24 Mayıs 2016 Salı

KİRPİNİN ZARAFETİ



KİRPİNİN ZARAFETİ

(L'êlêgance de Hêrisson)

Muriel Barbery

2006

Çeviren: Işık Ergüden

Kırmızı Kedi Yayınevi

1. Basım - Ekim 2014

300 sayfa


Renêe, 54 yaşında, kocasını kanser nedeniyle kaybetmiş, yalnız yaşayan, akıllı ve kültürlü bir kadın. Kapıcılık yapıyor. Felsefe, klasik müzik, resim, dünya edebiyatı gibi konularda son derece donanımlı. Ama bu ilgisini ve bilgisini belli etmiyor. Hayatta bir gölge gibi yaşamayı seçmiş. Çünkü kapıcı olduğu için buna göre davranması gerektiğini düşünüyor. İnsanların kendisini ilgisiz ve bilgisiz sanmaları için özel uğraş gösteriyor.

Bir de 12 yaşında bir kız var. Renêe'nin kapıcılık yaptığı apartmanda yaşayan zengin bir ailenin kızı. Üstün zekalı bir kız. 13 yaşında intihar etmeyi kafasına koymuş, ölmeden önce hayata dair tüm bilgi ve gözlemlerini bir deftere yazmaya karar veriyor. 

Apartmanda yaşayan diğer insanlar da bildiğiniz tipler. İyisi, kötüsü, kendini beğenmişi, alçak gönüllüsü vs.

Renêe ve küçük kız, birbirlerindeki ışığı görüp arkadaş oluyorlar.

Apartmana yeni taşınan yakışıklı Japon da Renêe'deki ışığı ve farklılığı görüyor. 

Tam duygusal şeyler olacak, Renêe'nin hayatına renk gelecek derken, kadına bir araba çarpıyor ve ölüyor.

Oldu mu şimdi ya?

Ne güzel mutlu, umutlu gidiyordu hikaye.

Küçük kız da intihardan vazgeçiyor. Zaten onun intihar edeceğine ihtimal vermemiştim.

*

Renêe, potansiyelini ve gerçek kimliğini insanlardan gizleyerek insanların önyargılarına hizmet ediyor aslında. Ya da boyun eğiyor. 

"Bir kapıcı nasıl bu kadar kültürlü olabilir?" değil mi? İnsanlar bunu görürse Renêe'ye kötü mü davranırdı? Yansıttığı cahil görünüme iyi mi davranıyorlardı ki?

*

Küçük kız, hikayenin sonunda çok önemli bulduğum ve benim de itimat ettiğim bir tespitte bulunuyor:

"Ben, çevremde kimseye iyilikte bulunamadığım için acı çekiyorum."

Çok doğru. 

İşe yaramıyor olma hissi, insanı içten içe kemiriyor. 

Hayattaki varlığımıza oturduğumuz yerden anlam aramaya çalışınca sonu güzel yerlere varmıyor. Anlam, sanırım başkalarının hayatına bir şey katabiliyor olmak. Bu başkalarının illa insan olması da gerekmiyor. Hayvan olur, doğa olur, görüyor ve arttırıyorum, genel olarak dünyada herhangi bir canlıya faydamız dokunuyor mu? 

( Bu sorunun cevabı evet olsaydı, zannediyorum insanın kendine böyle bir soru sorması aklına bile gelmezdi. Cevap hayır olduğu için insan sorguluyor bunları. 

Hayatımı anlamlı bulsaydım, zaten o anlamın içinde yaşıyor olacağım için durup sormak aklıma gelmezdi. Durup bunları sorgulayacak vaktimin olması, o anlamın dışında olduğum için.)

*

Bu arada kitabın adı şuradan geliyor:

Küçük kız, kapıcı kadın için şöyle düşünüyor; "Madam Michel'de kirpinin zarafeti var. Dışarıdan dikenlerle zırhlı, tam bir kale, ama bence içinde kirpiler kadar doğrudan bir rafinelik var." 

22 Mayıs 2016 Pazar

MUTLU ÖLÜM



MUTLU ÖLÜM

( La Mort Heureuse )

Albert Camus

1970

Fransızca aslından çeviren: Ramis Dara

Can Sanat Yayınları

15. Basım - Ocak 2016

149 sayfa


Albert Camus, bu kitabı 1938'de tamamlamış ama kitabın yayınlanması ölümünden on yıl sonra, 1970'te olmuş.

*

Patrice Mersault, metresi Marthe'in ilk aşkı Roland Zagreus'la tanışıyor. 

Zagreus bir kazada iki bacağını da kaybetmiş. Mutluluk için paranın gerekli olduğunu fark eden Zagreus, bu kazaya kadar büyük bir servet edinmiş. Ama bacaklarını kaybedince başkalarına muhtaç bir halde yaşamak zorunda kalmış.

Mersault ise bedenen sağlıklı fakat yoksul. 

Zagreus, Mersault'ya sağlıklı bir bedeni olduğu için ne kadar şanslı olduğunu anlatmaya çalışıyor. Sohbetlerinde ayrıca mutluluk üzerine konuşuyorlar.

"Zaman gerekiyor mutlu olmak için. Çok zaman. Mutluluk da uzun bir sabırdır zaten. Ve çoğu kez, para aracılığıyla zaman kazanmak gerekirken, yaşamımızı para kazanarak tüketiyoruz." 

Zagreus'un hazırda bir intihar mektubu var. Mektubun yanında da bir silah. Kullanmaya ya cesaret edemiyor ya da hazır hissetmiyor kendini.

Mersault bunu onun için yapıyor. Zagreus'u vuruyor. Herkes Zagreus'un intihar etiğini düşünüyor.

Mersault, Zagreus'un parasıyla seyahate çıkıyor. Kimi zaman otelde, kimi zaman arkadaşlarının yanında kalıyor. 

Mutluluğu aradığı bir yolculuk oluyor bu onun için.

"Mutluluk insaniydi, sonsuzluksa gündelik. Her şey küçülmeyi bilmekte, güneşlerin ritmini umudumuzun eğri çizgisine bağlamak yerine, kalbini onlarla düzenlemekteydi.

