28 Aralık 2022 Çarşamba

SENİN ŞEHİRLERİN

 


SENİN ŞEHİRLERİN

Nedim Birol Yürüten

2022

Birlikte Kitaplar Yayınevi

1.Baskı-Ekim 2022

189 sayfa


Hiç ilgimi çekmeyen bir kitap. Elime geçti, okudum. 

*

Kız, adamı terk etmiş. Bilmiyorum neden. Adam da kızın peşinden yola çıkmış. Kızı bulacakmış. Bulunca ne yapacak, bilmiyorum. 

Kız, erkek arkadaşını terk edip Münih'e gitmiş. Adam da kızı bulmak üzere çıktığ yolda kızın annesine ulaşıyor. Anne ölmüş. Kızın ailesi ile arası iyi değilmiş. Babası ile de arası iyi değilmiş. Neden bilmiyorum.

Kız, yalnız kalmak istiyor. Bilmiyorum neden. Neyse olabilir, bazen insan yalnız kalmak isteyebilir. 

Bir melankolisi var kızın. O yüzden daralarak okudum. 

Kitapta sırayla bir adamın anlattıklarını okuyoruz, bir kızın. İkisi de aynı lacivertin tonu. Mıymıy, ağlak, baydırıcı.

Bir kaçma kovalamaca var. Ama zerre sarmadı beni. 

Gezi rehberi gibi kitap bir yandan. Münih, Lozan, Prag ve İstanbul anlatılıyor. Ama hiç mi hiç ilgimi çekmedi. 

KUR’AN, İNCİL VE TEVRAT’IN SUMER’DEKİ KÖKENİ

 


KUR’AN, İNCİL VE TEVRAT’IN SUMER’DEKİ KÖKENİ

Muazzez İlmiye Çığ

1995

Kaynak Yayınları

43.Basım - Mart 2017

136 sayfa


Bugün inanılan üç büyük dinin kökeninde Sumer inançları ve kültürü olduğunu anlatıyor kitap. Sumer tabletlerinde anlatılan mitler daha sonra isimler ve yerler değiştirilerek kutsal kitaplarda yer almış. 

Örneğin;

Sumer Tanrılarının esas adlarından başka niteliklerine göre diğer adları da varmış. Allah’a verilen 99 ad gibi.

Sumerliler kadınları tarlaya benzetirmiş. Aynı ifade Tevrat ve Kuran’da var. “Kadınlarınız sizin için bir tarladır, tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varın.” (Bakara) Sf.31

Sumerlerde 6 gün çalışma, 7.gün dinlenme varmış. Bu Yahudilere şabat olarak geçmiş.

Musa’nın on emeli Sümer Kanununda da aynıymış.

Sumerlerde de Tanrılar “ol” der ve her şey oluverir diye inanılırmış.

Sumerlerde sosyal adaleti koruyan Tanrıça, senede bir kere iyi ve fena hareketlerinden dolayı insanları yargılar, kötüleri cezalandırırmış. Bu inanış İslama, Şaban ayının on beşinde Berat Kandili olarak girmiş.

İnsanın çamurdan yaratılması Sumer efsanesine dayanıyormuş.

Sumerlerde bilgelik tanrısı Enki, insanlara diğer tanrılardan haber getiriyormuş. İslamda Cebrail meleğin yaptığı gibi. 

Tanrılar tarafından insanların tufan ile cezalandırılması Sumer inancında da varmış. Gılgamış Destanında yazıyormuş.

Sabrı ile meşhur Eyüp peygamberin sabretmek, tanrıya yakarmak ve ödüllendirilmek ile ilgili hikayesi, ismi verilmeyen bir adam hakkında Sumer tabeletlerinde geçiyormuş. 

İnanışa göre İbrahim peygamberin kısır karısı Saray, cariyesi Hacer’i çocuk yapmak üzere kocasına veriyor. Cariye, çocuk doğurup kendisini üstün görmeye başlayınca oğlu İsmail ile çöle götürülüp atılıyor. Sumer kanununa göre de kısır bir kadının kocasına verdiği cariyesi çocuk doğurunca hanımına karşı büyüklük taslayamaz, yoksa cezalandırılırmış.

Sumerlerde Tanrı evi adı altında görkemli tapınaklar yapılmış. Bu tapınaklar yazara göre sinagoglara, kiliselere, camilere dönüşmüş. Minarelerdeki yarım ay, Sumer Ay Tanrısının sembolü imiş. Ay Sumerlerde önemli bir yer tutuyormuş. Ayın görünümüne göre törenler yapılır, bazı yiyecekler yenmezmiş. İslamiyette oruç ve bayramın ayın görünüşüne göre düzenlenmesini Sumerlerdeki bu inanca bağlıyor yazar.

Hz. Muhammed'in miraç ve göğe yükselmesi diye inanılan olay Sumer inancında da varmış. Orada da Sumer tanrıları göğe yükseliyormuş.

Sumerler çok tanrılı bir inanca sahip. İnandıkları Tanrılar insan gibi, eşleri var, çocukları var, öfkeleri var. Örneğin Sumerlerde tanrı kızınca kendi ülkesini bile yakıp yıkıyormuş. Tevrat ve Kuran’da da var bunun örnekleri. Yahveh’in ve Allah’ın yok ettiği milletler yer alıyor bu kutsal kitaplarda.

Kabe'deki şeytan taşlama ritüelini de Sumerlere bağlıyor yazar. Sumerlerde tanrının birinin kız kardeşini başka bir tanrı yeraltına götürüyor. Onu kurtarmak için yeraltı denizine yelken açılıyor. Kız kaçıran tanrı, bu tekneye taş atıyor. 

Yasak meyve kültü Sumer inancında da varmış. Yasak meyveyi yiyen bir tanrı var ve yasak meyvenin iyi geldiği organlar için yaratılan tanrılar var. Yasak meyvenin iyi geldiği organlardan biri kaburga imiş. Kaburgaları iyi eden Tanrıça Ninti imiş, isminin anlamı kaburganın hanımı imiş. Sonraki dinlerde kadının, erkeğin kaburgasından yaratılması mitini buna dayandırıyor yazar.

Sumerlerde Tanrı’dan bir insan (peygamber) yoluyla alınan haberler tabletlere yazılmış. (Bu kişileri aşağı tabaka sayıyor ve büyücülerle bir tutuyorlarmış.) Kuran’da da Allah'ın bazen üçüncü şahıs ağzıyla, bazen doğrudan konuşmasını bu tabletlerdeki tarza dayandırıyor yazar.

Sumerlerde rahibeler tapınaklara Tanrı'nın gelini olarak çeyizleriyle gelirlermiş. Rahibeliğin Hıristiyanlıkta devam etmesinin kökenini Sumerlere bağlıyor yazar.

Sumer tapınaklarında rahibeler genel kadın olarak niteleniyormuş. “Tanrı namına seks yaptıklarından kutsal sayılmış ve diğer kadınlardan ayrılmaları için başları örtülmüştür.” Sf.37

Sumer rahibelerinin kazara doğan çocukları öldürülürmüş. “Çünkü bu kadınlar Allah’ın karısı olduğundan doğan çocuklar da Tanrı'nın çocuğu sayılıyordu. Sumerler bir ölümlüden Tanrı'nın çocuğunu istemiyorlardı." sf.39 Hz. İsa’nın Tanrı'nın oğlu kabul edilmesi gibi.

Sumer tanrıları mitolojik hikayelerdeki tanrılar gibiler. Zaten özü aynı, isimler farklı. Sumer Aşk Tanrıçası İnanna, Akadlarda İştar, İsrail’de Astar, Yunanlılarda Afrodit, Romalılarda Venüs oluyor. 

Sumer efsanesine göre evrende ilk olarak tanrıça Nammu adında büyük uçsuz bucaksız bir su var. Tanrıça o sudan büyük bir dağ çıkarıyor. Oğlu hava tanrısı Enlil, onu ikiye ayırıyor. Üstü gök oluyor, Gök Tanrısı onu alıyor, altı da Yer Tanrıçası ile Hava Tanrısının oluyor.

*

Ben bu kitabı daha önce de okumuştum. 

Bkz: http://birazkitap.blogspot.com/2017/07/kuran-incil-ve-tevratin-sumerdeki-kokeni.html




GECE YARISI KÜTÜPHANESİ


 

GECE YARISI KÜTÜPHANESİ

(The Midnight Library)

Matt Haig

2020

Çeviri: Kıvanç Güney

Domingo Yayıncılık

10.Baskı - Şubat 2022

282 sayfa


Pişman olmak ile ilgili ne düşünürsünüz? Ben düşünmem, genel. Pişmanlığı yersiz bir his olarak görüyorum. Çünkü yaptığınız ya da yapmadığınız için pişman hissettiğiniz davranışın aksinin ne sonuçlar yaratacağını bilmiyorsunuz ki. Onu yapmasaydınız daha mı iyi olacaktı? Ne belli? Ya da tam tersi, yapsaydınız daha mı iyi olacaktı? Nereden bilebilirsiniz? Bilemezsiniz. O zaman pişmanlık niye?

Kitapta da yapılan ya da yapılmayan şeylerden kaynaklanan pişmanlıklar sorgulanıyor. Neticede bu pişmanlıklara kapılmanın anlamlı olmadığı sonucuna varıyor. 

Kitabın daha ilk satırında “Ölmeye karar verişinden on dokuz yol önce” diye intihar edeceğini anlıyoruz Nora Seed’in. Spoiler veriyor yazar. Versin.

Nora, sosyal medyada başkalarının hayatlarını izliyor pek çoğumuzun yaptığı gibi. Bunu yaparken de

“Başkalarının mutlu hayatlarını parmağıyla kaydıra kaydıra bir şeyler olmasını bekliyordu.” Sf.5

Geldi mi üst üste gelen kötülüklere maruz kalıyor Nora.

Kedisi ölüyor.

İşinden kovuluyor.

Nikahına iki gün kala evlenmekten vazgeçiyor.

Annesi ölüyor.

Yüzmede çok iyiymiş, Babası çocukken çok baskıladığı için yüzmeyi bırakmış.

Abisi ile müzik grubu varmış, onları bırakmış.

...

Fırsatlarını değerlendiremediğinin farkında.

İntihar mektubu yazıyor. İlaçlar yutuyor. 

Gözünü kütüphanede açıyor.

Ölmemiş ama ölümle yaşam arasında bir yerde. Bu yer bana şu kitapları anımsattı:

Bkz: Ruhların Yolculuğu

Bkz: Ruhların Kaderi

Ayrıca şu filmde de benzer konu ele alınıyor:

Bkz: Wristcutters: A Love Story

Nora'nın gözünü açtığı kütüphanedeki kitaplar Nora'nın şu an yaşıyor olabileceği hayatlara açılan bir kapı. Her bir pişmanlığı için bir kitap var. Aklını kemiren pişmanlıklara ilişkin kitapları alıp o hayatlara ışınlanıyor bir çeşit. Pişman olduğu davranışı yapmasaydı ne olurdu, görüyor. 

