28 Mart 2020 Cumartesi

CEHENNEM


CEHENNEM

(Inferno)

Dan Brown

2013

İngilizce aslından çevirenler: Petek Demir - İpek Demir

Altın Kitaplar

507 Sayfa


Dünya nüfusu çok fazla, böyle giderse insanlık bitecek, en iyisi bir kısım insanlığı yok etmek diye düşünen bir bilim adamı var. Biyolog Bertrand Zobrist.

"Nüfus artışı stresi altında daha önce çalmayı aklından geçirmemiş olanlar, ailelerini doyurmak için hırsızlık yapacak. Daha önce öldürmeyi aklından geçirmemiş olanlar, çocuklarını beslemek için cinayet işleyecek." sf.114

Nüfus artışını azaltacak bir felaket yaşanmadığı müddetçe, insan ırkı tükenmek üzereymiş, türümüz bir yüzyıl daha yaşayamazmış.

Transhümanizm deniyormuş bu düşünceye.

Amacını gerçekleştirebilmek için salgın hastalık virüsü yapıp dünyaya salmayı planlıyor. Planını Dante'nin "İlahi Komedya" eserindeki "Cehennem" bölümünden esinlenerek kurguluyor.

İyi adamımız Prof. Robert Langdon da bunu engellemeye çalışıyor. Bu sırada da sanat tarihine boğuyor okuyucuyu. En azından beni. Ben boğuluyorum. 

Bu tip yazarlar bende "Bak ben neler biliyorum. Ama şimdi bunları dümdüz anlatsam, makale olarak yazsam, kimse okumaz, ben de böyle roman içinde yediriyorum." diyormuş hissi uyandırıyor.

Bunun bizdeki versiyonu Azra Kohen diye düşünüyorum. Onun da romanları "Bakın bakın, ben neler biliyorum." havası taşıyor. 

Bu konuda en samimisi Soner Yalçın. O "Bakın bakın ben neler biliyorum"u roman içinde kaktırmaya çalışmıyor. Bam bam bam yazıyor aşı bok, ilaçlar çükübik, dış mihraklara lanet olsun diye.

*

Dan Brown'un yıllar önce "Da Vinci Şifresi"ni okumuştum. (Hazır elim değmişken bir daha okusam mı acaba?) Orada da kurgunun içinde kaybolmuştum. Bunda da öyle. O kadar baş döndürücü geliyor ki bana, kaçma kovalamacanın sebebini, bir önceki adımı unutur hale geliyorum.

*

Robert Langdon sanat tarihi ve simgebilim profesörü. Gözünü bir gün hastanede açıyor. Hafızasını kaybetmiş. Önceki birkaç günde ne olduğunu, niye hastanede olduğunu hatırlamıyor.

Hastanede daha yeni yeni kendine gelmişken biri onun odasına gelip bir doktoru vuruyor. Diğer doktor Sienna Brooks, Langdon'u kolundan tutup kurtarıyor, kaçıyorlar.

Sienna'nın evinden Amerikan Konsolosluğunu arıyor Langdon. Ama adres olarak evi değil de evin yakınındaki oteli söylüyor. Bir bakıyorlar ki otele, hastaneye gelen suikastçı gelmiş. 

Birileri Langdon'un peşinde, onu anlıyorlar. Ama niye?

Eve de geliyor adamlar, ama Sienna ve Langdon kaçmayı başarıyorlar.

Hiç de sevmem böyle hikayeleri? Kim bilir ne karmaşık bir şey çıkacak? İyi adam bildiğin kötü çıkacak, kılık değiştirmeler olacak, asıl amaçların başka olduğu anlaşılacak falan... Offfff.

*

Langdon'ın ceketinde bir zamazingo çıkıyor. (Biyotüp) Langdon varlığından habersiz bunun. Zamazingodan Boticelli'nin Dante'nin Cehennem'inden esinlenerek yaptığı "La Mappa dell'Inferno" resmi çıkıyor.



Bu resimde harfler kazılıymış, bu harfleri takip edip müzeleri falan dolaşıyorlar...

Offf anlatırken sıkıldım. 

Komik geliyor bana böyle şeyler. Dan Brown'un bunu yazarken iştahlı iştahlı "O da aslında şunu şunun için yapmış. Amacı aslında şöyleymiş. Oradan şuraya gitmişler. Oradaki heykelin çükünün gösterdiği yönü takip etmişler. Oradaki resimdeki şeytanın tepesindeki işaret, bilmem ne kitabındaki bir şeyin simgesiymiş. O kitabı bulmaları lazımmış" diye kurduğunu hayal ediyorum.

*

Resim orijinalinin değiştirilmiş haliymiş. Bazı harfler eklenmiş resme. CATROVER

Bunun "cerco" ve "trova" "ara" ve "bul" anlamına geldiğini buluyorlar.

Langdon da rüyalarında sık sık bir kadının kendisine ara bul dediğini görüyordu.

Bu cümle Vecchio Sarayı'nda asılı Giorgio Vasari'nin "Battaglia di Marciano"sunda geçiyormuş.