Nasıl ki sanatta bir noktada durmayı bilmek gerekir, bir yontuda artık dokunulmaması gereken bir an her zaman gelir ve bu açıdan akılla açıklanamayan bir istenç, öngörünün en incelikli olanaklarından daha çok işe yararsa, bir yaşamı mutluluk içinde tamamlamak için de akılla açıklanamayan küçücük bir şey gerekir. Olmayanlar, onu elde etmeli." 

Yalnızlığını çok seven Mersault, buna rağmen evleniyor. Ama yalnızlığı baki.

Hasta oluyor.

Ölüyor.

Mutlu bir ölüm mü oluyor?

Bilemiyorum. Kitabın satırlarından mutluluk akmıyordu. Aksine karamsarlık vardı.

"Yaşamı boyunca, rıhtımdaki büro, odası ve uykuları, lokantası ve metresleri arasında, tek bir arayışla, bir mutluluğun ardından koşmuştu, oysa herkes gibi o da bunun olmazlığına yürekten inanıyordu. Mutlu olmak isteğine oynamıştı o da. Hiçbir zaman bilinçli ve kesin bir kararlılıkla istememişti bunu." 

Ama şunu söylemişti ilkin:

"Havanın bu ışıl ışıllığı, bu verimliliği altında insanların tek ödevi yaşamak ve mutlu olmak gibi görünüyordu."

Zagreus, mutluluk için paranın önemine dikkat çekerken, Mersault, özgürlüğü vurguluyor. 

"Özgürlük ve bağımsızlık kaygısı ancak hala umutla yaşayan bir varlıkta duyulur."

*

Kitabı tavsiye eden arkadaşım kitabı pek beğenmediğim izlenimine kapıldı.

- Pek beğenmemişsin gibi.

- Yoo beğendim.

- İz bırakmamış sende. Öye diyeyim. Yoksa tabii ki beğendin. 

- Bıraktığı iz:
"Karını seviyor musun Mersault?" "Sevmem gerekmiyor." ÖKÜZ.

- Savunmayacağım da kafasındaki aşk tanımı oldukça basit.
"O ona değer veriyordu, öbürü de ona. Bundan başka bir şey midir aşk?"

Evet bundan başka,bundan fazla bir şeydir ve bundan başka, bundan fazla bir şey olmalıdır. Ama konumuz bu değil.



KALECİNİN PENALTI ANINDAKİ ENDİŞESİ



KALECİNİN PENALTI ANINDAKİ ENDİŞESİ

(Die Angst des Tormanns beim Elfmeter)

Peter Handke

1970

Almanca'dan Çeviren: Tevfik Turan

Ayrıntı Yayınları

3. Basım - 2012

93 sayfa


İnce bir kitap, 93 sayfacık, çabuk biter diye düşündüm. Çabuk bitti gerçekten ama kanırtarak beni de bitirdi. Molalar vererek, derin derin nefesler alarak okudum.

Çünkü delirtici.

Josef Bloch, her kelime için neden böyle, neden öyle deniyor, niçin burada bu kullanılıyor...diye irdeliyor.

Bu açıdan Oğuz Atay'ın "Kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor"u geldi aklıma yer yer. 

Mesela şurada:

"Karşısındakine 'En iyi dilekler' yazdırmasının ardında ne vardı? 'Candan selamlar' Bu ne demek oluyordu? Nelerin karşılığıydı bu basmakalıp laflar?"

Bloch, karşılıklı muhabbetlerde kendisine anlatılanları da çok irdeliyor. 

"Bloch, ne zaman kendisi bir şeye değinse ya da bir şey anlatsa, iki kızın da ya da değindiği nesneyle ya da onun benzeri bir nesneyle ilgili olarak kendi yaşadıkları ya da en azından, o nesne hakkında anlatılanlardan dolayı bildikleri bir hikayeyle karşılık verdiğini fark etti. Örneğin, kalecilik yaparken kaburgalarının kırıldığından mı söz ediyordu, karşılık olarak birkaç gün önce hızarda işçilerden birinin...kaburgalarını kırdığını...anlatıyorlardı." 

Buna "laf lafı açıyor" denir işte. Neye bu kadar şaşıyor? 

Sonra ne gereksiz şeyleri merak edip kafa yoruyor? Kilisede bir resim görüyor. Mavi bir gökyüzü resmi. Yok ressam bunu acaba fırçayla mı yapmıştı, süpürgeyle mi yapmıştı, yok bu kadar açık mavi için herhalde boyayı beyazla karıştırmıştı...

NEDEN? Neden aklına böyle sorular geliyor?

İnsana anksiyete geçirtir bu kitap. Bu nedenle kalecinin penaltı anındaki endişesini gayet iyi yansıtıyor bence. Buram buram endişelendim.

*

Kitabın sonunda Bloch, bir futbol maçına denk geliyor. Kendisi de eskiden bir kaleciymiş, o yüzden kaleci hakkında ayrıntılı fikirler öne sürebiliyor:

"Gülünç bir manzaradır, kaleciyi top falan olmadan ama topu beklerken koşuşur görmek."

"Gözlerini kaleciye dikince sanki şaşı bakmadan edemezmiş gibi oluyordu insan. Sanki birinin bir kapıya doğru yürüdüğünü görüp adama değil de kapının koluna bakmak gibi bir şeydi. Başı ağrırdı insanın, soluk alıp verişi bozulurdu."

"Atışı yapan koşmaya başlayınca, daha top havalanmadan hemen önce kaleci ona duruşuyla, atlayacağı yönü ister istemez belli eder, öteki de rahatça topu öbür yöne vurabilir.(...) Kaleci için, kilitli bir kapıyı saman çöpüyle açmak gibi bir şeydir bu." 

Ancak penaltı atışı Bloch'un öngöremediği şekilde gerçekleşiyor:

"Karşı takımın oyuncusu birden koştu. Sarı bir eşofman giymiş olan kaleci hiç kıpırdamadan durdu, öteki de topu kalecinin avuçlarına gönderdi."

*

Okuması yorucu bir kitap. 

Bu yetmezmiş gibi çevirmenden mi kaynaklı anlamadım, tuhaf cümleler var.

"Odalar o kadar boştu ki bütün pencerelerden bakınca arkadaki manzara görebiliyordu." 

"görebiliyordu" değil "görülebiliyordu" olması gerekmiyor mu?

