15 Aralık 2012 Cumartesi

GRİNİN ELLİ TONU



GRİNİN ELLİ TONU

( Fifty Shades Of Grey)

Yazarı: E.L. James

İngilizceden Çeviren: Sevinç Seyla Tezcan

Yayınevi: Pegasus Yayınları

Basım Yılı: 1. Baskı - Eylül 2012

Sayfa Sayısı: 572


"Sex sells"

Dünya çapında geçerli bir satış stratejisi bu: "Seks satar"

Nitekim satmış, haftalardır en çok satılan kitaplar arasında yerini almış Gri'nin Elli Tonu.

Üniversite öğrencisi Ana Steele ile röportaj yapmaya gittiğinde tanıştığı iş adamı Christian Grey arasındaki cinsel yaşamın hikayesi. Arada aşk var mı? Var. Gizem var mı? Var. Seks var mı? Var. Ne diyorsun, çok satsana.

Kitabın arkasında "Yetişkin Okurlar İçin" notu düşülmüş. Daha büyükçe bir şekilde "+18" notu da düşülebilir bir yerlere. 

17 Kasım 2012 Cumartesi

YER ALTINDAN NOTLAR




YER ALTINDAN NOTLAR

( Zapiski Iz Podpolya )

Yazarı: Dostoyevski

Çeviren: Nihal Yalaza Taluy

Yayınevi: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları

Basım Yılı: 2001

Sayfa Sayısı: 147



Küçükken, ortaokul yıllarımda gazeteler kitap hediye ediyordu. Kuponla değildi, gazetenin promosyonuydu. Bir gazete+bir kitap. Bu şekilde ilk kütüphanemi oluşturmuştum. Bu kütüphanemin ilk kitapları "Milliyet gazetesinin çocuklara armağanıdır", "Yeni Yüzyıl'ın okurlarına hediyesidir." yazan dünya klasikleriydi. Daha doğrusu bu klasiklerin 60 ile 90 sayfa arasına sıkıştıtılmış konsantre halleriydi.

Böylece Üç Silahşörler'i, Sefiller'i, Monte Kristo Kontu'nu okumuşluğum var.

Sonra lise yıllarımda "Dünya klasiklerini okudum ben ohoo", diye kendi içimde havalanırken bir gün bir kitapçıda Sefiller'in koca bir tuğla kalınlığında olduğunu, üstelik de iki cilt olduğunu gördüğümde yaşadığım şaşkınlığı tahmin etmek zor olmasa gerek.

İşte Dostoyevski'nin bu kitabını da ilk gördüğümde o yıllar geldi aklıma. Özet olduğu düşündüm bunun. Ama değilmiş. Modeli bu. 

İlk kısımda karakter kendini anlatıyor. Zaten " Namuslu bir adamın bahsetmekten en çok zevk aldığı konu nedir bilir misiniz? Cevap: bizzat kendisi."

Çok zekiymiş de, kimse onu anlamıyormuş. Tembelliği olsun, bir baltaya sap olamayışı olsun hep çok zekiliğinden.

Sonra hikayelere geçiyor. Anı ya da. Ne derseniz işte. Dışlanmışlığı, aşağılanışı...

Mesela bir subaya kıl oluyor. Subaydan intikam alacak. İntikam planı da sokakta karşılaştığında yol vermemek. Herkes o subaya yol verirken, bizimki yol vermeyecek. Ve bunu öyle havalı yapacak ki, insanlar ona hayranlıkla bakacak. 

Tabi ki öyle olmuyor. İlk birkaç denemede belki refleks, belki korku o da yol veriyor. Nihayet yol vermemeyi başardığında ise bunu o kadar doğal bir şekilde yapıyor ki subay kendisi yolunu değiştiriyor umursamadan. O arada hafifçe omuz atmış oluyor adamımız. 

Bu kadar intikamcık bile ona yetiyor.

Böyle küçük bir insan bu aslında. Ama kendini çok önemli, çok büyük görüyor. 

Arkadaşları bunu hiç bir yere  çağırmaz, bu da zaten arkadaşlarını sevmez. Ama bir yandan da çağırsalar da gitmesem, yalvarsalar da umursamasam diye iç geçirir. 

Dev hayalleri vardır, ama gerçekleştirecek mecali yoktur. 

Beylik lafları vardır, dinleyen mühim biri sanır, ama borç alarak geçinen sefil bir hayatı vardır. 

İnsanın bir yandan güldüğü, bir yandan acıdığı, bir parça anladığı, belki bazen kendisine benzettiği bir tip bu. 

Tekrar tekrar okunmayı hakediyor.

BORA'NIN KİTABI



BORA'NIN KİTABI

Yazarı: Ayşe Kulin

Yayınevi: Everest Yayınları

Basım Yılı: 1. Basım - Eylül 2012

Sayfa Sayısı: 249


Ayşe Kulin'in , Gizli Anların Yolcusu kitabının içinden çıkan başka bir öykü.

O kitap yayınevi sahibi, evli mutlu çocuklu - en azından dışarıdan görünüşü öyle- olan İlhami'nin dünyasından anlatılıyordu. 

Şimdi Bora'nın gözünden olaylar anlatılıyor. 

Gizli Anların Yolcusu'nu okumadan da anlaşılabilecek bir kitap ama böyle bir durumda havada kalan kısımlar olacaktır. 

Bora'nın zorlu hayatının derinlikli bir anlatımından ziyada onun son dönemlerini, geriye dönüp hatırladığı anılarla anlatan, bir çırpıda okunuveren ve çok da lazım olmayan bir roman. Çok da lazım değil, çünkü Gizli Anların Yolcusu'nda Bora'nın iç dünyasının tahlili zaten yeteri miktarda yapılmış, onun nasıl biri olduğunu anlamıştık. Bu kitap daha fazlasını söylemiyor.

Zorlarsanız altında doğuda yaşamın, özellikle kadınların yaşamının ne kadar zorlu olduğu, böyle bir çevrede bir eşcinselin ne derece büyük zorluklarla karşılacağı gibi bir takım toplumsal mesajlar bulunabilir, ancak öyle bir zorlamayı gerektirmeyecek bir piyasa kitabı. Yaz olaydı iyiydi. Sahillerde güneşlenirken bol bol okuyanını görürdük. 

21 Ekim 2012 Pazar

MODERN DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU




MODERN DÜŞÜNCENİN DOĞUŞU

İspanyol Altın Çağı

Yazarı: Cemal Bali Akal

Yayınevi: Dost Kitabevi

Basım Yılı: 1. Baskı-1996, 2. Baskı-1997

Sayfa Sayısı: 319



1492'de İspanyol Christobal Colon, Amerika'yı keşfeder. Gerçi "yeni bir kıtaya ulaştığını bile bilmeyen Colon'un, milyonlarca insanın yaşadığı bir toprağı keşfetmiş olamayacağı gerçeği" vardır "ama bu gerçek, sömürgeci mantık tarafından gözardı edilir." (sf 136)

Bu yeni dünya altın madeni kaynamaktadır. Beyaz insanlar, buranın yerlilerini ölesiye çalıştırmak suretiyle bu madenlerden faydalanırlar. 

