29 Mart 2017 Çarşamba

TOLTEK İÇ ÖZGÜRLÜK REHBERİ




TOLTEK

İÇ ÖZGÜRLÜK REHBERİ

(The Mastery of Self)

Don Miguel Ruiz Jr.

Türkçesi: Seda Toksoy

Kuraldışı Yayıncılık

1. Baskı - Kasım 2016

129 sayfa



Serinin bundan önceki kitabı DÖRT ANLAŞMA gayet güzel, gayet makuldü. Diyordu ki:

1. Kullandığın sözcükleri özenle seç

2. Hiçbir şeyi kişisel algılama

3. Varsayımda bulunma

4. Daima yapabildiğinin en iyisini yap.

Sonra BEŞİNCİ ANLAŞMA'nın da gideri vardı.

5. Kuşkucu ol ama dinlemeyi de bil.

Güzel.

Ama bu...

Gerçi bu kitabı yazan, yukarıdaki kitapların yazarı Don Miguel'in oğlu.

Aman neyse ne, bana hepsi bir.

*

Bu kitabı diğerlerinden daha az sevmem, epey fantastik bulmamdan kaynaklanıyor. 

Bir sevgi kelebekliği, bir pıtırcıklık var. 

Örneğin;

başkalarını affetmek. Tamam, evet affedelim. 

Bunu yapmak için şöyle bir şey öneriyor. Bağışlamakta zorlandığın biri varsa her akşam onun için şu duayı edin.

".....koşulsuz sevgi, huzur ve mutluluk dahil hayatta istediği her şeyi elde etsin." sf.58

(Boşluğa söz konusu kişinin adını getirerek.)

Biraz şey değil mi?

Düşünsenize sevmediğiniz bir insan için bu dilekte bulunmak...

Çok aşırı iyilik güzellik sevgi bu.

Bana çok.

*
Sonra olayları olumlu dille anlatmayı denemekten bahsediyor. 

Kitaptaki örnek:

"Çocukluğumda ailemin yer değiştirme sıklığı ile travmatize idim. On altı yaşıma geldiğimde dört ülkede sekiz farklı okulda okumuştum..."

Pozitif bakış açısıyla olguları şöyle anlatıyor bir de:

"Bir çocuk olarak talihliydim, serüvenci bir ailem vardı. İki yılda bir yeni bir yere taşınıyor, her yaz dünyayı dolaşıyorduk..."

Her seferinde de bunu yapmak...

Bu bir bakış açısı. Bazı insanlarda kendiliğinden var, ki ne şanslı onlar. Bazılarında yok (ben) onlar için sanki zorlama oluyor, sanki kendini kandırmak oluyor.

Gerçi kendini kandırmaya da çok karşı değilim. Daha iyi hissetmemizi sağlayacaksa kandıralım kendimizi. Evet. Yapabilen yapsın.


*

Kitapta en mantıklı bulduğum ve deneyeceğim şey bir çeşit zihin egzersizi

Şöyle;

sf.76

*

Gülerek okuduğum bir yer:

"Hayatta mutlu olmak ya da kendinizi bütün hissetmek için ne gibi hedefleri gerçekleştirmeniz gerektiğini düşünüyorsunuz? Belirli bir kişi tarafından sevilmeye ihtiyaç duyuyor musunuz? Belirli bir miktar para kazanmanız mı gerekiyor? Çevrenizde belirli bir miktar övgü, tanınma, onaylanma ya da sosyal statü mü?" sf.104

Evet.

Hepsine evet.

Bunlarım olsa çok mutlu olurum.

Ama yazar diyor ki;

"Şu andaki halinizle kusursuz olduğunuzu ve bütün olmak için hiçbir şey yapmanız ya da başarmanız gerekmediğini kendinize hatırlatın." 

Peki.

*

Bunlara siz sahip değilseniz ama mesela bir yakınınız, tanıdığınız sahipse o zaman da 

"...kendim için istediğim şeyi.... elde ettiği için şükürler olsun." sf.119

demenizi tavsiye ediyor. (Boşluğa yine söz konusu insan ismini getirerek.)

Soruyor yazar:

"Bu sözleri yüksek sesle söylemek nasıl bir duygu veriyor?"

YA BİR GİT LÜTFEN, AĞLAYACAĞIM ŞİMDİ.

Bu duyguyu veriyor.

*

TOLTEK ne demek, onu da açıklayayım: Eski bir Meksika uygarlığını oluşturan insanlarmış Toltekler. Kelime anlamı "sanatçı" imiş. Yazar "yaşam sanatçısı" diyor.