(Kitapların canlanmasıyla ilgili bir film geliyor aklıma. Bkz: Inkheart )

*

Pişmanlıklarından ilki erkek arkadaşı Dan’den ayrılmak Ondan ayrılmadığı ve onunla evlendiği hayata gidiyor. Anlıyor ki o kadar da pişman olmasına gerek yokmuş. Tipik durum. Kadının hayalleri vardır (Müzik grubunda olmak) Erkek ket vurur. (Girmeyin o işe, paranızı alırlar, dolandırırlar.) Erkeğin hayali vardır. (Pub açmak) Kadın, kendisininkinden vazgeçip erkeğin hayalini benimser. Üstelik bir de aşağılanması, takdir edilmemesi ve aldatılması var. Sonuçta Dan’den ayrılmasına pişman olmayı gerektirecek bir durum olmadığını görüyor.

*

Kedisinin yaşadığı bir hayata gitmek istiyor. Kedisini dışarı salarak onun ölmesine sebep olduğunu, bir kediye bile bakamadığını düşünüyordu. Görüyor ki kedisi zaten hasta ve zaten ölecekti. O güne kadar Nora ile yaşadığı hayat, kedinin hayatının en güzel dönemi olmuş. Böylece Nora bir kediye bile bakamayan biri olmadığını anlıyor.

*

Arkadaşı Izzy ile Avustralya’ya gitmediği için pişmanmış. O hayata gidiyor. Izzy ile Avustralya'ya gitmiş. Izzy trafik kazası geçirip ölmüş. Nora orada tek başına sefil bir şekilde kalmış.

*

Yüzmeyi bıraktığına pişman. Babasını hayal kırıklığına uğrattığını düşünüyor. Yüzmeyi bırakmadığı hayata gidiyor. Gerçekten başarılı olmuş. Olimpiyatlar, ödüller, madalyalar, Ted konuşmaları. Babası kızının başarılarından mutlu ama ailesini mutsuz etmiş. Başka bir kadına aşık olmuş, annesini terk etmiş, annesi bu yüzden hasta olmuş, tek başına ölmüş.

*

Çocukken çok istediği buzul bilimcisi olduğu hayata gidiyor. Kutuplarda soğukta yaşıyor. Ayı saldırısına uğramak üzereyken ölmek istemediğini fark ediyor. Bir ilginç şey daha oluyor. Ondaki farklılığı fark eden iş arkadaşı Hugo, kendisinin de hayatlar arası gezdiğini söylüyor. Yüzlerce hayat gezmiş. İçlerinde Nora ile evli oldukları da var ve bu yüzden burada kalmış, Nora için. Ama Nora etkilenmiyor bu durumdan, oradan da dönüyor.

*

Müzik yaşamına devam ettiği bir hayata gidiyor. Ünlü, başarılı ama şöhretin bedeli ağır ve ağabeyi ölmüş.

*

Hayvan barınağında çalışmaya devam ettiği hayata gidiyor. O da tatmin ediyor.

*

Üniversiteden sonra bir yıl tatil yapmadığına pişman. Yaptığı hayata gidiyor. Evlenmiş, şarap bağları var, ama mutluluk yine yok.

*

Pek çok başka hayat daha deniyor.

*

Cerrah Ash’in kahve teklifini kabul ettiği bir hayata gidiyor. Onunla evli, kızı var, üniversitede felsefe eğitimi veriyor. Bu hayatı seviyor, bu hayatta kalmak istiyor. Ama yine kütüphanede buluyor kendisini.

İntihar etmeye kalkıştığı kök hayatına dönüyor. Şimdi her şeye bambaşka bakıyor.

*

Kitabın başı gibi sonunda da kütüphaneci Bayan Elm ile satranç oynuyor.

*

Kitabın verdiği mesajı ve bu mesajı verme şeklini sevdim. Başta söylediğim gibi pişmanlıkların anlamsız olduğuna dair onlarca örnek vermiş. Pişmanlıklar anlamsız, çünkü diğer seçeneği bilmiyoruz.  

 “Öğrenmenin tek yolu yaşamaktır.”

diyor kitap. 

“Hayatı anlamak zorunda değilsin. Yaşaman yeterli.” Sf.276

*

Yazarın bir başka kitabı için;

Bkz: Zamanı Durdurmanın Yolları


VOLGA

 

VOLGA

(Wolga)

Lou Andreas-Salome

1902

Almanca Aslından Çeviren: İlknur İgan

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

2.Basım - Mart 2022

68 sayfa


Ben bu kitaptan "Sinekli Bakkal" havası aldım. Akıllı, güzel, genç kız ve çok da genç olmayan akıllı, olgun erkek. 

*

Lyubov adlı genç kız, gemiyle yolculuk ediyor. Babasına gidecekmiş. Babası müzisyenmiş, orkestra ile gezermiş ama bu gezmelerden yakınırmış. Kızsa bu gezmelere özenir, dünyayı görmek istermiş. 

Lyubov, adeta kaptanın özel koruması altında. Kıymetli bir emanet gibi görülüyor kız. Her an kırılmaya hazır bir cam gibi dikkatli yaklaşıyorlar kıza. Kız da gerçekten birazcık hassas. Genç, kırılgan. Ama hayatı tanımaya ve atak olmaya dair bir nüvesi de var. 

Bu nüveyi gemideki doktor Valdevenen bir parça açığa çıkartıyor. Olgun, akıllı bir adam doktor. Lyubov'un gençliğinin ve güzelliğinin farkında. Bu yüzden biraz güvensiz hissediyor, kendisini kıza layık bulmuyor. Kızın toy bir delikanlı ile evlenip hayatını diğer kadınlar gibi sıradanlaştıracağını düşünüyor. Kendi kafasında bir dünya şey kuruyor bununla ilgili. 

Gemide gerçekten de tam da öyle bir toy delikanlı var. Muraviyev adı. Annesi ile yolculuk ediyor ve tam bir ana kuzusu kendisi. Lyubov, bu oğlandan hoşlanmayacak, hayır! Valdevenen'den hoşlanacak mı? Evet. Genç kız sonuçta ve yakınında olgun, karizmatik, kariyer sahibi bir adam var. Hoşlanır. Hoşlansın da. Ama bu -bence geçici- hoşlantılara kapılıp evlenip çoluk çocuğa karışmak... İşte bu zehirli bir ok. Atmayın bu oku! İşleri illa bu noktalara taşımak zorunda değilsiniz. Gerçi kitabın yazıldığı dönem itibariyle (1902) zorunluluk var. Hoş, bugün de (2022) bu zorunluluk hissediliyor. Ve bu yüzden hayatlar zorlaşıyor. 

Burada aslında yetişkin erkeğin bu yetişkinliğe layık davranışlar sergilemesi beklenir. Bir tarafta genç, bir tarafta yetişkin biri varsa sorumluluk yetişkinde olmalı. Ama neredeeee?

*

Valdevenen iyi hoş adam ama bu kadar çok ve boş konuşmazsa bence daha iyi. Bilge bilge tahayyüllerde bulunuyor kendince ama benim kafam şişti. 

İlla biri bilge bilge konuşacaksa bence kaptan konuşsun. Konuş kaptan:

"Dururum ve şöyle düşünürüm: Bugün benim için ne uygun görüldü, payıma düşen ne olacak?(…) Sevgili Tanrımızın bana göndermek istediği herkes gemiye biniyor zaten. Beni de onlar için burada tutuyor ya.” Sf.15

Lyubov, kaptana her gün denizdesiniz, hep aynı şeyleri görüyorsunuz, sıkılmıyor musunuz, diye sorunca kaptanın cevabı bu oluyor. Görmüş geçirmiş ve sakinleşmiş bir adam. Güven ve huzur veriyor.

*

Kitabın arka kapağında yazarın bu ve benzeri kitaplarıyla kız çocuklarının ergenlik dönemi konusunda farkındalık oluşmasına katkıda bulunduğu yazıyor. Farkındalık mı oluşur, yoksa aşk romanı gibi romantik hayallerle mi okunur, bilemiyorum. 



10 Aralık 2022 Cumartesi

YÜZBAŞININ KIZI

 


YÜZBAŞININ KIZI

(Kapitanskaya Docka)

Aleksandr Puşkin

1836

Türkçesi: Süheyl Güven

Bahar Yayınevi - 2004

200 sayfa


Pyotr Andreyiç Grinev 

Pyotr Petroviç 

Petruşa

Aynı insan bunlar. Bir öyle bir böyle hitap ediyorlar. Rus klasiklerindeki en zor şey de bu zaten. 

Ben  "Petroviç" diyeceğim. 

*

Babası, Petroviç'i asker ocağına gönderiyor Orenburg'a. Aslında babasının nüfuzu sayesinde çok istediği Petersburg’da yapabilirdi askerliğini ama babası orada hovardalık eder diye taşraya gitmesini istiyor.

Yolda kaldığı handa bilardo oynayan binbaşı İvan İvanoviç Zurin ile tanışıyor.  Kumar oynuyorlar, Petroviç kaybediyor, yüz ruble, az buz da değil. Rubleyi biliyoruz Rus klasiklerinden, bir ruble bile ne kadar kıymetli. Ödüyor mecbur.

Petroviç ve uşağı Savelyiç, yola devam ediyorlar. Fırtınaya yakalanıyorlar. Bir köylü onlara rehberlik ediyor. Petroviç, köylüye bahşiş vermek istiyor, ama uşağı Savelyiç izin vermiyor, zaten kumarda parasını kaybetti, bir de bu köylüye para vermesini istemiyor. Petroviç  de kürklü yeleğini veriyor. 

Petroviç'in görev yapacağı kaleye varıyorlar. Küçük bir taşra.

Oradaki subay Şvabrin ile dostluk kuruyor Petroviç ama bu uzun sürmüyor. Çünkü leş biri Şvabrin. Anlatacağım.

*

Kale komutanı İvan Kuzmiç. Karısı Vasilisa Yegorovna. Karısı aktif bir kadın. Neredeyse kocası ile birlikte idare ediyorlar kaleyi. 

Kızları Maşa (Maria İvonovna)

Petroviç, başta ilgilenmese de zamanla Maşa’ya aşık oluyor. Onun için yazdığı şiiri Şvabrin’e gösteriyor. Şvabrin alay ediyor. Maşa ile ilgili bel altı konuşuyor. Düelloya tutuşuyorlar. Petroviç yaralanıyor.

Maşa, Şvabrin’in kendisine Petroviç gelmeden bir süre önce evlenme teklif ettiğini ama kabul etmediğini söylüyor. Maşa, sevmiyor Şvabrin’i. Petroviç şimdi anlıyor Şvabrin’in neden böyle davrandığını.