"Kendilerine hıristiyan diyen bu insanlar, onları izleyen sakin ve savunmasız yerlilerin karşısında, birden içlerine şeytan girmiş gibi kılıçlarına sarılır ve nedensizce, bir köy halkını yokederler. Kadın ve çocukların ırzına geçmek, bebekleri analarının kucağından alıp, onların gözleri önünde köpeklere parçalattırmak ya da bacaklarından tutup kayalara vurarak öldürmek, dil, burun, meme, kol, bacak kesmek, insanları canlı canlı yakmak ya da aç bırakarak ölüme göndermek yaygın sömürge eğlencelerindendir. Zevk için öldürülmedikleri zaman da yerlilerin içinde bulundukları zorla çalıştırma koşulları öylesine tüketicidir ki, kadın ve erkeklerin üremeye yönelik etkinlikleri sıfırlanmış, nüfus çoğalmaz olmuştur. Tek tük rastlanan hamileliklerde, analar, ümitsizlikten, çocuklarını düşürmek için her yönteme başvurur, bunu yapamazlarsa bebeklerini boğarlar. Kaldı ki, sütten kesilmiş olduklarından, onları öldürmeseler bile, çocuklarının yaşaması yine de mümkün değildir." (sf 136)

Kelimenin tam anlamıyla SOYKIRIM bu. "Avrupa'nın toplam nüfusunun aşağı yukarı elli milyon, Fransa'nın on iki milyon, İspanya ve İtalya'nın dokuz milyon, İngiltere'nin dört milyon olduğu bir dönemde, 1500'den 1650'ye, Meksika'nın yerli nüfusunu yirmi beş milyondan bir milyona, yeni kıtanın yerli nüfusunu seksen milyondan on milyona indirerek, yüz elli yılda insanlığın hemen hemen beşte birini ortadan kaldıran" bir felaket.

"Yerli işgücünün büyük bir hızla tükenmesi, çok kısa sürede, bu kıyıma yeni bir kıyımın eklenmesine yol açar ve afrikalıları Amerika'ya taşıyan sistemli köle ticareti başlar. Dört yüzyıl sürecek olan bu ticaret, milyonlarca genç, sağlıklı, güçlü afrikalıyı Yeni Dünya'ya ulaştırır, bir kısmını da yolculuğun zor koşullarında yok ederken, köklü Afrika uygarlıklarını, dinamik bir sosyal katmandan yoksun kılıp, çökertmeyi başaracaktır. Kuşkusuz, kölecilik Amerika'yla birlikte keşfedilmemiştir. Ancak fetih, o güne kadar uygulanan ve oldukça sınırlı kalan bu kuruma, gerek nicelik, gerekse nitelik açısından yepyeni, o güne kadar benzeri hiç görülmemiş, sınai ve tabii çok yıkıcı bir boyut kazandıracaktır." (sf 137)

Sömürgecilik ve köleciğilin had safhada olduğu bu dönemde bazı düşünürler çıkar ve yerlilerin de hakları olduğunu, onların da bizler gibi insan olduğunu söyler. Önemli bir konudur bu zira o dönem yerlilerin akıllı bir insan mı, yoksa şeytan ya da hayvan mı olduklarına bile karar veremeyen düşünürler vardır.

Kitaba adını veren konu da işte budur. İspanyol Altın Çağ. Hem gerçek anlamda altın madenleri ile bir altın çağdır, hem de insan hakları ve uluslararası hukuk alanında ortaya atılan kavram ve düşünceler ile fikirsel bir altın çağdır.

Bu alanda önemli fikirleri dile getirmiş Las Casas, "yaşamının sonuna doğru, vasiyetnamesinde şu ünlü kehanete ve lanete yer verir: 'İnanıyorum ki, böylesine haksızca, onursuzca, zorbaca, barbarca, inançsızca işlenen iğrenç suçlar yüzünden, Tanrı öfkesini İspanya üzerine boşaltacaktır; çünkü korkunç bir yıkım ve kıyım pahasına el koyulan kanlı zenginliklerden tüm ülke pay aldı."

"Kehanet doğru çıkacak, İspanya ekonomik zorluklarla karşılaşacaktır...Hesapsız sömürge siyaseti, Krallık'a beklediğinin tersini verecektir...Aslında, sömürge pastasına Pireneler ötesi Avrupa el koymuştur. Amerika'dan gelen altın ve gümüş, Tüm Avrupa'da merkantalizmi destekler, ilk değerler borsalarını yaratır, Avrupa'nın kaderini bugüne kadar etkileyecek olan ticari ve mali etkinliği olağanüstü arttırır. Avrupa bütünüyle yararlandığı bu fethin faturasını İspanya'ya çıkararak, onu bir günah keçisine dönüştürür ve suçluluk duygusundan kurtulmaya çalışır. Tabii, özellikle Fransa, İngiltere, Hollanda, Almanya ve Belçika'nın İspanya'ya karşı verdiği kirli sömürge savaşında ispanyol mezalimi propogandası iyi bir ideolojik silah olacaktır. Ama bu yeni sömürgeciler, zorbalık açısından İspanya'yı aratmasalar da, onların Las Casas, Vitoria, Quiroga ve yandaşları gibi, fethin yasallığını reddeden ve sömürgeciliği sorgulayan düşünürleri olmayacaktır." (sf 150)

İşte böylece, dünyanın bir ucundan diğerine dev bir hakimiyeti olan Castilla devleti, (bugünün İspanya'sı) sen tut Amerika'yı keşfet, sonra sen yok ol, azalarak bit, keşfettiğin Amerika dev olsun. Sen bundan nemalanama. Tarihte hiçbir boynuz kulağı bu kadar geçmemiştir. 

" Bir dünyayı fetheden, ama bundan kendisine pay ayıramadan, o dünyayı modern sömürgeciliğin açgözlülüğüne terkeden de İspanya'dır." (sf 252)







18 Ekim 2012 Perşembe

KAYDA GEÇSİN




KAYDA GEÇSİN

Yazarı: Ece Temelkuran

Yayınevi: Everest Yayınları

Basım Yılı: 1. Basım-Şubat 2012, 9.Basım-Mart 2012

Sayfa Sayısı: 319



Ece Temelkuran çok dertli. İsyanlarda. Haksız da değil.

Memleketin gidişatından tedirgin. Bu tedirginliği, iktidar muhalefeti yaptığı için işinden gücünden olmasından kaynaklanmıyor. Samimi bir tedirginlik onunkisi.

Sırf gazetecilik yaptığı için, kitap yazdığı için tutuklanan meslektaşlarına üzülüyor. Çocukluğunu yok yere hapishanelerde geçirenlere üzülüyor. İşçiye üzülüyor, fakire üzülüyor. Kitabın her sayfasında bu üzüntü dalga dalga çarpıyor insanın suratına.

Kürtlerin meseleleri hakkında konuşması/yazması, bu meseleler hakkında ılımlı görüşlerini dile getiren herkesi olduğu gibi onu da yaftalıyor. O yüzden bu yaftalamalardan sıyrılmak zorunda kalıyoruz kendimizi anlatırken."Her kesim, kendini ne olmadığı üzerinden tarif etmek zorunda kalıyor. Darbeci değilim, şeriatçı değilim, terörist değilim"

Birbirimizi tanısak işlerin daha kolay yürüyeceğini söylüyor ama "Tanışmamızı engelleyen bir başka mesele ise hep birbirimizi çıldırma anında görüyor, birbirimize o zaman bakıyor olmamız. Atatürkçüler darbecilikle suçlanmaktan öfkelenmişken, İslamcılar depremde yıkılan Kuran kursunda ölen çocuğunun hakkını aramazken, Aleviler çalıştaylara karşı kavga ederken ve Kürt çocuklar taş atarken...Kameralar tam o anda bize dönüyor ve kendimizi, Türkiye'yi o anda görüyoruz: Hep kavga ederken. Bu da ülkenin kendiyle ilgili bir kanaat oluşturmasına neden oluyor: 'Biz birlikte yaşayamıyoruz.' sf 6

"Kürtler, Türkler ve Hepimiz", "Bizim Memleket" ve "Başka Memleketlerden" notlarla bitiyor kitap.

Nagehan Alçı gibi, Rasim Ozan Kütahyalı gibi insanların bangır bangır konuşabildiği televizyon kanallarında Ece Temelkuran, Nuray Mert, Nihat Genç neden yok arkadaşım? Bunu bir düşün. Bundan biraz olsun şüpheye düş. Bu insanların susturulmaya çalışılmasında bir bit yeniği aramıyorsan aklından şüpheye düş.