20 Mart 2017 Pazartesi

HOMO DEUS


HOMO DEUS

Yarının Kısa Bir Tarihi

(Homo Deus)

(E Brief History of Tomorrow)

Yuval Noah Harari

2016

Türkçesi: Poyzan Nur Taneli

Kolektif Kitap

1. Baskı - Aralık 2016

453 sayfa


Yazar, bundan önceki kitabı Hayvanlardan Tanrılara SAPIENS'te ilk insandan bugüne olan süreci anlatmıştı. Avcı toplayıcılıktan tarım toplumuna geçiş kısmı özellikle sarsıcıydı.

Bu kitabında ise yarını anlatıyor. Gelecekte bizi neler bekliyor?

*

Geçmiş yüzyıllardan farklı olarak artık açlıktan çok obezlikle,

savaşlar yüzünden ölmekten çok, intiharlarla karşı karşıyayız.

"İnsanlığın yeni hedefi ölümsüzlük, mutluluk ve tanrısallık olacak gibi duruyor." diyor yazar.

2100-2200 yılında insanların ölümü yeneceğine inanan uzmanlar varmış.

Yazar, bunun için daha fazla zamana gerek olduğunu söylüyor. Başlangıç için ortalama yaşam süresini iki katına çıkarmak gibi mütevazı hedefler koymak gerektiğini belirtiyor. Neden olmasın?

"20.yüzyılda ortalama yaşam süresini kırktan yetmişe yükselttik; demek ki 21.yüzyılda yüz elliye çıkarabiliriz." sf.37

*

Mutlulukla ilgili çeşitli filozofların görüşlerine yer veriyor.

Mutluluğunun bireysel bir arayış olduğunu söyleyen Epikür ve mutluluğu kolektif bir proje olarak düşünen modern düşünürler. 

Hükümet planları, ekonomik kaynaklar ve bilimsel araştırmalar mutluluk arayışında etkili gerçekten de.

Bilime göre ise mutluluğumuz biyokimyasal sistemimiz tarafından belirleniyor. 

*

Gelecekte genetik kodlar, biyokimyasal dengeler değişecek ve hatta yeni uzuvlar gelişecek. Bu dönemde de artık insanların bir çeşit tanrılaştığı döneme girilecek.

Bu değişiklik içine girmeyen insanlar gereksizleşecek.

Süperzeki olan türün sıradan insanlara nasıl davranacağını ise, bugün hayvanlara nasıl davrandığımıza bakarak anlayabiliriz.

Ve kimse bu gidişatı durduramayacak.

Tıpkı Sapiens'i okuyanların bileceği gibi, avcı toplayıcılıktan tarım toplumuna geçişin durdurulamaması gibi.

*

Yazarın bir arkadaşı bu ürkütücü manzara karşısında: "Umarım o vakitten önce bu dünyadan göçmüş olurum." demiş.

Açıkçası ben de öyle düşünüyorum.

Zaten yaşamaya merağım yok. Genel. 

*

Tüm bu süreç içinde tanrı, din, ruh, özgür irade, ahlak, toplumsal sistemler gibi kavram ve inançların da sorgulanacağını anlatıyor yazar.

Bilimsel gelişmeler hayata bunca yenilikler katacak,

genetik müdahalelerle bir bebeğin hangi özelliklerle doğacağı belirlenebilecek,

yüz yıldan fazla yaşamanın söz konusu olduğu bir hayatta evliliklerin ömür boyu sürmesi beklentisi olmayacak.

Bu durumda insanlar inanmayı bırakacak mı?

Tanrı mefhumu zaten bilimsel yayınlar tarafından ciddiye alınmıyor. Ruhun varlığını destekleyen bir kanıt da bulunamıyor. Belki zihin bile yoktur.


*

Enteresan deneylere yer veriyor kitap.

Örneğin;

"Homo sapiens üzerinde yapılan deneyler, tıpkı fareler gibi insanların da yönlendirilebildiğini ve insan beynindeki doğru noktaların uyarılmasıyla aşk, öfke, korku ya da depresyon gibi karmaşık duyguların bile yaratılabileceğini ya da ortadan kaldırılabileceğini gösteriyor."


Çarpıcı bir deney olarak;

sf.306


Deneyimleyen benlik ve anlatıcı benlikten bahsediyor sonra.

