30 Haziran 2022 Perşembe

ZEO KİO VE MEHPARE


 

ZEO KİO VE MEHPARE

Şen Sevgi Erişen

2022

Yeni İnsan Yayınevi

1.Baskı – Mayıs 2022

270 Sayfa

 

“Evli kadın buhranı” olarak gördüğüm bir kitap.

Mehpare okulunu bırakarak evlenmiş, iki çocuğu olmuş, baba sorunları yaşamış, şimdi de “Ben neyim? Hayatım nereye gidiyor?” buhranları yaşayan, bu buhranlarına da spiritüel öğeler eşlik eden bir kadın. Kendisini gerçekleştiremeden evlenip çoluk çocuğa karışan her kadında bu bunalımları gözlemlemek mümkün.

Holywood’un da gözlemlediği bu konuyla ilgili filmler için:

Bkz: Revolutionary Road

Bkz: Marriage Story

Evlilikte kendini kaybetmiş tipik kadın mutsuzluğu. Halbuki ne gerek var? Boşan kurtul. Neyi zorluyor bu kadınlar? Madem evliliğinden memnun değilsin, madem kendini yalnız hissediyorsun, boşan kurtul yahu. “O kadar kolay değil” mi diyorsunuz? E bu yaşadığınız hayat daha mı kolay?

Mutsuz eden; görünürdeki hâlin ile iç dünyandaki hâlin uyumsuz olması. Evlilikte görünürde yalnız değilsin ama kendini yalnız hissediyorsun. İşte mutsuzluğun sebebi bu ikilik. Bunu sona erdirmenin yolu ya zihnini susturmak ya da kocanı hayatından çıkarıp zihnini ve görünür dünyanı aynı yapmak. Böylece zihin dünyandaki yalnızlık ile fizik dünyandaki yalnızlık uyumlu olacağı için mutsuzluktan kurtulursun. Bitti gitti.



Bunun gibi evli bir kadının kendini arayışı ile ilgili bir kitap için:
Bkz: Uyanış 

 

*



Mehpare, daldığı iç dünyasında önce kendi anne babasını düşünüyor. Annesi Fatma, babası Ali. Ali evle çok ilgili değil, uçarı bir tip. Mehpare içleniyor bu duruma ve babasının bu hâlinden annesini sorumlu tutuyor. Bu durum kitapta şöyle ifade ediliyor:

“…keşke böyle olmasaydı da babasını eve bağlayıp ailedeki ahenk çıtasını yükselterek ona daha sağlıklı bir çocukluk ve genç kızlık yaşatabilseydi annesi!”

Babayı eve bağlamak mı? Babanın evine bağlı olmaması annenin suçu mu? Babayı eve bağlamak annenin görevi mi? Babanın yetişkin bir insan ve baba olarak kendi başına anlaması ve alması gereken bir yükümlülük değil mi evine bağlı olmak?

Mehpare her seferinde babasını yüceltip annesini suçluyor. Babasının eve gelmemesinden de annesini sorumlu tutuyor:

“İsterdi ki annesi babasının gidişlerinin sebebini arasın, bir şeyler yapsın!”

Niye annesi bir şeyler yapsın? Bir şeyler yapma görevini niye annesine yüklüyor? Babam bir şeyler yapsın, demiyor. Babamın da şöyle şöyle hataları var, demiyor. Babası rahat rahat takılırken niye anneye görev yüklüyor?

“Babasıyla yaşayacağı sevinçli anlar da perdeleniyordu annesinin bu incinmiş halleri yüzünden.”

Pardon Mehpare, kadın incinmiş olduğu için. Babası, annesini incitiyor; Mehpare annesini suçluyor neden incinik gözüküyorsun, babamla keyfimi bozuyorsun, diye.

“Annemin içinde büyüyen bunalımlarını birebir hissediyordum. Kim bilir, belki de bendeki anlam veremediğim iç sıkıntıları onun bu ketumluğundan kaynaklanıyordu. Onu konuşturmak için her çaba harcadığımda lafı değiştirmiş, konuyu geçiştirmişti. Böyle olunca ben de zaman içinde kendimi ifade edemez olmuştum.”

