27 Ağustos 2019 Salı

BENİM SEVGİLİ BAŞKANIM EKREM İMAMOĞLU



BENİM SEVGİLİ BAŞKANIM

EKREM İMAMOĞLU

Şirin Mine Kılıç

2016

Hümanist Yayıncılık

8. Baskı – Mayıs 2019

219 sayfa


Ekrem İmamoğlu’nun Beylikdüzü Belediye Başkanı olmasına kadar olan dönemi anlatıyor kitap. Henüz ufukta İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı yokken. Ama plan veya hayal olarak İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olmayı da aklından geçirmiş İmamoğlu o dönem. Yapılan söyleşiler yer alıyor kitabın sonunda, orada İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı nasıl olmalı tarzı bir soruyu cevaplıyor.

Bu konulardaki düşüncesi şu: Şehirlilik bilinci olmalı. İnsanlar yaşadıkları şehri benimsemeli. Ancak o zaman şehir güzelleşir.

*

İmamoğlu Trabzon’da doğmuş, sonra İstanbul’a gelmişler.

Babası ticaretle uğraşıyor. Zengin bir aile. Kitapta sık sık İmamoğlu’nun mütevazılığından bahsediliyor. Zengin bir ailenin çocuğu olmasına rağmen arkadaşları İmamoğlu’nun zengin olduğunu bilmezler, anlamazlarmış. Öğrenince de çok şaşırırlarmış.

Ev alım satım işleri ile uğraşan babası ile birlikte Beylikdüzü’ne gelmişler. Beylikdüzü o zamanlar dutluk. Zamanla sadece konut üzerinden yükselen bir yerleşim oluyor. İnsanların sabah başka bir ilçede işe gidip akşam yatmak için geldikleri bir kent otel diye tanımlanıyor Beylikdüzü. “Beylikdüzülüyüm” diyen kimse yok.

İşte İmamoğlu bu anlayışı kırmaya çalışmış. Başlangıçta belde olan Beylikdüzü sonradan ilçe olmuş ama insanların sosyal faaliyetleri için bir yer yokmuş. Tamamen konut. İmamoğlu daha belediye başkan adayı bile değilken işe koyulmuş. Sosyal faaliyetler için yerler, parklar, bahçeler, kültür merkezleri…vb için uğraşmış. En çok da Dayanışma Evi denilen hizmet işe yaramış. İnsanların hangi partiden olduğu sorgulanmaksızın onların ihtiyaçlarına cevap vermeye çalışan yerler olmuş Dayanışma Evleri.

İmamoğlu’nun yükselişi parti içinde bazı muhalif seslere sebep olmuş. Ama İmamoğlu yılmamış. Aslında bir ara yılar gibi olmuş, ama yakın çevresinin desteği ile yola devam etmiş.

Beylikdüzü Belediye başkanı adayı olduğunda zaten önceki yıllarda yaptığı pek çok hizmet nedeniyle halkın oyunu kazanmış. İnsanlara “Daha belediye başkanı bile değilken bunca şey yaptıysa bir de başkan olursa kim bilir neler yapar?” dedirtmiş.

*

Kitapta İmamoğlu övülüyor tabii bol bol. Çocukluğundan beri ne kadar çalışkan olduğu, sorumluluk almaktan çekinmeyişi, iyi bir organizatör oluşu, insanları iyi tanıyıp onlara doğru görevler vermesi, işi uzmanına bırakması, herkesin sevgisini kazanmaya çalışması…vb

“Sıradışı bir başarı ve liderlik öyküsü” deniyor kitabın alt başlığında. Sıradışı değil aslında, bence olması gereken, normal olan bu,  ama kabalığın ve nobranlığın yüceltildiği bir dönemde olduğumuz için normal olan sıradışı gibi gözüküyor.

24 Ağustos 2019 Cumartesi

CASUS


CASUS

(A Espia)

Paulo Coelho

2016

Portekizce aslından çeviren: Emrah İmre

Can Sanat Yayınları

1. Basım - Ekim 2016

150 sayfa


Mata Hari.

Asıl adı Margoretto Zello.

Hollanda'da doğuyor. 

Lisede okul müdürünün tecavüzüne uğruyor. Kimseye söyleyemiyor. Yıllar sonra artık ünlü bir kadınken bunu itiraf ettiğinde ise o müdür cezalandırılmak bir yana bu meşhur kadınla birlikte olan ilk erkek diye böbürleniyor ve başka erkekler tarafından imreniliyor.

*

Bir ilanda kendisine eş arayan bir subay olduğunu görüp o subayla tanışıyor. Evleniyorlar. Endonezya'ya yerleşiyorlar.

Ancak eşi hem şiddet uyguluyor, hem de başka kadınlarla aldatıyor. 

Sonunda ismini değiştirip Paris'e kaçıyor.

Paris'te dansçılık yapıyor. Dans ederken soyunmaktan çekinmiyor. Bu da ona ün kazandırıyor.

Ancak zamanla eski ününü kaybediyor.

İkinci Dünya Savaşı başlıyor.

Berlin'den bir teklif alıp oraya gidiyor. Ancak kendisine casusluk teklif ediliyor. Para için kabul etse de işe yarar bir istihbarat sağlamıyor.

Paris'e geri döndüğünde ajan olmakla suçlanıyor.

Bunu kanıtlayacak herhangi bir somut delil olmasa da suçlu bulunup idam ediliyor.

*

Denilen o ki, amaç, bu magazinel dava ile halkın ilgisini çekip, savaş nedeniyle milyonlarca insanın öldüğünü unutturmak.