Sonra

"Gürültüyü duyduğunda Bloch'a yasak bir şey duymuş geldi."

"duymuş geldi" ne be? "duymuş gibi geldi" değil mi olması gereken?

*

Nefes darlığı çekerek okumuştum. Kitap bittiğinde gittim elime yüzüme su çarptım, ferahladım. 

15 Mayıs 2016 Pazar

KARA KİTAP



KARA KİTAP

Orhan Pamuk

1990

Yapı Kredi Yayınları

5. Baskı - Şubat 2016

476 sayfa


Ay çok zor okudum ben bunu. Hazmı zor ve yorucu bir kitap. Bittiğinde yoruldum ve zaten okurken de "Bit artık, lütfen bit." diye inledim. Beni yoran bitemeyesice uzun cümlelerdi. Bu açıdan çok kalabalık bir kitap. İnsan kalabalığı değil, kelime kalabalığı. Şişiriyor beni bu kalabalık, yoruyor.

Kitabın sonunda Orhan Pamuk'un 2013'te yazdığı sonsözü var. 1990'da kitap yayınlanırken insanların anlamayacağından tedirginmiş;

"Yazdığım bütün o sayfaların ne beni ne okuyucuyu kitabın kendi karmaşıklığından başka hiçbir yere götürmediğini korkuyla hissederdim.(...) Büyük bir şey yazma isteğiyle muğlaklık ve belirsizlik arasında gidip geliyormuşum gibi gözükürdü." 

demiş. 

Kendisi de farkında yani kitabının sıradan bir okuyucunun gözünde nasıl değerlendirilebileceğinin.

Yalnız şu komik, bir İngiliz eleştirmen bu kitap için böyle sıkıcı bir kitabı yalnız Fransızlar sevip okur, İsveçliler de ünlü ödüllerini verir, demiş. Gerçekten de kitap en çok Fransa'da sevilmiş ve Nobel jüri başkanı da en çok bu romandan etkilendiklerini söylemiş. Ahaha.

Kitabın konusu kabaca şöyle;

Galip, karısı Rüya'nın kendisini terk etmesi üzerine onu aramaya başlar. Bu arayışında ünlü bir gazeteci olan akrabası Celal'in köşe yazılarından faydalanır. Çünkü Celal de ortadan kaybolmuştur ve üvey kardeş olan Rüya ile Celal'in birlikte olduğunu düşünür. Celal'e ulaşırsa Rüya'ya da ulaşacaktır. Bu çerçevede bir Galip'in araştırmalarını, bir Celal'in tarihi, ailevi, toplumsal, güncel... çeşitli konulardaki yazılarını okuruz. 

Bu yazılardan en ilgimi çeken Mevlana'lı kısım. Mevlana ve Şems arasındaki münasebetin düpedüz cinsel bir ilişki olduğunu, Mevlana'nın kendisine ulvilik katmak için Şems'i öldürdüğünü... vs yazmış. Elif Şafak bu durumu nasıl karşıladı acaba o dönem? Gerçi Elif Şafak'ın Mevlana aşkı daha sonra türedi sanırım. 

(Açıkçası Mevlana'ya karşı mesafeliyim. Dünya işlerinden elini eteğini çekip yaşamak tasvip edebileceğim bir şey değil. Yiyorsa dünya işleriyle meşgul olup Allah'ı düşün. Üstelik erkek erkeğe bir yere kapanıp, para getirici hiçbir iş yapmadan dilenerek yaşamanın saygı duyulur bir yanını göremiyorum.)

Romanın sonunda;

Celal de Rüya da öldürülüyor. Celal, gazeteci ya, sözde bazılarının hassasiyetlerine dokunan yazıları yüzünden öldürülmüş. O sırada Rüya da yanındaymış, ona da kurşun denk gelmiş.

Ben Celal'in gazeteciliğinde öyle bir Abdi İpekçi'lik, Uğur Mumcu'luk göremedim. Olsa olsa Ertuğrul Özkök gibi bir şey.

Anlamadığım;

Galip ve Rüya, amca çocukları. Rüya, Galip'te ne bulmuş da evlenmiş? Galip, Rüya'ya aşıkmış, onu anladık. Rüya ne hissediyormuş, buna dair bir şey göremedim.

Rüya'nın Galip'i niye terk ettiğini de anlamadım. 

Rüya ve Celal'in nereye ve neden kaybolduğunu da anlamadım.

Anlamak için hiiiiç bir daha okuyacak mecalim ve isteğim de yok. Bunları anlamamış olarak da hayatıma devam edebilirim.

"Kara Kitap'ın Sırları" diye buna ek bir kitap var. Meraklısı için 2013'te çıkmış. (Ay yok ben almayayım, teşekkürler.)



BEYAZ KALE




BEYAZ KALE

Orhan Pamuk

1985

Yapı Kredi Yayınları

6. Baskı - Ocak 2016

150 sayfa


Sessiz Ev'deki tarihçi Faruk, bazı araştırmalar yapıyordu. Bu araştırmaları neticesinde bu kitabı yazmışmış. Girişte onun önsözü var.

Sonsözde de Orhan Pamuk bu kitabı yazarken hangi kaynaklardan faydalandığını, ama tabi aslında kitabı kendisinin değil, Faruk'un yazdığını anlatıyor.

Kitabın atmosferi Puslu Kıtalar Atlası'nı anımsattı bana. Osmanlı dönemi, padişahlar, paşalar, icatlar...(Bu kitap yazılırken Puslu Kıtalar yoktu tabi.) İlk sayfalarda Cervantes'in Don Kişot'una bir gönderme ve son sayfalarda bizzat Evliya Çelebi'nin kendisi var ki böyle tanıdık simalara rastlamak mutlu ediyor beni.

*

Türk korsanlar tarafından esir olarak alınan bir Venedikli, kendisine tıpatıp benzeyen Hoca namlı birine köle olarak verilir. İkisi de bilime ilgi duyar. 

Hoca, çocuk yaştaki padişahı etkileyip bilimsel çalışmaları için ondan yardım isteme gayretindedir. Padişahın Hoca'dan isteği ise savaşlarda etkili olacak güçlü bir silah yapması.