Mehpareciğim, annen konuşmak zorunda mı? Kadının konuşmak istememe ve bundan memnun olma hakkı yok mu? Hukukta vardır: Susma hakkı. Ama Mehpare’nin annesinin susma hakkı yok. Mehpare konuşulması gerektiğini düşünüyorsa konuşulmalı.

Babası terk ediyor annesini, başka bir kadın için. Mehpare hâlâ “Bizi terk ettiğine hiçbir zaman inanmamıştım zaten” diyor. “Bir süreliğine kaçış olduğunu düşünmüştüm.” Aynısını annen yapsa annenin ağzına sıçardın.

Babası Mehpare’ye önce; kadın falan bahane, annenin düzenli olmasından bıktım, diye annesini çekiştiriyor. Sonra da hayatında başka bir kadın olduğunu açıklıyor: “Bu kadın benim fırtınalı denizde parçalanmak üzere olan gemimin oturduğu bir kara parçası gibi çıktı karşıma!” diyor. Karısı içinse “Hiçbir zaman kendisi için yaşamadı, kendi için bir şey yapmadı; bir seyahate çıkmadı, bir yerleri keşfetmeye çalışmadı, hiç bilim-kurgu okumadı…” diye veryansın ediyor.

Zorunda mı? Herkes kadının hayatını eleştiriyor, kendi doğru bildiği bakış açısıyla. Bu kadın seyahate çıkmayı sevmiyor, bilim kurgu okumayı sevmiyor, sizinle buhranlarınızı konuşmak istemiyor… olamaz mı?

Babası diyor ki: “Annen her şeyi hallediyordu. Bana ihtiyaç olduğu zamanlar gelmek haftada üç, dört gün, yeterli oluyordu.”

Kadın yardıma muhtaç kedi yavrusu gibi davranmadığı için adam işe yaramadığını düşünüp başka bir kadına gitmiş. Kızı Mehpare de hâlâ babam da babam.

Mehpare beni çıldırttı.

*

Kitabın adında yer alan Zeo ve Kio göksel görevliler imiş. Üst boyutta bedensiz frekans varlıklarmış. Dünyada iken adları Zeki ve Kite imiş. İlona gezegeninde artık isimleri Zeo ve Kio olmuş. Görevleri, oluşturulacak yeni yazılım planları için gözlem yapmakmış. İnsan formunun yenilenmiş olarak yaşayacağı dünyaların koşullarını hazırlayacak verileri oluşturuyorlarmış. Bir de İlona’dan bedenlenen bazı insanları ve kayıtlarını izliyorlarmış.

Koptum tabii burada kitaptan. Bu kısımları ciddiye alarak okuyabilmeme imkân yok. Ama buna benzer şeyleri ciddiye alarak okumuşluğum var:

Bkz: Ruhların Yolculuğu
Bkz: Ruhların Kaderi

Başka bir boyut, yeniden bedenlenme vb konularla ilgili bu iki kitap beni etkilemişti. “Olabilir mi böyle bir şey?” diye düşündürmüştü.

Bu kitapta ise Zeo ve Kio benim için düşündürücü olmaktan çok uzakta. Hele uzay gemisindeki gibi konuşmaları:

"– Zeo denetlenmemiş frekansların kanallarını açmak işe yarayacak mı?
– Ben renklerin frekanslarını düşürdüm, bu işe yarar!"

 Güç kalkanlarını devreye sokun bence.

Zeo ve Kio’nun “göksel varlık” hâli ve görevi bana, uzaylılar tarafından kaçırıldığını söyleyen insanların anlatımlarına yer veren şu kitabı hatırlattı:

Bkz: Kozmik Dokunuş

Orada da insanlar aslında bu kitapta bahsedilen Zeo ve Kio’yu anlatıyor olabilirler. Ama o kitaptaki Zeo ve Kio’lar daha korkunç.

*

Mehpare’nin kişisel gelişim yolculuğu denebilir bu kitaba. Böyle yolculukları sevenlerin hoşuna gidebilir. Spiritüel açıklamalar, özlü sözler, kafamda bir yere oturmayan soyut laflar bolca yer alıyor kitapta:

“Zamanla hiç ilgilenmemek ve zamanı fark edememek. İçine öyle bir girmek ki zamanın içindeki zaman olmak! Zamana tanıklık etmek!”