Kitabın sonunda savcının bir itirafı var ki öfkeden kudurtur insanı:

"Aramızda kalsın ama elimizdeki deliller o kadar yetersizdi ki bir kediyi bile mahkum etmemize yetmezdi." sf.146

*

Kitap Mata Hari'nin kendisini kızına anlatmak için yazdığı günlük ve avukatına mektup şeklinde dizayn edilmiş. O yüzden Mata Hari'nin hayat hikayesi açısından biraz yüzeysel kalmış. Yazar da bu yüzden olsa gerek kitabın sonunda Mata Hari'nin öyküsü hakkında daha fazla bilgi isteyenler için kitaplar önermiş.

PUTLAR YIKILIRKEN



PUTLAR YIKILIRKEN

Osman Balcıgil

2019

Destek Yayınları

Mayıs 2019

535 sayfa


Nazım Hikmet'in hayatını anlatıyormuş gibi lanse ediliyor kitap ama bence yuoo. Nazım Hikmet'ten çok onun yakın arkadaşları Ömer ve Leyla'nın hayatı anlatılıyor, Nazım Hikmet arka planda kalmış.

*

Ömer ve Leyla eğitimli, cesur, akıllı iki genç.

Nazım Hikmet ile aynı görüşteler ve onunla tanıştıktan sonra onun siyasi-toplumsal faaliyetlerine yardım ediyorlar. Nazım Hikmet'e hayranlar. Nazım Hikmet de onların fikirlerine önem veriyor. Yazdığı yeni şiirleri onlara gösterip yorumlarını dinliyor.

Nazım Hikmet sık sık takip ediliyor, yargılanıyor, hapse giriyor, çıkıyor.

Ömer ve Leyla temkinli davransalar da onlar da şüpheliler arasına giriyor.

Leyla yakalanıyor.

Ömer kaçmayı başarıyor.

Leyla'ya içeride işkence ediyorlar. Bir polis tecavüz ediyor defalarca.

*

Ömer, yıllardır görüşmediği Adana'daki babasından yardım istiyor. Babası zengin bir adam olduğu için çevresi geniş. Babası yardım ediyor. Ömer'in eşi Leyla'nın çıkması sağlanıyor. 

Ama Leyla eski Leyla değil. Durgun, sessiz, mutsuz.

Anlatmıyor Leyla içeride olanları. Ömer tahmin ediyor ama tecavüz kısmını akıl edemiyor. Falaka, dayak bunları yapmışlardır diye düşünüyor. 

Karısının yanında oluyor, onun iyi hissetmesi için elinden geleni yapıyor.

*

Leyla hamile olduğunu öğreniyor. Çocuğu doğurup doğurmamakta kararsız. Sonra doğurmaya karar veriyor. Çocuğunun doğumuyla içinde hissettiği kirlilik hissinden kurtulacağını umuyor. Ama öyle olmuyor. Çocuk, kendisine tecavüz eden polise benziyor. 

*

Ve bir gün Leyla'nın intihar mektubunu buluyorlar. Mektubunda içeride yaşadıklarını anlatmış. Çocuğu Ümit'e baktığında kendisine tecavüz eden polisi görmekten kendisini kurtaramadığını yazıp polisi tarif ediyor. Ömer'i çok sevdiğini, her şey için ona teşekkür ettiğini, Ümit'e ister bakmasını ister bakmamasını yazıyor.

*

Ömer, Leyla'nın mektupta tarif ettiği polisi bulup ona kuytuda işkence ediyor. Parmaklarını kırıyor. 
Ertesi gün o polisin kırılmayan tek parmağı olan işaret parmağı ile kendisine ateş edip intihar ettiğini öğreniyor. 

*

Ümit'e de kendi kızı gibi bakıyor.

*

Yıllar sonra Ömer Nazım Hikmet ile buluşuyor. Ümit de yanında. Ümit, Nazım Hikmet'in şiirleriyle büyümüş. 

İki eski dost geçmişten konuşuyorlar. Ömer o zamanlar soramadığı, anlamadığı konuları soruyor Nazım Hikmet'e.

*

Kitabın adındaki putlar Babıali'nin en bilinen isimleri. Nazım Hikmet onları eleştirmekten çekinmiyor.

*

Ben yavan buldum kitabı.

Yazarın okuduğum bir diğer kitabı olan "Yeşil Mürekkep"te de aynısını hissetmiştim. O kitapta da Sabahattin Ali'nin hayatını konu alıyordu ama o da çok yavandı. 

HUZURSUZLUK



HUZURSUZLUK

Zülfü Livaneli

2017

Doğan Kitap

1. Baskı -  Ocak 2017

154 sayfa


Geçekten ismiyle müsemma bir kitap.

Huzursuzluğu çok hissettiriyor.

*

İstanbul'da yaşayan gazeteci İbrahim, çocukluk arkadaşı Hüseyin'in Amerika'da ırkçı bir saldırı ile öldürüldüğü haberini alır.

Bunun üzerine çocukluğunun geçtiği memleketi Mardin'e gider.

Hüseyin'in ölümünü araştırır.

*

Hüseyin Suriye göçmenlerine yardım etmektedir. Bu şekilde tanıdığı Meleknaz'a aşık olur.

Meleknaz bir Ezidi'dir. Küçük, kör bir kız çocuğu vardır.

Hüseyin o sırada nişanlıdır ama Meleknaz ile tanıştıktan sonra nişanı atar, Meleknaz ile nişanlanır. 