İyileşiyor Petroviç. Maşa’ya evlilik teklif ediyor. Kız kabul ediyor. Babasına mektup yazıyor Petroviç. Babasının bu evliliğe rızası yok. Ayrıca düelloya karıştığı için onu oradan alıp başka yerde görevlendirmelerini isteyeceğini yazıyor.

Petroviç, olanları babasına ispiyonlayanın Şvabrin olduğunu tahmin ediyor.

*

Bir gün kaleyi Kazak asiler basıyor. Şvabrin de asilere katılıyor. Maşa’nın anne babasını öldürüyorlar. Petroviç’i esir alıyorlar. 

Asilerin başı ve kendisini Çar diye tanıtan Pugaçev, meğer teee yolculuğun başında Petroviç’in kürk verdiği köylü adammış. Petroviç’i bağışlıyor bu yüzden.

Şvabrin, Maşa’yı alıkoyuyor.

Petroviç onu kurtarmak istiyor.

Pugaçev, Maşa'yı ve Petroviç’i bırakıyor.

Petroviç, Maşa’yı ailesinin yanına gönderiyor ve asilerle savaşıyor. Petroviç'in ailesi Maşa'yı bağırlarına basıyor. O zaman niye başta karşı çıkıp gençleri üzdünüz? 

Savaş bitiyor. Asiler kaybediyor. 

Ama Petroviç’i tutukluyorlar. Asi Pugaçev ile yakınlığı nedeniyle onu Pugaçev’in adamı olmakla, hainlikle suçluyorlar. Suçlamayı yapan kim? Şvabrin.

Maşa çok üzülüyor. Çariçeden yardım istiyor. Çariçe ona inanıyor ve Petroviç’i salıyor.

Öğreniyoruz ki mutlu mesut yaşamışlar, evlenmişler, çoluk çocuğa karışmışlar.

*

Ben bu kitabı yıllar önce okumuştum. http://birazkitap.blogspot.com/2013/02/yuzbasinin-kizi.html

Unuttum, canım çekti, bir daha okudum. Sevdim. On yıl sonra yine okurum belki. Ya da okumam. Paşa keyfim bilir. 

TÖRE

 


TÖRE

Turgut Özakman


Bir tiyatro oyunu. Tiyatroda izlemedim. Metni okudum şu siteden: 

https://elcinkiray.blogspot.com/2011/08/tore-tiyatro-metni-turgut-ozakman.html

Konusu; kan davası.

Düşman aileler sırayla birbirlerini öldürüyorlar. Ölen mezara, öldüren hapse, geride gözü yaşlı bir sürü insan. Bravo size, çok mantıklı gerçekten. 

Bu kanlı törenin bitmesi mümkünken ve çok yakınken hiç beklemiyordum sonunun böyle olacağını. O yüzden yazara da bravo yani, çok mu iyi oldu şimdi böyle?

*

O onu öldürmüş, bu bunu öldürmüş derken sıradaki öldürülecek kişi Mustafa, kendisini öldürmek için arayan insanların evine sığınıyor. Af diliyor. 

Evin sözü geçen yaşlı ninesi, evimize sığındı, af diledi, burada öldürmek olmaz diyor. 

Evin diğer üyeleri şiddetle karşı çıkıyor ama Nene'ye boyun eğiyorlar. Ancak evden dışarı çıkarsa ya da evdeki kadınlara yan gözle bakarsa öldürecekler.

*

Hemen burada araya giriyorum. Bu kısım şu filme benziyor:

Bkz: Mandalina Bahçesi (Tangerines)

Film Gürcü ve Çeçen çatışmalarında yaralanan iki düşmanı ele alıyor. 

Gürcistan'ın Abhazya bölgesinde Çeçenler ve Gürcüler arasında savaş çıkıyor. Bölgedeki köyler boşalıyor. Bir köy var, daha çok Estonyalılar yaşıyormuş o köyde, ama onlar da çatışmalar yüzünden gitmiş. Sadece iki yaşlı Estonyalı adam kalmış. Birinin mandalina bahçesi var, bırakamıyor mandalinalarını, diğeri de marangoz, mandalinalar için kasa yapıyor.

Bir gün köyün yakınındaki bir çatışmada bir Gürcü ve bir Çeçen yaralanıyor. Marangoz adam bu ikisini evine alıyor, yaralarına bakıyor. Bu ikisi birbirini öldürmek istiyor, marangoz adam karşı çıkıyor, benim evimde öldüremezsiniz diye. Adama olan saygılarından kabul ediyorlar, ama biri dışarı çıksın, diğeri onu öldürecek, kararlılar. 

Yaraları iyileşsin diye evde dururlarken konuşuyorlar, muhabbet ediyorlar ve doğal olarak birbirlerini tanımaya ve hatta sempati duymaya başlıyorlar. 

Bir gün Çeçenler geliyor. Gürcü evde saklanıyor, Çeçen dışarı çıkıyor. Ama inanmıyorlar onun Çeçen olduğuna ve öldürmeye kalkıyorlar. Evden dışarıyı seyreden Gürcü, Çeçen'i korumak için diğerlerini öldürüyor. Sonra o da dışarı çıkıyor. İkisi de dışarıda. Ama ikisi de birbirini öldürmüyor. Ne güzel, demeye kalmıyor... Yerde yatanlardan biri ölmemiş, kalkıp Gürcü'yü öldürüyor. Çatışma sırasında mandalina bahçesi sahibi adam da ölüyor. Onu mandalina bahçesine gömüyorlar. Gürcü'yü de marangozun oğlunun mezarının yanına. Marangozun oğlunu da zamanında bir Gürcü öldürmüş bu arada. 

*

Töre'ye devam edelim. 

Mustafa, düşman ailenin evine sığındı, af diledi. Erkekler affetmedi, ama evin çatısı altında bir şey yapamıyorlar Nene izin vermediği için. 

Beklenmedik bir şey oluyor. 

Nene'nin torununun kızı Zühre, dayısını öldüren bu Mustafa'ya aşık oluyor. Bu aşkını o kadar tatlı dile getiriyor ki:

"Tay mıdır bu, buzağı mıdır, görünce içimden sarılmak geliyor." 

Kıyamam yaaaa!

Mustafa da Zühre'ye aşık.

Hadi bakalım.

Düşman ailelerin çocuklarının aşkı. Bkz: Romeo ve Juliet

Juliet nasıl dert yanıyordu bu düşmanlıktan:

"Ah Romeo neden Romeosun sen.

"İnkar et babanı, kendi adını reddet;

Bu elinden gelmezse, yemin et beni sevdiğine,

Vazgeçeyim ben Capulet olmaktan"

Orada Capulet ve Montague ailesi vardı. Burada da Çolakgiller ile Karagiller. 

Çolakgillerin Mustafa da şöyle dert yanıyor:

"Yüreğim kayıp kayıp gidiyor. Bir el atımı uzağımdadır, saçının teline bile dokunamam. Gözümün önünde salınır, bakmama izin yoktur. Konuşmaya can atmaktayım, birlikte susmamız bile suç. Ne edeyim ben böyle yaşamayı?"

Nene bilge kadın. "Siz sevgiyi şımartmaya, sevinci azdırmaya bakın!" diyor. Herkesi iyi kötü razı ediyor. Ama görünür bir rıza değil, üstü kapalı bir rıza bu ve Mustafa ile Zühre'nin kaçmasına göz yumuyorlar.

Gelgelelim...

Çocukluğundan beri Çolakgillerin oğlunu vurmayı kafaya koymuş, babası tarafından hep bununla işlenmiş olan Oğul, Mustafa'yı dışarıda görünce...

Ay dilim varmıyor söylemeye... Öldürüyor Mustafa'yı.

Offfff!

Çok mu lazımdı böyle bitmesi.


26 Kasım 2022 Cumartesi

COLLINI DAVASI

 


COLLINI DAVASI

(Der Fall Collini)

Ferdinand Von Schirach

2011

Çeviren: Itır Arda

Alfa Basım 

1.Basım - Ağustos 2020

177 sayfa


Cinayet davası. 

Adamın biri, kendisini gazeteci olarak tanıtıp lüks bir otelde kalan bir adamı öldürüyor. 

Sanık: Fabrizio Collini

Maktul: Hans Meyer

Alman CMK sistemine göre sanığa bir avukat atanıyor: Avukat Caspar Leinen. 

Leinen, maktulün kim olduğunu sonradan öğreniyor. Arkadaşının dedesiymiş. 

Bu nedenle davadan çekilmeyi düşünüyor.

Maktulün avukatı olarak cinayet davalarında uzman ünlü avukat Richard Mattinger’i tutuyor Hans Meyer’in hayattaki tek mirasçısı Johanna.

Johanna ile Leinen'in gönül ilişkisi var. 

Leinen, başarılarını takdir ettiği avukat Mattinger ile karşılaşınca ona durumdan bahsediyor ve istifa etmek istediğini söylüyor. Mattinger ona yapmamasını söylüyor. Profesyonelliğe davet ediyor kısaca onu. Sanıkla konuşmasını, maktulle olan yakınlığını anlatmasını, sanık kabul ederse avukatlığına devam etmesini öneriyor. Leinen, bu tavsiyeye uyuyor. Dosyadan çekilmiyor. 

Sanık Collini susma hakkını kullanıyor. Cinayeti işlediğini itiraf ediyor. Zaten cinayeti işledikten sonra kaçmamış, saklanmamış. Ancak cinayeti neden işlediğini söylemiyor. 

(Cinayet ve kasten öldürme suçları farklı düzenlenmiş Alman Kanununda. Cinayet bizdeki canavarca hisle kasten öldürmenin nitelikli hali diye anladım.)

(Bir de Almanya'da da avukatlar cübbe kiralıyormuş, bir Euro karşılığı.)

Collini her ne kadar neden öldürdüğünü söylemese de Leinen araştırıp buluyor:

1940'larda Collini küçükken Almanlar çiftliklerini basıp babasını kaçırmışlar. Ablasını tecavüz edip öldürmüşler. Babasını da tutuklayıp öldürmüşler. SS Hücum Birliği komutanı Hans Meyer imiş. 

Bir gün bir mekanda oturan Alman askerlere pusu kurulmuş ve askerler öldürülmüş. Bunun bedeli olarak Hans Meyer komutasındaki askerler her bir askere karşılık on sivil öldürmüşler. Masum insanlar. Collini’nin babası da burada öldürülmüş.

Collini bunun intikamını almak için Hans Meyer'i öldürmüş. 

Collini aradan elli yıl geçtikten sonra öldürmesi ile ilgili olarak şunu söylüyor. Babasının ölümünün ardından dayısı ve yengesi ona bakmış. Dayısı ölmüş. Yengesi de öldükten sonra cinayeti işlemiş. Yani geride kimsesi kalmayınca.