“Derinden bir iç geçirir gibi sessiz ve etkili bir manyetik alan yardımıyla her bir rengin ışınımını etrafındaki tozcuklara çarpıp dağılmalarına izin vermeden…”

Ne anlama geliyor bu sözler, anlamıyorum. Bu anlamamazlığım bana şu kitabı hatırlattı:

Bkz: Yakın

Orada da bu tarz ifadeler daha yoğun bir şekilde var.

Bana hitap etmiyor bunlar. Örneğin:

“Şimdi tüm bildiklerini unutup bir nefes çek içine, arkana yaslan ve sadece göklerin sesini dinle! Nöronlarında yanıp sönen ışık cümbüşünden doğan güneşlerin sesini…”

Bu cümleyi okuyunca benim aklımda şu canlanıyor: https://www.youtube.com/watch?v=sGkShyoxH3c

 


Böyle anlatımlar beni çok yoruyor. Basit bir insanım ben. Basit konuşmayı ve basit konuşulmasını seviyorum. Basit, yalın, net, sade, öz.

*

Ben de tam Mevlana nerede kaldı, diyordum ki çıktı ortaya. Bu tarz bir hikayede Mevlana’dan ve Mesnevi’sinden bahsetmemek olmaz. Yazar da bahsetmiş.

Mesnevi, tasavvuf… Hiç sevmediğim şeyler. Kitabın bir de hafif uzaysı içeriği nedeniyle adı olmuş “Mevlana Manyetik Alanı” ya da “Mevlana Birleşik Alanı” Lütfeeen! Şöyle tanımlanıyor bu: “Tüm insanlığı bir çatı altında toplayan manyetik bir alandır. Mesnevi’ye Kuran’ın…” Devam edemeyeceğim daha fazla.

Mevlana’yı sevmem. Bir dünya erkeğin dünyadan izole bir mekana çekilip dilencilikle geçimlerini sağlamaları ilgimi çekmiyor. Benim için önemli olan hayatın içinde olup da güzel düşünebilmek, olumlu konuşabilmek. Mevlana, mevlevihanesinden çıkıp Türkiye’de avukatlık yapsın, ondan sonra desin kusurları örtmede gece gibi ol, hoşgörülükte deniz gibi ol… bıdı bıdı. İnzivaya çekilince herkes öyle söyler. Ben de çekileyim inzivaya, insan içine çıkmayayım, çalışmayayım, onun bunun yardımı ile geçineyim, ben de derim çiçek böcek dünya ne güzel diye. Hepimiz böyle mi yaşayalım yani? Hepimiz inzivaya çekilip boynumuza astığımız çanaklara insanların koyacağı paralarla mı geçinelim? Hayatın koşturmacası içinde bir mücadele veriyoruz. Mevlana bu mücadeleyi vermiş mi? Versin, ondan sonra konuşsun.

Benim hayatımda Mevlana’nın bir karşılığı yok. Mevlana’yı yerlere göklere sığdıramayanların hayatında da bunun yer ettiğini sanmıyorum. Öyle olsaydı Mehpare, mutsuzluğunun sebebini anlardı. Benim ilk paragrafta anlattığım neydi? Mehpare’yi mutsuz eden; görünürdeki hâli ile iç dünyasındaki hâlinin uyumsuz olması. Görünürde evli yani yalnız değil ama iç dünyasında yalnız. Mevlana’nın ünlü sözü ne? “Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol!” Mehpare işte bu yüzden mutsuz, göründüğü gibi değil. Bunu ben söyleyince re re rö, Mevlana söyleyince uuuu.

*

Kitapta 12 Eylül dönemine de değinilmiş. Bu dönemin Mehpare’nin hayatına etkilerini görüyoruz. Yine babası üzerinden bir etkisi oluyor. Mehpare’nin babası siyasi konjonktür nedeniyle hapse girebilir. Mehpare,  babasının yurt dışına kaçmasını sağlıyor. Babası orada kadın arkadaşı ile beraber yaşayacak.

Kitabın arka planındaki 12 Eylül atmosferi ve ön planındaki Mehpare’nin özel ilişkisi kısmı bana şu romanı anımsattı:

Bkz: Bir Gün Tek Başına 

Orada da siyasi bir atmosfer eşliğinde bir gönül ilişkisi anlatılıyordu ki onu da sevmemiştim zaten.

