12 Şubat 2024 Pazartesi

LİSE ÖĞRETMENİ PEDERSEN’İN ÜLKEMİZE MUSALLAT OLAN BÜYÜK SİYASİ UYANIŞA DAİR ANLATISI

 

LİSE ÖĞRETMENİ PEDERSEN’İN ÜLKEMİZE MUSALLAT OLAN BÜYÜK SİYASİ UYANIŞA DAİR ANLATISI

(Gymnaslaerer Pedersens beretning om den store politiske vekkelsen som har hjemsokt vart land)

 Dag Solstad 

2000

Norveççeden çeviren: Banu Gürsalar Syvertsen

 Yapı Kredi Yayınları

2.Baskı – Nisan 2022

226 sayfa


Norveçli lise öğretmeni 1960’lar sonu ve devamında öğretmenliğini yaptığı çocukların nesli ile kendi gençliğindeki nesli karşılaştırıyor, çeşitli çıkarımlar yapıyor, bu arada demokratik bir ülke olan Norveç’in siyasi yapısından memnun olmayıp komünizme sıcak bakıyor, bu çevreden insanlarla birlikte oluyor, ardından ne yapıyorum ben diye sorarak hikayesini sonlandırıyor.

*

Pedersen, 1968 yılında 28 yaşında Larvik istasyonuna gelen bir lise öğretmeni.

Evlenip çocuk sahibi olup yuva kurma peşinde. Bunun için çeşitli flörtlerin ardından iki yıl sonra kütüphaneci Lise Tanner ile evleniyor ve Thomas adını verdikleri bir çocukları oluyor.

Pedersen okulda tarih anlatıyor, Norveç’in parlamenter sistemine geçişi konusunu anlatırken bir öğrenci, dedesinin oy hakkının olmadığını anlatıyor. Ve dersin işlenişi ile ilgili tartışmaya girişiyorlar. “Tarih kimin içindir?” diye soruyorlar. “Tarih iktidarı elinde bulunduranlar için midir, yoksa emekçi kitleler için midir?” Sf.43 Derken iş Vietnam’a geliyor, oradaki Abd emperyalizmine karşı gençler Vietnam’ı destekliyor ve Vietnam için marş söylüyorlar. Öğretmen bunu saygıyla karşılıyor ama müdür ve bazı veliler aynı fikirde değil. Özür dilenerek olay unutuluyor. Ama öğretmen kendisini bu öğrencilere daha yakın hissediyor.

Werner Ludal öne çıkan bir öğrenci. Ajitasyon yaparak dersi kaynatıyor. “Werner, Norveç okullarında verilen eğitim bağlamında hiç işitilmemiş sözcük ve kavramları sokardı derslerimize. İşçi sınıfı. Sınıf mücadelesi. Sınıfsal koşullar. Kitleler. Tekelci kapitalizm. ABD emperyalizmi.”sf.54

Öğretmen, Ludal’ın böyle konuşmasına karşı çıksa da içten içe hoşuna gidiyor. Ludas böyle şeyler söylemeyip derse katılmadığında öğretmen kendini kötü, yetersiz hissediyor.

Öğretmen Pedersen zamanla komünist oluyor. İşçi sınıfına hizmet etmek ve proleterya diktatörlüğünün sağlanmasını istiyor, komünist partiye giriyor. Stalin ve Çin övüyorlar. Çin’e ve Sovyetler’e özeniyorlar Norveç gibi demokratik bir ülkede. Hatta kapitalizmi sona erdirmek için silahlı devrim düşünüyorlar ve Pedersen zaman zaman bunu dile getiriyor.

İşçi Jan Klastad var, Pedersen onu örnek alıyor. Burjuvalar ve adetleriyle dalga geçen, hiç teorik kitap okumayan ama teorik kavramlarla konuşan, pornoyu lanetleyen ama kullanan, öğretmenlerden nefret eden (çünkü öğretmenler çocukları sürekli uyarırlar, işçiler de bu yüzden çocuklarını döver) bir adam Jan. Pedersen bu adamı ustası olarak görüyor, ona benzemeye çalışıyor.

Bir gün partiye bir kadın katılıyor, Adı Nina, doktor. Pedersen o sıra 34 yaşında, Nina ondan sekiz yaş küçük.