Deneyimleyen benlik hiçbir şey hatırlamazken anlatıcı benlik geçmişi yeniden kurgulamak ve geleceğe dair planlar yapmakla meşguldür. Anlatıcı benlik, deneyimlerimizi sadece doruktaki anları hatırlayarak değerlendirir. O yüzden örneğin kadınlar için doğum, doğum esnasındaki dayanılmaz acılara rağmen güzel bir deneyimdir. Nitekim bu konuda da yapılan araştırmalar neticesinde doğum anısının genellikle doruk ve son anlardan oluştuğunu, genel sürecin doğum anısının oluşmasında neredeyse hiçbir etkisi olmadığını göstermiş. 

*

Hayatın anlamını da sorgulamış yazar.

O anlamı biz kendimiz veriyoruz, diye cevaplamış.

Çarpıcı bir örnek vermiş:

"Bacağını kaybeden sakat bir asker, 'Bacağımı kendisinden başka kimseye hizmet etmeyen siyasetçilere inanacak kadar aptal olduğum için kaybettim,' diye itiraf edeceğine, 'ulusun bekası için kendimi feda ettim' diyerek kendini telkin etmeyi tercih eder. Istıraba anlam verdiği için bir fanteziyle yaşamak gerçeklikten çok daha kolaydır." sf.314

Buradan bizde sık sık vurgulanan gazi ve şehit konuları hakkında çıkarım yapmak mümkün.

*

Yapay zekalar ilerleyince bugünkü bazı meslekler de ortadan kalkacak. Örneğin, banka memurluğu, sigortacılık, kasiyerlik, garsonluk, fırıncılık, şoförlük, barmenlik, arşivcilik, marangozluk...

Peki sıradan insanlar ne yapacak?

?

*

Kişisel verilerimizi ortaya serdiğimiz bir dönemdeyiz. Yazara göre bu verileri toplayanlar ne yapacaklarını henüz tam bilmiyorlar. Ama ileride bunlar işe yarar olabilir.

"Kendinizi bilmek istiyorsanız, zamanınızı felsefe, meditasyon ya da psikanalizle harcamak yerine sistematik olarak biyometrik verilerinizi toplamalı ve kim olduğunuzu, ne yapmanız gerektiğini söyleyebilmesi için algoritmaların verilerinizi analiz etmesine izin vermelisiniz."
sf.344

Kişisel verilerimiz bilgisayarlarda, telefonlarımızda yer alıyor zaten. Sistem bize araştırdığımız konularla ilgili, artık araştırmayı bıraksak bile yeni veriler sunuyor. 

Belki ileride işimizi, eşimizi hatta bizim yerimize hangi partiye oy vermemiz gerektiğini bile söyleyebilir. 

Veri dini diye adlandırıyor bunu. Dataizm de denebilir.

Yine yapılan bir deney göstermiş ki, internet üzerindeki algoritmalar fikirlerinizi ve isteklerinizi eşinizden ve hatta bizzat kendinizden bile daha iyi tanıyabilir.

Bu çerçevede Angelina Jolie'yi anlatıyor. Yaptırdığı testler neticesinde meme kanserine yakalanması çok büyük olasılık olan Angelina Jolie, memelerini aldırdı. 

Ancak bunun öncesi ve sonrasında yaptırdığı testler son derece pahalı.

Yazar, bu testlerin herkesin yaptırabileceği bir düzeye ineceği gün gelse bile bu defa yine sadece zenginlerin yaptırabileceği daha gelişmiş testlerin ortaya çıkacağını anlatıyor. 

Fakirlerin hayatı yine zor.




SUÇ VE CEZA


SUÇ VE CEZA

(Prestupleniye i Nakazaniye)

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski

1866

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Rusça Aslından Çeviren: Mazlum Beyhan

20. Basım - Şubat 2017

687 sayfa



Yıllar önce okumuştum ama sayılmaz. Hem çeviri kötüydü hem de unuttum.

*

Radion Romanoviç RASKOLNİKOV, tefeci kadını öldürür. Sonra da yakalanma azabıyla kendi kendini yer.

*

Romanın başında Raskolnikov, meyhanede bir adamla tanışır: Marmeladov.

Sefil bir adam. İlk karısı ölmüş. Ondan bir kızı var. SONYA. Fahişelik yapıyor. İkinci karısı ve onun çocukları da sefil bir hayat sürüyor. Sonya kazandığı parayla ailesine bakmaya çalışıyor. Dünya iyisi bir kızcağız.

Ama hayatları çok feci. Sersefil.

Raskolnikov daha sonra Sonya ile tanışıyor. Etkileniyor ondan.

*
Raskolnikov'un annesi ve kız kardeşi Dunya geliyorlar. Dunya hali vakti yerinde bir adamla, Lujin ile evlenecek ama Lujin bir miktar şerefsiz.