*

İmla ve noktalama hataları nedeniyle çok üzülüyorum ve çok endişeleniyorum artık bir şey okumaya. Gerek kitap, gerek dışarıdaki reklamlar, gerek internetteki yazılar… Gözüme bir yanlış çarpacak diye endişeleniyor ve görünce de üzülüyorum.

Bu kitapta da bolca vardı.

Aşk, dünya, ay… Bu kelimeler kitapta sık sık geçiyor. Ama kimi yerde baş harfleri büyük, kimi yerde küçük, kimi yerde baş harfi büyük ve gelen ek kesme işareti ile ayrılmış, kimi yerde ise baş harfi büyük ama gelen ek bitişik yazılmış. Neden?

Sonra de ve ki problemi. Ayrı yazılması gerekirken bitişik, bitişik yazılması gerekirken ayrı yazılmış.

“Ağabey” yerine “abi” yazılmış. TDK bir değişikliğe gittiyse bilmiyorum, bildiğim kadarıyla “abi” değil “ağabey” diye yazılmalı.

Yurt dışı bitişik yazılmış. Ayrı yazılmalı. Kitapta hep “yurtdışı” diye bitişik ve yanlış yazılmış iken sonra bir yerde bir kere ayrı yazılmış niyeyse. Bu da anlamadığım bir şeydir. Bazen öyle bazen böyle yazmak. Yukarıda verdiğim örneklerde de bazen doğru bazen yanlış şekilde yazılmış. Bu ne anlama geliyor, bilmiyorum.

Şu var ki; gözümü kanatıyor bu hatalar. Madem kitap yazarak kendimizi ifade etmek istiyoruz, asla yazım yanlışı olmamalı kitapta. Örneğin piyano çalarak kendimizi ifade etmek istiyorsak, notaları ve piyanodaki yerlerini öğrenir, yanlış notaya basmayız değil mi? Yazmak da bunun gibi değil mi? Noktalama işaretleri ve yazım kuralları da bu işin notası değil mi? Gerisi de sanatçı ruhu denilen şey.
 

*

Bu arada kitabın sonunu söyleyeyim. Spoiler:

Mehpare’nin kocası Turan ölüyor.

Mehpare, kocasının ölümünün ardından babasının arkadaşı Nevzat ile tanışıyor. Nevzat evli bir adam. Nevzat’ın karısı Canan başka birine aşık olmuş. Bunu Nevzat’a da söylemiş. Ama ayrılmamışlar. Fiilen ayrılar ama resmiyette evlilik devam. Neden? Çünkü mallar bence.

Nevzat ile Mehpare sevişiyorlar. Sonraki günlerde Nevzat’ın karısı yeniden deneyelim mi diyor. Nevzat da evet diyor. Mehpare, yine yangınlar yine sen! Yok, Mehpare drama kraliçesi olmuyor bu defa. Şükür. 

Mehpare’nin kızı İdil, büyüyünce yurt dışına dedesinin yanına resim okumaya gidiyor. İdil orada Mesnevi bilen Uzak doğulu iki arkadaş edinmiş. Adları Zeo ve Kio.

 Mehpare’nin oğlu Semih büyüyüp denizcilik ile müzisyenlik arasında gidip geliyor.

 Mehpare’nin annesi Fatma yataklara düşüyor.


12 Haziran 2022 Pazar

SİYAH LALE



SİYAH LALE

(La Tulipe Noire)

Alexandre Dumas

Çeviren: Volkan Yalçıntoklu

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

5.Basım-Haziran 2013

245 sayfa


Soluksuz okudum. Müthiş bir macera. 

Yazarın bir diğer eseri Monte Cristo Kontu'nu da çok sevmiştim. Aynı heyecanla okumuştum onu da. 

*

Olaylar 1670’li yıllarda Hollanda'da geçiyor. Lale çılgınlığı var. Lalenin borsası ve kara borsası var. Hobi olarak lalecilik yapan da var, bundan gelir elde eden de. 

Bununla ilgili bir film olarak;

Bkz: Tulip Fever

Cornelius Van Baerle, laleleri ile meşhur olmuş, aileden zengin bir beyefendi.