17 Ekim 2012 Çarşamba

BUZ PRENSES




BUZ PRENSES

(Isprinsessan)

Yazarı: Camilla Lackberg

İngilizceden çeviren: Elif Günay

Yayınevi: Doğan Kitap

Basım Yılı: 1. Baskı-Mayıs 2012

Sayfa Sayısı: 399


Polisiye roman sevmiyorum. 

Sevmiyorum çünkü pek sabırlı bir insan değilim. Bu polisiye romanlarda da konu sakız gibi uzatılır. Gereksiz ayrıntılar da vardır bir dünya. O yüzden içim bayılır. Ama bir kere başlayınca da "Katil kim?" sorusunun cevabını bulmadan bırakmak mümkün değil.

Normalde böyle bir kitap okumazdım. Ama bedava sirke baldan tatlıdır.

Radikal gazetesini okurken "Radikal okurlarına Buz Prenses hediye" diye bir başlık gördüm. Kitapla ilgili bir soru var. Bilen 1., 10., 20., 30., 40...böyle gidiyor, kişilere kitap hediye. 

Soru şu:

Buz Prenses romanının ana karakteri Erica’nın mesleği nedir? 

a) Adli tıp uzmanı 

b) Polis müfettişi 

c) Biyografi yazarı 

d) Avukat 

Tabi kitabı okumadan bu soruyu bilmeye imkan yok. Fakat, yazının devamında kitabın konusunu anlatırken cevabı da vermişler:

"...İskandinav polisiyelerinin en çarpıcı örneklerinden biri olarak kabul edilen romanın ana karakteri Erica başarılı bir biyografi yazarıdır..."

Ben de hemen doğru cevabı seçip gönderdim. 1 hafta sonra da kitap adresime geldi.

Bu vesileyle "İsveç Polisiyesinin Kraliçesi" Camilla Läckberg’in ilk romanı Buz Prenses'i okuma fırsatım oldu.

Polisiye sevenler sevecektir herhalde ki yazarın kitapları 35 ülkede 25 dile çevrilmiş.

Kitabın heyecansız bir başlangıcı var. Küçük bir kasabanın önemli bir ailesinin güzel kızı Alex, buz gibi evinde, küvette, bilekleri kesilmiş bir şekilde ölü bulunur. Başta intihar sanılır ama yapılan inceleme bunun bir cinayet olduğunu ortaya koyar.

Alex'in eski arkadaşı Erika da, polisle birlikte bu cinayetin izini sürer. Hem merak ettiğinden, hem de konuyu kitap yapmak istediğinden.

Bu şekilde sıradan bir cinayet vakası olarak başlayan kitap, aslında Türkiye'de yaşayan bir insanı çok da şaşırtmayacak olaylarla farklılaşır. Çocukların cinsel istismarı, bunun üstünün örtülüşü, elalem ne der telaşı, dedikodu...

İsveç gibi bir Avrupa ülkesinde bile böyle şeyler oluyorsa bizde de olması gayet normal denebilir mi acaba? 5 Eylül 2012'de Afyonkarahisar'da cephane patlayıp 25 askerimiz şehit olunca bakanımız çıkıp "Böyle kazalar Pakistan'da, Hindistan'da da oldu" demişti. Oralarda oluyorsa buralarda da olması normal anlamında. Buradan yola çıkarak İsveç'te bile oluyorsa ohooo burada tillahı olur, gibi bir çıkarımda bulunabilirim.

Yalnız tek farkla, oralarda muhtemelen bu durum olağandışı, aşırı şaşırtıcı bulunuyordur. Bizse kanıksadık birazcık. 



7 Ekim 2012 Pazar

BİR NESLİ NASIL MAHVETTİLER





BİR NESLİ NASIL MAHVETTİLER

Yazarı: Osman Yüksel Serdengeçti

Yayınevi: Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları

Basım Yılı: 13. Baskı- 2010

Sayfa Sayısı: 136




Önsözde belirtildiğine göre, 1950 seçimlerinde  "Bir Nesli Nasıl Mahvettiler" adlı bir broşür yayınlanır. 300 sayfalık bu broşür (veya broşürler toplamı) daha sonra bir kitap haline getirilir. Ancak sadece bir kısmı kitap haline getirilir. Çünkü "Böyle bir eserin neşri için siyasi hava, manevi iklim henüz müsait değildir." Yıl 1966

Halen müsait değil herhalde ki, kitap 136 sayfalık birşey. Neslin mahvolması ile alakalı kısım ise 52 sayfa.

Bu nesil, Kurtuluş Savaşı'nı kazanıp, yurdu düşmanlardan kurtardıktan sonra oluşturulan yeni ulus devletin ilk nesli. Dine karşı sert bir tutum izlenen, Tanrının yok sayıldığı ama Atatürk'ün adeta Tanrılaştırıldığı bir devlet ve eğitim politikası izlenen dönemin ilk çocukları. Bu kafa karışıklığı nedeniyle ana-babası ile arasına çatışma girmiş nesil.

Bu kısım böyle bittikten sonra Osman Yüksel Serdengeçti'nin 1960'larda radyoda yaptığı seçim propogandası konuşmaları yer alıyor.

Bu konuşmaları sunarken "Burada şu hususu belirtmeyi vicdani bir vazife biliyorum Bu konuşmalarımızda seçim heyecanı ve yarışı içinde, diğer partilere ve parti liderlerine normal zamanlarda söylenilmesi pek hoş olmayan bazı ağırca, sertçe tabirler, cümleler var. Bunu o günün şartları içinde mütalaa etmelerini, fazla alınmamalarını hasseten rica ederim." diye başlaması açık sözlü bir incelik olmuş.

İşte bu konuşmalarda geçen;

"4 milyon lira harcayarak Boğaz'a asma köprü yapacaklar. Anadolu'da dört yüz liraya mal olacak köylerimizin köprüleri dururken Türkiye'nin mali gücünün üstünde böyle bir işe girişilmesi israftır, lükstür. Bir köprüye bu kadar parayı harcayanlar, yarın Sırat köprüsünden geçemeyeceklerdir." 

ifadesi Ahmet Hakan'ın köşesine konu olmuş, Boğaz köprüsüne sadece solcuların değil, sağcıların da karşı çıktığını belirtmek için bu kitabı örnek vermişti. O sayede bu kitaptan haberdar olup, nedir ne değildir diye aldım.

Bu radyo konuşmalarının ardından Mevlana ve Mehmet Akif Ersoy bölümü var.Osman Yüksel Serdengeçti'nin dergisi Serdengeçti'de yayınlana Mevlana ve Mehmet Akif Ersoy hakkında yazılmış bir bölüm bu.

Görüldüğü gibi Bir Nesli Nasıl Mahvettiler- Radyo Konuşmaları- Mevlana- Mesnevi'den Seçmeler- Mehmet Akif Ersoy olarak bölümlenmiş, son derece kafası karışık bir kitap.

6 Ekim 2012 Cumartesi

ÖZGÜRLÜĞÜN GELECEĞİ YOKTUR






ÖZGÜRLÜĞÜN GELECEĞİ YOKTUR

Edebiyatta Spinoza

Yazarı: Cemal Bali Akal

Yayınevi: Dost Kitabevi

Basım Yılı: 1. Basım- 2004

Sayfa Sayısı:135



Sayın Cemal Hocam. Önünüzde saygıyla eğiliyorum.

Derin bilgi birikiminiz karşısında adeta sarhoş oldum.

Hayatında Spinoza okumamış bir insan olarak kalktım, "Edebiyatta Spinoza" konulu bir kitap okudum. Öncelikle bu nedenle kendime kocaman bir aferin. Herkes yapmaz bunu. 