Bunu anlayan Raskolnikov bu evliliğe karşı çıkıyor. Sonra herkes anlıyor Lujin'in şerefsizliğini.

*

Raskolnikov, içinde olduğu ruh hali nedeniyle annesini ve kız kardeşini bırakıyor. 

Bu arada tefeci kadının, ve talihsizlik eseri olarak orada olan masum bir kadının, ölümü araştırılırken çeşitli şüpheliler bulunuyor.

Raskolnikov bu şüpheliler arasında yer almamasına rağmen endişeli. Katilin kendisi olduğunu anladıklarını ama söylemediklerini düşünüyor. Sanrılar görüyor.

En sonunda itiraf ediyor. 

Sürgüne gönderiliyor.

Sonya da onunla gidiyor, ona bakıyor orada. 

*

Sersefil hayatlar hepsininki. Çok üzülüyorum. 

Böyle durumlarda hayatta kalmak için bunca uğraşılmasını, zavallı bir hayatı sürdürmeye devam etmeyi anlayamıyorum. Öldür kendini gitsin. 



ÇALIKUŞU


ÇALIKUŞU

Reşat Nuri Güntekin

1922

İnkılap Kitabevi

448 sayfa


Daha önce okumuştum aslında. 

Yine canım çekti, okudum.

***spoiler***

Feride, anne babasını kaybetmiş, akrabasının evinde büyümüş haşarı bir kız.

Kuzeni Kamran'a aşık olur.

Kamran da ona ilgi duyar.

Aile de bu duruma sıcak bakar.

Artık evleneceklerdir.

Ama bir akşam esrarengiz bir kadın Feride'ye Kamran'ın başka bir kadınla olan ilişkisini anlatır.

Bunun üzerine Feride kimseye haber vermeden evi terk eder.

Çeşitli tesadüfler, tanıdıklıklar ve benzeri neticesinde öğretmenlik yapmaya başlar yurdun çeşitli yerlerinde.

Güzelliği her yerde başına bela olur.

Aradan yıllar geçer. Terk ettiği eve geri döner.

Kamran da o yıllarda evlenmiş, çocuğu olmuş ama sonra karısı ölmüş.

Feride de evlenmişti, onun da kocası öldü. 

Kamran ile Feride bunun üzerine kavuşurlar.

***spoiler***


Aydan Şener'in Çalıkuşu rolünde olduğu dizi efsanedir, izlemediyseniz tavsiye ederim:





*

Şöyle bir husus var, daha önceki okumalarımda dikkatimi çekmemiş.

Yazar, Çalıkuşu Feride'nin eline erkek eli değmemesine özellikle vurgu yapmış gibi geldi bana.

O kadar ki Feride evleniyor, ama formalite bir evlilik bu, kocası ile herhangi bir cinsel münasebeti olmuyor. Adam hastayken ölmeden önce bir mektup yazıyor Kamran'a hitaben bu durumu anlatan. 

Kamran her boku yiyebiliyorken ve bu durum asla rahatsızlık uyandırmazken sanki Feride gerçek anlamıyla bir evlilik yaşamış olsa rahatsız edici olacakmış gibi bir hava yaratmış.

Bana öyle geldi.

14 Mart 2017 Salı

INCOGNITO


INCOGNİTO

Beynin Gizli Hayatı

David Eagleman

2011

Çeviri: Zeynep Arık Tozar

Domingo Yayınları

19. Baskı – Eylül 2016

294 sayfa


Kitap, alt başlığındaki “Beynin Gizli Hayatı” olmasının yanı sıra beynin aynı zamanda etkileyici ve sarsıcı hayatı bence.

Etkileyici yapan muazzam yoğunlukta bir çalışma ağına sahip olması,

Sarsıcı yapan ise işleyişinde bilincimizin çok az müdahalesinin olabilmesi.

Daha çok otomatik pilot üzerinden çalışan beynimize bilincimizin pek karışamaması aslında iyi bir şey.

Bu sayede örneğin piyano çalabiliyor, tenis oynayabiliyor ve hatta yürüyebiliyoruz.

Bunları yaparken işe bilincin karışması ile;

Piyano çalarken şimdi hangi notaya basacağım, parmağımı nereye koymalıyım, oradan hangi ses çıkıyordu… diye

Tenis oynarken top nereden geliyor, şuraya mı düşecek, raketi şu elime mi alsam diye

Yürürken şimdi sağ ayak, şimdi sol ayak, şimdi yine sağ, karşıdan insan geliyor, kenara çekileyim diye

düşünmelere kalkarsak hareket edemez hale geliriz.