Hüseyin'in ailesi bu duruma çok kızarlar ama Hüseyin geri adım atmaz. Meleknaz'ı eve getirir. Meleknaz kimseyle konuşmaz.

Bir gün evde Hüseyin'in kız kardeşi marul keserken Meleknaz evden kaçar.

Meğer Ezidi inanışına göre marul günahmış. 

İnsanlar Ezidilerin şeytana taptığını zannedip onlara kafir diyor ve eziyet ediyorlarmış. 

Hüseyin, Meleknaz'ı bulup eve geri getirmiş. Evleneceklermiş. 

Ama IŞID militanları Hüseyin'e saldırıyor. Ezidi bir kızla evlenmek İslam dinine hakarettir diyerek.

Hüseyin Meleknaz'ı ve kızını İstanbul'a bir arkadaşının yanına gönderiyor. Kendisi de Amerika'ya ağabeylerinin yanına gidiyor. Meleknaz mülteci olduğu için yurt dışına çıkması mümkün değil. Ama Hüseyin bir yolunu bulup onu yanına getirmeye kararlı.

Ancak işler umduğu gibi gitmiyor. IŞID tehlikesinden kaçarken ABD'de ırkçı saldırılara hedef oluyor. 

*

İbrahim, Meleknaz'ı çok merak edip onu bulmaya karar veriyor.

Mülteci kampına gidip onu soruşturuyor. (O sıralarda Angelina Jolie de Birleşmiş Milletler İyi Niyet Elçisi olarak kampa ziyarete geliyor.) Meleknaz'ı tanıyan bir kadın ona başından geçenleri anlatıyor. Bu kadın, kadının kız kardeşi Nergis ve Meleknaz kaçırılarak satılmış. Seks kölesi haline getirilmişler. Meleknaz hamile kalmış. Bir gün kendisini Müslüman olarak gösteren fakat aslında Ezidi olan bir adam bu üçünü satın alıp onların Türkiye'ye kaçmasını sağlamış. Nergis yaşadıklarına daha fazla dayanamayarak kendisini uçurumdan aşağı atmış. Meleknaz da doğan çocuğuna Nergis adını vermiş. Ama çocuğuyla ilgisizmiş. Sadece emziriyor, sonra ilgilenmiyormuş. Arkadaşı ilgileniyormuş bebekle. Açlıkla mücadele etmek için Meleknaz'ın sütünü içmişler. Meleknaz sütünü hem bebeğine, hem arkadaşına içiriyormuş. Kendisi de arkadaşının avuçlarını sütünü sağıp içiyormuş. 

Çok travmatik.

Sonunda Türkiye'ye varmışlar.

*

İbrahim, Meleknaz'ı İstanbul'da buluyor.

Ama Meleknaz onunla ilgilenmiyor tabii. 

İbrahim güceniyor, "Konuşmuyorsun benimle" diyor. Hıyar herif yaa. Kadın onca şey yaşamış, nereden çıktığı belli olmayan bir herif olarak bir anda kadının hayatına peyda oluyorsun, bir de kadın sana güleryüz mü gösterecekti hıyar?

Bu adama bilendim biraz. Eski karısı hakkında da yok plaza kadını, tüketim insanı, sahte bilmem ne diye ötüyordu. O kadınla sen kendi isteğinle evlendin. Evlendiğinde öyle biri değil miydi kadın? Kendi isteğiyle evlenen insanların sonra eşleri hakkında böyle ileri geri konuşmaları çok hıyarca geliyor. Sanki o eş gökten zembille indi hayatına. Sen seçtin onu. 

*

İbrahim Meleknaz'a mektup gönderip her pazar saat üçte pastanede onu bekleyeceğini söylüyor.

"Bir pazar geleceğini adım gibi biliyorum." diyor.

Kitap tam burada bitecekken yurt dışına gidecek mültecilerin Edirne'de durdurulduğu haberini alıyor İbrahim. Ve oraya gidiyor. Orada bir sürü Meleknaz olduğunu görüyor. Onlarla röportaj yapmaya koyuluyor.

*

Kitap gerçekten huzursuzluk içeriyor. İnsanı huzursuz ettiği gibi artı olarak üzüntü, öfke, kin, nefret uyandırıyor. 


GÖR BENİ



GÖR BENİ

Akilah Azra Kohen

2019

Everest Yayınları

1. Basım - Ocak 2019

593 sayfa


Azra Kohen'in - Çİ - kitaplarında edindiğim izlenimi bu kitapta da edindim. Yazar aslında sadece bilgi vermek istiyor. Toplum ve insanlık olarak nasıl kandırılıyoruz, doğru bildiğimiz yanlışlar, tarihimiz ve tarihi kimlerin nasıl yazdığı, değiştirdiği... vb konularda bildiklerini paylaşmak hem de şiddetle ve yoğun bir arzuyla paylaşmak istiyor. Salt bu bilgileri paylaşmak ilgi çekmeyeceği için bir roman içinde, karakterlerin ağzından, heyecanı yüksek bir kurgu içinde yedirmeye çalışıyor.

Başarılı oluyor mu?

Bana sevimli gelmiyor. İtici buluyorum.

Kitabın başında:

"Zaten yeterince yorgun olan zihninizi hikayenin zaman çizelgesinde hatalar aramak için boşuna meşgul etmeyiniz" diyor yazar. Bu da yukarıda belirttiğim şekilde yazarın aslında "Verdiğim bilgiyi al, gerisini kurcalama" dediği savımı destekliyor.