Venedikli ile Hoca, tank olduğunu zannettiğim bir savaş makinesi yaparlar. Ama bu icat etkili olmadığı gibi uğursuz da bulunur. İhale Venedikli'ye kalır, idam fermanı çıkar.

Bunun üzerine Hoca ve Venedikli kılık değiştirir. Birbirlerinin hikayelerini tüm çıplaklığıyla zaten çok iyi bilmektedirler. Çünkü birbirlerine hayatlarına dair her şeyi anlatmışlardır.

Hoca, Venedikli kılığıyla nicedir ilgi duyduğu Avrupa'ya gider. Venedikli de Hoca kılığında padişahın müneccimbaşısı olur.

Hikaye Venedikli'nin ağzından yazıldığı için onun rolüne kendini ne kadar kaptırdığını anlıyoruz. Bir gezginin anlattığına göre Hoca'nın da rolünü gayet iyi oynadığını duyuyoruz sonra.

SESSİZ EV



SESSİZ EV

Orhan Pamuk

1983

Yapı Kredi Yayınları

4. Baskı - Mart 2016

270 sayfa


Yusuf Atılgan'ın Anayurt Oteli'ni okudunuz mu?

Karanlık,kasvetli, ağır bir atmosferi var.

Bu kitapta da o havayı soludum.

*

Fatma Hanım 90 yaşında bir kadın. Gençken kocası Selahattin bir ansiklopedi yazmak için uğraşmış yıllarca. Derdi insanlara Allah'ın olmadığını, tek gerçeğin bilim olduğunu anlatmaya çalışmak. Fatma onunla aynı fikirde olmadığı için anlaşamıyorlar.

Selahattin, hizmetçi kadınla da birlikte oluyor. Bu gönüllü bir birliktelik mi tecavüz mü anlaşılmıyor, bence tecavüz gibi.

Hizmetçiden iki oğlu oluyor Selahattin'in. Adları Recep ve İsmail. Fatma bu çocukları döve döve sakat bırakıyor. Recep cüce, İsmail topal oluyor.

İlginç bir şekilde Recep, tüm hayatını Büyükhanım dediği Fatma'ya vakfediyor. Onun uşaklığını yapıyor her şeye rağmen.

İsmail, evlenmiş, bir çocuğu var. Çocuğunun adı Hasan. Hasan ülkücü eylemlerde yer alıyor. Akıllı bir insan değil. Kolayca yalan söyleyebiliyor ve biraz alık biri. Kitap bana Anayurt Oteli'ni andırırken Hasan da Zebercet'i andırıyor. 

Fatma'nın torunları Faruk, Nilgün ve Metin babaannelerini ziyarete geliyorlar.

Faruk, arşivlerde tarihi araştırmalar yapıyor. 

Nilgün, devrimci. Bu açıdan Hasan ile taban tabana zıt bir ideolojideler. Bunu öğrenen Hasan, başta Nilgün'e aşıkken, sonra onu dövüyor. Aldığı yumruk ve tekme darbelerini başta önemsemeyip doktora gitmeyi reddeden Nilgün, meğer iç kanama geçiriyormuş. Ölüyor sonunda. Hasan da sırra kadem basıyor.

Metin, fakirliğinden utanan, kendisinden daha zengin bir kız olan Ceylan'a aşık, ama tuhaf tavırları yüzünden Ceylan'ı kaçıran biri. Tuhaf tavır dediğim de kıza tecavüz etmeye kalkıyor. 

*

Gayrimeşru çocuklar meselesinden torunların haberi yok. Fatma Hanım, Recep'in onlara gerçekleri anlatacağı sanrıları yaşıyor. Bu esnada gençliğini, Selahattin Bey'in düşüncelerini, torunların dertlerini okuyoruz.

*

Kitapta Cevdet Bey ve Oğulları ile Aşkı Memnu'ya da gönderme var ki hoş sürprizler bunlar.

Fatma Hanım, geçmişi düşünürken Şükrü Paşa'nın kızlarından bahsediyor. Onlarla arkadaşmış. Şükrü Paşa ve kızları, Cevdet Bey ve Oğulları'nda var. Cevdet Bey'in karısı, Şükrü Paşa'nın kızı Nigan.

Fatma Hanım'ın gençken tanıdığı bir başka kişi de Adnan Bey'in biricik kızı Nihal Abla. "Bak bir tütün tüccarıyla evlenmişsin, üç çocuğun, maaşallah on bir de torunun olmuş, ama sen aslında Behlül'ü severdin, ama o da ahlaksız Bihter'i severdi." sf. 265 ahaha

CEVDET BEY VE OĞULLARI


CEVDET BEY VE OĞULLARI

Orhan Pamuk

1982

İletişim Yayınları

22. Baskı - Mart 2008

610 sayfa


Sabahattinciğim Aliciğim'inkilerden sonra en sevdiğim roman Cevdet Bey ve Oğulları.

Yıllar önce okumuştum, o zaman da beğenmiştim.

Orhan Pamuk'un tüm kitaplarını okumaya karar verince tekrar okudum bunu. Yine beğendim, yine beğendim.

*

Sonradan Işıkçı soyadını alacak olan Cevdet Bey, gayrimüslimlerin hakim olduğu ticaret dünyasına Müslüman bir Türk olarak girer ve başarılı da olur. 

Cevdet Bey, ticaretten başka bir şey düşünmemektedir. Bir de evlenip sıcak bir yuva kurdu mu tamamdır. Hatta daha evlenmeden ve çocukları olmadan şirketinin adını "Cevdet Bey ve Oğulları" koymuştur bile.

Ağabeyi Nusret Bey ise, Cevdet'in tam tersine siyasetle ilgilenmekte, Abdülhamit iktidarına karşı gelmektedir. Paris'te jön Türkler hareketine de katılmış, ama şimdi İstanbul'da verem nedeniyle ölümü beklemektedir. Maddi durumu da iyi olmadığından kardeşi Cevdet ara sıra ona yardım eder. 

Nusret, Cevdet'i küçük dünyası için aşağılar.

Cevdet, aslında ağabeyini sever ama onun aşağılamaları yüzünden pek görüşmezler. 

Aslına bakarsanız ben Cevdet'in aşağılanacak bir yanı olduğunu düşünmüyorum. İşinde gücünde bir adam. 