Böylece de gözüm korktu Spinoza'dan. Çünkü edebiyatta ve bağlantılı diğer alanlarda Spinoza'dan etkilenmiş dev insanlar bile onun kitabını tam okumadıklarını, bitirmediklerini, okuyup bitirenlerse tam olarak anlamadıklarını belirtmişler.

"Bu akşam üzüleceğim, bu akşam üzüleceğim, çünkü felsefeyi anlamıyorum. On dört yıllık üzüntü. Polisiye roman okur gibi, Kant, Descartes, Hegel, Spinoza okumak.Ne kadar ısrar edersem, ne kadar çabalarsam, paragrafı, sözcüğü, noktalamayı, cümleyi ne kadar ölçüp biçersem, cümleden, noktalamadan, sözcükten o kadar kopuyorum." sf 61

Hay yaşa. Bunları Leduc, La batarde (Piç) adlı otobiyografik romanında yazmış. Tam olarak bende de böyle oluyor.

Ben ki Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ını okumaya başlamış, daha otuz sayfa okuyamadan bırakmış, sonra yeniden başlamış, yarısına bile gelemeden pes etmiş, üçüncü denemede de bitiremeden bırakmanın utancını yaşamışım. Ben şimdi hangi cesaretle başlarım Ethica'yı okumaya. 

 Belki de kendimi Tutunamayanlar için, Ethica için hazırlıyorum. Ne belli.

"Ümitsizlik içindeki adam, Shakespeare, Marx ve Spinoza okur. Spinoza'nın düşünceleri arasındaki bağlantıyı ve karmaşık cümleleri -tüm Spinoza okurları gibi- tam olarak kavrayamamakta, ama okudukça sözcüklerin ardında yatan genel anlamın içtenliğini ve gücünü sezerek, Spinoza'yı anladığı izlenimine kapılmaktadır." sf 69

Sonuçta kim ne anlarsa anlasın;

"Spinoza üstüne çalışanların da, Spinoza'ya edebi metinlerinde yer verenlerin de üstünde birleştikleri nokta şudur: Herkes Spinoza'yı kendine göre anlar." sf 72

Herkesin Spinoza'sı kendine yani.

Satırlarıma bir şiirle son vermek istiyorum:

Gerçeğe sadık bir fırça bulunamadığı için,
Ünlü Spinoza'nın portresi yapılamadı,
Ama bilgelik ölümsüz olduğu için,
Asla ölmeyecek yapıtları.

Lucas

BİZ KINALI BACAKSIZLAR





Çağdaş Bir Çanakkale Destanı

BİZ KINALI BACAKSIZLAR

Güneydoğu Gazileri

Yazarı: Savaş Yücel

Yayınevi: Pozitif Yayınları

Basım Yılı: 7. Baskı-2007

Sayfa Sayısı: 189


Güneydoğu'da gazi olmuş insanların ağzından kaleme alınmış hikayelerin derlendiği kitap.

Tam hikaye de değil aslında. Gazi olmadana hemen öncesi ve sonrası yaşadıkları, hissettikleri.

Hepsinde dikkatimi çeken ortak nokta şu: Fakirlikleri

Bir de cahillikleri.

Bu biraz ağır olacak ama. Güneydoğuda terörist avına çıkarak vatanın kurtulacağını düşünmek bana sorarsanız cahilliktir. 

Kitaptaki gazilerden hemen hepsi "Güneydoğuya gideceğim için çok mutluydum.", "Ailem torpille benim gitmemi engellemeye çalıştı ama ben buna karşı çıktım.", "Vatan için mücadele etmeye hazırdım." gibi şeyler söyleyip kendi istek ve arzularıyla gittiklerini belirtiyorlar. Bunu söylerken samimi olduklarını düşünüyorum. İşte cahillikleri de bu noktada başlıyor. Sen oraya gidince vatan kurtulmuyor güzel evladım. Sen orada yüzellibinmilyon tane terörist öldürsen de vatan kurtulmuyor. Olan sana oluyor. Sana ve senin güzel ailene oluyor. Senin geleceğine oluyor. 

O kadar saçma bir terörle mücadele yöntemimiz var ki. Bence hala ayakta kalan bir ülke olmamız garip. 

Mesela bunlar işte kanlı canlı örnek. Adamlar askerde yaşadıklarını anlatmışlar. Birkaç aylık eğitimin ardından hoop terörün kucağına. Zorlu arazi şartlarının göbeğine atılmışlar. Bulundukları coğrafyaya yabancılar. Teröristlerse bölgeye hakim. Askerlerimizden daha iyi tanıyorlar o toprakları. 

Bizim yavrucaklar bu zorlu şartlar altında tüm samimiyetleri ve inançlarıyla mücadele etme gayretindeler. Tüm ihtiyaçları eksiksiz karşılanmalıyken;

"...Askerler burada yaklaşık bir metre yüksekliğinde, etrafı taşlarla çevrili, üstleri naylon ve tahtalarla kaplı küçük mahzenlerde kalıyordu. Bu mahzenlerde üç ya da dört kişilik gruplar halinde kalınıyordu. Burada herkesin bir badisi (mevzi arkadaşı) vardı ve birlikte hareket ediliyordu. Beni de M60 silahı kullanan bir üst devremle badi yaptılar. Üç günlük kumanyamı verdiklerinde şaşırmıştım; iki ekmek iki konserve" sf 159

Al işte, askerine reva gördüğün kumanya. Sanırsın Kurtuluş Savaşındayız. İMF'ye cep harçlığı veren ülkeyiz, İmf'ye cep harçlığı verecek durumdayız ama askerimize reva görülen erzak bu. Arkadaş, insan düşman askerine böyle yapmaz. Yokluk içinde yaşasak eyvallah da, bu neyin kısıntısı. 

Bununla da kalmıyor askere çektirilenler. 

"Hiç unutmam bir gün sabah mıntıkasında yerlerdeki çöp ve izmaritleri toplarken beni yanına çağıran bir onbaşı:
'Oğlum askerde hiç dayak yedin mi?' diye sorduğunda,
'Hayır komutanım yemedim' dedim.
Bunun üzerine henüz ne olduğunu anlayamadan suratımda bir tokat patladı. Suçum olmadığı halde bu tokadı yemek çok zoruma gitmişti."

Al işte bir de böyle manyaklar var askerlerin başında.

Sonra ne oluyor? Bu yavrucakların kolu, bacağı gidiyor. Ki bunlar aslında iyi olanları. Evet iyi olanları. Çünkü bir de aklını kaybedenler oluyor ki, onlar gaziden sayılmıyorÇünkü aklın, koldan bacaktan her şeyden daha önemsiz sayıldığı bir memleketiz. Soyut olan şeyleri algılayamayız. Kolu, bacağı görürüz. Varsa vardır, yoksa yoktur. Ama aklın var olup olmadığını anlamayız. Gözüken birşey değil sonuçta. 

Kitabın kapağında Emin Çölaşan "okurken bazen titredim...hepsinde içim parçalandı." yazmış. Görüyorum ve arttırıyorum. Okurken sinirden elim ayağım titredi. 

Yeminle bu memleketi evliyalar koruyor. Valla. Doğaüstü güçler bizi ayakta tutuyor. Bu kadar akılsızlıkla ayakta kalabilmenin ilim bilim ve fenle bir açıklaması olabilemez çünkü.

Otuz yıldır hesapta terörle mücadele ediyorsun. Terörün en can alıcı aygıtı olan mayınla başedecek bir donanımın yok. Elde ucu halkalı bir sopa ile mayın taraması yapıyorsun. İşin kötüsü bunun ne kadar ilkel bir alet olduğunun farkında değilsin ki daha gelişmişini, daha teknolojiğini yapma ihtiyacı duymuyorsun. Askerlerinin ciddi bir çoğunluğu mayın nedeniyle şehit/gazi oluyor. Sen hala bununla mücadele edecek tekniği bulamıyorsun.