Bir gün Nina, Pedersen’in evine çağırıyor albüm dinlemek için. Ve birden Pedersen’e sarılıyor, sonra sevişiyorlar. Bir süre gizli saklı bunu sürdürüyorlar, ama sonra Nina sürpriz bir şekilde bunu bir parti toplantısında herkesin içinde dile getiriyor. Erkek yoldaşla ilişkiye girmek suretiyle Parti’nin güvenini kötüye kullandım, beni cezalandırmalısınız, buna kayıtsız kalan bir partiye halk da güvenmez… gibi şeyler söylüyor. Pedersen şok! Nina’nın böyle partiye yoğun bir bağlılığı var, çok tutkulu ve heyecanlı bu konuda. Kitabın ilerleyen sayfalarında bu konudaki bakış açısının ve yorumlarının aşırılığı anlatılıyor Pedersen’in gözüyle.

Pedersen boşanıyor. Nina’ya gidiyor elinde bavuluyla, Nina onu almıyor ve Pedersen bir bodrum katına taşınıp orada yaşamaya başlıyor.

Nina sonra Jan Klastad ile sevgili oluyor. Pedersen hala Nina’ya tutkun ama Nina sadece yoldaş-yoldaş onunla.

Nina madem işçi sınıfındayız, o zaman işçi sınıfından olmak gerekiyor diyerek doktorluktan istifa ediyor, partideki küçük burjuva mesleklerini yapanların da istifa etmesini ima ediyor. Birkaç kişi istifa edip fabrikalarda, madenlerde çalışmaya başlıyor. Pedersen hariç. Başta çok ısrar ediyorlar, işe yaramayınca dışlıyorlar. Ama Pedersen hala parti için çalışıyor.

Pedersen’in eski öğrencisi Werner mühendislik okuyor ama o da bunun burjuva hayali olduğunu düşünüp okulu bırakıyor, bir fabrikada çalışmaya başlıyor. Çalıştığı fabrikada grev çıkmasını sağlıyor. Ücret azlığı, molalardan ücret kesilmesi vb sebeplerle grev çıkardığı sanılıyor ama Pedersen anlıyor ki aslında Werner kendi kişisel sebeplerinden grev istemiş. Maaşı diğer işçilerden daha az, yeni evli, bebeği var, eğitim kredisi ödeyecek, harcaması çok. Grevden umduğunu bulamayan Werner bir zaman sonra bu ideolojisinden vazgeçip sosyal demokratların safına geçiyor. Çünkü zamanla sosyalizmin o kadar iyi olmadığını, Norveç’teki işçilerin durumunun daha iyi olduğunu görüyor: 

“Hiçbir sosyalist ülkede işçiler Norveç işçilerinden daha özgür değildi. Daha güven içinde değildi. Kendi emekleri hakkında karar verme yetkileri daha geniş değildi. Grev hakları sınırsız değildi. Evet, gerçek şuydu ki Norveçli bir işçi pek çok konuda sosyalist ülkelerde yaşayan yoldaşlarından çok daha fazla hakka sahipti.” Sf.218

E yani. Norveç gibi bir ülkede özendikleri ülke Çin ve eski Sovyetler. Olacak iş mi?

Sosyalist ülkelerin ortak karakterini de açıklıyor Werner:

“Bu ülkelerin tümünde aynı şey görülmektedir. Tepeden yönetim. Bilgi edinme özgürlüğünde sınırlamalar. Adil yargılamada ve yargıya duyulan güvende azgelişmişlik. Gücü elinde tutanların sahip olduğu büyük imtiyazlar. Egemen görüşlerden farklı düşünmeyi isteyen işçi ve entelektüellerin özgürlüklerinin kısıtlanması. Hantal ve randımansız bir ekonomik sistemin sonucu olan düşük yaşam standartları…” sf.218

* 

Nina doktorluğu bıraktıktan sonra bir dikiş fabrikasında çalışmaya başlıyor. Beş yıl dikiş fabrikasında çalışıyor, diğer işçilerle yakınlık kurmak istiyor ama işçi kadınlar ona sıcak bakmıyor. Beş yılda sadece bir kadını partinin yayın organı olan gazeteye abone yapabilmiş. O kızcağız aboneliği yenilemeyince Nina başarısızlığını kabul edip kendini tabancayla vuruyor.