Hans Meyer'in avukatı o dönem için sivillerin kurşuna dizilmesinin suç olmadığına ilişkin bilirkişi dinletiyor. Bilirkişinin dediğine göre sivilleri öldürmek şu şartlarda mümkünmüş:

-Kadınlar ve çocuklar asla öldürülemez.

-Öldürme gaddarca olmamalı.

-İşkence olmamalı.

-Saldırıların gerçek faillerini yakalamak için sahiden çalışılmalı.

-Kurşuna dizmeler sonrasında halka bildirilmeli. Böylece halktan diğer kişilerin başka saldırılar düzenlemesi engellenebilir.

Bu kapsamda Hans Meyer hakkında o dönem soruşturma açılmış. Şikayet eden Collini imiş. Ama zamanaşımından dava düşmüş.

Hans Meyer ceza alır mıydı almaz mıydı? Bilinemiyor.

Karar duruşmasında herkes sonucu merak ediyor tabii. 

Davanın düşmesine karar veriliyor. Çünkü Collini hücresinde kendi canına kıymış. 

*

Başka ülkelerin hukuk sistemlerine dair kitap okumayı severim. O yüzden bunu da sevdim.

Bu kitapta öğrendim ki Almanya'da bazı mahkemelerde hukukçu yargıçların yanı sıra hukukçu olmayan ve halk arasından seçilen fahri yargıçlar varmış. Görev süreleri boyunca diğer yargıçlar gibi yetkilere sahipmiş. "Böylece devleti temsil eden yargıçların yanı sıra halkı temsil eden kişilerin de karara doğrudan katılımı hedeflenir" sf.92. Bir çeşit jüri gibi anladım. Bu arada yargıç devleti temsil eder, diye bir şey doğru mu orada bilmiyorum. Ama burada -en azından teorik olarak- doğru değil. Yargıç karar mercidir ve herhangi bir kişiyi ya da devleti temsil edemez. Zira temsil etmek varsa orada yargıçtan beklenen tarafsızlık olamaz. 

Polislerin hukuk dışı iş yapmaları orada da var. Sanık, susma hakkını kullanmış. Polisler, tutukluyu hapishaneye götürdükleri araçta, yanında avukat yokken konuşmaya zorluyor. Senin avukatın bilmez,  genç avukatlar müvekkillerine çoğunlukla doğru olanı önermiyor, her şeyi daha da beter ediyorlar, diyorlar.

*




Kitabın filmi de var. 

İzlemedim. Merak etmiyorum. Kitap yeteri kadar uzattı hikayeyi. Cinayet sebebini öğrenmek için yerli yersiz bir sürü ayrıntıya maruz kaldım. Filmi izlemeye mecalim kalmadı. 

İNSANLARIN DÜNYASI

 


İNSANLARIN DÜNYASI

(La Terre des Hommes )

Antoine de Saint - Exupery

1943

Çeviri: Gülce Ekin Köse

Dokuz Yayıncılık

8.Baskı - Kasım 2020

192 sayfa


Küçük Prens'in yazarı. 

Bu kitap da sanki Küçük Prens'in prototipi. Çöle düşen pilot, tilki, coğrafyacı, umut...

Küçük Prens'teki masalsılık yok ama burada. Dümdüz. Gerçek. 

*

Pilotluğunun ilk zamanlarından itibaren anlatmaya başlıyor Fransız yazar. 

Kıdemli bir arkadaşı ona coğrafya öğretiyor. Ama bildiğimiz gibi değil. Nehirleri, dağları değil de örneğin uçarken zorluk çıkaracak bir ağacı, zorda kalırsa ona yardım edebilecek bir çifti anlatıyor.

Arkadaşlarının anılarına yer veriyor. Kimisi esir düşmüş, kimisinden haber alınamamış. 

Kendisi de bir gün kaza yapıyor. Marakeş, Fas, Bingazi, Trablus... uçarken bir gün kaza yapıp çöle düşüyor bir arkadaşıyla. Çölde mahsur kalıyorlar. Uçakta bir portakal buluyorlar. Onlar için ne kadar değerli oluyor.

Bir tilki fark ediyor çölde. Tilkiyi görmüyor ama izlerini, beslendiği ağacı, kaldığı kovuğu gözlemliyor.

Sık sık serap görüyorlar. Akıllarını yitirmek üzere oluyorlar. 

O süreçte anılarını düşünüyor. Kurtulduğunda da genel olarak hayat hakkında düşüncelerini, anılarını ve gözlemlerini yazıyor. 

Arapların Osmanlı’ya ihanetini konuşuruz ya. Fransızlara da ihanet etmişler, kişisel algılamayalım. Fransızlara yardım eden bir Mağripli varmış, hatta bu sayede Fransa’dan bağışlar, paralar almış. Bir gece Hıristiyanların Tanrısına hizmet ederek Müslümanların Tanrısına ihanet ettiğini düşünmüş ve yüzlerce Fransız subayı öldürmüş. 

Araplarla ilgili başka bir anısı: Fransız karakolunda Arap konuklar varmış. Karakola saldırı yapılmış. Arap konuklar gitmek yerine karakolu savunmuş. Tehlike geçince karakolu korumak için harcadıkları mermileri istemişler Fransızlardan. Yazara göre Fransızlardan aldıkları bu mermilerle yine Fransızlara saldıracaklar.

Kaldığı Arap coğrafyasında hiç ağaç, hiç ırmak görmeyen insanlarla karşılaşıyor. Bu insanlar ağaçların, ırmakların sadece cennette olacağını düşünüyorlarmış. Halbuki Fransa’da var. Yazar bunların Fransa'da olduğunu söyleyince kısa bir sorgulama anı geçiriyorlar. Fransızların Tanrısı ne kadar cömert, diye düşünüyorlar.

*

Ben çizmedim ama altını çizecek satır olsun isteyenleri tatmin edecek yorumları da var yazarın. Arka kapaktan aktarayım meraklısına:

"Bilinmeyen şeyler insanları korkuya itse de bir kez denendiğinde, o artık bilinmeyen olmaktan çıkacaktır. İnsanı kurtaran ise bir adım atmaktır. Sonra bir adım daha... Bir adım daha..."




ÇOCUK KALBİ

 


ÇOCUK KALBİ

(Cuore)

Edmondo de Amicis

1886

Çeviren: Meryem Mine Çilingiroğlu

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

20.Basım - Ocak 2022

321 sayfa


Ben çocukken okumuştum bu kitabı. Sonra o kitaba ne oldu bilmiyorum. Bin yıllar sonra bir kitapçıda bu kitaba rastlayınca, aklımda da iyi hatırası kaldığı için, yeğenime almak istedim. Alıp okumaya başladım. Bazı kısımlarını hatırladım. Ancak şimdiki okumamla fark ettim ki bu kitap o kadar da iyi değilmiş.

*

Kitap üçüncü sınıf öğrencisi Enrico'nun günlüğünden oluşuyor. Çalışkan ve iyi yürekli bir çocuk Enrico. Onun gözünden hayatını, arkadaşlarını, aileleri, eğitim sistemini... vb okuyoruz. Onun çocuk yorumlarına yer yer anne babasının Enrico'ya yazdığı mektuplar katılıyor. Aynı evde yaşıyorlar ama bilmiyorum neden, bir sebepten, anne ve babası zaman zaman Enrico'ya çeşitli öğütler ve uyarılar içeren mektuplar yazıyorlar.

Örneğin bazen okula gitmek istemeyen Enrico'ya babası mektup yazıyor. Yazdığı mektupta, dünyanın her yerinde sayısız çocuk okula gidiyor, siz bir askersiniz, defterleriniz silahlarınız, ödlek bir asker olma... gibi şeyler yazıyor. 

Kitabın yetişkin bir insan tarafından çocuklara ders vermek için yazıldığı çok açık. Üstelik bu yetişkin insanın asker kökenli olduğu için bu verdiği dersler de oldukça militanca. 

İtalyan olan yazar eski bir subay. Bu kitabı yazdığı dönem de İtalya'nın milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğu dönem olacak ki kitapta buna ilişkin mesajlara yer verilmiş. Bu mesajlarda küçücük çocukların vatan, millet, aile vb kutsal sayılan değerler için ölmeleri kahramanlaştırılmış ve bu ölümler adeta özendirilmiş. Bunun dönemin ruhu olduğunu sanıyorum.

*

Öğretmen öğrencilere belirli zamanlarda hikaye ödevi veriyor. Çocuklar, ödev konusu hikayeyi okuyup yazacaklar. İşte o hikayeler:

Savaşta kimsesiz bir çocuk askerlere yardım etmek için ağaca tırmanıp ileride ne gördüğünü askerlere söylüyormuş. Sonra düşman askerler ağaçtaki çocuğu görüp vurmuş. Çocuk ölmüş. Askerler çocuğu saygıyla tören yapıp gömmüş. 

Ya da

Askerler savaşta ateş altında kalıp bir eve sığınmışlar. Yüzbaşı, evdeki çocuğa yardım çağrısı içeren bir not verip ilerideki birliğe notu ulaştırmasını istemiş. Çocuk notu iletmiş, askerlere yardım gitmiş, askerler kurtulmuşlar. Ama çocuk yolda giderken düşman askeri tarafından yaralanmış, kaldırıldığı revirde bir bacağı kesilmiş. Yüzbaşı ona diyor ki, ben sıradan bir yüzbaşıyım, sen kahramansın.

Veyahut

Anneannesi ölmesin diye eve giren hırsızların önüne siper olup anneannesi yerine kendisi bıçaklanan çocuğun hikayesi.

En hafifi, en azından içinde ölüm yok, şu:

Bir İtalyan çocuk varmış.  Anne babası onu bir sirke satmış. Sirkte çocuğa cambazlık öğretmişler. Bu süreçte dövmüşler, aç bırakmışlar. Çocuk kaçmış ve bir gemiye binmiş. Gemide zengin adamlar onun perişan haline acıyıp ona biraz para vermiş. Fakat çocuk bu adamların İtalya hakkında kötü konuştuklarını duymuş. İtalya cahil doludur, kimse okuma yazma bilmez, dolandırıcısı boldur, hırsızlardır...  diye konuştuklarını duyunca paraları adamların suratına atmış, memleketimi hor görenlerin parasını istemem, demiş.

Okulda okudukları hikayeler bunlar. Hikayelerdeki anlatım şekli de çocukları böyle kahramanlıklara(!) özendirici nitelikte. Yani bunları okuyan çocuk, kendi kahramanca ölümünü düşleyecek. Yukarıda da dediğim gibi dönemin ruhu icabı vatan millet aşkını çocuklara bu şekilde vermeyi ummuş muhtemelen yazar ve diğer yetişkinler. Ancak bugün için bunlar bir çocuğa okutulası, anlatılası değil. 

*

Çocuk işçiler de var kitapta. Bu da normal karşılanıyor. Kitabın yazıldığı dönem itibariyle düşününce normal. Örneğin baca temizleyicisi çocuk var. Bu çocuk bir gün kazandığı paraları cebindeki delikten düşürmüş. Oturup ağlamaya başlamış. Bunu öğrenen öğrenciler ona para vermiş. 