Nusret, ölüm döşeğindeyken boşandığı eşinden olan oğlu Ziya'yı Cevdet'e emanet eder. 

Ziya, ilerleyen yıllarda Cevdet ve ailesinin canını sıkacaktır. Sık sık para isteyecek, Cevdet'in kazancında hakkı olduğunu ileri sürecek.

Cevdet, Şükrü Paşa'nın kızı Nigan Hanım ile evlenir.

Osman, Refik ve Ayşe adında üç çocukları olur.

Osman, babasının izinden giden bir ticaret adamıdır. Ancak babasından farklı olarak babacan değildir ve üstelik karısını aldatır. Karısı da bu metresten haberdardır. Osman, bir daha yapmayacağına dair karısını ikna eder ama yine gider metresine. Kendince açıklaması vardır. Özellikle babası ölünce omzuna binen yükün ağırlığı ve evdeki huzursuzluklar nedeniyle nefes almaya ihtiyacı olduğunu, bunu da en iyi metresinin yanında sağladığını söyler kendi kendine.

Nermin'i de başka bir adamla görür Refik ile karısı ama kimseye söyleyemezler.

*

Refik de başta ticaretle ilgileniyorken sonra hayatın anlamını sorgulamaya başlar. Karısı Perihan'ı ve küçük çocukları Melek'i terk edip, arkadaşı Ömer'in yanına, Kemah'a gider. Orada yurt meseleleri, özellikle köylerin kalkınması gibi konularda tasarılar yazar. Aylarca dönmez eve. 

Refik'in iki arkadaşı var: Ömer ve Muhittin.

Ömer, sıradan bir insan olmayı kendine yediremeyen, bir fatih olmayı hayal eden, hırslı bir adam. Kenarımın fatihi Ömer, romanın sonunda toprak ağası oluyor ve aptal bir kadınla evleniyor. 

Muhittin, 30 yaşına geldiğinde ünlü bir şair değilse intihar etmeyi düşünen, ama tabii ki buna totosu yemeyen, burnu havada ama aslında eziğin teki bir şair. Bu da kendisini Ömer gibi çok zeki zannediyor. O kadar zeki ki geneleve gitmeden önce meyhanede demlenirken ihtiyar bir adamın milliyetçi nutuklarına kanıp en ağır milliyetçi oluyor. Romanın sonunda kendisi milletvekili.

*

Refik, Ömer ve Muhittin'in üçü de birbirinden sevimsiz.

En çok sevimsizinden en az sevimsizine doğru sıralarsak

Muhittin > Ömer > Refik

Muhittin, ortamların neşesini kaçıran, soğuk nevale, kendini bir bok zanneden, insanları aşağılayan eziğin teki. Bu ezikliğinden zaten herkesi ve özellikle zenginleri aşağılaması.

Ömer de kendini çok yukarılarda gören, o yukarılara ulaşmak için hırslı davranan, ama en nihayetinde sıradan bir evliliğe ve hayata mahkum kalan biri.

Ve Refik... Ennnnn sevmediğim erkek tipi, ennnn.

Tahammül edemiyorum bu tiplere. Yaşı kemale ermiş ama hâlâ ergenlikten çıkamamış gibi davranan, kendini bulamamış, kendini arama yolculuğunda da çocukça davranan safın teki.

Karısı ki hem güzel, hem akıllı bir kadın, ne kadar tahammül edecek bu bebeye diye düşündüm. Terk etmiş sonunda adamı, sevindim.. Helal olsun kadın. Herif, seni kundakta bebeği ile "Sen beni anlamıyorsun" diye ergen tribi atıp terk etsin, sen evde bu hıyarın varoluş sancısının bitmesini bekle. Yok ya. Boşamış bu dangalağı, başka biriyle evlenmiş, ohh çok güzel olmuş, Perihancığım. Canımsın.

*

Refik'in Melek adlı kızından sonra bir de Ahmet adında bir oğlu oluyor.

Çok hazindir ki Refik, "Benim gibi olmasın, herkes gibi olsun. Herkesinki gibi bir de ad koyarız." diye adını Ahmet koyduğu çocuğu da tıpkı babası gibi, hayatta ne işe yaradığını ve ne istediğini bilemeyen, muhtemelen de hiçbir zaman bilemeyip bir oğlan çocuğu olarak kalacak biri oluyor. 

Ay evlerden ırak. Şişiriyor beni bu erkekler. 

Ömer'in evleneceğiz diye oyaladığı, ama en sonunda romandaki diğer tüm kadınlar gibi karakterli davranıp Ömer'den ayrılan Nazlı'nın da dediği gibi:

"Erkeklerde zayıflık görmek insanın dünyaya olan güvenini azaltıyordu." sf.372

Benim için de böyle galiba. 

*

Nişantaşlı bir ailenin üç kuşağının anlatıldığı romanda

1. kuşak Cevdet Bey, Abdülhamit döneminde
2. kuşak Osman, Refik, Ayşe ve diğerleri Atatürk ve İnönü döneminde
3. kuşak Ahmet ve diğerleri de 1970'lerde yaşıyor.

Her bir karakter ve olaylar ağı o kadar mükemmel anlatılmış ki okuması da keyifli, sonra üzerine düşünmesi de keyifli, insanların çeşitliliği de keyifli. 

8 Mayıs 2016 Pazar

100 ŞARKIDA MEMLEKET TARİHİ



100 ŞARKIDA MEMLEKET TARİHİ

Murat Meriç

2016

Ağaçkakan Yayınları

1. Basım - Nisan 2016

260 sayfa


Memleket ahvali bir film şeridi gibi gözünüzün önünden akıyor okurken. Ayrıca kitapta adı geçen şarkıları karekodla dinlemek mümkün.

*

Memleket tarihi, devlet eliyle ya da töreyle öldürülenlerle dolu. Kimisi şarkılarda yaşıyor, kimisi unutuldu. 

Kitabın en can yakıcı kısmı da bu zaten. 

Turan Emeksiz - 28 Nisan 1960 (şarkı: Hürriyet Marşı - Timur Selçuk)

Erdal Eren - 13 Aralık 1980 (şarkı: Son Bakış - Sezen Aksu) 
(Teoman'ın 17 şarkısını da aslında Erdal Eren için yaptığını duymuştum. Çok fena sallaıyor da olabilirim.)