Bu son on yıl Pedersen için kırılma oluyor. “İnsan bir komünist partiye dikkatli yaklaşmalıdır, okurun bunu anlamasını sağlayabilmiş olmayı umuyorum.” diyor sonunda. Sf.226

*

Yazarın başka bir kitabı için bkz: Profesör Andersen'in Gecesi 

7 Şubat 2024 Çarşamba

MİRAS

 

MİRAS

(Heritage)

Miguel Bonnefoy

2020

Fransızca aslından çeviren: Birsel Uzma

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

3.Basım - Eylül 2023

165 sayfa


Şili’de yaşayan Fransız kökenli bir ailenin üç neslini anlatıyor kitap.

*

Fransız bir adam Fransa’da bağcılık yapıyorken bitkilere hastalık gelmesiyle iflas ediyor. Daha iyi bir hayat umuduyla gemiye binip Amerika’ya,California’ya gidecekken karahumma olduğundan gemi kaptanı onu Şili’de indiriyor. Şili’de görevliler adını soruyor ama o nereden geldiklerini sorduklarını sanıp Lons-le-Saunier diyor, soyadı böylece Lonsonier kalıyor. (Godfather’daki Carlione gibi. Onun soyadı da geldiği memleket olarak kayıtlara geçiyor.)

Adam Şili’de kendisi gibi Fransız olan bir kadınla evleniyor. Üç oğulları oluyor: Lazare - Robert - Charles

Oğlanlar, babalarına kökenlerini sorduklarında “Fransa’ya gittiğinde, Michal Rene’yi bulursun. O sana her şeyi anlatır.” diyor. Gizemli bir amca olarak adı geçiyor ama ayrıntı yok. Zaten kitabın sonunda da anlaşılıyor ki böyle bir amca yok. Lonsonier, gemiye binmeden önce ahırda ses duymuş, bir adam gelmiş, Paris’ten kaçmış, jandarmalar peşindeymiş. Lonsonier, ihbar etmemiş. Sonra tesadüfen görüyor ki bu adam aslında erkek kılığına girmiş bir kadınmış. Eğitim, medeni haklar, savaşa katılmak vb sebeplerden erkek kılığındaymış. Lonsonier, oğulları köken sorunca aklına bu ismi söyleyivermiş.

*

En büyük oğlu Lazare, Ağustos 1914’te okuduğu gazetede 1.Dünya Savaşı haberini alıyor ve Fransa için savaşmaya karar veriyor. Üç kardeş savaşa gidiyor.

Cephede Fransız ve Alman birlikleri arasında bir kuyu var. İki düşman ordu kuyudan su almak için kısa süreli ateşkes yapıyor. (Bizim Çanakkale’deki gibi kısa süreli ateşkesler oluyor.) Lazare kuyu başındayken bir Alman askeri ile karşılaşıyor, adı Helmut. Bu Alman da Şilili. İkisi de yaşamadıkları ülke için savaşmaya gelmiş. Alman asker Helmut Almanların yapacağı saldırıyor söylüyor Lazare’a ve ona revire gitmesini tavsiye ediyor. Lazare bu bilgiyi üstlerine söyleyip söylememekte tereddüte düşüyor. Sonra söylemeye karar veriyor ve Fransızlar, Almanlara beklemedikleri bir saldırıda bulunuyorlar. Lazare, saldırı sonrası o Alman askeri merak edip ararken yanında patlayan bombadan yaralanıyor. İki kardeşi ise ölüyor. 

11 Kasım 1918. Savaş bitiyor. Lazare eve dönüyor. Akciğerinden hasta, biri alınmış.

Hava değişikliği için uzaklaşmaya karar veriyor. Yerliler arasında bir Fransız kızla tanışıyor. Adı Therese. Onunla evleniyor. Kızları oluyor, adı Margot.

Therese kuşlara meraklı, Kuşhane yapıyor. Margot bundan mıdır bilinmez havacılığa merak sarıyor. Uçak yapmak istiyor, bunun için ortak arıyor, komşu çocuğu Ilario Danovsky ortak oluyor. Birlikte uçak yapıyorlar. Uçmuyor ama olsun. İkisi havacılık okuluna gidiyorlar.