Duvarcı çocuk var. Enrico'lara misafirliğe geliyor bir gün. Kanepeye oturuyor. Çocuğun kıyafetinde toz kireç vb var. Oturduğu kanepeden kalkınca Enrico kanepeyi silmeye yelteniyor, Enrico'nun babası engelliyor. Sonra açıklıyor baba, çocuğun önünde kalktığı kanepeyi temizlemek onu kanepeyi kirlettiği için azarlamak gibi olur, diyor. "Ayrıca onun üstündeki kir değil, çalışmak insanı kirletmez. Kıyafetinde işçinin emeğinin izi var. Küçük duvarcıyı işçi evladı olduğu için sev." Sf.61

Bu açıdan işçilerin önemine dair de mesajlar içeriyor kitap. Bu mesajları bazen çocuk işçiler ile bazen de işçi babaların emeği ve zor şartlarda çocuklarını okutmalarına duyulması gereken minnet üzerinden veriyor. 

Hem okula giden,  hem de dükkanda çalışan, bir yandan hasta annesine bakıp bir yandan da ödevlerini yapmaya çalışan bir çocuk var. Bu çocuk Enrico'ya diyor ki; ne mutlu sana, gezmeye vaktin var. Enrico, asıl sana ne mutlu, diyor, anne babana daha faydalısın.  Ah be yavrum! Anne babana faydalı olmak gibi bir görevin yok be çocuğum. 

*

Vatan, millet, aile, emek vb sevgisi aşılamaya çalışmakta sıkıntı yok aslında ama bunu yaparken çocukları değersizleştirmek mi lazım? Yani birtakım yüce değerler uğruna çocuğa ölümü göstermek ve aslında senin canının bir kıymeti yok demek doğru mu? 

Enrico bir gün annesinin kalbini kırmış. Babası diyor ki: "Annene nankörlük ettiğini görmektense yok olduğunu görmeyi tercih ederim.” Sf.34 

Gerçekten yavrucaklara ölümden başka kapı göstermiyorlar ve bunu bir erdem gibi gösteriyorlar. 

Enrico'nun babasını hiç sevmedim bu arada. Enerji emici, iyi duyguların katili bir adam. Bir gün kar yağmış. Çocuklar karda eğleniyorlar. Enrico'nun babası çocuklara diyor ki; karda soğukta kalan çocuklar var, onları düşünün. Yaaa bir yürü git, çocuğun neşesini kursağında bırakan keyif kaçırıcı ebeveyn. 

*

Bu kitap bir çocuk kitabı değil.

Tekrar ediyorum, çocuk kitabı değil.

İçinde çocuklar var ve bir çocuğun ağzından yazılmış, bu açıdan gayet şirin bir çocuk kitabı olabilirdi ama değil.

10 Kasım 2022 Perşembe

ZAMANIMIZIN BİR KAHRAMANI

 

ZAMANIMIZIN BİR KAHRAMANI

(Geroy Naşevo Vremeni)

Mihail Lermontov

1840

Çeviri:Ülkü Tamer

Can Yayınları

4.Basım - Nisan 2020

187 sayfa

Kitapta ve kitabın adında geçen "Zamanımızın Bir Kahramanı" aslında bir anti kahraman. Evet güçlü, özgüveni yüksek, istese dağları devirir ama istemiyor. Tercih etmiyor. Hayatı ciddiye alıyor mu almıyor mu anlayamadım. İlk bakışta gayet rahat, pervasız gibi gözüküyor ama o zaman niye bir günlük tutup hayatını sorgulama ve geride anılar bırakma ihtiyacı hissediyor?

*
Kitapta Peçorin adlı bir subayın günlüğüne yer veriliyor. Bu günlüğe ulaşmadan önce Peçorin'in namını okuyoruz. 

Bir köyde güzel bir at varmış. Atın sahibi Kazbiç. Ata sahip olmak isteyen Azamet, atı çalmaya karar veriyor. Bunun için Peçorin’den yardım istiyor. Peçorin, Azamet’in kız kardeşi Bela’ya aşık. Bela’yı kendisine getirmesi karşılığı atı çalıyor.

Peçorin, Bela’yı kaçırıyor. Kendisine aşık etmek için çok dil döküyor. Sonunda kız aşık oluyor.

Peçorin sonra sıkılıyor. Her şeyden sıkılıyormuş. Gidecekmiş, yolculuk etmek belki iyi gelirmiş.

İran’a gitmeye karar veriyor. Yolda bir handa Maksim Maksimiç (Yüzbaşı) ve yol arkadaşı (kitabın anlatıcısı) ile karşılaşıyor. Peçorin, anı defterlerini yüzbaşına vermiş, isterse o defterleri atabileceğini söylüyor. Anlatıcı yazar, defterleri alıyor ve yazdığı kitaba ekliyor, Peçorin’in öldüğünü öğrendiği zaman.

Şimdi Peçorin'i ve hayatının bir kısmını kendi günlüğünden, kendi kaleminden öğreniyoruz:

Bir prenses kız var. Meri. Peçorin’in arkadaşı doktor, prensesi beğeniyor. Peçorin de prensesi beğeniyor.

Peçorin aşık olmadığı halde genç prensesin aşkı için çabalıyor. O arada eski aşkı Vera ile karşılaşıyor. Vera evlenmiş. Ama Peçorin'i unutamamış. Bunu Peçorin'e itiraf etmekten çekinmiyor. Hatta kocasına da söylüyor. Kocası onu terk ediyor. Peçorin ise... Zaten hiç onun olmamıştı. 

Peçorin ile prenses Meri'nin evleneceklerine dair söylentiler çıkıyor. Ama Peçorin evlenmek istemiyor: 

“Bir kadını ne kadar seversem seveyim, kendisiyle evlenmek zorunda olduğumu bana hissettirirse ne aşk kalır ne bir şey! Yüreğim taş kesilir ve hiçbir şey onu eski sıcaklığına getiremez. Bu fedakarlığın dışında her fedakarlık istenebilir benden.” Sf.147

Evlilik korkusunu örümceklerden, hamamböceklerinden, farelerden neden korktuklarını bilmeyen insanlara benzetiyor. 

Ama sonra anlaşılıyor Peçorin'in korkusunun sebebi. Küçükken annesi fal baktırmış. Falcı, oğlunun kötü bir evlilik sonucu öleceğini söylemiş. Bunu duyan küçük Peçorin'in büyüyünce evlilikten korkması anlaşılabilir bir durum. 

*

Kadınları genel olarak seviyor Peçorin. Ama sorun da tam olarak bu zaten. Genel olarak seviyor, özel olarak değil. Bir kadına özel bir duygu beslese bile bu daimi olmuyor. Sürdürülebilir bir ilgi ve sevgisi yok. Bu yüzden kadınları çok üzüyor ve bunun farkında:

“Benim hayatta tek işim başkalarının umutlarını yıkmaktan mı ibaret?” diye soruyor kendi kendine.
 
“Yaşamaya, hareket etmeye başladığımdan beri kader beni başkalarının dramlarının sonuna yetiştiriyordu, sanki kimse bensiz ölemezmiş ya da acı çekemezmiş gibi!” Sf.132

Kadınları seviyor sevmesine ama kadınların bir iyilik meleği olduğunu da düşünmüyor. Kadınların kendilerini böyle görmelerini de eleştiriyor:

“Şairler şiir yazalı, kadınlar da onları okuduğundan beri (bunun için de kadınlara içten bir teşekkür borçluyuz) melek olarak nitelendirilmeye öylesine alıştılar ki, aynı şairlerin Neron’u bile para uğruna yarı tanrı katına çıkardıklarını unutarak büyük bir safiyetle kendileri de inandılar melekliklerine.” Sf.140

*
Erkekleri de kızdırıyor Peçorin. Onu düelloya çağırıyorlar. Düelloyu kazanıyor. Ardından başka yere görevlendirmesi çıkıyor.

Kaderi ve kaderciliği sorgulamasıyla bitiyor kitap.

*

Yazarın kendisi de genç yaşta bir düello sonucu ölmüş. Kitapta onun hayatından izler olduğu söyleniyor. 


19 Ekim 2022 Çarşamba

AZINLIĞIN ZENGİNLİĞİ HEPİMİZİN ÇIKARINA MIDIR?

 


AZINLIĞIN ZENGİNLİĞİ HEPİMİZİN ÇIKARINA MIDIR?

(Does the Richness of the Few Benefit Us All?)

Zygmunt Bauman

2013

İngilizceden Çeviren: Hakan Keser

Ayrıntı Yayınları

6.Basım - 2022

80 sayfa

Azınlığın zenginliği hepimizin çıkarına mıdır? Cevap veriyorum: Hayır. Elbette hayır. Niye olsun ki? Sanki zengin azınlık, fakir çoğunlukların hayrına bir şey mi yapıyor? Ya da yapmak zorunda mı ki? 

Tabii bu konuda benim verdiğim cevapların bir önemi yok. Bauman ne demiş, ona bakalım?

"Zenginlerin daha da zenginleşmesinin, varlık ve gelir hiyerarşisinde aşağıda kalanlar şöyle dursun, sıralamada kendilerinden hemen sonra gelenlere bile faydası yoktur." sf.39

*

Öncelikle kitapta rakamlarla bir tablo anlatılmaya çalışılmış. Anlayana...

"...Dünyanın hiçbir yerinde yaşam standardı en fakir bölgedekinin iki katından daha yüksek değildi. Günümüzde ise, en zengin ülke olan Katar'da kişi başına düşen gelir en fakir ülke olan Zimbabve'dekinin 428 katıdır." sf.10

"Uluslararası Çalışma Örgütü 3 milyar kişinin günlük 2 ABD Doları olarak belirlenen yoksulluk sınırının altında yaşadığını belirtmektedir." sf.14

"Dünya nüfusunun en zengin yüzde 20'si üretilen malların yüzde 90'ını tüketirken, en yoksul yüzde 20'lik kesimde bu oran yüzde 1'dir." sf.15

"Dünyanın en zengin 20 insanın en yoksul bir milyar insanla eşit kaynaklara sahip olduğu tahmin ediliyor." sf.15

"Dünyanın sadece en zengin on kişisinin varlığı 2,7 trilyon dolara ulaşarak büyüklükte dünya beşincisi Fransız ekonomisini neredeyse yakaladı." sf.37 (2012 yılı için)

*

Para parayı çeker, diye bir laf biliriz. Doğru.

