3 Ocak 2017 Salı

HUKUK VE İDARE ADAMI OLARAK OSMANLI DEVLETİ'NDE KADI


HUKUK VE İDARE ADAMI OLARAK 

OSMANLI DEVLETİ'NDE 

KADI

İlber Ortaylı

1994

Kronik Yayıncılık

2. Baskı - Kasım2016

108 sayfa


İlber Ortaylı'nın çeşitli yerlerde yayınlanmış kadılıkla ilgili makaleleri bir araya getirilmiş bu kitapta.

Yoğun ve teknik bir anlatımı yok. Ortaylı da zaten "mütevazı bir müracaat kitapçığı" diyor bu kitap.

*

Kadı, sadece yargıç değil aynı zamanda noter, müfettiş, belediye başkanı...

Bu çerçevede kadının nasıl göreve geldiğini, nasıl görevde kaldığını, yardımcılarının kimler olduğunu, adli sistemin işleyişini anlatmış.

Önemli bir husus olarak; kadıların atandıkları yerdeki görev süresinde bir kesinlik yokmuş. Bölge halkıyla yüz göz olmasını engellemek için genelde kısa süreler için (1 sene, 20 ay) görevlendirilse de uygulamada kesinlik kazanmış bir husus değilmiş.

"Sürelerin belirsizliği (...) ciddi problemler doğurmuştur. (...) Görev sürelerini güven altına almak için gayrikanuni harcama ve rüşvet gibi yollara başvurdular. Sarf ettikleri parayı az zamanda fazlasıyla kazanmak için türlü yolsuzluklara saptılar." sf.30

*

Kadılar esasen bağımsızlar ama "uygulamada Osmanlı kadısının bağımsızca görevini yerine getirmesini engelleyen çevre, eyaletteki mülki amirlerden çok, mahalli halkın önde gelenleridir." sf.32

*

Osmanlı'da bir mahkeme binası olmamış.

Kadı kimi zaman camide, kimi zaman medresede, kimi zaman evinde yargılamasını yürütmüş.

Bu yargılama aleni bir şekilde yapılırmış.

Bilirkişiye başvurma, keşfe gitme, yemin delili, şahit dinleme gibi hukuki öğelere de başvurulurmuş.

Kadı ilk önce davacıyı dinler; bundan sonra davalıyı dinler. Sonra davalıya davacının iddiası ile ilgili sorular sorarmış. 

Bugünkü sisteme yakın bir adli mekanizma var gibi gözüküyor. Sadece her işi kadı yapıyor. 

Ancak o dönemdeki anlaşmazlıklar için hemen devletin adli mekanizmasına başvurulmadığı, iş yoğunluğunun çok olmadığı düşünülürse pek çok görevin kadıda toplanmış olması anlaşılabilir bir husus.

AMOK KOŞUCUSU

AMOK KOŞUCUSU

(der Amoklaufer)

Stefan Zweig

1922

Almanca aslından çeviren: Nafer Ermiş

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

1. Basım - Aralık 2016

60 sayfa


Hindistan'da doktorluk yapmakta olan adam, muayenehanesine gelen Avrupalı bir beyaz kadını görünce sapıtır.

Bu sapıtma haline "amok" deniyormuş:

"Amok şöyle bir şey: Bir Malezyalı, son derece sade, son derece iyiliksever bir insan, içkisini içiyor... orada öylece oturuyor, duygusuz, umursamaz, donuk... ve birden ayağa fırlıyor, hançerini kapıyor ve sokağa koşuyor... dosdoğru koşuyor, hep dosdoğru... nereye olduğunu bilmeden. Yolda karşısına ne çıkarsa çıksın, insan, hayvan, hançeriyle vurup yere seriyor ve kan sarhoşluğu onu daha da öfkelendiriyor..." sf.31

Doktor da kendisini, gizli bir şekilde kürtaj yaptırmak için gelen bu kadını gördükten sonra Amok koşucusuna benzetiyor.

Bu kendinden emin, kendine güvenen, güçlü, sağlam, kibirli kadın karşısında tek istediği onunla yatmak oluyor.

Kendi tabiriyle:

"Şehvet değildi, azgınlık değildi, cinsellik değildi... sadece bir kibrin efendisi olma hırsıydı... Bir erkek olarak efendi." sf. 25

Bu isteğini kadına da söylüyor. 

Kadın kabul etmiyor ve gidiyor.

Kadın, kimsenin bilmesini istemediği kürtajını merdiven altı bir yerde yaptırmaya çalışıyor.

Bunu öğrenen doktor, kadını oradan çıkartıyor ama çok geç. Kadın ölüyor.