Margot bir gün eve geldiğinde Therese gazete uzatıyor, habere göre Almanya, Fransa’yı işgal etmiş. Evet 2.Dünya Savaşı. Margot da yıllar önce babasının yaptığı gibi savaşa gideceğini söylüyor. Ilario ile savaşa katılıyorlar. Uçakla mühimmat taşıyorlar. Alman askeri uçakları onları yakalıyor. Ilario paraşütle atlamak zorunda kalıyor. Almanlara esir olmamak için kendini öldürmek istiyor ama silahı yanında yok. Margot onu öldürüp öldürmemek konusunda tereddüte düşünüyor, öldürmemeye karar veriyor.

Savaş bitiyor, Margot evine dönüyor. Evde bir sürpriz var. Yıllar önce babası savaştaykenki Alman asker Helmut gelmiş. Margot ve Helmut bir gece birlikte oluyor. Aynı gün Margot’un babası artık yaşlılıktan ölüveriyor, ölmeden önce karısına Helmut’u öldürdüm diyor.

Margot bu birliktelikten hamile kalıyor. Çocuğa Ilario Da adını koyuyor. Çocuğun babasını sorgulamıyor kimse, babası savaşta öldü diye biliyor herkes. Ilario Da bir gün babasının kim olduğunu soruyor. Margot, ben diyor. Çocuk buna inanıyor. İnsanlar da inanıyor.

Büyüyen çocuk devrimci sol hareketlere katılıyor. Halbuki kendisi fabrikatör çocuğu, Margot’un babasının ayin ekmeği fabrikası vardı. Baba ölünce güvendiği işçisi Hector’a bırakmıştı. (Aslında Hector hırsızlık yapmak için fabrikaya girmişti, ama adam onu işe aldı.)

Margot yaşlanıyor ve artık yıllar önce savaşa katılmış, pilot olmuş gibi görünmüyor. Salaş keşiş, hippi bir tarzı var. Oğluyla ideolojik çatışma yaşıyorlar. Margot barışçıl bir başkaldırıdan yana.

Bu arada Şili siyasetini de anlatıyor yazar. Eylül 1970. Şili Başkanı Salvador Allende iktidara geldi. Sonra darbeyle indirildi. Allende, Fidel Castro’nun hediye ettiği silahla kendini öldürüyor. Ölü bedenine de silahlar sıkılıyor, tüfek kabzasıyla yüzü dağıtılıyor. Başkanlık konutu da bulunan Plaza de la Constitucion (Anayasa Meydanı) bombalanıyor. Bombalayanlar Amerikalı. Ve planın mimarı da Henry Kissinger. Kendisine birkaç yıl sonra Nobel barış ödülü veriliyor.

“Şili bir tutuklamalar, yargısız infazlar, düzmece davalar ülkesine dönüştü.” Sf.123

Partisi kapatılan Ilario Da’yı da bir gün askerler yakalıyor. Hector onu ve yirmi yıldır çalıştığı fabrikayı korumak için öne atılıyor, bir teğmeni vuruyor, sonra kendisi de ölüyor.

Ilario Da’dan işkencelerle isim istiyorlar. Annesinden ve dedesinden miras kalan tereddütü/ikilemi o da yaşıyor. İşkence altında isim vermek ya da konuşmamak. Hector’un adını veriyor, nasıl olsa öldüğü için. Ama işkenceciler ikna olmuyorlar. İşkenceye devam ediyorlar. Bu işkenceler tüm açıklığı ve korkunçluğu ile anlatılıyor kitapta.

Margot, oğlu tutuklandığı için bir gecede yaşlanıyor. Annesi Therese akıl sağlığını yitirerek ölüyor.

Margot Fransız konsolosluğuna gidip gelip yardım istiyor ve sonunda oğlu çıkarılıyor. Ama oğlan perişan durumda. Margot ülkeyi terk etmeye karar veriyor. Yıllar önce yaptığı ama çalışmayan uçağı tamir ediyor. Uçakla Arjantin’e gidiyorlar. Oradan oğlunu gemiye bindiriyor. Ilario Da Fransa’ya yani asıl kökeninin olduğu ülkeye gidiyor. Ülkeye vardığında adını soruyorlar. Michel Rene diyor, hani babasının bahsettiği, gerçekte olmayan gizemli amca.

Kitapta şöyle bir de komik/tatlı/büyülü diyebileceğim bir mevzu var. Therese’e bakması için hemşire tutuyorlar. Hemşire çorba yapmak istiyor. Evde yıllar önce bir büyücüden alınan dinozor fosili kemiklerini buluyor hemşire. Bunları tavuk bacağı sanıp çorba yapıyor. Therese bu çorbayı içip milyon yıllık kemikleri sıyırıyor.