Bu açıdan bilincin devre dışı kalması iyi.

*

Peki özgür irademiz nerede o zaman?

Yazar bu soruya net cevap vermiyor. Hatta özgür iradenin olmayabileceğini söylüyor.

Hakikaten de

Örneğin beyin hasarı oluşan insanlar, ki kitapta bu tarz pek çok hastalık anlatılıyor, yaptıklarından ne kadar sorumlu olabilir?

Bu noktada meselenin hukuki boyutuna da giriyor yazar.

Beyninde amigdala kısmı hasar gördüğü için herhangi bir husumeti bile olmayan insanları öldüren bir adam örneğin.

Bu hasarlara bile isteye sebep olmuyorsak yaptıklarımızdan ne kadar sorumlu olabiliriz?

*

Kitapta bazı deneylerin sonuçlarına da yer verilmiş. Bu sayede

- görmek için göze gerek olmadığı, beynin aslında sadece işine yarayacak şeyleri gördüğünü,

- isimlerimizin eşlerimizi, mesleklerimizi, yaşadığımız yerleri bile etkilediğini,

-“maruz kalma etkisi” ile belirli bir ürüne ya da yüze tekrar tekrar maruz kaldığımızda onu giderek daha fazla tercih eder hale geldiğimizi,

-dünyaya “boş levha” olarak gelmediğimizi, hayatımızın anne karnındaki varlığımızdan bile önce genlerimiz ile zaten şekillendiğini,-ki sadakatsizliğin bile bu çerçevede değerlendirilebileceğini-

-vücut oranlarındaki küçük ayrıntıların kişiyi başkalarından daha popüler, daha başarılı yapabileceğini…

ve daha neler neler anlatmış.

*

Beynin bu komplike hali karşısında yapay zekadan çok umutlu değil yazar. İnsan beyni gibi gelişkin olamayacağını düşünüyor.

*

Felsefenin Kısa Tarihi’nde okuduğum vagon çıkmazı konusu burada da yer alıyor:

Kontrolden çıkan trenin beş işçiye doğru sürüklendiğini gördünüz. Tren beş kişiye çarpmadan önce raylar çatallanıyor ve diğer ray üzerinde yalnızca bir işçi bulunuyor. Trenin makasını değiştirme imkanına sahipsiniz. Beş kişinin ölümü yerine bir masum adamı öldürmek sizce doğru olanı yapmak mıdır?

Ek olarak; kontrolden çıkan tren bu sefer düz bir hat üzerinde, eğer bir şey yapmazsanız kesinlikle ölecek olan beş işçiye doğru ilerliyor. Bir köprünün üzerindesiniz ve yanınızda çok iri bir adam var. Bu adamı köprüden aşağı atarsanız, beş işçiye çarpmadan treni yavaşlatacak ve durduracak. Bunu yapmalı mısınız?

İlk senaryoda insanlar beş insan yerine bir insanın ölümüne sebep olacak hamleyi yaparken ikinci senaryoda bundan kaçınıyorlar.

Çünkü “iki senaryo arasındaki fark, bir insan dokunmak, yani onunla yakın mesafeden etkileşim kurmakla ilgilidir. (…) Bu tür kişisel bir etkileşim, duygusal ağları harekete geçirir; problemi soyut, kişiler üstü bir matematik problemi olmaktan çıkarıp kişisel ve duygusal bir karara dönüştürür.” Sf.115

*

Bir enteresan husus da “Şimdiki ve Gelecekteki Odysseus” başlığı altında insanların bankalara kendi istekleriyle kendileri için para biriktirme görevi vermesi.

Odysseus, gemisiyle muhteşem güzellikteki Sirenlerin olduğu bölgeden geçecektir. Sirenler insanın aklını başından alan şarkılar söyleyerek gemicilerin aklını başından alır ve gemilerin kayalara çarpmasına ve içindekilerin ölmesine sebep olur.

Bunu bilen Odysseus, kendisinin de Sirenlerin bölgesinden geçerken karşı koyamayacağını bildiği için adamlarına kendisini gemi direğine sıkıca bağlamalarını ve asla çözmemelerini, kendilerinin de kulaklarını balmumuyla kapatmalarını emreder.

Yani şimdiki akılcı Odysseus, gelecekteki aklı yitik Odysseus ile anlaşır.

Bugün bankalarla aramızdaki ilişkiyi buna benzetiyor yazar. Bu parayı ben bugün harcarım, sen benim yerime sakla, bir süre sonra bana verirsin, diyoruz bankalara.