Gidiyorlar saraya ve resme.

"Gerçek, yalnızca ölümün gözlerinden görülebilir"miş. 

Bu da İlahi Komedya'da geçiyormuş.

cerca trova kelimelerinin tam karşısında bir zamanlar Damien Hirst'ün "Tanrı Aşkına" adlı elmas kafatası sergileniyormuş.



Hop, Dante'nin kafatasına gitmek gerektiği sonucuna varıyorlar buradan. Ölüm maskesi. 1500'lerde bir insan öldükten sonra yüzünün alçısı alınarak yapılan bir maske.

Ama o da ne? Dante'nin ölüm maskesinin olması gereken yer boş. Çalınmış maske.

Müze görevlisiyle birlikte güvenlik kamerası görüntülerini izliyorlar.

Meğer bir gün önce Langdon ve arkadaşı Ignazio Bussoni maskeyi çalıp gitmiş. 

Ignazio kalp krizi geçirip ölmüş. Ölmeden önce sekreteri aracılığıyla Langdon'a not bırakmış:"Aradığın şey güvenli bir yerde gizli. Kapılar sana açık; ama acele etmelisin. Cennet Yirmi Beş."

İlahi Komedya'nın yirmi beşinci kantosuna işaret ediyor.

Orada Dante, şehirden kovulunca sadece vaftiz kurnasının başında cemaatten özür dilerse şehre alınacağı teklifine, "başımda defne yapraklarından taçla vaftiz kurnasına döneceğim" demiş.

Buradan istikamet vaftizhane.

Vaftiz kurnasında Dante'nin maskesini buluyorlar.

Maskenin iç yüzünde PPPPPPP yazıyor. 

Ne mana?

(Bu arada maske Bertrand Zobrist'e ait. O satın almış, müzede sergilenmesine izin vermiş. Maskeye o yazıyı da o yazmış olacak.)

P harfi peccatum'u temsil ediyormuş. Latince günah demekmiş. Yedi kez yazılması, Yedi Ölümcül Günah demekmiş. 

Bunları silince altından Arşimet Spirali şeklinde uzun bir yazı çıkmış.

"Sizler ki, akıllı ve mantıklı kişilersiniz... bu garip dizelerin örtüsü altında gizlenen... benzetmeyi anlayabilirsiniz..."


"Hain Venedik dükasını ara.

O ki atların başlarını kesti

Ve körlerin kemiklerini çıkarttı."

"Diz çök kutsal bilgeliğin yaldızlı mouseion'unda

ve kulağını yere daya,

dinle suyun şırıltısını."

"Orada, karanlığın içinde bekler khtonik canavar

kan kırmızısı sularına gömülmüştür lagünün

ki yansıtamaz yıldızları."

*

Atların olduğu San Marco Bazilikası'na gidiyorlar.




Bu atlar Haçlı Seferleri sırasında İstanbul'dan (Konstantinopolis) yağmalanarak getirilmiş. Gemiye sığsınlar diye başları kesilmiş. Bunu yapan dük Enrico Dandolo imiş. Hain diye anılırmış kendisi, çünkü Venediklileri Mısır'a gidiyorum ben diye kandırıp Konstantinapolis'e gitmiş.

Dandolo'nun mezarı da neredeymiş?

Ayasofya'da.

Şimdi rotaları İstanbul.

*

Ayasofya'da mezara kulağını dayayan Langdon, su sesini duyuyor. O su sesinden de Yerebatan Sarnıcı'na ulaşıyor. "Batık Saray"

Zobrist buraya bırakmış virüsü. 

Bizimkiler bulduğunda zaten bir haftadır yayılmış.

Saldığı virüs, kısırlık virüsüymüş. İnsanları hasta etmiyor, öldürmüyor, hastanelere koşmalarına sebep olmuyor. Bildiğimiz salgın hastalık virüslerinden bir tık daha iyiymiş yani.

Herkes şok.

Dünya Sağlık Örgütü bu konuyu değerlendirmek üzere yetkililerle toplantı yapmaya karar veriyor.

Orada bitiyor artık koşturma.

Huh!

Bütün tatava bunun için miydi?

Doğurmayıverelim, bu niye böyle büyük bir olay ki?

Zobrist'in düşüncesi manyakça. Nüfus hızla artıyor, yok olacağız. Buna çözümü: Ben yok edeyim yarısını. 

*

Sienna meğer Zobrist'in sevgilisiymiş. Zobrist planını gerçekleştirebilmek için Sienna dahil herkesten uzaklaşmış. Kendisini gizlemesi için Konsorsiyum adlı kuruluşla anlaşmış.

Sonra da öl(dürül)müş.

Sienna, Zobrist'in virüsünün nerede olduğunu öğrenmek için Langdon'a yanaşmış. Yeri öğrenince de Langdon'u yalnız bırakıp ondan ve herkesten önce gidip virüsü bulmaya çalışıyor. Çünkü başkasının, Dünya Sağlık Örgütü gibi ya da hükümetler gibi bir gücün eline geçerse, onlar bunu kötü niyetleri için kullanabilir. Şimdi olmasa bile başka bir gün. O yüzden Sienna, kendisi bulup yok etmek istiyor virüsü.