Mehmet Akif Dalcı - 1 Mayıs 1989 (şarkı: Mehmet - Grup Yorum)

Sevcan Yavuz - 17 Kasım 1992 (şarkı: Sevcan - Özgürlük Türküsü)

Uğur Mumcu - 24 Ocak 1993 (şarkı: Uğurlar Olsun - Selda Bağcan)

Güldünya Tören - 1 Mart 2004 (şarkı: Güldünya - Aylin Aslım)

Hrant Dink - 19 Ocak 2007 (şarkı: Nefrete Kine Karşı - Yaşar Kurt, Arto Tunçboyacıyan)

Berkin Elvan - 11 Mart 2014 (şarkı: Uyan Berkinim - Grup Yorum)

*

Kitabın açılışı İstiklal Marşı ile.

İstiklal Marşı yokken, marş çalınmasını gerektiren organizasyonlarda "Hamsi Koydum Tavaya", "Entarisi Ala Benziyor." çalınmış, bunu biliyor muydunuz? 

Mehmet Akif Ersoy'un yazdığı şiirin üstüne Osman Zeki Üngör'ün bestesi ile İstiklal Marşı vücut buluyor. Ama beste, şiirden bağımsız oluştuğu için şiire sonradan giydiriliyor. Marştaki prozodi bozukluğu (-larda yüzen al sancak) bundanmış.

*

Adnan Menderes, Bülent Ecevit ve Turgut Özal, haklarında çokça şarkı yazılan siyasetçiler.

Menderes'in şarkılara yansıması iktidar döneminde övücü, idamının ardından ağza alınmayıcı şekilde.

Ecevit, 70'lerde Kıbrıs Barış Harekatı döneminde Karaoğlan namıyla kahramanlık şarkılarına konu olmuş.

Turgut Özal, aleyhinde bir sürü şarkı, karikatür, parodi yapılan bir isim. Bugün onun makamında oturan insan hakkında dile getirilmesi ya da çizilmesi tahayyül bile edilemeyecek şeyler. 

Bugün geçmişe bakıp da hayıflanmak çok acı. 

Mesela 1980'lerde turizmi canlandırmak için çeşitli şarkıcıların bulunduğu bir plak yapılmış. Rakı övülmüş orada. Bakanlık eliyle yapılan bir iş. Şimdi düşünemiyoruz bile.

(Geçmiş ve bugün karşılaştırmalarında aklıma Afganistan örneği geliyor. Afganistan'ın 70'lerdeki fotoğraflarında kadınlara bakın, bir de bugüne.)

*

Alpay'ın "Fabrika Kızı" dönemin havadan, sudan, aşktan bahseden pop müziğine ülke gerçeklerini getirmiş. 

"Masal aleminde değil sokakta geçen, hepimizin yanı başında yaşanan ama fark etmediğimiz hayatların şarkılara yansıması" olmuş bu. 

(Burada çok gereksiz bir parantez açıp Gogol'u anabilir miyim? Onun için de derler ki, Rus Edebiyatına sıradan insanı katan, yanı başımızdaki hayatları romanlaştıran isim.)

"Bir evi olsun ister,
Bir de içmeyen kocası.
Tanrı ne verirse geçinir gider,
Yeter ki mutlu olsun yuvası."

(Şarkının bu versiyonunu görmüş müydünüz?)


*

Ajda Pekkan'ın "Petrol" şarkısıyla Eurovision'a katıldığını biliyoruz. Hikayesi nedeniyle "Talihli bir talihsiz şarkı" diyor yazar bu şarkı için.

Benzer kulvarda diyebileceğim bir başka şarkı "Zeytinyağlı Yiyemem Aman." Amerikan yardımı karşılığında Amerika, kendisinden mısır özü yağı almamızı istiyor. Zeytinyağı ve hatta zeytin ağaçları da neredeyse ortadan kaldırılıyor bu yüzden.

*

Seks filmlerinin revaçta olduğu dönemde bu pastadan şarkılar da pay almak istemiş ama filmler kadar rağbet görmemiş.

Kitapta yer almıyor ama benim aklıma seks konusunda en donanımlı şarkı olarak şu geliyor: "Adına da derler seks."

"Japoni kollar açılır 
Gögüsler yana açılır
Herkesin gözü açılır.
Adına da derler seks
seks seks seeeeeks"


Bir de daha güncel olarak: "Popon Hep Pipimde Dursun"



*

Ve GEZİ.

Okuyarak öğrendiğimiz değil, bizzat içinde bulunarak tanık olduğumuz tarih.

Duman'ın "Eyvallah" ve Boğaziçi Caz Korosu'nun "Gaz Maskesi Ala Benziyor" ilk akla gelenler.

*

Başlarken, memleket tarihi hep ölümlerle dolu, dedim de hiç mi eğlenceli bir şey yok?

Hüseyin Köse'nin "Avrupa'nın Kızları" var mesela.

"Avrupa'nın kızları ne ocaklar söndürdü,
Ne Müslüman gençleri Katoliğe döndürdü."



Yazarın "delirmek istiyorsanız bire bir" diye bahsettiği "Oooh...Ooh!



"Uzaylılar Hoşgeldiniz"



Benim kişisel sayko şarkım:



*

Bunun dışında Türkçe ezan, 6-7 Eylül olayları, 6. Filonun gelişi, YÖK, Banker Kastelli, Sivas katliamı, cumartesi anneleri, depremler, 1 Mayıslar, 2. Dünya Savaşı, atom bombası, Kore savaşı, futbol...konulu şarkıların hikayeleri var.

Daha ne olsun?

Olsun olsun, daha bir sürü şey çıkar. Zaten girişte de yazar, 100 sayısının sınırlandırıcılığı nedeniyle bazı elemeler yapmak zorunda kaldığını anlatmış.

Artık başka kitaba.


EĞRİ ÇİVİLER



EĞRİ ÇİVİLER

Osman Güngör

2016

Cinius Yayınları

1. Baskı - Mart 2016

239 sayfa


Babam aradı, bir kitap almamı istedi. İlk defa meydana gelen bir doğa olayı.

-Tamam baba alayım da nereden çıktı, ne kitabı?