*

Yer yer kişisel gelişim kitaplarını hatırlattı bana kitap.

Örneğin, kişisel gelişim kitaplarında sıklıkla tavsiye edilen olumlamaların işe yarayabileceği sonucunu çıkardım ben.(Her gün tekrarlanan "Mutluyum, iyiyim, güzelim..." tarzı olumlu cümlelerin bu kitapta bahsedilen maruz kalma etkisini sağlayarak zamanla kişinin inanmasını sağlayacağı)

Keza duruşumuzla (gülümsemek, daha dik oturmak…) beynimize mutlu olduğumuz sinyali gönderdiğimiz.

*

Artan bilgilerimiz ve gelişen teknoloji ile yeni bulgulara ulaşıyoruz.

Bu da bizi gitgide insan olarak çok da hayatın/kainatın merkezi olmadığımız sonucuna götürüyor.

“Kimi düşünürlere göre, evrenin büyüklüğü daha açık hale geldikçe, insan da önemini o ölçüde yitiriyordu; neredeyse kaybolma noktasına varana dek.” Sf.198



*

Leslie Paul da şöyle diyormuş:

“Bütün yaşam yok olacak, bütün zihinler duracak ve her şey, sanki hiçbir şey hiçbir zaman olmamışçasına geriye dönecek.” Sf.198

Ezginin Günlüğü’nün dediği gibi mi?

“Hiç yaşamamışız gibi olacak sonunda.”






 Yazarın yine bunun kadar etkileyici bir diğer kitabı için bakınız: BEYİN Senin Hikayen




11 Mart 2017 Cumartesi

POLİTİKA


POLİTİKA

(Politics)

David Runciman

Çeviri: Anıl Ceren Altunkanat

Domingo Yayıncılık

1. Baskı - Mayıs 2016

168 sayfa


Politikayı önemli ve olmazsa olmaz gören bir kitap.

Biraz sevimsiz buldum ben.

Daha ilk 3 sayfada sinirlendim.

Çünkü;

Suriye ile Danimarka'yı kıyaslamış.

Suriye cehennem, Danimarka cennet.

Evet.

"Ama Danimarka da sıkıcı." demiş. Kötülükler Danimarka'da da var. Bizde mesela savaş yok ama ofislerde falan birbirimizin kuyusunu kazmaca var yani.

Ya lütfen.

Danimarka ile Suriye farkı için;

"Aradaki fark, Danimarkalıların Suriyelilerden daha iyi olması değil. Doğaları gereği daha nazik ya da akıllı değiller. Dünyanın her yerinde insan insandır." 

Gerçekten lütfen ama.

İnsan her yerde o kadar da insan değil.

Suriyelileri görüyoruz, biliyoruz da konuşuyoruz.

*

Sonra "Şiddetin büyük kısmına neden olan dini ve etnik ayrıştırmayı politikacılar icat etmedi." diyor.
EBEM İCAT ETTİ çünkü.

*

Buna rağmen sonuna kadar okudum.

Hobbes, Machiavelli, Max Weber, Kant...gibi isimlerin görüşlerinden de yararlanarak politikayı 

-şiddet

-teknoloji

-adalet

bağlamında değerlendirmiş.

*

Teknoloji ile ilgili kısım biraz daha ilgi çekici. Google örneğinden bahsediyor burada. Teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin politikanın onun önünü açma ya da kapama gücünü anlatıyor.

Teknolojiden anlayan politikacılar olsa nasıl olur diye soruyor.

*

Danimarka ile ilgili hastaneleri, restoranları, çevresi... vb hakkında verdiği örnekler o kadar güzel ki.

(burada derin bir iç çekme var.)

90 DAKİKADA NIETZSCHE




90 DAKİKADA NİETZSCHE

(NIETZSCHE IN 90 MINUTES)

Paul Strathern

Türkçesi: Gözde Karalök

Zeplin Kitap

1. Basım - Ekim 2016

107 sayfa


"90 Dakikada Nietzshe" diyor ama bir saat sürmüyor okumak. 

Bir çırpıda Nietzshe'nin hayatını anlatmış. 

İlerleyen yaşlarındaki akıl hastalığına çok vurgu yapmış gibi geldi bana. Gömmüş adamı resmen. (Siz sanki çok şeysiniz.)

(Enteresan bir şekilde Nietzsche'nin kendisi, babası, isim babası Kral 4. Friedrich Wilhelm de "delirmiş halde" ölmüşler.)