Bu işin daha derinine ise inmek istemiyorum. Daha yüzeysel konuları halledemeden derine inmek bizi aşar çünkü. 

Terörist dediğin, "çapulcu", o kadar silahı, mayını, teçhizatı nereden buluyor? Mayın dediğin, kızkaçıran gibi bakkallarda satılan bir şey mi? Daha geçenlerde bir bakanımız porno dergi alanların kimlik numarasının ve imzalarının alınması gibi süper dahiyane bir fikir ortaya atmıştı. Benzer fikirleri mayın olsun, el bombası olsun bu tip muzır araçlar için de ortaya atarsak bence daha güzel olabilir.

Aslında söyleyecek daha çok şey var da suya yazı yazmak gibi oluyor. İnsan konuşmak istemiyor.

Bu kitaptan bahsedip merakımı celbeden Yılmaz Özdil yazısı için:  8 Şehit 19 Ufo 

Askerlik eleştirisini güzel bir kurgu içinde okumak isteyenler için de şöyle bir kitap var: Ziyan

YÜZYILLIK YALNIZLIK



YÜZYILLIK YALNIZLIK

(Cien Anos de Soledad)

Yazarı: Gabriel Garcia Marquez

Türkçesi: Seçkin Selvi

Yayınevi: Can Yayınları

Basım Yılı: 1. Basım- 1984, 33. Basım- 2008

Sayfa Sayısı: 356


''Yüzyıllık Yalnızlık'ı yazmaya başladığımda, çocukluğumda beni etkilemiş olan her şeyi edebiyat aracılığıyla aktarabileceğim bir yol bulmak istiyordum. Çok kasvetli kocaman bir evde, toprak yiyen bir kız kardeş, geleceği sezen bir büyükanne ve mutlulukla çılgınlık arasında ayrım gözetmeyen, adları bir örnek bir yığın hısım akraba arasında geçen çocukluk günlerimi sanatsal bir dille ardımda bırakmaktı amacım."

diyor yazar kitabın arkasında.

Deli bir sülalesi varmış yazarın. İnsan bu sülalenin yaptıklarını dinleye dinleye büyürse elbette bütün bunları kusmak ister. Yazar da bunu tam istediği gibi edebiyat aracılığıyla kusmuş. Çok da güzel yapmış. 

Olaylar ve kişilerin gerçekliği, olağandışı kısımları da yutmamızı sağlıyor. Domuz kuyruklu çocuklar doğması, yerden yükselip göğe karışmak falan hepsi gayet normal gibi geliyor. Olur ki öyle şeyler, çok normal. 

Gabriel Garcia Marquez'in okuduğum ilk kitabı bu. Başlarda bana biraz İhsan Oktay Anar havası verdi. Onun tarzı da böyle gibi. Ama sonra dağıldı o hava. 

Kitaba çok kaptırınca kendini o manyak sülalenin içinde buluyorsun. Dağlara taşlara. Böyle zırdeli insanların arasından çık, kitap yaz, Nobel Edebiyat Ödülü al. İşte dezavantajları avantaja dönüştürmek budur. 

28 Eylül 2012 Cuma

MERHAMET VE METANET




MERHAMET VE METANET

(Grace and Grit)

Yazarı: Ken Wilber

Çeviren: Ahmet Ergenç

Yayınevi: İnsan Yayınları

Basım Yılı: 1. Baskı-2001, 2.Baskı-2003

Sayfa Sayısı: 484


Ken ve Treya, ilk görüşte aşık olurlar. Hemen anlarlar birbirleri için yaratılmış olduklarını. Hemencecik de evleniverirler. Evlendikten on gün sonrası için deniz,kum,güneş şahane bir balayı planı da yaparlar.

Amaaaa. İnsanın boğazına düğümlenen bir ama bu.

Treya, evlendikten beş gün sonra göğüs kanseri olduğunu öğrenir. Bir beş gün sonra da hamile olduğunu ama çocuğunu aldırması gerektiğini.

Balayını hastanede geçirirler.

O ana kadar kanser hakkında hiçbir şey bilmediklerini fark eden çift harıl harıl kanser nedir araştırmaya, öğrenmeye başlarlar.

Bizim aciliyetli sorunumuz kanser değil bilgisizlikti. Ve kanser hakkında ilk öğrendiğimiz şey kanser hakkında hiçbir şey bilmediğinizdir.

Herhangi bir tıbbi vakada kişi birbirinden çok farklı iki şeyle karşı karşıyadır. Birincisi bu kişi bu tıbbi vakanın kendisiyle karşı karşıyadır- kırık bir kol, gribal enfeksiyon, kalp krizi, kanserli bir tümör gibi.Biz buna ‘hastalık’ diyoruz. Örneğin kanser tıbbi,bilimsel bir hastalıktır. Değer yargıları içermez, iyi ya da kötü değildir. Sadece kanserdir. Aynen bir dağ gibi. Dağ iyi ya da kötü değildir, sadece bir dağdır.

Ama ikincisinde kişi sadece hastalıkla değil, aynı zamanda içinde bulunduğu toplum ya da kültürün hastalığa bakışıyla- toplumun hastalıkla ilişkilendirdiği bütün değer yargıları, korkular, beklentiler, mitler, öyküleri erdemler ve anlamlandırma biçimleriyle karşı karşıyadır. Tabi vakalara bu çeşit bir yaklaşma biçimine ise ‘rahatsızlık’ diyoruz.

…. Örneğin bel soğukluğunu düşünün. Gayet belirgin bir hastalık; tenasül ve idrar yollarına ait bölgenin mukosal astarında görülen bir enfeksiyon, taşıyıcı kişilerin diğerleriyle cinsel temasa girmesiyle yayılıyor ve antibiyotik ve de özellikle penisilin tedavisi olumlu sonuçlar doğurabiliyor.

Belsoğukluğu bir hastalık olarak tıbbi bir durum. Ama içinde yaşadığımız toplum hastalığa sayısız anlam ve değer yargısı yüklüyor-toplumun hastalık ve hastalığa yakalanan kişiler hakkında söyleyecek bir sürü şeyi vardır ama bir çoğu yanlış ve acımasız şeylerdir. Belsoğukluğuna yakalanan kişiler pis ya da sapkın veyahut ahlaki dejenerasyona uğramış kişilerdir; belsoğukluğu ahlaki bir vakadır, bu bir cezadır, belsoğukluğuna yakalananlar ahlaksız kişiler oldukları için bunu hak etmişlerdir- ve benzeri” sf.52-53

Kanseri de bu çerçevede tartışıyorlar. Toplumun algısı nedir diye. Bunun dışında tedavi yöntemleri nelerdir, işe yarar mıdır… bir dünya mevzu.

Meditasyon, psikoloji, din,inanç, felsefe konularıyla da hastalığı harmanlıyorlar ki bu noktada kitabı daha fazla okuyamadım. Tıbbi ve teknik konular çok ilgimi çekmeyince daha fazla devam etmedim.

Bir de sonunu söylemek gibi olmasın, kitabın sonunda kadının öldüğünü öğrenince ( daha kitabın kapağında yazıyor zaten “Bir Psikoloğun Eşinin Hastalığına Ve Ölümüne Tanıklığı” diye) sonuna kadar okumadım.

Tüm kanser hastalarına acil şifalar bu arada. Burada kadın ölmüş olabilir ama bu hastalığı yenen bir çok insan olduğunu da biliyoruz. 

25 Eylül 2012 Salı

KIZILA BOYALI SAÇLAR




KIZILA BOYALI SAÇLAR

(Vamena Kokkina Malia)

Yazarı: Kostas Mourselas

Türkçesi: Kosta Sarıoğlu

Yayınevi: Om Yayınevi

Basım Yılı:1. Baskı-Mayıs 2000, 30.Baskı-Ekim 2001

Sayfa Sayısı: 476


Ulan Luis. Ne adamsın. Dost musun, düşman mısın, iyi misin, kötü müsün, akıllı mısın, deli misin…hiç bilemedim ben.