-Okul arkadaşım aradı. Kitap yazmış, benden de bahsetmiş. Al bakayım onu internetten bir yerden.

Aldım. Babama vermeden önce de ben okudum. Okurken "Bu babam değil, bu da değil. Eeee hani babam nerede?" diye okudum.

Yazar, hayatını anlatmış. Kendi ailesi, babasının inşaatlarda çalışması, sık sık taşınmaları, yaşadıkları zorluklar, eğitim hayatı...vb. 

"Geyve Günleri" başlığına gelince heyecanlanmaya başladım. Babam buralarda olmalı. Ve buldum. 

Babamla dostluklarından, babamın resim yeteneğinden bahsetmiş. Bunu ben de biliyorum. Babam anlatmıştı resim öğretmeninin ona özel ders verdiğini, sonra resim öğretmenine aşık olduğunu, kışın onun odunlarını kestiğini... 

Yıllar sonra rahmetli abimin mezarını ziyaret ettiğimizde babam resim öğretmenini görmüştü. Yaşlanmış tabi ama gençliğinde güzel bir kadın olduğu anlaşılıyordu.

Sonra hayat gailesi nedeniyle geliştirilemeyen bir yetenek.

Kitabın bundan sonraki kısmını okuyamadım açıkçası. Babamı düşündüm. Ben şimdi ona bu kitabı verince duygulanacak. 

Babalar gününde babama ne alacağımı çok iyi biliyorum. Tuval, boya, palet...

DAHA MUTLU YAŞAMAK




DAHA MUTLU YAŞAMAK
(Happier)

Dr. Tal Ben-Shahar

2007

Çeviren: Dr. Bülent Akat

Elma Yayınevi

4. Basım - Mayıs 2014

237 sayfa

Kardeşimin kitaplığında gördüm bu kitabı. "Ben bunu okudum mu?" diye bir düşündüm. Daha mutlu olmadığıma göre okumadım.

Kitabın yazarı aykırı görüşte olsa da, mutlu olmakla ilgili, bunun mümkün olmadığını savunan bir görüş varmış. O kadar ki "Daha mutlu olmaya çalışmak tıpkı boyumuzun daha uzun olmasını sağlamaya çalışmak gibidir, hiçbir sonuç vermez." diyorlar. 
(Tam olarak böyle olmasa da insanların belli bir mutluluk sabitleri olduğu ve bundan daha fazla mutlu olmalarının pek mümkün olmadığı Sapiens'te de yazıyor.) 

Bu kitapta bir hedef koymanın ve o hedefe ilerlemenin, bu ilerleme esnasında keyif almanın gerekliliğinden bahsediliyor. Esas mesele hedef koyabilme. (Ne istediğimi bir bilsem var ya piyuuuu.)

Bu hedef gerçekten, tamamen sizin istediğiniz bir şey olmalı tabi. Başkalarının sizi sevip saygı duyacağı yani toplumdan onay almak için istediğiniz bir şey değil. Para, şöhret... gibi bir şey de değil, çünkü onlara ulaştıktan sonra yine bir boşluk doğacak. İşte tüm o boşlukları kapatacak bir şey. Genel olarak yolculuktan zevk alma hali diyebiliriz.

Böyle teorik, kağıt üstünde ne güzel şeyler bunlar.

Yalnız şunu öğrendiğim iyi oldu. "Ben mutlu muyum?" sorusu yerine "Nasıl daha mutlu olabilirim?" diye sormak. Çünkü "Ben mutlu muyum?" sanki bir sürecin bitiminde yaşanan, belli bir sonu olan noktadan bahsediyormuş gibi. Halbuki böyle bir nokta yok. "Nasıl daha mutlu olabilirim?"de mutluluk arayışının belli bir sonu olan nokta değil, devamlı bir süreç olduğu vurgulanıyor. Önemli bir nüans bence.

BU KİTABI OKUDUKTAN SONRA HAYATINIZ DEĞİŞECEK


BU KİTABI OKUDUKTAN SONRA HAYATINIZ DEĞİŞECEK

elele dergisinin okurlara armağınıymış bu kitap. Kaçıncı sayıda, hangi yıl verilmiş, bilmiyorum. Kitapta buna dair bir bilgi yok.

Kişisel gelişimle ilgilenen ( yaşam koçu, kişisel dönüşüm danışmanı, davranış bilimleri uzmanı...gibi) insanların mutlu olmak için sıraladığı nedenler yer alıyor kitapta.

Misal;

Az konuşmak.

Güzel bir köpük banyosu yapmak.

Yağmurlu bir havada toprağın kokusunu içine çekmek.

Fifa oynamak.

Günde beş öğün yemek yemek...

gibi

:D

Kitapta bu ve benzeri tavsiyelerde bulunan isimler şunlar:

Aret Vartanyan

Aşkım Kapışmak

Aykut Oğut

Azra Kohen

Banu Kalaycı

Barış Muslu

Beki İkala Erikli

Dost Can Deniz

Ebru Demirhan

Erkan Sarıyıldız

Hakan Mengüç

Hande Akın

Hasan Sonsuz Çeliktaş

İlhan Doğan

Kemal İslamoğlu

Mert Çuhadaroğlu

Müge Çevik

Rıdvan Şanal Günseli

Selda Soytürk

Tiraje Tekmen

1 Mayıs 2016 Pazar

TATAR ÇÖLÜ





TATAR ÇÖLÜ

( Il Deserto dei Tartari )

Dino Buzzati

1940

Çeviren: Hülya Uğur Tanrıöver

İletişim Yayınları

15. Baskı - 2015

232 sayfa


Giovanni Drogo, harp akademisinden mezun olup ilk görev yeri olan Bastiani Kalesi'ne gider.

Bu kale adeta bir sürgün yeridir. Ayrıca kara delik gibi. Giren çıkamıyor sanki. Üstelik çıkma fırsatı olduğu halde çıkmıyor.

Drogo bu kara deliğe giriyor. 

Halbuki daha en başta söylüyorlar kendisine gidebileceğini. En olmadı dört ay sonra doktor raporuyla gitmesinin mümkün olduğunu.

Dört ay sonra doktor raporunu alıp gidebilecekken kalmaya karar veriyor Drogo.