*

Niçe (Kendi aramızda böyle diyelim mi?) babası öldükten sonra annesi, kız kardeşi, anneannesi, halalarıyla birlikte yaşıyor. Dini bir eğitimden geçiyor. Ama sonra Tanrı'nın öldüğüne karar veriyor.

Besteci Richard Wagner ile yakınen dostluk kuruyor.

Yazar, Niçe'nin felsefi birikiminin yanında "yaşadığı çağın en iyi psikoloğu" olduğunu söylüyor. 

Ancak pek arkadaşı olmayan Niçe nasıl böyle derin bir psikolojik bilgi edinmişti, diye soruyor. 

Bu soruya kimileri Niçe'nin Wagner ile olan yakınlığını göstererek cevaplıyormuş. Wagner de epey enteresan bir tip çünkü.

Yazarsa Niçe'nin kendi kendisini çok iyi tanıdığını, psikoloji bilgisinin derinliğinin buradan ileri geldiğini söylüyor.

*

Aforizma tarzı dikkat çekiyor Niçe'nin.

"Lafı uzatan, dolambaçlı savlar öne sürmek yerine, düşüncelerini, çabucak konudan konuya atlayan, etkili bir kavrayış silsilesi içinde sunmayı tercih ediyordu." sf.40

Lakin yazar bu açıklayıcı yazmama şeklini "felsefesindeki gevşeklik" diye tanımlamış ve bunun Naziler tarafından yanlış yorumlanmasına sebep olduğunu belirtmiş.

Ama bence uzun uzun yazmış olsaydı da herkes yine kendi anlamak istediği şekilde anlardı.

*

Bir şey merakımı celbetti.

Kitapta diyor ki:

"İsviçre'deki Basel Üniversitesi Nietzsche'ye filoloji profesörlüğü teklifinde bulundu. Henüz yirmi dört yaşındaydı ve doktorasını bile yapmamıştı." sf.27

O zaman nereden çıkıyor bu teklif? Enteresan değil mi? Ne ayak?

*

Kitapta bir de genelev ve aşk kısmı var. 

Genelev kısmında;

Niçe bir gün yanlışlıkla(?) geneleve gitmiş, Niçe şok. Şoktan kurtulmak için de orada sadece piyona çalmış.

Yazarın yorumu şöyle: "Ne yazık ki bu mümkün görünmeyen olayda Nietzsche'den başka görgü tanığımız yok." sf.21

Aşk konusunda da;

Niçe ve arkadaşı Paul Ree, Lou Salome isimli yirmi bir yaşında bir Rus kıza aşık olmuş. 

"Nietzsche, evlenme niyetini Lou'ya iletmesi için Ree'den bir iyilik istemekle saçma sapan bir hata yaptı." sf.50

Yazar da şöyle eklemiş:"...bu durum Nietzsche'nin çağın en büyük düşünürü olma iddiasını geçersiz kılmaz." sf.51

:)

Bu hanım kız sonra Alman bir profesörle evlenmiş. Ayrıca şair Rainer Marie Rilke ile de ilişkisi olmuş ve Freud ile de "samimi bir dostluk" kurmuş.

(Çok özeniyorum böyle kadınlara. Bizde de mesela Tomris Uyar. 
Turgut Uyar, Cemal Süreya ve Edip Cansever'in aşık olduğu kadın. Mü kem mel değil mi?)

*

Nereden nereye? 

Niçe diyordum.

Bir aforizması ile bitireyim.

"Aşkın en iyi tedavisi hala tek bir geleneksel ilaçla yapılmaktadır:
Aşka karşılık verilmesidir bu ilaç"



9 Mart 2017 Perşembe

BİR ÇİFT YÜREK



BİR ÇİFT YÜREK

(Mutant Message Down Under)

Marlo Morgan

Türkçesi: Eren Cendey

Dharma Yayınları

16. Basım - Şubat 2001

224 sayfa


Çocukken okumuştum ben bu kitabı.

Yazar, Avustralya'ya gidiyor. Orada aborjin kabileleriyle yaşıyor. Tabii onların değişik bir hayat tarzları, bilgece lafları var. 

Kitabın başında da "Yazardan Okura" başlığı altında yazıyor ki;

"Bu kitap yaşanmış bir deneyimin meyvesidir ve olaylardan hemen sonra yazılmıştır." 

*

Ben o yaşlarda bir etkilen, bir etkilen bu kitaptan.

*

Yıllar sonra, daha geçenlerde internette denk geldim ki; kitabın yazarı bu kitabın, hanımlar beyler, dikkat buyurunuz, bu kitabın KURGU olduğunu itiraf etmiş.

Yeni basımlarda da kitabın kurgu olduğu belirtiliyormuş artık.