Yazarın kitabın dipnotlarında müzik önerisinde bulunması, "Araştırın" diye direktifler vermesi de tatsız geliyor. 

*

Kitaptaki hikayede cumhuriyet yeni ilan edilmiş, ülke bir değişim sürecinde. Bunu benimseyenler olduğu gibi bu değişime karşı olanlar da var.

Benimseyenlerden biri Ülkü. Egedeki köyünde savaşı görmüş ve bizzat yaşamış olan Ülkü, annesi, anneannesi ve kardeşleri Ayşe, İlmiye ve Ali ile İstanbul'a gelmiş. Maddi durumları pek iyi değil ama akıllı, çalışkan, gururlu insanlar.

Ayşe terzilik yapıyor.

İlmiye ve Ali okuyor.

Aynı sınıfta kız-erkek karma şekilde eğitim alınmasını yadırgayanlar da çıkıyor tabii.

Ayşe'nin sınıf arkadaşı Orhan, bu şekilde düşünenlerden. Ama aldıkları eğitim onun düşüncelerini değiştiriyor.

Fred adlı öğretmenleri onlara dinler tarihinden bahsediyor. İsa'nın aslında zenci ve Yahudi olduğu, Nuh tufanının çok daha önceki yıllarda ve dinlerde de anlatıldığını, kutsal kitapların nasıl oluşturulduğu...vb.

*

Ülkedeki devrimlere ve Atatürk'e karşı olanlardan biri Selim.

Zengin bir ailenin çocuğu. Paşa çocuğu. 

Bir gün erkek kıyafetleri (pantolon) giyerek at kullanan Ülkü'yü görünce ondan çok etkileniyor. Sonra öğreniyor ki onlarla aynı apartmanda yaşıyorlar.

Selim, gerici tarikatların içinde. Ama Ülkü ile tanışınca hayata bakışı da yavaş yavaş değişiyor. 

*

Kitabın sonunda 

Ülkü ve Selim,

İlmiye ve Orhan kavuşuyorlar.

Ayşe ünlü bir modacı oluyor.

İlmiye öğretmen.

Öğretmen Fred ise öldürülüyor.

GULYABANİ



GULYABANİ

Hüseyin Rahmi Gürpınar

1915

Can Yayınları

1. Basım - Ocak 2019

173 sayfa


Vuuuuv. Korkunçlu bir hikaye.

*

Gulyabani'yi "Süt Kardeşler" filminden biliyorum. Zaten kitabın başında filmin afişi var, altında da "Gulyabani figürü ve diğer bazı öğeleri romanla örtüşen 1976 yapımı Süt Kardeşler filmi" bilgisi var.

*

Kitap bir mektupla başlıyor.

Bir okur mektubu.

Kendisini "hanımnine" olarak tanıtan bir okur, yazardan gulyabanili roman-masal karışımı bir eser yazmasını istiyor. Bu hanımnine, yazarın romanlarını pek severmiş, çevresindeki diğer hanımlara da yazarın kitaplarını okurmuş. Ama bazı romanlar o hanımların anlayışına ağır gelirmiş. O yüzden daha eğlenceli, daha basit, heyecanlı, hanım arkadaşlarla hoşça vakit geçirmesini sağlayacak, korku unsurları da içeren  bir kitap yazmasını istiyor yazardan. 

Yazar, okurunun bu mektubunu saygıyla karşılıyor. Okurunun arzusunu yerine getirmek istediğini belirtiyor ama bir yandan da  ben ne anlarım öyle şeylerden diyor cevabında.

Ama hadi bir şeyler çiziktireyim madem diyerek, biraz istemem yan cebime koy minvalinde yazıyor. 

*

Hikayeye göre Muhsine Hanım adlı çevresinde sevilen sayılan bir teyze hanım, komşularıyla bir araya gelir, onlara hikayeler anlatır, komşular da şevkle dinlermiş.

Muhsine Hanım bir gün kendi başından geçen bir anıyı anlatıyor:

Muhsine Hanım gençken evlendirildiği adamdan gördüğü zulüm üzerine onu terk etmiş. 

Tek başına hayata tutunmaya çalışırken bir aile dostlarının tavsiyesi üzerine perili, uğursuz, lanetli olduğu rivayet edilen bir evde hizmetçiliğe başlamış.

Evde çalışan iki kadın daha varmış. Bu iki kadın evin hanımına hizmet ederlermiş. 

Muhsine'ye evde olanlarla ilgili ağzını sıkı tutmasını, sır saklamasını öğütlüyor herkes. Çünkü evde ilginç şeyler yaşanıyor. Ev cinli.

Muhsine deli gibi korkuyor tabii, geri dönmek istiyor ama kimsenin o evden dirisinin çıkamayacağını, geri dönmesinin mümkün olmadığını söylüyorlar.

Geceleri garip garip sesler duyuyorlar.

Diğer kadınlar da korkuyor ama cinlerle geçinmenin yolunu bulmuşlar kendilerince; muskalar, dualar, zikirler...vb.

Muhsine'ye de gözüküyor bu yaratıklar. Muhsine ile birlikte olmak istiyorlar, Muhsine kabul etmiyor.

*

Bir gün adının Hasan olduğunu söyleyen bir peri geliyor Muhsine'nin odasına. Muhsine hoşlanıyor bu delikanlıdan ama onun cin-peri olduğu ve kendisine kötülük edeceğini düşünüp kovuyor.

Ertesi gün evin çalışanlarından olduğunu öğrendiği Hasan adlı biriyle tanışıyor. Şaşırıyor tabii.