Böyle bir arkadaşım olmasını istediğimden emin değilim. Tamam fırlamalığı güzel. Güzel ama tehlikeli de biraz. Benim gibi planlı programlı yaşamayı seven, geleceği düşünen insana terssin. Ama bir yerlerde senin gibi bir deli manyağı insanın yaşadığını düşünmek de güzel.

Kitabı Luis’in arkadaşı olan yazar anlatıyor. Yazarın gözünden Luis’i ve diğer arkadaşlarını tanıyoruz. Her arkadaş grubunda olabilecek renklilikte tipler var burada da. Ama Luis başka. Harbiden bambaşka.

İçinden geldiği gibi yaşıyor hayatı. Bunun iyi mi kötü mü olduğu belli değil. Bana sorarsanız o kadar da içimizden geldiği gibi yaşamasak daha iyi sanki. Yazar gibi de olmayalım ama. Yazar kendisinin eleştirisini yapıyor bol bol. Nice fırsatlar kaçırıyor cesaretsizliği yüzünden. Parası yüzünden sevmediği bir kadınla evleniyor, sevdiği ama geleceği belirsiz Martha'ya sırt çeviriyor. Martha da onu seviyordu halbuki. Ama yazarımız onunla birlikte olma şansını geri çeviriyor, gelecek kaygısıyla. Ha geleceği ne oluyor, yine boka sarıyor, o ayrı.

Kitabın adı da bu kadından geliyor zaten. Martha da sevmediği bir adamla evleniyor. Kocası beğenmiyor diye inadına saçını kısacık kestiriyor ve kızıla boyuyor. Kızıla boyalı saçlar, onun saçları işte.

Şimdi düşündüm, isterdim la. Luis gibi bir arkadaş isterdim belki de. Ya da dur, kendim de Luis gibi olmayı isterdim. Hmmm düşündüm de, yok kendim öyle olmayı istemezdim, arkadaşım olarak kal Luis, sen olmayayım ben. Çok da samimi arkadaşım olma ama, arızasın çünkü biraz. 

Sadece varlığın yeter aslında. Senin gibi insanlar olsun bir yerlerde. 

23 Eylül 2012 Pazar

YÜKSEK TOPUKLAR








YÜKSEK TOPUKLAR

Yazarı: Murathan Mungan

Yayınevi: Metis Yayınları

Basım Yılı: 1.Basım - Mayıs 2002

Sayfa Sayısı: 527


Bu kitabı bir erkeğin yazdığına inanamıyorum.

Şahane gözlemlere dayalı bir kadın kitabı bu.

Nermin, bir arkadaşının 5 yaşındaki kızına 5 günlüğüne bakmayı kabul eder. Arka planda da bu hikaye vardır. Bu 5 yaşındaki kızın, hiç de çocuk saflığı ve masumiyeti taşımaması, aksine hayatı görmüş geçirmiş bir kadın edasıyla, kurnazca davranması ve 30'lu yaşlarında kariyer sahibi, bekar bir kadın olan Nermin'in onunla baş etme çabası.

Bu çocuk bakma hikayesinin sonunda çok olağanüstü birşey olacakmış gibi bir izlenim var başlarda. Kesin çocuğun başına birşey gelecek ya da çocuk Nermin'in başına birşey getirecek. Kötü birşeyler olacakmış hissi oluşturuyor ama çok şükür o başbelası çocuk, sağ salim ana babasına teslim ediliyor.

Gerçi o kadar da baş belası değil. Böyle deyince sanki bir Problem Çocuk resmi canlanıyor insanın gözünde. Aslında belki de öyle ama Nermin onunla iyi başa çıktığı için problem yaratmaya fırsatı kalmadı bebenin.

Aslında bu hikayeye gerek bile yokmuş bence. Nermin karakterinin, etrafındaki insanlar hakkındaki yorumları ve tespitleri yeterdi.

Kadın düşmanı kadın, ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. Çok gerçek, çok samimi

16 Eylül 2012 Pazar

ANGUT




ANGUT

Yazarı: Osman Pamukoğlu

Yayınevi: İnkılap Kitabevi

Basım Yılı: 1. Baskı-2008

Sayfa Sayısı: 94


Yılmaz Özdil, bir köşe yazısında bu kitaptan bahsetmişti:

"Bu yaşıma geldim, tabiatımızı bu kadar iyi anlatan bir kitap okumadım...Çevremizde, coğrafyamızda olan biteni, nedenini, niçinini öğrenmek isteyenlere, tavsiye ederim."

Ben de bu tavsiye üzerine aldım bu kitabı ama Yılmaz Özdil'in tavsiyesine uyan aklıma güleyim.

Bu kadar basit, bu kadar sığ, bu kadar...Yemin ediyorum, bu kitap için verilen paraya da, harcanan emeğe de yazık kere yazık.

Bir gerçek, bir öykü, bir düş diye ayrılan kitaptaki bir gerçek şöyle: Adam ava gidiyor. Ördek vuracak. Ama ördekler kaçıyor. Bir tek angutlar kaçmıyor. Taş atıyorlar. O zaman angutlar istemeye istemeye gözden kaçıyorlar. Kahvehanedekilere bu angut olayını anlatınca "Sen dikkat etmemişsin beyim, günlük hayat bunlarla dolu" deyip gülmüşler.

Bir öykü: Dişi angut yumurtalarının üstünde duruyor. Saksağan yumurtaları yemek için angutu taciz ediyor. Bu arada bir kerkenezle kuzgun da yakınlarda bir yerde kavga ediyor. O sırada erkek angut görünüyor. Kerkenezle savaşmaktan başı dönen kuzgun, hiçbir anlamı yokken angutun üzerine çullanıyor. Dişi angut kuzgunun üzerine uçuyor. Bu boşluktan faydalanan saksağan yuvaya gidip yumurtaları alıyor. Dişi angut hemen geri dönüyor ama geriye sadece bir yumurta kalıyor. "Kederlerinin sebebi kaybettikleri gelecekleri olan yavruları mı? Angut olarak yaşamak mıydı? Yoksa her ikisi mi?.."diye bitiyor bu öykü.

Bir düş: Yavru angut büyüyor. Artık tek başına yola devam etme zamanı geliyor. Yavrunun neyi ne kadar öğrendiğini anlamak için soru sormasını istiyorlar:

Yavru: Bize niye angut diyorlar?

Baba: Bedenimiz hantal, algımız düşük, oldukça safız. Buna iyi niyetli diyenler de var, ahmak diyenler de

Yavru: Niye bizim gözlerimiz yanlarda ve birbirinden uzakta, düşmanlarımız olan yırtıcıların gözleri önde ve birbirine yakın?

Baba: Biz ve bizim gibi tahıl ve ot yiyenler grubundan olanların tamamının gözleri yanlardadır. Bunun nedeni, savunma yetenek ve tepkilerimiz zayıf olduğundan, daha geniş bir alanı gözetleme ihtiyacımızdandır. Her türlü tehlikeyi çok önceden fark edebilmemiz ve kaçıp kurtulabilmemiz içindir.

Yavru böyle bir sürü soru soruyor. En son, bütün bu bilgeliğe nasıl sahip olabildiklerini soruyor:

Yavru: Bütün bu bilgeliğe nasıl oluyor da bir angut sahip olabiliyor?

Anne: Bunu sormasaydın, senin angutluğundan hiç şüphe duymayacaktım.Arada bilgiç angutlara rastlanabiliyor. Angutluğumuza rağmen, belki de bu sayede yüzbinlerce yıldır soyumuz tükenmeden varlığını devam ettiriyor.