*

Ben bir yıkıl bir yıkıl.

*

Artık hiçbir şeye inanmayacağım.

Alçak kadın.

*

Bu arada bunun üzerine bir daha okudum kitabı.

Hakikaten çok da gerçek olduğuna inanılası değilmiş. Hatta güzel bile değilmiş. Çok yavanmış.

21 GÜNDE BÜYÜK BİR FİKİR



21 GÜNDE BÜYÜK BİR FİKİR

Çığır Açıcı İş Konseptleri Yaratmak

(21 DAYS TO A BIG DEA)

(Creating Break Through Business Concepts)

Bryan Mattimore

Çeviren: Ümit Şensoy

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

1. Basım - Ocak 2017

160 sayfa


Aslında güzel kitap.

Kendi adıma faydalı düşünme şekilleri ve bakış açıları kazandım.

Ama daha oyun/oyuncak/tasarım... vb yapan girişimcilere hitap eder nitelikte.

Her gün için bir düşünme önerisinde bulunuyor ve sonuçta yeni birtakım fikirler çıkacağını iddia ediyor.

Olabilir.

Verdiği örnekler de bunu gösteriyor.

Problem oluşturmak, doğru sorular sormak, düşünürken çocuklaşmaktan ve hatta mantık sınırları dışına çıkmaktan korkmamak... gibi pratiklerden bahsediyor.

Özel hayata da uyarlanabilir.

Kitaptan tam randıman alabilmek için bir kere okuduktan sonra önerdiği yöntemler üzerine düşünerek sistemli bir şekilde tekrar okumak gerek.

Yaptım mı? 
Hayır.

Ama yapılırsa faydalı olabilir gibi gözüküyor.



2 Mart 2017 Perşembe

NEDEN BU KADAR AKILLIYIM?



NEDEN BU KADAR AKILLIYIM?

Friedrich Nietzsche

Türkçesi: Selin Can Cemgil

Zeplin Kitap

1. Basım - Ekim 2016

95 sayfa



Çok iddialı bir soru; "Neden bu kadar akıllıyım?"

Hatta "Neden bu kadar bilgeyim?"

"Neden bu kadar iyi kitaplar yazıyorum?"

Bu soruları sormuş Nietzsche kendine.

Yazdığı kitaplar için mesela;

"Kitaplarımdan birini eline almak bir insanın kendine verebileceği en nadir ayrıcalıklardandır." demiş. sf.54

"Yazılarımdan altı cümle olsun anlamış, onları yaşamış olmak, kişiyi, modern insanın asla elde edemeyeceği, fanilerin yüksekliğine eriştirir." sf.54

"Benimkilerden daha gururlu ve aynı zamanda daha iyi işlenmiş bir kitap daha yoktur. Kitaplarım dünya üzerinde erişilebilecek en yüksek noktaya erişirler." sf.58

*

Beri yandan da Almanları itin gö.üne sokmuş. 

"Almanya, uzandığı yerin kültürünü mahveder." sf.43

"Almanların müzikten anlayabileceğini asla kabul etmiyorum." sf.45

"Tanıdıklarım arasındaki bazı ahmaklar (Alman olduklarını söylememe gerek var mı?)..." sf.59

*

Kadınlar da nasibini almış:

"Eşit haklar mücadelesi bir hastalık belirtisidir." sf.62

"Kimse bir kadın nasıl iyileştirilir - kurtarılır- sorusuna verdiğim cevabı duydu mu? Çocuk yaparak." sf.62

"Kadının özgürleşme mücadelesi, işlevsiz yani kısır kadınların doğurgan kadınlara karşı duyduğu içgüdüsel nefrettir." sf.63

Şu satırları, kimin söylediğini bilmeden okusanız öfkelenirsiniz. Ama Nietzsche deyince uvvvv. Çok aşk olsun.

*

Ama din konusunda şu lafını çok sevdim:

"Dindar birileriyle temas ettikten sonra ellerimi yıkama ihtiyacı duyarım." sf.65

ahahhahahaosh

Bu lafı neden Karl Marx'ın "Din toplumların afyonudur" lafı kadar ünlü değil ki? Bence en az o kadar meşhur olmayı hak eden bir söz.

*

Anlaşıldığı üzere çok nüktedan bir eser. 

Tabii Nietzsche'nin başta "Böyle Buyurdu Zerdüşt" olmak üzere tüm eserleri okunduktan sonra bunu okumak daha etkili olur. Çünkü bu kitapta daha önce yazdığı eserlere de yer yer değiniyor.