Bir gün sınırda bulunan bu kale stratejik bir öneme sahip olur, savaş çıkar, düşmanlar saldırır ve kahraman olur umuduyla kalıyor orada. Hem de... Hem de 30 yıl. OTTUZ yıl.

Her günü birbirinin aynı olan ama yine de nasıl olup da bu kadar hızlı geçtiği anlaşılamayan otuz yıl.

İzinlerde köyüne gidiyor ama ne kendisi eskisi gibi, ne köyü, ne evi, ne arkadaşları.

Güvenilir bir sığınak oluyor kale onun için. Bildiği tekdüze yaşamdan kaçamıyor. 

Arada uzaklardan hareketlilik, ışık ve benzeri görüp heyecanlanıyorlar kaledekilercek ama heyecanları her seferinde hayal kırıklığıyla sönüyor.

İnsan deli gibi savaş olsa da bize iş çıksa diye düşünür mü? 

İşin en hazin tarafı, tam da, Drogo'nun yıllardır beklediği savaş nihayet(!) çıktığında Drogo'nun hasta olması ve işe yaramaz diye kaleden uzaklaştırılması.

Dram bu.

Acınası.

Drogo da acıyor kendisine zaten. 

*

"Ben geçiçi olarak buradayım...Her an gidebilirim..."  diyor kalede yaşlanmış terzi. 

Drogo da başta böyle düşünüyor. Her an gitme imkanı olduğunu sanıyor. 

Aklıma geldi, benim şu an oturduğum ev çok güzel ama lokasyonundan memnun değilim. Buraya zaman darlığından taşınmış ve taşındığımda "Yakında taşınırım ki ben buradan." demiştim.

İki yıl oldu.

Bu ev benim Bastiani Kalem mi yoksa?

:...(

Lan?

Drogo, savaş çıkacak ve kahraman olacak diye bekliyordu.

Ben ne bekliyorum peki?

Kiralar düşecek diye.

Hayıııııırrr, DROGO DEĞİLİM BEN!!!

*

Kitabı bana tavsiye eden arkadaşımla kitap üzerine yaptığımız muhabbeti de buraya eklemek istiyorum:

BEN: B

ARKADAŞIM: A

B: Üzüldüm Drogo'ya. Kızdım da aslında. O kaleden kurtulma fırsatı daha ilk doğduğunda gitmeliydi. Sonra fırsat tekrar çıktı, onu da değerlendirmedi. Fırsatlar değerlendirmek içindir Drogo. Ertelememelisin.

Olup olmayacağı belli olmayan bir şey için, üstelik olup olmaması kendi elinde de olmayan bir şey için bunca inanç, umut neden be adam?

Kalenin o tekdüzeliği güvenli bir sığınak oldu herhalde onun için. Dışarı çıktığında kendisini yabancı hissetmesi, eski köyünden,annesinden, arkadaşlarından soğuması, kaleyi iyice sevdirdi ona zaar.

Sonundaki dramatikliğe ne demeli? Tam da yıllardır beklediği şey olmuşken orada olamamak...

Daraldım yahu.

 A: Drogo aslında hepimizin yapacağı şeyi yaptı. Bi beklentiyle gitti kaleye.

Bi beklentisi vardı. Bekledi, bekledi, bekledi...

Drogonun derdi alışkanlık veya güvenli liman değildi bence.

Ortalama bi insanın yapacağını yaptı. Sonunda gördü smile ifade simgesi

B: ben alışkanlık ve güvenli liman tezimi tekrarlıyorum. hatta korkuyu da ekliyorum buna. hatta kıskançlığı da ekliyorum

kale dışındaki yaşamdan korktu.

ola ki beklediği gerçek olursa da o esnada orada kendisi değil de bir başkası olur diye de kıskandı

A:Mantıklı

En kötü eylem bile eylemsizlikten iyidir

B: işte o buna cesaret edemedi.

A: Bi de hayatını kurduğu şey cesaret üzerine olan bir meslek.

B: kendisi asla o kaleden çıkamazdı. birinin onu kovması gerekiyordu. ya da belki kendiliğinden tayini çıkabilirdi. ki o da zaten bunu beklemişti ilkin

A: Dusunsene bi ölmeye cesareti var. Degisiklige cesareti yok

B: ölmek cesaret gerektiren bir şey değil ki. hele ki onun pozisyonunda. bir silahtır, bir kılıçtır bitti gitti. geride kahraman sıfatıyla adı anılacak.

ama değişim öyle değil. tutunamazsa sefil olacak

A: O zaman drogo doğru olanı yaptı ama çok bahtsızdı öyle mi?

B: yooo kesinlikle doğru olanı yapmadı. doğru olan daha ilk fırsat doğduğu anda oradan gitmesiydi. çünkü kendisi de farketti oranın iyi bir yer olmadığını. daha adımını atar atmaz farketti.

cesaret edemedi.

umut etti.

yanlış yaptı.

A: Kutuda bi tek umut kalmış naapsın

B: yapacak başka bir şey kalmayınca tabi.

ama istifa mistifa bir şeyler de diyordu.

şimdikinden daha kötü bir sonu olmazdı herhalde

A: İçimizden biri aslında drogo çok da yadırgamamak lazım.

Belli olmaz işte o. Senin dediğin gibi gitse tutunamasa sefil olsa ona daha çok koyardı bence

B: doğru. en azından o kaledeki 30 yıl boyunca bir umutla yaşadı. tutunamayıp sefil bir hayat sürse o 30 yılı da kötü geçebilirdi.

içimizden biri olduğu muhakkak. o yüzden klasik olma payesine ulaşmış zaten kitap smile ifade simgesi

terzi diyor ya "Ben burada geçiciyim, gideceğim" diye. Ben şu an oturduğum eve taşınırken aynen bunu söylemiştim. "Yakında taşınırım ben buradan." demiştim. 2 yıl oldu. Hala taşınacağım.

A: Bende aynı durumdayım 3. Yıla girdim

B: ahahaha

A: Konuşmak kolay demek ki

Drogodan beteriz o en azından kendince kutsal bi amaç için bekledi

B: ben de emlak balonu patlayacak ve kiralar düşecek diye bekliyorum.

konuşmak kolay, aynayı kendine tutuncaya kadar.