"...Çok zengin olanlar varlıklarına varlık katarken; fakirler, özellikle de çok fakir olanlar daha da fakirleşiyor. (...) Dahası, insanlar sadece zengin oldukları için zenginleşiyorlar. Fakir olanlar sadece fakir oldukları için fakirleşiyorlar." sf.16

*

Eskiden okuyup çalışmanın başarı getireceğine inanılırdı, gerçekten de okuyup çalışan güzel bir yere gelebilirdi. Ama artık pek de öyle değil. Hatta aslında eskiden de çok öyle değilmiş.

"1979 yılında Carnegie'de yapılan bir çalışma çocukların geleceklerinin kendi akılları, yetenekleri, çabaları ya da hırslarıyla değil, büyük ölçüde sosyal çevreleriyle, doğdukları coğrafi konumla ve ailelerinin toplumdaki yeriyle belirlendiğini açıkça gözler önüne sermiştir." sf.16 

Bu konuyu anlatan bir kitap olarak 

Bkz: Outliers - Çizginin Dışındakiler

*

Önceden zengin ve fakir en azından aynı okula, aynı hastaneye gidebilir, birbirlerini tanıma, birbirleriyle arkadaş olma imkanı bulabilirdi. Ancak artık bu iki sınıf arasında adeta bir sınır var. Özel okullarla, özel hastanelerle ve özel olan çeşitli başka ayırımlarla zengin ve fakir hiç bir araya gelemiyor bile. Böylece insanlar birbirinden uzaklaşıyor. Birbirlerini tanımıyor. Tanımadıkça birbirleri hakkında ön yargı geliştirmeye başlıyor. 

"İnsanlar coğrafi olarak polarize oldukça, birbirlerini daha az tanıyıp daha çok kuruntu yapıyorlar." sf.19

*

Eşitsizliğe neden katlanıyoruz?

Bu soruyu yanıtlarken  insanların düşünme alışkanlıklarına yer veriyor yazar.

"Yaşadığımız toplumun ideolojisinin büyük bölümünde yanlışlıklar olabileceğini fark etmenin insanları hayrete düşürebileceği" sf.23 ihtimalinden bahsediyor. Yani biz eşitsizlikleri normal bulduğumuz için eşitsizlikler var, diyor.

"Tıpkı kölelik zamanında çiftlik sahibi ailelerin kölelere sahip olmayı doğal gördüğü gibi ya da tıpkı kadınlara eskiden oy hakkı verilmemesinin doğanın bir kanunu olarak görüldüğü gibi günümüzdeki çok  büyük eşitsizliklerin çoğu da normalliğin fotoğrafı içinde kendine yer buluyor." sf.58

"Dünyamızın, doğası gereği rekabetçi ekonomik bölümlere ayrılması gerektiği iddiası inandırıcı değildir. Rekabetçi ekonomilerin ortaya çıkmasının nedeni bizim onları böyle şekillendirmeye karar vermemizdir." sf.29

"Savaş kesinlikle kaçınılmaz değildir. Savaş istersek savaşı seçebiliriz; fakat aynı şekilde, barış istersek de barışı seçebiliriz. Canımız rekabet etmek istiyorsa, rekabeti seçebiliriz; ancak onun yerine dostça bir işbirliğini de tercih edebiliriz."sf.30

Yani klişe olacak ama bakış açını değiştir, dünya değişsin. Çünkü

"Sorunlar daha en başta onlara yol açan düşünce modeliyle çözülemez." sf.56

*

Kişiler arasındaki zenginlik-fakirlik ayrımının daha net gözüktüğü bir alan olarak artan tüketime de değiniyor yazar. Bunun için reklamların nasıl kullanıldığını anlatıyor.

"Reklamlar daha fazlasını istememiz için yem olarak kullanılıyor; açgözlülük hepimize altın tepside sunuluyor." sf.25

"Tüketicilere yönelik teknoloji ürünleri insanların narsisizmini tatmin etme yemiyle müşterilerini yakalar." sf.45

"Tüketici piyasalarının sömürüye açtığı en son alan sevgi değil, narsisizmdir." sf.46

"Farklı zamanlarda farklı nesnelere sahip olmak veya olmamak, sırasıyla en yoğun şekilde arzu edilen ve en yoğun şekilde içerlenen durumdur." sf.49

Bu kapsamda alışveriş merkezlerini de hac görevini yerine getirdiğimiz ibadethaneler, alışveriş listelerini de dua kitabına benzeterek anlatıyor. 

*

CEO'larla ilgili çok ilginç bir şey öğrendim. Çok para kazandıklarını zaten biliyorduk da zannettiğimiz kadar çok değilmiş kazandıkları para. Daha da çokmuş.

"...Yönetmeleri için kendilerine teslim edilen şirketleri zafere de taşısalar, felakete de sürükleseler en doğal haklarıymış gibi dudak uçuklatacak maaşlar bekler oldular." sf.40

"Kalantor yöneticiler şirketten ayrılmaları durumunda milyonlar değerinde tazminat almaktadır. Çoğu durumda, şirket finansal hedeflerini tutturmasa da ve hatta zararda bile olsa bu tazminatlar ödenmektedir... Örneğin The Walt Disney'in eski başkanı Michael Ovitz'e ödenen 140 milyon dolar değerindeki tazminat Disney'in toplam yıllık net gelirinin yaklaşık yüzde 10'uydu." sf.41

Üstelik bu yöneticilerin sözleşmeleri gereği iyi performans sergilemek zorunlulukları da yokmuş.  

*

Gidişatın nasıl olabileceği ile ilgili birbirine ters çeşitli görüşler var. Örneğin bir görüşe göre;

"Her şey olduğu gibi kalırsa, değişim için neredeyse hiç umut ve ihtimal yok... Gerçekçi bir açıdan bakacak olursak, eşitsizlikler sürecek ve ulus devletler bunları meşrulaştırmaya devam edecek gibi görünüyor." sf.38

Diğer bir görüşe göre;

"Ekonomi sorununun, ait olduğu arka sıralardaki yerini alacağı, insan kalbinin ve aklının yaşam, insan ilişkileri, yaratılış, davranış ve din gibi gerçek sorunlarla (tekrar) meşgul olacağı gün çok uzak değil." sf.35

Yazara göre;

"Hırsın faydası yoktur. Kimsenin hırsından kimseye fayda gelmez." sf.74 

Bunu anlamalı ve kabul etmeliyiz, diyerek bitiriyor.

14 Ekim 2022 Cuma

DÜNYAYI ÇOCUKLAR KURTARACAK

 


DÜNYAYI ÇOCUKLAR KURTARACAK

Feyza Hepçilingirler

Sia Kitap

1.Basım - Kasım 2021

93 sayfa


Yeğenim için aldım bu kitabı. Kendisi henüz altı aylık. Büyüyünce okur. Ya da okumaz, kendi bilir. Birkaç çocuk kitabı görsün, isterse okusun istemezse okumasın. 

*

Kitapta bir grup çocuk ormanda dolaşırken içlerinden en bilgilisinin doğaya dair verdiği bilgilerle aydınlanıyorlar. Gerçi bu bilge çocuğun verdiği bilgiler pek iç açıcı değil, hatta adeta felaket tellallığı yaptığı. Yazar sanırım çocuklara bir çırpıda bir dolu şey anlatmaya, onları gelecekteki felaketlere karşı uyarmaya çalışmış ki buna elbette bir şey diyemeyiz. Yazdıkları yalan değil. Sadece ben çocuklara üzücü bilgiler vermeyi doğru bulmuyorum. Benim gönlümden geçen çocukların böyle şeyleri bilmemesi. Büyüyünce nasıl olsa öğrenirler. Neden şimdiden, en neşeli, keyifli olmaları beklenen dönemde bunları öğrenip neşeleri, keyifleri sönsün ki? Neden çocukların neşesini söndürüyoruz? Şurada neşeli oldukları zaten kaç yıl oluyor? Sonra zaten zamanla klasik hayat mesgalelerine dalıp üzülüyorlar? Bari hayatlarının ilk beş on yılı mutlu geçsin. Bu uğurda gerekirse dünyadan haberleri olmasın. 

*

Kitapta Orkun'un arkadaşı Buğra'nın Amerika’dan kuzenleri gelmiş: Aras ve Diyar. Anneleri Türk, babaları Amerikan.

Aras çok akıllı, araştırmacı bir çocuk. Teyzesi salatanın içinden salyangoz çıkma anısını iğrenerek anlatırken Aras ona bunun iyi bir şey olduğunu söylüyor. Çünkü demek ki o salatada zehirli tarım ilacı yok. Çünkü zehirli tarım ilacı olan sebzelerde salyangoz olmaz. 

Aras'ın her iki lafından biri bu tarz bilgilerle dolu. Hava sıcak diyorsun, Aras diyor ki çünkü iklim krizi. Sebebi biz insanlar. Buzullar eriyecek, sel felaketleri yaşanacak, temiz su kaynakları yok olacak, kıtlık yaşanacak, göçler olacak.

Ormanda dolaşırlarken mangalcıların dumanını görüyorlar. Oradan konuyu orman yangınlarına getiriyor. 

Denizden konu açılıyor, denizlerin kirletilmesinden bahsediyor. Tam da o esnada denize kirli su akıtan bir boru görüyorlar. Boruyu takip edip fabrikayı buluyorlar. Fabrika sahibi ile konuşuyorlar. Adam onlara atık su borusunu tamir ettireceğini söylüyor. Çocuklar inanmış görünerek oradan gidiyorlar ama çok da inanmış değiller.

Giderken bir orman yangınının içinde kalıyorlar. Kaçıp kurtuluyorlar, yangın söndürülüyor.

Ailelerine anlatıyorlar yaşadıklarını. Aileler, atık su fabrikası ile yakından ilgileneceklerini, dava edeceklerini söylüyor.

*

Kitapta verilen mesajlar teorik olarak doğru. Aras felaket tellallığı yapmakta haksız değil. Söyledikleri yalan değil çünkü. Bu açıdan kendisi Greta Thunberg

Yavrum Orkun da ona özeniyor. Onun kadar bilgili olmak, yetişkinlerin ilgisini ve takdirini kazanmak istiyor. 

Buğra daha rahat, daha gevşek bir çocuk. 

Diyar da ağabeyi ile aynı yolda. Aras, "bilim adamı" deyince Diyar onu hemen düzeltiyor, "bilim insanı" denmeli diye. 

Aras ve Diyar, Amerika'da doğup büyüdükleri için Türkçeye çok hakim değiller. Orkun ve Buğra zaman zaman deyim kullandıklarında anlamayabiliyorlar. Kitap bu açıdan küçük bir deyimler sözlüğü niteliği de barındırıyor. 


VAHŞETİN ÇAĞRISI

 


VAHŞETİN ÇAĞRISI

(The Call of the Wild)

Jack London

1903

Çeviri:Aylin Yıldız

Halk Kitabevi

1.Basım 2021

104 sayfa


Geçenlerde Büyükada'da duruşmam vardı. Adalar Adliyesi küçük, şirin, yeşillikler içinde, huzur veren bir adliye. İşim bitince dedim ki; ne gideceğim eve, kalırım ben otelde. Kaldığım oteldeki kitaplıkta bu kitabı gördüm. Resepsiyondan rica ettim, okuyup ertesi sabah getirmek için. Hediye etmeyi teklif ettiler sağ olsunlar ama bir günde bitiririm, burada kalsın, belki başkası da okumak ister, dedim. Gerçekten de otelden çıkacağım zaman bitirmiştim kitabı. 