Doktor da pişman oluyor. Kendisinden utanıyor. 

Kadının bu sırrını sonsuza dek saklamaya and içiyor kendi kendine.

*

Tüm bunları gemide karşılaştığı bir adama anlatıyor doktor. 

Aynı gemide kadının tabutu ve kocası var. 

Gemide daha sonra tuhaf bir kaza meydana geliyor. Tabut ve ölen kadının kocası gemiden inerken güverteden bir şey mi düşmüş, biri mi atlamış bilinmez, tabut denize düşmüş ve ağırlığı yüzünden batmış ve bir daha bulunamamış. Ardından da bir adamın kıyıya vurmuş cesedi bulunmuş. 

ANNA KARENİNA


ANNA KARENİNA

L.N.Tolstoy

1877

Rusça Aslından Çeviren: Ayşe Hacıhasanoğlu

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

7. Basım - Mayıs 2016

1062 sayfa


Bin sayfa.

Biraz göz korkutucu bu.

Ama çok yersiz bir korkuymuş.

Karmaşık bir konu değil çünkü.

Hatta kabaca özeti şu ki;

Evli ve bir çocuğu olan Anna, Vronskiy denen bir adama aşık olur. Bu aşkını da gizlemeden yaşar. Bir yandan evlidir, diğer yandan Vronskiy ile birlikte yaşamaktadır. Hatta ikisinin bir de çocuğu olmuştur. Hem Anna ve Vronskiy'nin tutumu, hem kocasının, hem de sosyetenin duruma yaklaşımı ele alınır kitapta. 

Aslında bir cemiyet hayatı anlatılıyor.

*

Önce Prens Stepan Arkadyiç Oblonskiy (sosyetedeki adıyla Stiva) ve karısı Dolli ile tanışıyoruz.

Stiva karısını aldatmış evdeki mürebbiyeyle.

Dolli, ayrılmayı düşünüyor ama emin değil. Ne yapacağını bilemiyor.

Stiva'nın kız kardeşi Anna gelip Dolli'ye affetmesini tavsiye ediyor. Dolli de bu tavsiyeye uyuyor. 

(Ne var ki Stiva yine yine ve yine aldatmaya devam ediyor. Dolli ise artık bilmezlikten geliyor.)

Dolli'nin kız kardeşi Kiti, Vronskiy'e aşık. Vronskiy ise aşık sayılmaz ama boş da değil. Evlilik falan düşünmüyor Vronskiy, ama Kiti ile vakit geçirmeye de hayır demiyor.

Kiti, Vronskiy'e olan aşkı yüzünden Levin'in evlenme teklifini reddediyor.

Levin, köyde yaşayan, zengin, Vronskiy'nin tersine ağır başlı, vakur bir adam. Kesinlikle Vronskiy'den evla. 

Levin, Kiti'den aldığı red yanıtı üzerine epey üzülüp köyüne, çiftliğine dönüyor.

(Levin ve ağabeyi arasındaki ilişki, Orhan Pamuk'un "Cevdet Bey ve Oğulları" romanındaki Cevdet Bey ve ağabeyi arasındaki ilişkiyi anımsattı bana. Orada Cevdet Bey, ticaretle uğraşan ve iyi para kazanan, siyasetle ilgilenmeyen, kendi hayat gailesi içinde yaşayan, ülke ve dünya gündemine bizzat kendisini ilgilendirmediği müddetçe kayıtsız kalan bir adam. Bu açıdan Levin gibi. Ağabeyi ise siyaseten yanlış gördüğü insanlara ve girişimlere sesli bir şekilde karşı çıkan, bu uğurda başını belaya sokmaktan çekinmeyen bir adam. Bu da Levin'in ağabeyi gibi. Bir diğer benzerlik de Cevdet Bey'in ağabeyinin de Levin'in ağabeyi gibi hasta olması ve huysuzluğuna rağmen onun çok seven bir kadının hep yanında olması.)

*

Anna, tren yolculuğu sırasında Vronskiy'nin annesiyle tanışıyor. Sonra da Vronskiy ile. 

Bu ikisi birbirine aşık oluyor.

Öyle bir aşk ki Anna evliymiş, Vronskiy'nin iş yaşamı alt üst olurmuş... dinlemiyorlar.

*

Anna kocasının gözü önünde Vronskiy'e olan ilgisini belli etmekten çekinmiyor.

Anna'nın kocası Aleksey Aleksandroviç Karenin, karısının bu adama olan ilgisini görüyor ama önemsemiyor başta. Anlamazlıktan geliyor. Onun bu hallerini Anna, sevgiden yoksunluk olarak yorumluyor. "Sevse kıskanırdı"ya bağlıyor. Artık sağır sultanın duyduğu bu ilişkiyi Aleksey ancak Anna itiraf edince anlıyor. Daha doğrusu artık anlamıyormuş, bilmiyormuş gibi davranamayacak noktaya geliyor.