Onu tanıtmadan önce ortamın siyasi atmosferini anlatıyor yazar. Monte Cristo Kontu'nda da böyle ama ben kurgunun enfesliğine o kadar takılmıştım ki siyasi atmosferi artık kitabı bir daha okursam o zaman özümserim.

*

Kitapta eski Hollanda başbakanı Jean Witt ve kardeşi Cornelius Witt idam ediliyor. 

Witt kardeşler cumhuriyetçi imiş ama Hollanda halkı cumhuriyet rejiminden sıkılmış, krallık istiyormuş. O yüzden Cumhuriyetçiler ve krallık taraftarları karşı karşıya gelmiş. 

Cornelius Witt, krallık taraftarı Suskun lakaplı Guillaume d’Orange'ı öldürmesi için cerrah Tyckelaer’ı tutuyor. Tyckelaer cinayet işlemek yerine bu planı açıklıyor. Cornelius Witt hapse atılıyor ve sürgün kararı veriliyor. Jean Witt istifa ediyor.

Fransa kralı XIV.Louis (Güneş Kral) Hollanda'ya düşman.

Guillaume yandaşları, Witt kardeşleri Fransa’yla görüşmek ile suçluyorlar. Witt kardeşler, Hollandalılara düşman Fransa kralı 14.Louis ile mektuplaştıkları iddiası nedeniyle vatan haini ilan ediliyor, bu yüzden idama mahkum oluyorlar. 

Cornelius’ta bu mektuplar var. Cornelius, mektupları vaftiz oğlu Cornelius Van Baerle’ye emanet ediyor. Baerle mektupların içeriğini bilmiyor, hiç de açıp bakmıyor mektuplara. Öylece çekmeceye koyuyor. 

Cornelius Witt, idama mahkum olunca, vaftiz oğluna bir mektup göndererek ona emanet ettiği mektupları yakmasını istiyor.

Ancak Cornelius Van Baerle, bu mektup eline geçmeden, vaftiz babasının yazışmalarını saklıyor diye mahkum ediliyor. Onu ihbar eden ise kıskanç komşusu Isaac Boxtel.

*

Komşusu Isaac Boxtel de lalecilik yapıyor ve geçimini bundan sağlıyor. Ama Van Baerle’nin laleleri daha güzel ve Boxtel bu lalelerin güzelliğini kıskanıyor.

Lale üreticileri derneği bir gün bir siyah lale yarışması düzenliyor. Pürüzsüz bir siyah lale üretene yüz bin florin ödül verilecek.

Boxtel, zamanında vaftiz babasının Van Baerle’ye mektup verdiğini görüyor. Van Baerle’nin evini teleskopla izliyor çünkü. O mektupların tehlikeli olacağını tahmin edip onu ihbar ediyor. Tam da Cornelius Witt’in adamı geldikten kısa bir süre sonra muhafızlar da eve gelip mektupları buluyor. Baerle’nin aklı fikri sadece siyah lale soğanlarında olduğu için vaftiz babasının mektupları yakması için gönderdiği kutsal kitap sayfasına yazılı mektuba, lale soğanlarını sarıp cebine sokuyor. La Haye’de hapishaneye götürüyorlar Baerle’yi. Boxtel de siyah lale soğanlarının peşinden La Haye’e gidiyor.

Baerle, kapatıldığı zindanda bir yere saklıyor soğanları. Ama soğanlar da kendisi gibi ölüme mahkum, çünkü toprak yok, güneş yok, su yok.

İdam kararı veriyorlar Baerle hakkında. İnfazdan önce Baerle, lale soğanlarını zindancının kızı Rosa’ya veriyor. Soğanlara nasıl bakması gerektiğini anlatıp yarışmaya girmesini söylüyor.

Baerle’nin idamından son anda vazgeçiliyor. İdam edilecek kadar suçlu olmadığına karar veriliyor. Ama cezası müebbet hapse çevriliyor.

Boxtel hâlâ soğanların peşinde. Onların hücrede ya da Baerle’nin üstünde olduğunu sanıyor. Hücrede bulamıyor. İdamdan vazgeçilince Baerle’nin üstünden de alamıyor.