*

Bir köpeğin dünyasından anlatılıyor hikaye ve bu açıdan Beyaz Diş'i anımsattı bana. 

Bkz: Beyaz Diş

*

Köpeğin adı Buck. Halinden memnun olarak yaşarken bir gün evden kaçırılıyor. Kaçıran insanlar tarafından dövülüyor. Türlü şiddete uğruyor.

Altın madenlerinin ortaya çıktığı dönemler. Köpekler de bu madenlere gidecek insanların kızaklarını çekmeleri için kullanılıyor. Buck da güçlü kuvvetli bir köpek olarak değerli görülüp kızağa sürülüyor. Diğer köpeklerle birlikte kızak çekiyor. Diğer köpekler vahşi. Buck da hayatta kalmak için vahşileşmek gerektiğini öğreniyor. Önceden medeni dünyadaydı. Ama şimdi yeri gelince yemek hırsızlığı yapan, elinde sopa olana itaat eden bir hayvana dönüşüyor.

Köpeklerden Spitz ile liderlik savaşına giriyor. Spitz ölüyor, Buck yeni lider oluyor.

*

Buck ve diğer köpekler ile kızağı satıyorlar. İş bilmez iki adam ve bir kadın alıyor köpekleri. Köpeklerin beslenmesini iyi sağlayamıyorlar, kendilerini de iyi organize edemiyorlar. Kadın başlarda köpeklere şiddet uygulanmasına üzülüp karşı çıkarken çetin koşullar nedeniyle artık üzülmez hale geliyor. Karı koca ve erkek kardeş arasında gerginlikler yaşanıyor. Köpekler yoruluyor, dinlenemiyor.

Buck yaralanıyor. Onu Thornton adlı bir adam kurtarıyor. Thornton köpeklere herkesten daha farklı davranıyor. Onları seviyor, onlarla tatlı tatlı konuşuyor. Buck bu sevgiye fazlasıyla karşılık veriyor. Adeta Thornton için canını verecek kadar. Ki nitekim onu birkaç defa ölümden kurtarıyor. Bir kere de zengin olmasını sağlıyor. Çok ağır bir kızağı yerinden oynatıp oynatamayacağı konusunda girilen bahiste Buck kazanıyor, sahibinin de kazanmasını sağlıyor.

Thornton da altın madenine doğru gidenlerden. Ancak yolda yerliler oklarıyla Thornton’u öldürüyor. Buck kurtuluyor.

Bir başına ilerlerken kurt sürüsüyle karşılaşıyor. Kurtlar onu kabulleniyor. Hatta onların lideri oluyor. Yerlilerin de “hayalet köpek” dedikleri korkulu rüyalarına dönüşüyor.

*

Canım köpecik.

Nasıl da yeni yaşam koşullarına hemen uyum sağlıyor. İyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı biliyor. Fakat mesele hayatta kalmaksa gerisi teferruattır diye düşünüyor. Eli sopalı insanlara, vahşi köpeklere karşı stratejik davranıyor. Neticede kazanan kendisi oluyor. 

*

Bu arada zamanında altın madenleri ne canlar yakmış. İnsanlar ne sefilliklere sürüklenmişler bu uğurda. Bu konu ile ilgili benim okuduğum kitap;

Bkz: Altın Volkanı

ÇOCUK YASASI

 

ÇOCUK YASASI

(The Children Act)

Ian McEwan

Çeviren: Roza Hakmen

Yapı Kredi Yayınları

13.Baskı - Şubat 2022

148 sayfa


İngiliz bir Aile Mahkemesi hakiminin ele aldığı davalar,  verdiği kararlar ve bu kararlara giden yoldaki düşünceleri anlatılıyor. Bu esnada kendi özel hayatına dair de kısımlar yer alıyor. 

Dava konuları ilginç. Örneğin;

Yahudi Haredi cemaati üyesi anne ile babanın iki kız çocuğu var. İçinde yer aldıkları cemaate uygun olarak dinin ön planda olduğu bir hayatları var. Eğitime önem verilmiyor. Kız erkek ayrı okullara gidiyor. İnternet, tv, moda kıyafetler yasak. Ama anne cemaatten uzaklaşmış, inançlarına aykırı şekilde üniversite mezunu olup ilkokul öğretmeni olmuş. İki kızlarını da okutup meslek edinmelerini istiyor. Baba karşı çıkıyor. Bu konu mahkemeye taşınmış. “Mahkemeler çocuğun menfaatini göz önüne alarak anne babanın dini ilkelerine aykırı müdahalede bulunmaktan kaçınmalıydı. Bazense buna mecburdular. Ama ne zaman?” Sf.19

“Dini inançlar ya da dinbilimsel görüş ayrılıkları konusunda karar vermek laik mahkemenin işi değildi. Her din yasal ve toplumsal açıdan kabul edilebilir ve ahlaka aykırı ya da toplum açısından rahatsız edici olmadığı sürece saygıyı hak ediyordu.” Sf.19

Burada hakim çocukların eğitim almasından yana karar veriyor. Çocuk Yasasına göre bir mahkeme bir çocuğun yetiştirilmesiyle ilgili herhangi bir hususta karar verirken öncelikle çocuğun refahını dikkate alacaktır. Bu madde bizde de var. "Çocuğun üstün yararı ilkesi" diye geçer.

*

Bir başka ilginç dava olarak; yapışık ikiz bebek davası. 

Yapışık ikiz bebekler Mark ve Matthew. Matthew zor durumda, ölebilir, ölürse diğer bebeğin de ölümüne sebep olur. O yüzden iyi durumdaki bebek Mark'ı yaşatıp diğerini öldürmeyi tavsiye ediyor doktorlar. Aile sofu Katolik ve bu işleme izin vermiyor. Canı Tanrı verir Tanrı alır inançları nedeniyle bunu cinayet olarak görüp onaylamıyor. Olay mahkemeye taşınıyor. Hakim, işleme onay veriyor. 

Mahkeme kararında deniyor ki: “Ameliyatın amacı Matthew’u öldürmek değil, Mark’ı kurtarmaktı. Matthew müthiş çaresizliğiyle Mark’ı öldürmekteydi; doktorların Mark’ın yardımına koşup ölümcül tehdidi ortadan kaldırmalarına izin verilmeliydi. Matthew ayrılığın ardından, kasten öldürüldüğü için değil, kendi başına gelişimini sürdürmesi mümkün olmadığı için ölecekti.” Sf. 27

*

Kitapta hakimi sonucu itibariyle en etkileyen dava şu oluyor;

Yehova şahidi kanserli bir hasta, on yedi yaşında, kan nakli lazım, anne baba izin vermiyor dinlerine aykırı diye. Hastane anne babanın arzusu hilafına hareket etmeyi yasallaştıracak mahkeme kararına ihtiyaç duyuyor. 

Acil duruşma listesine alınıyor bu iş. Tebligat yapılıyor. Hastaneye talimat veriliyor ebeveyni bilgilendirsin diye. Oğlana vasi tayin ediliyor. Hastaneden yazılı ifadelerini vermeleri isteniyor. Görevli onkolog tanık ifadesi ibraz ediyor. Duruşmada çocuğun anne babası dünlerini açıklıyor, ailenin avukatı çocuğun kendisinin de tedaviyi reddettiğini, aklı başında zeki bir çocuk olarak onu nelerin beklediğini bildiğini vb anlatıyor. Doktor tedavi için kan vermenin gerekliliğini anlatıyor. Hakim hepsini dinledikten sonra bir de çocuğu dinlemeye karar veriyor. Hastaneye gidiyor. Çocuk gerçekten de akıllı, zeki, yetenekli bir çocuk. Kan nakli yapılmasını istemiyor. Dinine bağlı. Bunun sonuçlarını da bildiğini söylüyor. Dini uğruna ölümü göze almış. 

Hakim, kararını açıklıyor ve kan nakli yapılmasına karar veriyor. Çocuğu dininden ve hatta kendinden bile korumak gerek, diyor. Çocuk her ne kadar aklı başında olsa da dini hakkındaki görüşleri anne babasının görüşleri, başka fikirleri tanımamış, diyerek kan nakline onay verip çocuğun yaşamasını sağlıyor. 

*

Yani tüm davalarda bir noktada din unsuru var. Din nedeniyle hayatı çekilmez ve hatta yaşanmaz kılma anlayışı hakim. Benim kanaatim; yaşam hakkının en birincil hak olduğu ve hiçbir dini inancın bundan üstün olamayacağı. Yani bir yanda yaşam, diğer yanda din varsa, bence karar tartışmaya kapalı şekilde yaşamdan yana olmalı. Dine saygı adı altında doktorlar iş yapamaz ve mahkemeler de başka işle uğraşamaz hale gelmiş gördüğüm kadarıyla. Bu konuda bir yakınması olan İngiliz hakimin kitabını da okumuştum. 

Bkz: Mahkemelerin Yükselişi

O kitapta hakim, siyasi mekanizmanın yargı kararları nedeniyle işleyemez hale geldiğinden yakınıyordu. 

*

Son vaka ile ilgili olarak; kan nakli sayesinde hayatta kalan çocuk, hakim kadına hayran kalıyor. Onun sayesinde hayatta olduğunu düşünüyor ve dinine sırt çeviriyor. Hakimi takip ediyor ve bir gün karşısına çıkıyor. Hakim mesafesini korumaya çalışıyor ama yanlışlıkla öpüşüyorlar. 

Bir zaman sonra haber geliyor. Çocuk yine hasta olmuş, kan nakli gerekmiş, reddetmiş çocuk. Artık 18’ini geçtiği için de kimse karışamamış. Ölmüş.

*

Buraya kadar davalarda verdiği kararlarda ve gerekçelerinde iyi hoş iken bir laf ediyor hakim, orada tadımı kaçırıyor. Ele aldığı bir davada Faslı bir baba kızını kaçırmış. Hakim, babanın avukatına diyor ki: "Müvekkiliniz adına yüzünüzün kızarmasını beklerdim.” Sf.44 

Ne alaka? 

Bizim hakimler bunu demiyor en azından.

*

Tüm bu süreçte hakimimiz Fiona'nın kocası ile sorunları var. 