Buralar çirkin.

Aleksey, Anna'ya üstü kapalı şekilde "aşığınla benim evimde buluşmayın da nerede ne yaparsanız yapın." diyor. 

Aleksey'in bu halleri Anna'yı çok sevmesinden, onu kaybetmek istememesinden değil. Bir miktar seviyor gerçi ama esas sebebi boşanma gibi bir duruma yanaşmak istememesi. Hayatında böyle radikal bir değişiklik istemiyor.

Anna da boşanmaya yanaşmıyor ilkin. Çünkü boşanırlarsa Aleksey, çocuğunu göstermeyecek Anna'ya.

Ama sonra Anna, çocuğunu görmemeyi de kabullenip boşanmaya razı oluyor.

Bu arada Anna, Aleksey'in evde buluşmama kuralına da karşı geliyor. Vronskiy'i eve çağırıyor. Aleksey ile Vronskiy karşılaşıyor falan, uff çirkin.

*

Vronskiy ile Anna'nın ilişkisini öğrenince Kiti kahroluyor tabii.

Vronskiy yüzünden Levin gibi bir kısmeti de tepti.

Neyse ki Levin, Kiti'yi sevmeye devam ettiği için yine evlenme teklif ediyor. Çabuk ve kolay olmuyor bu. Israrlar, hatırlı dostların araya girmesi, tavsiyeler, uzun uzun düşünmeler derken anca karar veriyor Levin. 

Evleniyorlar. Güzel de oluyor.

*

Aslında burada bir yanda Levin ve Kiti'nin son derece düz ve normal ilişkisi,

diğer yanda Anna ve Vronskiy'nin tutkulu, heyecanlı, maceralı ilişkisi var.

*

Anna zamanla kıskançlık krizlerine girmeye, Vronskiy'nin kendisini artık sevmediğini düşünmeye başlıyor. 

Sosyete içinde de dışlandığını hissediyor.

Halbuki sanki onlar çok şey. Bir sürü aldatan var ama hepsi ilişkisini gizli saklı yaşıyor. Anna açığa vurdu, gizlemedi diye dışlanıyor. Siz sanki çok şeysiniz.

*

Anna ölmekten başka çıkış yolu bulamıyor.

(Aslında kitabın daha yarısında yine Anna'nın ölmek üzere olduğu bir an vardı. Çok ölecek gibiydi o esnada. Hatta okurken "Şimdi ölürse kitabın kalan yarısı kimden bahsedecek? Roman biter." diye düşünmüştüm.)

Anna ve Vronskiy, yıllar önce istasyonda tanıştıklarında bir adamın tren raylarına düşüp öldüğünü duymuşlardı. 

Anna'nın sonu da böyle oluyor. Trenin önüne atıyor kendini.

Vronskiy de savaşa gidiyor, sağ döner mi dönmez mi belli değil.

*

"Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz ailenin mutsuzluğu kendine göredir." 

Bu da kitabın efsanevi giriş cümlesi. Bir yerlerde edebiyat tarihinin en iyi giriş cümlelerinden biri seçilmişti. 



JANE EYRE


JANE EYRE

Charlotte Bronte

1847

İngilizce aslından çeviren: Nihal Yeğinobalı

Can Yayınları

6. Basım - Ocak 2016

626 sayfa


Fazlaca tesadüf ve aşırı gurur. 

Bence romanın inandırıcılığını kıran ve eğreti duran şeyler ama bir çırpıda da okutan şeyler aynı zamanda.

*

Jane Eyre'nin küçükken annesi ve babası ölmüş.

Ona dayısı ve yengesi bakıyormuş.

Dayısı öldükten sonra yengesi Jane'i ihmal etmiş. Jane ve yengesi arasında karşılıklı bir sevgisizlik hali oluşmuş. 

Bunun üzerine yatılı okula gönderilmiş Jane.

İsraf etmeyi, gösterişli giyinmeyi sert bir şekilde yasaklayan, fakat kendi karısı ve kızları son derece gösterişli olan bir papaz tarafından idare edilen okulda çocuklar aç ve sağlıksız büyümüş. Salgın hastalık sonucu ölümler olmuş. Ardından yönetim değişmiş ve çocuklar biraz olsun refaha kavuşmuş.

İşte Jane burada büyür, sonra öğretmenlik de yapar.

Burada aslında hayatı yolundadır ama gitmek, yeni insanlar, yeni dünyalar tanımak ister.