Eeee...Yani...Ne çıkarmalıyız buradan? Angutlardan yola çıkarak nasıl bir ders verilmiştir burada? Ne mesajı vardır bunun? Yoksa bunu anlamayanlar mı asıl angutlardır?

Off o kadar basit, o kadar basit ki... Öleceğim basitlikten.

Kitapta bir de  bazı kuşların özelliklerini anlatıyor. Hesapta insanlarla benzer özellikleriyle."Sanki İnsan Kuşlar"mış hatta.

Gerçekten o kadar manasız ve gereksiz bir kitap ki. Köşesinde Özdil, bu kitabın reklamı olmadığı için kitapçı raflarında bulunamayacağını söylüyor. İyiki de bulunamıyor canım. Ne lüzümsuzmuş.


YEDİNCİ GÜN





YEDİNCİ GÜN

Yazarı: İhsan Oktay Anar

Yayınevi: İletişim Yayınları

Basım Yılı: 1. Baskı-2012

Sayfa Sayısı: 240


Herşey güzel başladı. 

Allah'a inanmacasına kumar oynayan Paşaoğlu, kaybedince Allah'a inanmaya başlar. 

Derken İhsan Sait, Paşaoğlu'nun sahip olduğu Demir Minareler'i ele geçirir. Aşık olur. Acı çeker.Zeplin yapar. Zamanlar arası yolculuğa çıkar.

Orada bende film koptu. Olaylar arasında bağlantı kurmakta zorlandım. Dağıldım.

Zaten ben bu adamın kitaplarını bir okumada anlamıyorum. En az ikinci defa da okumalıyım ki anlayayım.

Sanıyorum benim gibi okurken dağılanlar için sonda özet mahiyetinde konular toplanıyor:

"Derken İhsan Sait, bayramlık ağzını açıp Yedi Uyurlar'a onların asıl rüyası olan işte bu kitabı yazdırmaya başladı. Paşaoğlu'nu, Demir Minareler'i, orayı nasıl ele geçirdiğini, Alman'la yaptığı satranç müsabakasını, Rebaz'ı, Döjira'dan aldığı ilk mektubu, ona olan aşkını ve çektiği acıyı, imal ettirdiği uçağı, zeplini, kendini dondurucu soğukta muhafaza ettirerek geleceğe nasıl yolculuk ettiğini, kibrini, kibriyle işlediği günah ve cinayetleri, nasıl Ali İhsan adıyla harbe gittiğini, orada çektiği sıkıntıları, aldığı vicdani ve bedeni yaraları, yine gelip kendine nasıl secde edip, kendini nasıl affetmeyi başardığını, bütün bunlardan çıkardığı dersleri, İdris Amil'i, nam-ı diğer İnsan-ı Kamil'i, ona özlem ve gıptasını, dünyada olup bitenleri bir bir yedi kişiye yazdırdı. Yazdırırken muhterisleri de düşündü ve bu kitabındaki kusurları, rastlayınca sevinip tatmin olsunlar diye onlara sadaka olarak verdi. Allah kabul etsin! O, bütün rızklara kefildir, umulur ki doyarlar.

Kitabını tam altı gün boyunca yazdırdı. Döjira'ya kavuşma vakti gelmişti. Nihayet altıncı günün gecesi saatler 12'yi vururken şöyle dedi:

'Artık yoruldum ve yarın dinleneceğim, siz de öyle yapın.'

Kitabının son cümlesi de bu cümle idi."

HÜCRE





HÜCRE

Yazarı: Ergun Hiçyılmaz

Yayınevi: İkarus Yayınları

Basım Yılı: 1. Baskı-2008

Sayfa Sayısı: 255


Ne çok insanın, ne çok aydının hayatını hapislerde çürüttük.

Kemal Tahir, Nazım Hikmet, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Attila İlhan, Necip Fazıl Kısakürek, Sabahattin Ali...

İsimlere bak. Türk yazınına neler neler katmış büyük isimler hepsi. Fakat zamanında değeri bilinemeyip hapisler layık görülmüş kendilerine. 

"Mahpus hayatı bir bakıma yazarlar için daha çok yazmayı sağlamıştı sanki. Kemal Tahir, Sağır Dere, Kör Duman, Esir Şehrin İnsanları, Esir Şehrin Mahpusu ve Kelleci Mehmet'i hapiste yazmıştı...Nazım Hikmet, Kemal Tahir!in ifadesiyle Anadolu Destanı'na İstanbul tevkifhanesinde başlamış, Çankırı'da bitirmişti. Memleketimden İnsan Manzaraları gücünü hapishanelerden almıştı..."sf 22

Ne diyelim, her işte bir hayır mı vardır?

Bugün de Ergenekon adı altında hapse atılan gazeteciler sayesinde bir Ergenekon Külliyatı oluştu. Bu da bunun hayrı mı?

"Üç yüz ağır ceza davasından geçmiş, yazdığı köşe yazıları kaba bir hesapla 50 bini bulmuş, yarım asra elliye yakın kitap sığdırmış Çetin Altan, 

"İktidarlar tarafından öğretmenlikten atılmış, kitapları toplatılmış ve hapsedilmiş, başka iktidarlar tarafından basın şeref kartı ve 1922'de demokrasi ve kültüre yaptığı katkıdan dolayı onur plaketi verilmiş Rıfat Ilgaz,

"Lise öğrencisiyken sevgilisine mektuplar yazmış ve o mektupları Nazım Hikmet'in şiirleriyle süslemiş, okuldaki aramada bunlar bulununca delil olarak ortaya konulmuş Attila İlhan"

Hepsinin ve daha fazlasının yolu hapishanelerden geçmiş. 

Bir de idamın henüz kaldırılmadığı yıllarda idamı seyreden manyaklar varmış ya. "Haydi idama, idama" diye yolcu toplayan minibüsler falan.

Çok büyük bir manyaklık dönemi geçmiş bu yalnız ve güzel ülkeden. 

9 Eylül 2012 Pazar

ŞEMSPARE




ŞEMSPARE

Yazarı: Elif Şafak

Yayınevi: Doğan Kitap

Basım Yılı: 1.Baskı-Haziran 2012

Sayfa Sayısı: 248


Elif Şafak denemelerinin Kutlukhan Perker'in çizimleriyle renklendiği kitap.

Yazarların, romanlarından ziyade bu tür denemelerini okumayı, yazarı tanıma adına önemli buluyorum. Roman yazarken hiçbir yazar muhtemelen kendisi gibi değildir. Ben ki onları okurken öykünün içinde kayboluyorum, onlar yazarken kimbilir ne hallere giriyorlardır ki Elif Şafak, sık sık kitap yazmanın zor ve sancılı bir yaratım süreci olduğundan bahsediyor. Halbuki deneme yazarken tam olarak kendisi. Ve bu anlamda onu tanımak için başvurulabilecek önemli bir kaynak.

Bu kitapla birlikte tanıdığım kadarıyla da ne yalan söyleyeyim sevdiğim bir insan. (Başıma bir iş gelmeyecekse Elif Şafak'ı seviyorum.) Kendime yakın buldum kadını, ne yapayım. Aynı düşündüğümüz pek çok konu var.

Misal, o da kadınların dedikodu üzerine şekillenmiş sıkıcı muhabbetlerinden yakınıyor. Ben de bu durumdan tiksiniyorum ve o yüzden pek sosyal bir insan olduğum söylenemez. 