Konuşuyorlar. Hasan da dün gece aynı Muhsine görünümünde bir cin-peri görmüş kendi odasında.

Cin-perilerin kendi suretlerine bürünüp bir oyun ettiklerini düşünüyorlar.

Bir akşam başka bir cin-peri dadanıyor Muhsine'ye. O sırada Hasan da Muhsine'nin odasında saklanıyor. Cin-peri tam Muhsine'ye saldıracakken Hasan çıkıp cin-periye saldırıyor. Yaratık, Hasan ile birlikte bir sandığa giriyor ve ortadan kayboluyorlar.

Muhsine çok üzülüyor Hasan'ı kaybettiğine.

Cin-periler çok kızdığında en büyükleri ve kötüleri olan Gulyabani çıkıyormuş ortaya.

Bir akşam Gulyabani çıkıyor yine karşılarına.

Ve Hasan da.

Hasan meğer ölmemiş, yok olmamış.

Hasan evdeki gariplikleri öğrenip işin aslını anlamaya karar vermiş. İşin aslı şuymuş; Evdeki hanım çok zenginmiş ve yeğenlerine para vermezmiş. Yeğenleri de onu bu eve getirip cin-peri kılığına bürünüp onu delirtmeye çalışmışlar. Eve gelen hizmetçileri de cin kılığına girip kandırarak ve korkutarak  istediklerini yapıyorlarmış. 

Hasan, Muhsine'nin odasına saklanıp Muhsine'ye dadanan yaratığı alt etmeye karar vermiş. Çünkü o da Muhsine'yi sevmiş ve onun namusunu test etmek için ona cin kılığında görünmüş. Muhsine'ye anlattığı "Sana benzeyen bir cin de bana göründü" kısmı da yalanmış.

Odadaki sandıktan gizli bir geçide geçip dışarı çıkılıyormuş. Cin-peri kılığına giren adamlar, odalara bu şekilde giriyorlarmış. Hasan dışarıda bu adamlarla dövüşüp kaçmış. Sonra da olanları köyündekilere anlatmış. Böylece her şey ortaya çıkmış. Gulyabani ayaklarına uzun tahta bacaklar takan kahya imiş. o da diğer adamlar da cezalandırılmış. Hasan ve Muhsine evlenmiş. Zengin Hanım mirasını Muhsine ve Hasan'a bırakmış.

*

Güzel hikaye.

Geceleri okumayınız.

*

Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın bir kitabını daha okumuştum. O da böyle manyakçaydı.


20 Ağustos 2019 Salı

KUMRAL ADA MAVİ TUNA




KUMRAL ADA MAVİ TUNA

Buket Uzuner

1997

Everest Yayınları

5. Basım – Mart 2019

512 sayfa

Kavuşamama hikayesi. Ve böyle hikayeler tadımı kaçırır. Çünkü anlam veremem böylesi kavuşamamaya.

*

Önce kabaca özetini geçeyim hikayenin:

Tuna ve Ada komşu çocukları.

Tuna orta halli bir ailenin küçük erkek çocuğu. Duygusal, sessiz, hassas.

Ağabeyi Aras ise biraz sert mizaçlı, iddialı, yakışıklı.

Yaşadıkları Kuzguncuk’a ünlü bir oyuncu çift taşınıyor. Pervin Gökay ve Süreyya Mercan. Bu iki starın biricik kızları Ada, güzelliği, neşesi, bazen kibirli ve şımarık bulunan halleri ile göz bebeği oluyor.

Tuna, Ada’ya aşık.

Ada ise Aras’a.

Ada ve Aras çocukluklarından itibaren birbirlerine aşıklar.

Tuna ise bu aşkı dışarıdan seyrediyor. Onun aşkı biraz daha değişik. Zaman zaman baba, zaman zaman kardeş gibi. Ada da Tuna’yı seviyor ama Aras’ı sevdiği gibi değil.

Bir gün çok talihsiz bir olay oluyor.

Aras ve Ada kuytuda sevişiyorlar. (Bu talihsiz bir olay değilJ ) Tuna onları görüyor ama varlığını belli etmiyor. (Bu da talihsiz olay değil.) Daha sonra üçü yolda giderlerken Aras, suya atlayacak cesareti olduğunu kanıtlamaya girişiyor. Tişörtünü ve ayakkabılarını çıkarıp denize atlıyor. Ve ölüyor. Kafasını çarpıp aniden.

*

Bu olayın ardından Ada yıkılıyor. Uzaklaşıyor. Yurt dışına gidiyor. Ama sadece fiziken değil ruhen de uzaklaşıyor.

*

Ada, Aras ve Tuna üçlüsüne eşlik eden bir de Meriç var. Ada’nın kuzeni. Meriç’in anne babası olaylı şekilde ayrılıyor, Meriç’i ortadan bırakıyorlar. Meriç’e Ada’nın anne ve babası sahip çıkıyor.

Meriç Tuna’ya aşık. Ama uzaktan. Sessiz sakin bir kız. Kimse varlığını yokluğunu fark etmiyor.
Ama günün sonunda en kazançlı olan Meriç oluyor.

Meriç, Tuna ile evleniyor.

Aras öldükten sonra Tuna’nın Ada ile evleneceğini düşünüp korkmuştu Meriç ama korktuğu olmadı. Ada ve Tuna bildiğimiz anlamda aşık değiller çünkü. Başka bir şeyler. Ben anlamıyorum.