Bu nesilden nesile aktarımlar ve esrarengiz olaylar nedeniyle Yüzyıllık Yalnızlık’ı andırdı bana kitap. Ama onun daha konsantre hali. Okuması kolay olan cinsinden.

6 Şubat 2024 Salı

GECİKMEYE ÖVGÜ

 

GECİKMEYE ÖVGÜ

Zaman Nereye Gitti?

(Eloge du retard – Ou le temps est-il passe?)

Helene L’heullet

2020

Çeviren: Şehsuvar Aktaş

Yapı Kredi Yayınları

5.Baskı – Haziran 2023

103 sayfa

 

“Vaktim yok. Günde kaç kez söylüyoruz bu cümleyi… diye başlıyor kitap.

Halbuki ben yuoo! Benim zamanla ilgili bir problemim yok. Her şeyime yetecek kadar zamanım var. Benim çoğunlukla gönlüm yok. Düşüncem de bu, zamanım yok diye bir şey yok, insan bir şeyi yapmak istiyorsa zaman yaratır. Bir öncelik sıralaması vardır, zamanını bir şeye ayırırken başka bir şeye ayırmazsın. İşte burada zamanını ayırmayı tercih ettiğin şey önemli. Zaman yok diyorsan bence gönlün yok. Ben öyle duyuyorum şunu yapmaya vaktim yok denilmesini.

Yazar böyle düşünmüyor tabii. Zamanım yok diye sızlananlara, zaman açlığı çekenlere hitap eden bir kitap.

*

Geç kalmanın korku yaratıp bir saplantıya dönüşmesinden bahsediyor yazar. Çocuklar bile okumayı hızlıca öğrenmeli, temel bilgilere hemen hakim olmalı, çocukluktan hemen çıkmalı. Bu erken gelişme ise ardından erken ergenlik ve erken menopoz getiriyor, bunu hatırlatıyor yazar.

*

Zamana hükmetmek ile genel olarak hükmetmek arasında şöyle bir bağlantı kuruyor:

“Zaman geleneksel olarak her zaman hükümdarların tekelinde olmuştur. Bekletme hakkını kendinde görebilen kişi hükümdardır.” Sf.12

İş başvurusunda bulunan adayların bekletilmesi buna örnek gösterilebilir.

“Her güç ilişkisi bir zaman ilişkisidir. Güç, olmayacak bir tarih verip her işi durdurarak acilen bir şeyin talep edilmesidir.” Sf.12

Bu da iş yaşamında sıkça karşılaşılan bir örnek. İşverenlerin çok kısa zamanda halledilmesini talep ettikleri ve işçilerin iki ayağını bir pabuca sokan acil işler.

Patronlarımızın işçi işinin başında olsun takıntısını zaman zaman ahmakça buluyorum. Kendi eski çalışma hayatımda, başkalarının yanında maaşlı çalıştığım dönemde, ofiste bütün gün bilfiil bir çalışma olmazdı elbette. Böyle bir şey mümkün değil ki. Ama işin olsa da olmasa da ofiste bilgisayarın başında olman gerekirdi. Benim çalışma yöntemim iş varken molasız o işi bitirmek. Sonra oh kafan rahat bir şekilde serbest zaman. Ama hayır, bağlı çalışanken o işi zamana yayman gerekir, yoksa çalışmaktan daha zoru olan çalışıyor gibi görünmek zorunda kalırsın.

“Herkes iş günü içerisinde kaçınılmaz olarak ölü zamanlar bulunduğunu bilir.”… “Bir iş günü ya da çalışma saati içindeki her bir zaman kesitinin peşine düşmek çalışmak değil, deliliktir.” Sf.24

Patron insanları genelde bu şekil delidir, o yüzden sevmem.

*

Tüm bunların karşısında geç kalmayı bir başkaldırı olarak görüyor yazar. Nasıl ki “Paul Lafargue sanayi kapitalizminin ilk yıllarında Tembellik Hakkı’nı yazabildiyse, bugün de gecikmeye bu hakkı tanımak gerekir.” Sf.13 diyor.

Bkz: Tembellik Hakkı

*

Geç kalmanın bir denkleştirme olduğunu düşünüyor yazar. Geç kalarak “emek fazlası biraz telafi edilir.” Sf.13 diyor. İlginç.