İş ilanı verir.

Bu ilan üzerine bir kız çocuğunun mürebbiyesi olma teklifi gelir.

Davet edildiği bu evde evin sahibi, Mr. Rochester'a aşık olur. Rochester da ona.

Kolay bir aşk olmaz onlarınki. Kolay olsa çünkü roman olmaz. İlla kanırtacak bir şeylerin olması lazım. 

Kıskançlıklar, açık konuşmamalar... derken Jane sonunda aşkını itiraf eder. Mr Rochester da bunu bekliyordu zaten. Oyunlar oynuyordu Jane itiraf etsin diye. 

(Mr. Rochester ve Jane arasındaki ilişki bana Halide Edip Adıvar'ın "Sinekli Bakkal" romanındaki Rabia ile Peregrini'yi anımsattı. Aralarındaki yaş farkı, sosyal statü farkı, yetişme tarzı farkı gibi unsurlar, birbirlerini sevip sevmediklerine dair şüpheleri, kadının muhafazakar yapısına karşılık adamın daha açık görüşlü olması...o karakterler arasında da vardı ve onların kavuşması da kolay olmamıştı.)

Jane ve Mr.Rochester tam evlenecekken "Durun bu evlilik olamaz" diye itiraz geliyor.

Meğer Mr.Rochester zaten evliymiş.

Gençlik hatası ve kandırılmaca sonucu yıllar evvel bir kadınla evlenmiş. Ama kadın meğer deliymiş. Evde gizli bir odada saklıyormuş kadını Mr. Rochester. Zaman zaman bakıcısını atlatıp evi yakmaya ya da insanları öldürmeye kalktığı oluyormuş bu kadının. Dolayısıyla bu evlilik sayılmaz, diyor Mr. Rochester ama Jane kandırıldığını düşündüğü için affetmiyor Mr. Rochester'ı.

Kimseye haber vermeden evi terk ediyor. 

(Bu açıdan "Selvi Boylum Al Yazmalım"ı anımsattı. Deli gibi sevdiği ama kendisini aldatan bir adamla aynı çatı altında bir gün bile kalmaya tahammül edemeyip sonunu düşünmeden bir yolculuğa çıkmak.)

Beş kuruş parası yok Jane'in.

Ormanda yatıyor.

Sersefil bir şekilde bilmediği bir köyde dolanıyor. İş istiyor, yemek istiyor. Dilenciliğe kadar vardırıyor durumunu istemeden.

Sonra iki kız (Diana ve Mary) ve bir erkek kardeşin (St. John) yaşadığı bir eve sığınıyor. 

Kızlar Jane'i pek seviyor. Jane de onları. Akraba olsalar bu kadar sevilir.

Ve hop, akrabaymışlar meğersem.

Bu çocukların dayısı, Jane'in amcasıymış.

Amca mirasını sadece Jane'e bırakmış.

Jane de bu miras hepimizin hakkı diyor ve paylaşıyor kuzenleriyle.

St. John, misyonerlik için Hindistan'a gitmeyi planlıyor. Jane'i de yanında götürmek istiyor ama karısı olarak. 

Jane kabul etmiyor.

Bir gün Jane, gaipten bir ses duyuyor. Mr. Rochester'ın sesi. Ses Jane'i çağırıyor.

Bu hayali çağrı üzerine Jane, Mr. Rochester'ı araması gerektiğini anlıyor.

Gidiyor onun evine ama ev yanmış kül olmuş.

Sorup soruşturup ulaşıyor ona.

Mr. Rochester kör olmuş. Evdeki deli kadın evi yakmış, Mr. Rochester da onu kurtarmak isterken hem bir kolunu kaybetmiş hem de kör olmuş. Deli kadınsa ölmüş.

Jane, Mr.Rochester'ı o halde görünce üzülüyor tabii ama sevgisinden bir şey eksilmemiş.

Evleniyorlar.

Oh nihayet yaa.

Mutlu son, teşekkürler. Daha da mutlu olsun diye Mr.Rochester zamanla görmeye başlıyor.

Yani ne gereği vardı bunca beklemenin, uzatmanın, kanırtmanın diye sormadan edemiyor insan.

Ama;

"Jane Eyre'nin başarısı; düşünen, hisseden, şiddetle aşk özlemi çeken ama onuruna ve ahlaki değerlere ters düşmemek uğruna aşkından vazgeçme gücünü kendinde bulan bir kadının kişiliğini tutkulu bir biçimde yansıtmasında yatar."mış.