*

Kitap, ülkede bir iç savaş olduğu bilgisiyle başlıyor. Tuna’yı da göreve çağırıyorlar.

Tuna bu iç savaşın kendi bilinçaltının bir oyunu olduğunu, tüm olanların kabus olduğunu düşünüyor. İç savaşın ülkede değil, kendi içinde olduğunu sanıyor. Bu gerçeklik ve hayal arasında gidip geliyor. Bu süreçte geçmişte olanları sorguluyor.

*

Aynı dönemde gazeteler Ada’nın cinayet işlediğini yazıyor. Ada, Aras’ın ölümünden kendisini sorumlu tutuyor yıllardır. Sarhoş bir anında densiz bir arkadaşı (bir ara sevgilisi) olan Aliye’ye cinayet işlediğini söyleyince iş savcılığa ve haberlere ulaşıyor. Yargılandığı dönemde Ada, zihninde ve ruhunda Aras ile olan ilişkisini bitiriyor ve düzlüğe çıkıyor.

*

Kitabın sonunda iç savaş bitiyor. Ama Tuna’nın psikolojisinin bozulduğu düşünüldüğünden onu bir süre yatırmaya karar veriyorlar. Burada kendisine gelen mektuplardan Meriç’in hamile olduğunu, Ada’nın artık kendisini iyi hissettiğini öğreniyor.

*

Sürükleyici bir hikaye.

Nitekim bir günde okuyup bitiriverdim.

Ama Ada ve Tuna’nın olayını anlamadım. Neden zorlaştırıyorlar ki hayatlarını. Aşıksalar kendilerinden başka hiçbir engelleri yok kavuşmak için. Yok olmaz, yok beceremeyiz, yok birbirimizi üzeriz... Şu anda da üzgünsünüz ama. Her türlü üzgün olacaksanız bari kavuşup üzülün. Öbür türlü birbirlerini gözlerinden büyütüyorlar.


16 Ağustos 2019 Cuma

HIDIR KİŞİSEL GELİŞİYOR




HIDIR KİŞİSEL GELİŞİYOR

Ahmet Şerif İzgören

2006

Elma Yayınları

120 sayfa


Kişisel gelişim kitaplarını tiye alan bir kitap.

*

Hıdır adlı adam bol bol kişisel gelişim kitabı okuyor ama okudukları bir işine yaramıyor. Çünkü hem okudukları çok Amerikanvari, hem de hepsini çorba yapıyor. Okuduklarını ezberleyip uygulamaya çalışıyor, ama yapınca yapay duruyor, çuvallıyor.

*

Kişisel gelişim kitapları dalga geçmeye çok müsait gerçekten.

Özellikle Amerika’dan devşirme olanlar. Kültürel kodların farklılığı ile alakalı sanırım.

Ama bu kitaplarda bahsi geçen düşünce yapısının değişmesi ve hayatın değişmesi ilişkisini saçma bulmuyorum. Bu kısım aklıma yatıyor. İnanmak ve başarmak ikilisi doğru bir ikili gibi geliyor bana da.

*

Kitapta kişisel gelişim kitaplarını yazan insanların hayatlarının hiç de kitaplarında yazdıkları gibi olmadığından bahsediliyor. İnsanlara pozitif düşünmelerini öğütleyenlerin kendilerinin hiç de pozitif olmadığı örnekler veriliyor.

“Dış mihrakların oyunu” anlatılıyor. Bu kısımları Azra Kohen’in Fi- Çi- Pi kitaplarına benzettim. Kültürümüzle, değerlerimizle, tarihimizle “oynuyurlar” bilgisi verilmeye çalışılıyor esasen. Bu bilgileri bir roman içerisine yedirerek daha etkili olma gayreti var. Bu gayret bana sevimsiz geliyor. Dolayısıyla bu kitabı da sevimsiz buldum.

Yazar, pek çok kişisel gelişim kitabından alıntı yapmış. Ancak kitabın sonunda itiraf ediyor ki alıntısını yaptığı bu kitapların hiçbirini okumamış. Sadece alıntı yapacak kadar biraz karıştırmış. Hoş mu şimdi bu?

Ahmet Şerif İzgören’i internette denk geldiğim kadar tanıyorum. (Yani aslında pek tanımıyorum.) Bende iyi bir elektrik bırakmadı. Bir iki kitabını da denk gelip okumuştum, yine sıcak bir elektrik alamadım. Böyle durumlarda “Ama bütün videolarını izle, seversin.” ya da “Diğer kitaplarını da oku, o zaman anlarsın.” denebilir. Belki kendisi bile kendisi hakkındaki eleştirilere “Hiçbir kitabımı okumadan ön yargılı yaklaşıyorlar” diyebilir. Ama görülüyor ki kendisi de tiye aldığı kişisel gelişim kitaplarını hiç okumamış. Yani ön yargılı davranmış aslında. 

Bahsettiği kişisel gelişim kitaplarını hiç okumadığı halde bunların işe yaramaz olduğunu söyleyen yazar, kendisi de kişisel gelişim kitapları yazıyor ve bu konularda seminerler veriyor.

Romanında kendisinin de adını anıp bir parça alay etmiş gerçi.

*

Bu kitaplara işe yaramaz diyen yazar, kitabın sonunda bazı kitaplar tavsiye ediyor. Bu tavsiyeyi de romandaki Hıdır’ın kızının babasına tavsiyesi olarak sunuyor. Bunlar arasında Nihat Genç kitapları da var. Gerçekten de ancak bir ergen tavsiye edebilir Nihat Genç’i. (Benim de okumuşluğum var onu: http://birazkitap.blogspot.com/search/label/Nihat%20Gen%C3%A7 )

*

Kimisine iyi geliyor bu tarz kitaplar. Belki benim bu sevimsiz bulduğum kitap da başkalarına iyi geliyordur, saygı duymaktan başka yapacak bir şey yok.