*

“Genellikle zamanımızı hesap yapar gibi yönetiriz. Zaman kazanıldığından çok kaybedilir. Zaman söz konusu olduğunda hep zararına çalışır.” Sf.15

Çalışmaya ayrılan zaman ve zamanla ilgili hep kaybetmek üzerine yapılan hesaplama nedeniyle insanların kendine zaman ayırma ihtiyacı doğdu. Örneğin meditasyon bu ihtiyacı gidermek için bir yol.

Bu kadar çok çalışmayıp kendimize zaman ayıralım diyoruz fakat yazarın sorusu burada dan diye çarpıyor suratımıza:

“Çalışma zihinsel alanın tamamını kaplıyorsa boş vakit neye yarar?” Sf.20

Biraz kafa dağıtayım, tebdili mekanda ferahlık vardır diye gittiğin yere kafandaki işleri de götürüyorsan bu ne kadar boş vakittir, ne kadar kendine zaman ayırmaktır?

*

Zaman ve çalışmak söz konusu olunca peşi sıra bir gündem daha oluşuyor: Uyku.

Uyku sorunu yaşıyoruz. Uyuyamıyoruz. “Uyumak neredeyse aristokratik bir lükse dönüştü.” Sf.39 diyor yazar.

Nasıl böyle oldu peki? Öncelikle aşırı derecede tetikte olmamızdan, gevşeyemememizden. ”Her uyku gecikme riskidir.” Sf.39 Gün içinde kendimize zaman ayıramayınca zamanı gece uyumayarak ayırmaya çalışıyoruz. Uyumuyoruz ama yatakta fazla vakit geçiriyoruz. Yemek yiyor, film seyrediyor, çalışıyoruz. Gerçi Descartes da düşünmek için uzun süre yatağından kalkmazmış. Ama sanırım zaten onun düşünmekten başka işi yok.

“İnsanların uyuyabilmesi için toplumsal bir antlaşmanın olması gerekir.” Sf.48 diye de ekliyor yazar. Geceleri şehirdeki faaliyetlerin durması, gecedeki huzura saygı gösterilmesi vb.

“Yaşam biçimimiz uykuyla bağdaşmıyor çünkü artık gündüzle geceyi ayırt edemiyoruz. Gece ışıklarıyla şaşıran beyin uykuyla uyanıklık evrelerini artık tanımıyor.” Sf.46

Ben burada bir çıkıntılık daha yapacağım, benim uyku sorunum yok. Kendimi bildim bileli erken yatar erken kalkarım. Hava karardığı an uyku modum açılır, istesem uyurum, sabaha kadar da uyanmam, hava aydınlandığı an da uyanmış olurum, daha fazla uyumam, kalkarım. Sabahları yatakta öylece takılmak da keyifli tabii, zaman zaman yaparım.

*

Kitapta bir kabileden bahsediliyor, Siyu kabilesi. Bu kabilede zaman belirten sözcük yokmuş. Gecikme ya da beklemek sözcükleri örneğin. Beklemeyi ve gecikmeyi bilmiyorlarmış.

*

Çağımız sızlanmalarından bir diğeri de kitap okuyamamaktan yakınmak. Bu konuda yazar diyor ki: Okumak fazla zaman alır, cümle cümle okumalı, hepsini okumalıyız. Zaplamak imkansız, bu yüzden kitap okuyabilmek için zamanla barışık olmak gerekir. “Okumak gerçekten de hızlandırılmış hayatla bağdaşmaz.” Sf.44

Bu konuda bir kitap için

Bkz: Çalınan Dikkat

Ben bu konuda da çıkıntılığımla geldim. Benim kitap okuyamamak gibi bir sorunum olmadığı sanırım aşikar. Böyle bir sorunu olduğunu söyleyenlere de “Belki kitap okumayı zannettiğin kadar istemiyorsundur.” Diyorum. Başta yazdığım gönülsüzlükle ilgili buluyorum bu durumu. Zamansızlık, dikkatini verememek… vb sözler benim kulağıma “Bu işi yapmayı o kadar da istemiyorum” olarak geliyor.

*

Çözüm önerisi olarak yazar can sıkıntısını yaşamak gerektiğini söylüyor. Bu sıkıntı bir çeşit mola gibi, yeniden çalışmaya motivasyon sağlarmış.