Biraz Çalıkuşu'nu da anımsattı okurken. Çıtı pıtı bir kızcağız ama çok güçlü ve dirayetli. Fark olarak Çalıkuşu'nda Feride'nin güzel olduğu belirtilirken Jane Eyre'de Jane'nin çok da güzel olmadığı dile getiriliyor sık sık. Yüzüne bile söylüyorlar kızın güzel değilsin diye. Niye öyle diyorsunuz be? Güzel bence. Sensin güzel değil.

İKİLİ İLİŞKİLERDE DUYGUSAL MANİPÜLASYON

İKİLİ İLİŞKİLERDE 

DUYGUSAL MANİPÜLASYON

Narsist Bir Partnerle Yüzleşmek

(La Manipulation Affective Dans le Couple

Faire face a un pervers narcissique)

Pascale Chapaux-Morelli

Pascal Couderc

2010

Çeviren: Işık Ergüden

İletişim Yayınları

8. Baskı - 2016

182 sayfa



Narsist bir sevgili nedir, nasıl olur... diye uzun uzun anlatmış. 

Bu uzun uzun tanımlamaların, örneklendirmelerin ardından çözüm olarak uzak dur, akıllı ol, kanma, gereksiz tartışmalardan kaçın, mali bağımsızlığını kazan... gibi tavsiyeler vermiş.

Açıkçası biraz faydasız ve basit buldum.

Sizi aşağılayan bir insanın, sizi aşağıladığını fark etmemek, buna tahammül etmek de biraz şey.

*

İnsanları hayatımıza biz sokuyoruz. Arkadaşlarımızı, sevgililerimizi... Dolayısıyla etrafımızda böyle insanlar olması, aslında iğneyi kendimize batırmamız gerektiğini gösteriyor. 

Başkasını tanımak ve tanımlamak için çaba göstermek yerine insanın kendisini tanıması ve anlaması için çaba göstermesi gerek diye düşünüyorum. İnsan asıl kendisini çözünce başkasını anlaması kolaylaşıyor.

Kitap, sonlara doğru az bir miktar nihayet bundan bahsediyor. Narsist bir sevgilinizin/eşinizin olması esasen sizdeki geçmişe, bebekliğe dayanan problemi yansıtıyor olabilir, diyor.

Her şeyin kökeni zaten bu bebeklik, çocukluk dönemi.

O dönem anneyle kurulan bağ, insan hayatında ne kadar önemli. Bütün karakterini etkiliyor. Bence bu dehşet bir şey ve tüm bu dehşete rağmen patır patır çocuk doğurulması... aptalca diyeceğim ama alınıp güceneceksiniz, çok cüretkar diyeyim hadi. 

Kendinizi çözmüşsünüz, normal bir ruh sağlığınız var mı da çocuk doğuruyorsunuz? Sadece soruyorum. 

Narsist partner de gökten inmiyor hayatınıza. Onun baştaki güzel sözlerine aldanıyor, sonra iç yüzünü görünce de bir şekilde kurduğunuz bağdan kopamıyorsunuz. Başta neden aldanıyorsunuz? Sonra neden ayrılamıyorsunuz? Üzerine düşünülmesi gereken konu bu. Yoksa sevgilim narsist mi, narsist sevgili kimdir... değil konu.

Kitap genellikle karşı tarafı, narsist partner şudur, şöyledir... diye anlattığı için kendi adıma faydasız buldum. 

Faydalı olan benim hayatımda niye böyle bir insan var'ın cevabını düşünmek ve kitap buna pek yer vermiyor.

ÇAYLAK AVUKATIN GÜNLÜĞÜ



ÇAYLAK AVUKATIN GÜNLÜĞÜ

Av. Meryem Kamer

2016

Bilgi Yayınevi

1. Baskı - Nisan 2016

135 sayfa


Konya Adliyesi'nde gördüm bu kitabı.

Kitabın şekli şemali, genç bir avukat kızcağızın komikli şakalı anıları, yaşadığı şapşal ya da tatsız olayları ti'ye alışı gibi gözüküyordu.

Ama  cinayet romanı çıktı.

Mesleğe, kuzeninin yanında başlayan bu avukat kız, kuzeninin dürüstlüğe sığmayan iş anlayışına ayak uyduramıyor.

Sonra kuzeniyle beraber iş yapan fakat çalışma prensibi açısından onun tam tersi olan yaşlıca bir avukatın yanında çalışmaya başlıyor.

Beraber bir cinayet davasını yürütüyorlar.

Önce intihar zannedilen, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısının da (görevi haricinde) karıştığı bir cinayet davası.

Bu açıdan ters köşe yapıyor kitap.

Sandığım gibi geyik değil, bir çeşit romanmış yani aslında.