"Okumuş etmiş birçok kadın aslında bu duyguya aşinadır. Kadınlar bazen kadınları çekilmez bulur. Keza tesadüf değildir kadın-erkek karışık ortamlarda kimilerimizin hemencecik 'erkek tarafı'na meyletmemiz. Oturup ailevi meseleler yahut moda, alışveriş veya çocukların eğitimi gibi mevzular konuşmak yerine gidip sohbetin o kanadında yer almak isteriz. Memleketten,kültürden,edebiyattan, sanattan, 'daha derin görünen' konulardan bahsedebilmek için değil sadece. Sohbet malzemelerinden ziyade enerji farklıdır erkekler tarafında. Kadınlar birbirlerini çok inceler. Sürekli. Erkekler de bakar ama başka türlü. Bir erkek durup da çorabın kaçmış mı, kilo almış mısın, suratında sivilce mi çıkmış, fondotenle mi kapatmışsın diye bakmaz. Erkek gözü bu anlamsız ayrıntılara takılmaz. Kadın kadını böyle inceler ama. Hemen fark eder. Not eder. Her türlü yamayı, eksiği, gediği. Dolayısıyla fiziksel özelliklerin, nasıl giyindiğin, nasıl göründüğün çoook önemlidir hatun meclislerinde. Gereğinden fazla önemlidir." sf 91

Bunun altına imzamı atmaz mıyım ben? Atarım, ama özeleştirimi de yaparım. Ben de bakarım arkadaş ortamdaki başka kadınlara. Benden daha mı güzeller, daha mı çirkinler, ne giymişler, saçlarını başlarını nasıl yapmışlar. Bakarım. Kendimle kıyaslarım. Birbirleriyle kıyaslarım. Kırmızı bluzlu, yeşilliden daha güzel falan gibi. Yaparım bunu. Ama içimden. Bunu dile getirmeyi çirkin bulurum. Ha özeleştiriye devam. Dile getirdiğim zamanlar olmaz mı? Olur. Çünkü ortamın dışlananı olmayı kimse istemez. Ortamda bu konuşuluyorsa, hiçbir şey söylemesem bile evet ya da hayır gibi birşeyler geveleyerek de olsa bu çirkinliğe ortak olurum. Aksi takdirde ortamın çok konuşmayanı, sevimsizi olacağımı bilirim. Böyle olmak da hoşuma gitmez. O yüzden en iyisi hiç bu ortama girmemek. Hiçbir şey anlamıyor da olsam futbol konuşulan erkek ortamını daha samimi bulurum. 

Aklıma Cihan Ceylan'ın düz adamı Sami geldi: bkz:erkeklerle daha iyi anlaşan kız

Kız: Ya bilmiyorum benim pek kız arkadaşım yoktur, kızlarla anlaşamıyorum ben.Erkeklerle daha iyi anlaşıyorum.

Sami: Kahveye gidiyor musun?

Kız: Yoo

Sami: Eee? Halı saha maçı mı yapıyorsun? Altılıya ortak mı oluyorsun? Nasıl daha iyi anlaşıyorsun?


Bütün kitap bundan ibaret değil tabi. Bunun dışında toplumdaki ataerkil yapının baskınlığı, kadın cinayetleri ve kadına karşı şiddet, kadın-erkek ilişkilerinde kadının fedakarlığı ve dünyaca ünlü sanatçıların yapıtları ile yaşamları arasındaki bağlantı ya da bağlantısızlıklar da var. 

ARAF





ARAF

Yazarı: Elif Şafak

İngilizce Aslından Çeviren: Aslı Biçen

Yayınevi: Doğan Kitap

Basım Yılı: Doğan Kitap'ta 1.Baskı-Şubat 2010, 8.Baskı-Aralık 2010

Sayfa Sayısı: 385


Elif Şafak'ın kitaplarını, kendimi kaybetmemi sağladığı için seviyorum. Kitabın içinde kayboluyorum. 

Araf'ta da Ömer, Abed ve Piyu'nun arasında oradan oraya savruldum ben de. 

Kitabın konusu neydi sorusuna verecek doğru düzgün bir cevabım yok. Zaten bir konusu olduğundan da pek emin değilim.

Başlarda "Konu: OMER OZSIPAHIOGLU" diye belirtilse de konu hiç de o değil. O sadece, varsa eğer, konunun bir parçası.

Ömer, eğitimi için Amerika'ya gider. İçki,kahve ve sigara, ama illa ki de kahve bağımlısı olan, sürekli müzik dinleyen ve zaman kavramını müzikle tanımlayabilen (3 şarkılık zaman, şu şarkının 5 kere dinlenmesiyle gidilebilecek mesafe... gibi) sürekli kız arkadaş değiştiren bir Türk.

Ev arkadaşları Fas'lı Abed ve İspanyol Piyu.

Şahane bir öğrenci evi ve öğrenci arkadaşlığına sahipler.

Piyu'nun kız arkadaşı var. Allegre. Bulumiya hastası ama kimse farkında değil. Süperkulade yemekler yapıyor, kendisinin hiç tatmadığı, tatsa bile sonrasında hemen kustuğu. Mutfak adeta nefes alabildiği bir yaşam alanı. 

Teyzeleri var bir de onun. Bir sürü teyze.

Gail var. Ömer'in kız arkadaşı, sonra da karısı olan tuhaf bir kadın. Çok tuhaf. Asıl ismi bu değil. En son kullanmakta karar kıldığı isim bu."İsimler insanların varoluş kalelerine uzanan köprülerdir" diye düşünüyor. "Birinin adını öğrenmek varoluşunun yarısını ele geçirmektir, gerisi parçalardan ve ayrıntılardan ibarettir. Çocuklar bunu ruhlarının derinliklerinde bilirler. Bir yabancı isimlerini sorduğunda içgüdüsel olarak söylemeyi reddetmeleri bundandır. Çocuklar isimlerin gücünü idrak eder, ama büyüdüklerinde unutuverirler." (sf 33)

Abed'in annesi Zehra'nın kısa süreli ziyaretiyle renklenen, Ömer ve Gail'in evlenip ayrı eve çıkmalarıyla rengi solan, en sonunda da Gail'in intiharıyla noktalanan bir öğrenci evi romanı desem, çok basite indirgemiş olurum belki ama öyle sonuçta. Tabi arkada farklı kültürler, farklı kişilikler, gurbet, yabancılaşma gibi soslar var. 

8 Eylül 2012 Cumartesi

HAYVAN ÇİFTLİĞİ




HAYVAN ÇİFTLİĞİ

( Animal Farm)

Yazarı: George Orwell

İngilizce Aslından Çeviren: Celal Üster

Yayınevi: Can Yayınları

Basım Yılı: 1.Basım-2001, 13.Basım-2008

Sayfa Sayısı: 158


Bir çiftlik dolusu hayvanın, insanlara karşı ayaklanması ve çiftliğin yönetimini ele geçirmesini konu alan, dünya edebiyatında yergi türünün önemli eserlerinden sayılan,okuması da keyifli ve düşündürücü roman. 

Ayaklanmanın ardından çiftliği domuzlar yönetir. Başlangıçta hiçbir hayvanın, bir başka hayvana üstün olmayacağı, tam bir eşitlik üstüne kurulu, insanların düşman, hayvanların dost bilindiği bir yapı üzerine anlaşılır. Yedi emir belirlenir hatta. 

1. İki ayak üstünden yürüyen herkesi düşman bileceksin.
2. Dört ayak üstünde yürüyen ya da kanatları olan herkesi dost bileceksin.
3. Hiçbir hayvan giysi giymeyecek.
4. Hiçbir hayvan yatakta yatmayacak.
5. Hiçbir hayvan içki içmeyecek.
6. Hiçbir hayvan başka bir hayvanı öldürmeyecek.
7. Bütün hayvanlar eşittir.

Ama sonra tüm bu kuralların, o yönetici olacak domuz tarafından nasıl yerle bir edildiği,çiftlik hayvanlarının bu durumu nasıl yediği ibretlik bir hikaye. 

Kitapta resmedilen lider domuz figürünün Stalin olduğunu ve sosyalizm eleştirisi yapıldığını da belirtmekte fayda var.

Bizde de Üstün Dökmen, yazdığı Miyase'nin Kuzuları adlı kitabında hayvanları konuşturarak sistem eleştirisi yapmaktadır.