Baerle zindana atılıyor. Rosa ve babası zindancı. Rosa, Baerle’nin talimatları doğrultusunda bir lale soğanını ekiyor. Birini saklıyor. Birini de Baerle, zindandaki hücresinde Rosa’nın getirdiği toprağa ekiyor.

Zindancı, Baerle’nin hücredeki soğanını görüp eziyor.

Boxtel, zindancıyla ahbaplık kuruyor. Zindancının soğanı bulup ezdiğini öğrenince çok kızıyor. Ama başka soğanlar vardır, diyor.

Rosa’daki soğandan siyah lale yetişiyor. Fakat Boxtel lalenin izini sürüp çalıyor. Ödül komitesine götürüyor.

Rosa lalenin çalındığını anlayıp peşinden gidiyor, prense olanları anlatıyor. Sakladığı üçüncü soğanı prense veriyor. Fark ediliyor ki üçüncü soğanın sarılı olduğu kağıt, Van Baerle'ye vaftiz babasının kağıda yazıp verdiği "mektupları yak" notu. Böylece Van Baerle'nin bu yazışmalardan haberi olmadığı, dolayısıyla suçsuz olduğu anlaşılıyor.

Sonunda hem Baerle hapisten çıkıyor, hem de Rosa ödül kazanıyor. Boxtel ise kalp krizi geçirip ölüyor.

Rosa ve Baerle de elbette evleniyor.

Ay mutlu son.

Kalp.

Ne maceraydı be!

Bayıldım. 

Bir de kitapta şu cümlelere bayıldım.

“Gerekli zamanlarda Tanrı’nın elinin altında büyük bir eylemi gerçekleştirecek büyük bir adam bulunmasına nadiren rastlanırdı, işte bu yüzden bu ilahi rastlantı gerçekleştiğinde tarih hemen bu seçilmiş adamı kaydederek gelecek kuşakların hayranlığına sunardı.” Sf.3

"Oysa şeytan bir kişiyi mahvetmek ya da bir imparatorluğu devirmek üzere insanoğlunun işine karıştığında, görevini yerine getirmesi için kulağına bir şeyler fısıldanması yeterli olan bir alçağı bulması hiç de zor değildi.” Sf.3


3 Haziran 2022 Cuma

DEMOKRASİLER NASIL ÖLÜR?


 

DEMOKRASİLER NASIL ÖLÜR? 

(How Democracies Die) 

Steven Levitsky – Daniel Ziblatt 

2018 

Çeviren: Derya Dinç 

Salon Yayınları 

3.Baskı – Eylül 2020 

352 sayfa 


Türkiye'nin adının sık sık geçtiği bir kitap. Türkiye'den bol bol örnekler yer alıyor. A-aa, neden acaba!

*

ABD'de 2017'de Donald Trump'ın başkan olmasının ardından işin uzmanı olan Amerikalılar “Demokrasimiz tehlike altında mı?” diye sormaya başlamışlar. 

“Amerikan siyasetçileri artık rakiplerine düşmanlarmış gibi davranıyor, özgür basını korkutuyor ve seçim sonuçlarını reddetmekle tehdit ediyorlar. Mahkemeler, istihbarat teşkilatları ve etik büroları dahil demokrasimizin kurumsal korumalarını zayıflatmayı deniyorlar.” Sf.8 

Yazarlar bu tespiti yaptıktan sonra diğer ülkelerdeki benzer yönetimleri inceleyerek ders alma yoluna gitmişler. Başka ülkelerde demokrasinin tehlike çanları nasıl çaldı, o ülkelerdeki yöneticiler nasıl davrandı, süreç nasıl ilerledi... Bu konularla ilgili pek çok ülkeyi ele almışlar. Çok akıllıca bir yöntem. Bir söz vardır: “Akıllı insanlar kendi tecrübelerinden, daha akıllı insanlar başkalarının da tecrübelerinden yararlanır." Yazarlar da bunu yapmaya çalışmış. Kendi halklarını, başka ülkeleri örnek vererek gidişat hakkında uyarmışlar. 

*

Amerika’nın denetim ve denge sistemini iki temel standart belirliyormuş: Partilerin birbirini yasal rakipler olarak görmesi ve kurumlar üzerinde kendi partilerinin avantajlarına olacak şekilde güç kullanmamaları. Buna kısaca "tolerans ve kısıtlama" diyorlar.  