2 Ağustos 2019 Cuma

İYİ AİLE YOKTUR



İYİ AİLE YOKTUR

Nihan Kaya

2018

İthaki Yayınları

1.Baskı – Eylül 2018

290 sayfa



Nasıl mükemmel, nasıl mükemmel, nasıl mükemmel, nasıl nasıl…

Aşırı mükemmel bir eser.

Soluk soluğa, aşkla okudum.

Aynen benim de düşündüğüm şekilde kaleme alınmış bir kitap. Tam zihnimden geçenleri içeriyor. Aynısını düşünüyorum.

*

Konu çocuklar.

Çocuklara anne babaların yaklaşımı.

“Senin iyiliğini istiyorum.” denerek yavrucaklara verilen zararlar.

*

Çocuk konusu açıldığında çok yükseliyorum. Kendimi tutamayıp sert çıkışlarım olabiliyor. Çocuk yapanları ahmaklıkla bile suçladığım oluyor.

Bu kitap, düşündüğüm bu sert fikirleri nazikçe ve soğukkanlı bir şekilde, mantıklı örneklerle destekleyerek anlatıyor.

*

Ben niye ahmakça bulduğumu anlatayım;

Çevremdeki insanların çocuk yapma gerekçelerini söyleyeyim, siz söyleyin ahmakça bulmakta haksız mıyım, değil miyim?

Yaşım geçiyor: Bu gerekçeyle çocuk yapmak akıllı insan işi mi? Çocuğun dünyaya gelme sebebine bakın: “Annesinin yaşının geçme ihtimali” Aradan çıksın diye çocuk yapmak. “Anne ben niye doğdum?” “Yaşım geçiyordu yavrum, o yüzden.”

Torun sevmek isteyen büyükler: Evli çiftlerin anne babaları torun ister. Salt bu isteğe karşı koyamayıp çocuk yapmak akıllıca mı?

Neslimiz devam etsin: Nesli çünkü hanedan soyu olduğu ve çocuk yapmazsa hanedan sona ereceği için.

Bir de sebep bile denemeyecek “E onca zamandır evliyiz, artık yapalım dedik” sebebi.

Bir de şunu duymuştum; ülkemizde çok kötü bir nesil geliyormuş, o nesil ülkeyi bitirirmiş, o yüzden bizim gibi eğitimli insanların çocuk yapması gerekiyormuş. Ulan, küçücük sabiye niye böyle bir misyon yüklüyorsun? Doğmamış çocuğa “Sen ülkeyi kurtaracaksın? Eğitimsizlerle mücadele edeceksin?” diye görev veriyorsun. Çocuk istiyor mu bunu? Nefer yetiştirmek istiyorsan git askeriyeye, subay mı oluyorsun, teğmen mi oluyorsun, git yetiştir orada. Doğmamış çocuğu niye militan yapmak istiyorsun?

Üstelik madem gelecekten bu kadar ümitsizsin, ümitsiz bulduğun bir dünyaya niye çocuk getiriyorsun? Böyle bir arkadaşım var, ülke şöyle kötü olacak, dünya böyle kötü olacak diyen karamsar biri. Diyemiyorum, ulan göt, niye çocuk yaptın o zaman diye. Kötü olduğunu düşündüğün bir yere çok sevdiğini iddia ettiğin çocuğu niye getiriyorsun?

"İnsan ırkı ne olacak o zaman çocuk yapmazsak?" diyen çıkıyor. Ne olacaksa olacak? Küçücük masum bebeği "insan ırkı" ya da "ülke" ya da "dünya" neyse, kendisinden daha büyük ve daha değerli bulduğun bir ülküye kurban etmek mi istiyorsun? Neden küçücük bir bebeği kurban seçiyorsun? O zaman bu yavrucağa "Senin bir önemin yok, önemli olan ırk/ülke/dünya" deyip değersiz olduğu hissini vermiş olmuyor musun?

Annem bu konuda diyor ki: “E çocuk yapmazsan kim için çalışıyorsun?”
Kendim için. İnsanlar kendileri için bir şey yapmayı bilmiyorlar mı acaba? Çocuk olmayınca kendi hayatları çok mu anlamsız gözüküyor? Üstelik çocuk için çalışıyorsanız, bu da küçücük çocuğa yük. “Annem/babam benim için çalışıyor. Ben olmasam çalışmazlar, dinlenirler, ben yük oluyorum.” diye düşünmeyecek mi bu çocuk?

Yaşlandığımızda bize bakar diye çocuk yapma fikri var bir de. Bok bakar. Çocuk bir yatırım aracı değil. Sen anne/baba olmaya karar verdiğinde çocuğa bakma yükümlülüğünün bilincindesin, ama çocuk bu yükümlülükten habersiz. Ona haberdar olmadığı bir yükümlülük yükleyemezsiniz.

*

Çocuk yapmak için tek koşulun “saf sevgi” olduğunu düşünüyorum. Kendimi seviyorum, hayatı seviyorum, eşimi seviyorum, eşim de kendisini ve hayatı seviyor. Birbirimizi seviyoruz.

Sadece bu.

Altında başka hiçbir gerekçe yok.