Karı koca altmış yaşındalar. Adam karısına başka bir kadınla yatmak istediğini, son bir kez tutku heyecan istediğini ama karısını sevdiğini ve boşanmak istemediğini söylüyor. Kadın kabul etmiyor. Herif de sanki normal bir şey teklif ediyormuş gibi anlayış bekliyor. Kadın da tekmeyi basmıyor. Sadece olmaz diyor. En son ne zaman seviştik, diye soruyor kadına ve kadını suçlayıcı bir tonda konuşuyor. Sen bendan uzaklaştın, senin kusurun... diye kadını eleştiriyor. Kadın da kıçına tekmeyi basmıyor. Kadının düşündüğü onsuz kirayı nasıl öderim, meslektaşlar arkamdan konuşur… Yapma yavrum yaaaa.

Kitabın sonunda ise öğreniyoruz ki kocası ile barışmış. Sessiz bir barışma oluyor. Kocası eve geliyor, pişman olmuşmuş, karısının nasıl değerini bilmezmişmiş...

Fiona kocasını affetmiş bir şekilde evlilikleri kaldığı yerden devam ederken çocuğun ölümü ile kendi sorumluluğunu düşünürken bitiyor roman.

*

Başka ülkelerin hukuk sistemlerini az çok tanımayı sağlayan bu tarz kitapları severim. Bunun gibi bir başkası için bkz: Kraliçenin Avukatı

Kitapta İngiliz bir avukatın anıları yer alıyor. 

*


Filmi de var kitabın. 

İzledim. Beğendim. Kitapla uyumlu gayet. 

Kitabın artısı şu ki; dava süreçleri daha ayrıntılı. Özellikle hakimin verdiği kararların gerekçelerini uzun uzun okumak benim için keyifli oldu. Filmde o kadar ayrıntısı verilmiyor doğal olarak. 

2 Ekim 2022 Pazar

İNSAN NE İLE YAŞAR

 


İNSAN NE İLE YAŞAR

(What Men Live by And Other Tales)

Lev Nikolayeviç Tolstoy

1885

Çeviri: Begüm Konya

Yakamoz Kitap

1.Baskı - 2020

176 sayfa


İnsan ne ile yaşar?

Cevap veriyorum: Sevgi ile.

Kitapta sorunun cevabı bu, kısa yoldan cevap isteyenleri yormayayım dedim. 

Yorulmak isteyen buyursun.

*

Dört tane hikaye var kitapta:

1- İNSAN NE İLE YAŞAR

2- ÜÇ SORU

3- İNSAN NE KADAR TOPRAĞA İHTİYAÇ DUYAR

4- EFENDİ İLE UŞAĞI



İNSAN NE İLE YAŞAR

Ayakkabıcı Simon zar zor geçinen bir zanaatkar. Kendisine borçlu olanların kapısını çalıp alacaklarını tahsil etmek istiyor. Ama kimse veremiyor. Simon o paraları alıp kendisi ve eşine koyun postumdan kaban almak istiyor. Çünkü mevcut kabanları çok eskidi. Ama hiçbir alacağını alamıyor, eli boş kalıyor.

Yolda çıplak bir adam görüyor. Ölü sanıp üstüne kalır diye görmezden geliyor ve yoluna devam ediyor. Ölü sandığı adamın kendisinin peşinden geldiğini sanıp kaçıyor. Sonra kaçtığına utanıyor, zengin miyim de hırsızdan kaçayım diyip adama yardım etmeye karar veriyor.

Adama kendi ceketini verip eve getiriyor. Karısı kızıyor. Zaten yiyecek bir lokma yiyecek ya var ya yok, onu da bir yabancıyla paylaşmak istemiyor kadın. Kocası Tanrı sevgisinden dem vuruyor. Adamın zararsız hali de kadını da yumuşatıyor. Adama yemek veriyorlar. O ana kadar başını bile kaldırmamış olan Michael, kadına gülümsüyor. 

Yabancı adam, kendisi hakkında bir şey anlatmıyor. “Tanrı beni cezalandırdı.” diyor sadece. Adama yatacak yer veriyorlar. Kadıncağız “Biz herkese yardım ediyoruz, neden kimse bize yardım etmiyor?” diye üzülüyor.

*

Yabancının adı Michael. Simon, ona ayakkabıcılık öğretiyor. Michael o kadar başarılı oluyor ki Simon'un ayakkabı dükkanı ünleniyor.

Bir gün zengin bir adam geliyor dükkana. Elinde pahalı bir deri var. Simon ve Michael’dan bu deriyle bir yıl boyunca bozulmadan duracak bir çizme yapmalarını istiyor. Sert ve kaba davranıyor konuşurken. Buna rağmen Michael, bu kaba adama gülümsüyor. 

Michael, adamın getirdiği kıymetli deriden çizme yapmak yerine terlik yapıyor. Simon şok. Sonra zengin adamın hizmetçisi geliyor. Adamın öldüğünü haber veriyor. Adamın karısı da çizme siparişini iptal ediyor, o deriden terlik yapılmasını istiyor.  Tam da Michael’in hissedip zaten yaptığı gibi.

Başka bir gün bir kadın ve yanında iki kız çocuğu geliyor. Kızlardan biri topal. Anneleri ve babaları ölmüş çocukların, anne ölürken yanlışlıkla çocuğun ayağını ezmiş. Yanlarındaki kadın kızları evlat edinmiş. Onların bu hikayesini dinleyince Michael gülümsüyor. Böylece hayatında üç defa gülümsemiş oluyor:

1- Simon’un karısı yemek verince

2- Pahalı seri getiren zengin adama

3- İkizlerin yanındaki kadına

Simon neden sadece üç kez güldüğünü soruyor:

Michael anlatıyor: "Ben bir melektim. Tanrı beni ona karşı geldiğim için cezalandırdı. Bir kadının canını almamı istedi. Kadının ikiz bebekleri vardı, canını alamadım. Ama Tanrı kadının canını almamı ve üç gerçeği öğrenmemi istedi:

1- İnsanın içinde yaşayan nedir?

2- İnsana verilmemiş olan nedir?

3- İnsan ne ile yaşar?

Bunları öğren, tekrar cennete alınacaksın."

Bunların cevaplarını öğrenmiş Michael. Öğrendiğine göre;

1- İnsanın içinde yaşayan şey sevgi. Bunu Simon’un karısı yemek verince anlıyor. Başta kızmıştı kadın ama kocası ona Tanrı sevgisinden bahsedince kadın yumuşamıştı.

2- İnsana neye ihtiyacının olduğu bilgisi verilmemişti. Zengin adam bir yıl için yetecek ayakkabı yaptırıyordu ama akşama ölecekti, bilmiyordu. 

3- İnsan sevgiyle yaşar. Bunu da anneleri ölen ikizlere bakan kadını görünce anlıyor.

“Ayrıca öğrendim ki Tanrı, insanların birbirlerinden ayrı yaşamasını istemiyor. Bu yüzdendir ki insanlara doğrudan neye ihtiyaçları olduğunu söylemiyor. Onların birlikte yaşanmasını sağlayarak, birbirlerinin neye ihtiyacı olduğunu bilmelerini sağlıyor.” Sf.47

Artık gitme vaktinin geldiğini söylüyor Michael. Melek kanatlarıyla yükseliyor. 

Simon gözlerini açıyor, kulübe eski halinde ve yalnız.



ÜÇ SORU

Kralın cevaplarını çok merak ettiği sorular var:

1- Bir iş için en önemli an nedir?

2- En gereken insanlar kimlerdir? 

3- Yapılması gereken en önemli şey nedir?

Cevaplarını da hemen vereyim:

1- En önemli an şimdi. Çünkü gücün bizde olduğu tek an, içinde bulunulan o an.

2- En gerekli kişi o an kiminleysek o, çünkü kimse bir daha başka biriyle görüşüp görüşemeyeceğini bilemez.

3- En önemli iş iyilik yapmaktır, insanın dünyaya geliş amacı budur.

Bu cevaplara ulaşma süreci şöyle;

Kral önce bu soruları bilgelere sormuş, herkes farklı cevap vermiş. Sonra bir keşişe gitmiş. Keşiş toprağı kazıyormuş, kral ona yardım etmiş, zaman akıp gitmiş.

Yaralı bir adam gelmiş, kral ve keşiş onu iyileştirmişler. Yaralı adam af dilemiş kraldan, meğer onu öldürmek için gelmiş ama kralın muhafızları onu vurup yaralamış, ama kral kendisine yardım edince pişman olmuş ve artık onun dostu olmak istiyormuş. 

Keşiş krala diyor ki; benimle toprak kazdın, bana yardım ettin. Böylece seni öldürecek olan adam öldüremedi. En önemli an benimle toprak kazarkenki anındı, sonra yaralı adama baktığın andı. Yani önemli an şimdidir, içinde bulunduğun andır. En gerekli kişi de benimle toprak kazdığın sırada bendim, sonra yaralı adam gelince onunla ilgilendin, o oldu. O an kiminleysen en gerekli kişi odur. En önemli iş de iyilik yapmaktır, yaptığın da buydu, çünkü insan iyilik yapmak için dünyaya gelir. 


İNSAN NE KADAR TOPRAĞA İHTİYAÇ DUYAR?

Yerli toprak sahipleri, topraklarını az bir paraya satıyorlar. Satın alınacak toprağı alıcı belirliyor. Alıcının tek yapması gereken gün doğumunda yola çıkıp istediği kadar toprağı yürüyüp gün batmadan geri dönmek. O yol boyunca tüm topraklar alıcının olacak.

Açgözlü bir alıcı olan adam da bu amaçla arazi üzerinde ilerliyor. İlerlemeye devam ediyor. Daha da fazla toprağa sahip olmak için ilerledikçe zaman da geçiyor. Artık dönüş için az vakti kalıyor. Güç bela döndüğünde ise ölüyor. Oracığa gömülüyor. Yani insana yetecek olan baştan aşağı altı metre toprak imiş.



EFENDİ İLE UŞAĞI

Uşak Nikita. Efendi Vasili.

Vasili sömürüyor Nikita’yı. Yok pahasına çalıştırıyor. Nikita farkında ama başka bir seçenek de düşünmüyor.

Vasili bir ağaçlık satın almak niyetinde. Başka tüccarların orayı alacağından korktuğu için acele yola çıkıyor. Kar fırtınası yüzünden kayboluyorlar. Ulaştıkları bir köyde geceyi geçirseler iyi olacak ama Vasili vakit kaybetmek istemiyor. Kar fırtınası, soğuk ve kaybolmak yüzünden zor durumda kalıyorlar.

Vasili önce Nikita’yı yolda bırakıp kendisi devam ediyor. Ama at geri dönünce dönmek zorunda kalıyor. Nikita'yı donmuş halde buluyor, ölmek üzere. Vasili ona sarılıyor ısınsın diye. O arada aklından nasıl sıfırdan zenginliğe ulaştığı, nasıl daha da çok kazanacağı, gelecek planları... vb geçiyor. Derken Vasili ölüyor.

Nikita’yı kurtarıyorlar. Yirmi yıl daha yaşıyor. Arzu ettiği gibi huzur içinde ölüyor.