Tehlike çanı olarak gördükleri ilk şey, aşırı kutuplaşma olmuş. “Tarihteki demokrasi çöküşlerini araştırmanın ortaya koyduğu en kesin neden, aşırı kutuplaşmanın demokrasileri öldürebileceğidir.” Sf.17 

Kimi demokrasiler silahla, kimi demokrasiler seçilmiş lider ile yıkılır, diyen yazarlara göre “Daha sık karşılaşılan versiyonu ise demokrasinin yavaşça erozyona uğrayarak, fark edilmesi zor adımlar sonucu yok edilmesidir.” Sf.10 

İşte bu adımların fark edilmesi için bir diktatörü gördüğümüz zaman tanımamıza yardımcı olacak uyarı işaretleri sıralamış yazarlar:

1-Hareket ya da sözleri ile oyunun demokratik kurallarını reddediyorsa 

(Anayasayı reddetmek, seçimleri iptal etmek, bazı organizasyonları yasaklamak…vb gibi) 

2-Rakiplerinin meşruiyetini kabul etmiyorsa 

(Rakiplerini yıkıcı olarak tanımlamak, elinde delil olmadan rakiplerinin kanuna karşı çıktığını, yabancı bir hükümetle iş birliği yaptığını vb öne sürmek gibi) 

3-Şiddete göz yumuyor ya da şiddet için cesaretlendiriyorsa 

(Silahlı çetelerle bağlantısı olması, taraftarlarının uyguladığı şiddeti desteklemek, dünyanın başka bir yerindeki şiddet olayını övmek vb gibi.) 

4-Medya dahil muhalefetin sivil özgürlüklerini kısmak konusunda isteklilik gösteriyorsa 

(Karalama, sivil halk ya da basındaki eleştirileri cezalandırma tehditi, dünyanın başka bir yerindeki baskılayıcı önlemleri övme…vb gibi) 

Bu temel maddeleri yargı sistemini kendi yandaşları ile doldurmak, basını susturmak için hapis korkusu salmak, medyayı satın almak, rakipleri karalamak veya hapse attırmak, oyunun kurallarını baştan yazmak, güçten düşülmek üzereyken bir kriz ya da saldırı ortaya çıkarmak... gibi örneklerle destekliyor yazarlar. 

İşte bunlardan biri ya da birkaçı varsa demokrasi konusunda endişelenmek gerektiğini anlatıyorlar. 

Yazarlar ABD'nin anayasasına, özgürlük ve eşitlik inançlarına, güçlü orta sınıfa, eğitim ve sağlıktaki yüksek seviyelerine, büyük ve farklı alanlardaki özel sektöre güvenerek “burada işler bu kadar kötü olamaz” diye düşünürlermiş. Ama Donald Trump onları düşünmeye sevk etmiş. 

Yazarlara göre Donald Trump yukarıdaki dört kriteri de gerçekleştirmiş. Böyle bir durumda demokrasiyi tehdit eden lidere karşı diğer siyasiler hırslarına yenik düşmeden birlik olmalı, demokratik kurumları savunmak için mümkün olan her şeyi yapmalı. Yazarlar, bu durumdaki bir liderin karşısında kim varsa ona oy verilmesini öneriyor. Kendi ülkelerinde Donald Trump'ın karşısında Hilary Clinton olduğu için onu desteklemek gerektiğini tavsiye etmişler.

*

Kitapta demokratik yönetim ile ilgili tehlikeli adımların atıldığı ülkelere örnek olarak: Peru, Venezuela, Rusya, Türkiye...vb. var. Kötü örnek olarak gösterilmek çok acı. 