*

Gelelim kitaba;

Mükemmel bir kitap olduğunu söylemiş miydim? Nasıl mükemmel, nasıl mükemmel, nasıl nasıl.

Neresinden bahsetsem bilemiyorum, her satırı o kadar değerli ki.

*

“Çocukluk cehennemdir” diyor kitap.

Çünkü karşınızda size otorite olarak davranan bir anne/baba var, size yaptıkları doğru mu yanlış mı bilmiyorsunuz, çocuk sezgilerinizle yanlış olduğunu hissetseniz bile bu hissiniz bastırılıyor, bastırılınca hislerinizle irtibat kuramıyorsunuz, fiziksel olarak zaten karşı gelemiyorsunuz. Cehennem değil de ne?

*

Çocuklara fiziksel veya cinsel şiddet uygulamıyor olmak tek başına iyi bir anne baba olunduğunu göstermiyor. Fiziksel annelik ve fiziksel babalık zaten hemen herkesin yapabildiği bir şey. Çocuğun karnını doyurmak, temiz pak giydirmek, okula göndermek vb.

Peki çocuk evde istediği gibi davranabiliyor mu? Masaya dokunma, yemeğini orada yeme, öyle oturma… Bu uyarılarla çocuğunuzu disipline ettiğinizi sanıyorsunuz. Aslında yaptığınız çocuğa “Burası benim evim. Burada benim kurallarım geçerli. Sen bu eve sonradan geldin.” demek. Çocuğunuzu farkında olmadan yersiz yurtsuz hissettirdiniz, bravo.

*

Çocuklar ve başkaları arasında seçim yapmanız gerektiğini anlatıyor yazar. Çocuğa öyle yapma ayıp, öyle deme laf ederler… vb dediğinizde “Diğer insanların duyguları ve düşünceleri senden daha önemli” diyorsunuz aslında. Çocuğunuza farkında olmadan değersizlik duygusu yüklediniz.

Dışarıda çok görüyorum. Küçük çocuk annesiyle otobüste/metroda. Yanına oturan yetişkin, çocuğa adını soruyor, iyi niyetle iletişim kurmaya çalışıyor. Çocuk konuşmak istemiyor. Annesi dürtüyor çocuğu “Söylesene adını.” Bu da kendince iyi niyetli ama aslında çocuğa “Senin isteyip istememenin önemi yok” demiş oldunuz. “Senin kendi kararın olamaz.” dediniz.

*

Bunları küçümseyip “Amma da abarttın!” diyorsanız umarım çocuğunuz yoktur. Çünkü sizin yetişkin zihninizle abartı saydığınız bu şeyler, küçük bir çocuğun zihninde abartı değil, gerçeklik. Çocuklara kendi yetişkin zihninizle yaklaşırsanız elbette anlayamazsınız.

Kendi çocukluğunuz da şu an abartı saydığınız bu davranışlarla geçtiyse yine anlamanız çok kolay değil. Ve işin kötüsü bu zinciri kendi çocuğunuza aktaracaksınız.

Kitapta bu aktarıma da değiniliyor. Anne/baba olarak çocuğunuza davranışınız, kendi anne/babanızdan gördüğünüz davranıştan çok farklı değil. Bunu fark edememeniz de doğal. Anne/babanızın size çocukken davranışlarını içselleştirdiyseniz, kendi çocuğunuza aynı şekilde davrandığınızda bir yanlış fark edemezsiniz.

*

Kitapta önemli bulduğum pek çok yer var.

Ancak merak ettiğim bir husus vardı, onun cevabını aldım, sevindim.

Bazen dışarıda çocuğuna kötü muamele eden anne/baba görüyorum. Uyarıp uyarmamak konusunda çok ikilemde kalıyorum. Çocuğun yanında anne/babasıyla tartışmak iyi bir fikir mi emin değilim çünkü.

Yazar bu konuda şunu söylüyor. Eğer anne/baba çocuğuna kötü muamele ediyor ve etrafta bunu gören kimse sesini çıkarmıyorsa, çocuk bu muamelenin doğru olduğunu düşünür. Etrafta biri buna karşı çıkarsa çocuk da artık düşünmeye başlar. “Anne/babamın bana bu yaptığı doğru olmayabilir.” diye.

Bana da şimdilik makul geldi. Bundan sonra direkt müdahale edeceğim.

*

Anne/babalığın kutsal olmadığını, kutsal sayılan ortamlarda çocukların mağdur (kurban) edildiğini anlatıyor yazar.

*

Eğitim meselesi var bir de. Çocukları okula gönderiyoruz, ne güzel diye düşünürken aslında okullarda çocukların belli süre oturmak zorunda olduğunu, zil çaldığında dışarı çıkıp kısa bir süre dinlenebileceğini, zil çalınca tekrar sınıfa gelip oturup dinlemek zorunda olduğunu yani aslında otoriteye boyun eğmeyi öğrendiğini anlatıyor.

Modern eğitimin doğuşu da bu şekilde olmuş. Yüzyıllar önce çiftçiler, köylüler, yöneticilere ayaklanıyor diye, bu ayak takımını hizaya sokmak, kontrol altında tutmak için sınıflı ve teneffüslü eğitim sistemi ortaya çıkmış.

*

Bu kara tabloya bakınca “E ne yapalım?” sorusu akla geliyor. Bu çocukları nasıl yetiştirmek lazım?

Ben bilmiyorum, o yüzden de çocuk mocuk yapmıyorum. Benim önerim sizin de yapmamanız. Şimdilik aklıma gelen çözüm bu.