir roman.

Ben sevmiyorum bu tarz uhrevi, ilahi bir dil kullanılan kitapları. Böyle mana alemi, marifet, hakikat, niyaz, nefis falan. İçim şişiyor benim. Dervişlik, mürşidlik. Zaten dervişlik de çok acayip bir olay. Ne güzel öyle hayattan izole olup yaşamak. Asıl maharet hayatın içindeyken, sabah işe gidip akşam gelir şekilde bir hayat yaşarken Allah'ı akıldan çıkarmamak, günaha sapmamak. Öyle bir odaya çekilip, hayata karışmadan babam da günah işlemez. Sen günde onlarca insanla muhatap olup günahtan uzak durabiliyor musun, bana onu de hacı.

Üstelik bu dervişlik, ''Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahirete hazırlan'' lafzına da aykırı bana kalırsa.

Bana ters yani. Ha Yunus Emre candır, canandır o ayrı.

O kadar Yunus Emre deyip de bir dörtlüğünü anmadan olmaz:

Dertli ne ağlayıp gezersin burda,
Ağlatırsa Mevla'm yine güldürür.
Nice aşık kondu göçtü buradan,
Ağlatırsa Mevla'm yine güldürür.