Türkiye’nin adı da sık sık geçiyor kitapta: 

“…Rusya, Sri Lanka, Türkiye ve Ukrayna’da seçilmiş olan liderler demokratik kurumları yıkıyor.” Sf.12 


“Bizim demokrasimiz kesinlikle Venezuela, Türkiye ya da Macaristan’da olduğundan daha güçlü fakat yeterince güçlü mü?” sf.13 


“Türkiye’nin Recep Tayyip Erdoğan’ı ise gazetecileri terörizm propagandası yapmakla suçlamıştır.” Sf.97 


“Erdoğan ve Putin hükümetleri de yasayı korkunç sonuçlar doğuracak şekilde kullanmışlardır. Türkiye’nin en büyük kurbanı, ülkenin en çok okunan gazetesi Hürriyet ve pek çok televizyon kanalı dahil Türk medyasının neredeyse %50’sini kontrol etmekte olan güçlü Doğan Yayın medya grubuydu. Doğan grup medya ailesinin pek çok üyesi laik ve liberaldi ve bu da onları AKP hükümeti ile karşı karşıya getiriyordu. 2009 yılında hükümet karşı saldırıya geçti ve Doğan’a vergi kaçırma nedeniyle neredeyse 2,5 milyar dolarlık bir ceza kesti. Bu, neredeyse şirketin net değerini aşmaktaydı. Sakatlanan doğan iki büyük gazete ve televizyon kanalı olmak üzere imparatorluğunun büyük bir kısmını satmak zorunda kaldı. Bunlar hükümet yanlısı iş adamları tarafından satın alındı.” Sf.107 


“Erdoğan hükümeti de iş adamlarını siyasetin sınırlarına itti. 2004 yılında ciddi bir rakip olarak ortaya çıkan zengin iş adamı Cem Uzan, Genç Partiyi kurarak finanse ettiğinde finansal kurumlar Uzan’ın iş imparatorluğuna el koydular ve onu para koparma ile suçladılar. Uzan’ın Fransa’ya kaçması ile GP kısa sürede yıkıldı. Birkaç yıl sonra Türkiye’nin en büyük endüstriyel holdingi olan Koç Grup 2013 yılındaki devasa Gezi Parkı protestolarını desteklemekle (Koç Grup’un park yakınlarında sahip olduğu bir otel polis baskısına karşı sığınak ve geçici bir hastane olarak kullanılmıştı.) suçlandı. O sene vergi yetkilileri bir çok Koç şirketini denetledi ve şirketin yan kuruluşunun sahip olduğu devasa bir savunma bakanlığı kontratı iptal edildi. Koç ailesi dersini almıştı. 2013 yılından sonra muhalefet ile olan mesafesini korudular.” Sf.110 


“En yakın dönemli örnek Türkiye’deki Erdoğan hükümetinin güvenlik krizini Erdoğan’ın güce daha sıkı sarılması için kullanmasıdır. AKP Haziran 2015 tarihinde meclisteki çoğunluğu kaybettikten sonra IŞİD tarafından gerçekleştirilen bir dizi terör saldırısı Erdoğan’ın bayrak çevresinde toplanma etkisini kullanarak hızlı bir seçim çağrısı yapmasına ve sadece beş ay sonra meclisin kontrolünü geri kazanmasına neden olmuştur. Daha da önemlisi ise Temmuz 2016 tarihinde gerçekleşen darbe girişiminin geniş bir baskıyı haklı çıkarmak için kullanılmasıdır. Erdoğan bu darbeye OHAL ilan ettiği devasa bir baskı dalgası ile cevap vermiş ve 100.000 kamu memurunu tasfiye etmiş, birkaç gazeteyi kapatmış, yüzlerce hakim ile savcının, 144 gazetecinin ve hatta Anayasa Mahkemesinin iki yargıcının dahil olduğu 50.000 kişiyi tutuklatmıştır. Erdoğan ayrıca darbe girişimini geniş kapsamlı yeni yönetici güçleri edinmek için bir fırsat olarak kullanmıştır. Güç kapma Nisan 2017 tarihinde başkanlık otoritesini kontrol eden sistemi yıkan anayasal düzenleme ile zirve yapmıştır.” Sf.122 


“Donald Trump’ın başkanlıktaki ilk yılı tanıdık bir senaryoyu takip etti. Tıpkı Alberto Fujimori, Hugo Chavez ve Recep Tayyip Erdoğan gibi Amerika’nın yeni başkanı da görevine rakiplerine yaptığı yakıcı sözlü saldırılar ile başladı.” Sf.215 


“Dışarıdan gelen bu başkan kendisini Peru ve Türkiye’de olduğu gibi nedensiz bir saldırı altında hissedip karşı saldırıya mı geçecekti?” sf.216  


Türkiye'nin bu kitapta yer alacak kadar bol örneğe sahip olması üzüyor.