Langdon'a hafızasını kaybedici kimyasal veren Konsorsiyummuş. Konsorsiyum, Zobrist'in planını öğrenince Langdon'la işbirliği yapmaya karar vermiş. Başından vuruldu gibi gösterip hastaneye yatırmışlar. Uyanınca Konsorsiyum'a yardım etmesini sağlayacaklarmış.

Hastanedeki doktor da hiç ölmemiş. Ajan kuru sıkı ile vurmuş, doktor da onların adamıymış, vurulma numarası yapmış.

Bu kısımları çok da anladığımı söyleyemeyeceğim.

İpuçlarından yola çıkarak rotayı takip etme ve hedefe ulaşma sürecini anladım. Ama arka planda dönenleri çok da anlamadım.

*

Zobrist insan nüfusunu azaltmaya dair fikrini önce Dünya Sağlık Örgütü'nden Elizabeth Sinskey'e anlatmış. O ciddiye almamış.

Sinskey, Zobrist'in planını çözmek için Langdon'dan yardım istemiş.

Zobrist, kimse kendisini bulamasın diye Konsorsiyum ile anlaşmış.

Konsorsiyum yetkilisi Amir, Zobrist'in planını öğrenince ona yardım ettiğinden pişman olup planın gerçekleşmesin engellemeye çalışmış.

Bunun gibi bir şeyler galiba.

*

Kitapta diyor ki Dünya Sağlık Örgütü insanlara nüfus planlaması eğitimi veriyormuş, prezervatif dağıtıyormuş. Sonra dinci örgütler o insanlara gidip bunun günah olduğuna ikna ediyormuş.

O zaman  bu dinci örgütleri ortadan kaldırsan mesele çözülecek. Yani kısırlık yapıcı virüsle uğraşıncaya kadar dinci örgütleri yok edici bir işle uğraşsa, daha efektif olmaz mı?..

*


Kitabı okuduktan sonra filmini de izledim.

Film, Hollywood'dan beklenecek şekilde mutlu sonla bitiyor. Elizabeth ve Langdon virüsün yayılmasını engelliyorlar. Sienna ise ölüyor.

Ben kitabını okurken bile koşturmaca içinde kayboldum, başım döndü. Kitabını okumadan direkt filmi izleyenler nasıl hakim oldular acaba kurguya? Her adımda bir önceki adımı unutup ,buraya nasıl geldiler, sorusu oluyordu bende.

Ay bir de filmi izlerken İstanbul sahnelerinde heyecanlandım ne yalan söyleyeyim.


24 Mart 2020 Salı

KURTLARLA KOŞAN KADINLAR



KURTLARLA KOŞAN KADINLAR

(Woman Who Run With the Wolves)

Clarissa P. Estes

1992

İngilizceden Çeviren: Hakan Atalay

Ayrıntı Yayınları

42.Basım - 2020

542 sayfa


Vaaaaov!

Dev bir eser!

Çok etkileyici. Hem içeriği, hem o içerik için harcanan emek...

*

Kadınlarla kurtlar arasında vahşilik, zarafet, yer aldıkları topluluğa duydukları bağ açısından benzerlik kuran yazar çeşitli masallardan, öykülerden yola çıkarak kadınların hayatına, problemlerine dair çıkarımlar ve çözüm önerileri getiriliyor.

Mesela "MAVİSAKAL" adlı masal.

Mavisakal, zengin bir adam. Üç kız kardeşe ilgi gösteriyor. Kız kardeşlerden küçük olan bu ilgiye aldanıyor ve Mavisakal'la evleniyor. Bir sürü odası olan kocaman bir evde yaşıyorlar. Mavi Sakal karısına anahtar veriyor ve o anahtarın açtığı odaya girmesini yasaklıyor. Bütün ev senin, ama o odaya asla girme, diyor ve iş için evden gidiyor.

Karısı tabii ki o odaya giriyor. İçeride bir sürü ceset görüyor. Mavisakal'ın öldürdüğü kadınlarmış bunlar.

Mavi Sakal eve gelip karısının o odaya girdiğini öğrenince karısını öldürmeye kalkıyor, daha önceki kadınlara yaptığı gibi. Karısı, ölmeden önce dua etmek için zaman istiyor. Mavisakal izin veriyor. O zaman içerisinde kadının erkek kardeşleri gelip Mavisakal'ı öldürüp kadını kurtarıyor.

*

Ben böyle dümdüz okudum bu masalı.

Yazarın yaptığı ise bu masallardaki simgeleri yorumlamak.

Örneğin Mavisakal için diyor ki:

"Mavisakal tüm kadınların hayatlarının bir köşesinde gizlenen, oradan olan biteni seyredip karşı çıkma fırsatı bekleyen, derinlere çekilmiş bir karmaşayı temsil eder." sf.59

"Mavisakal kurnaz bir izsürücü gibi en küçük kızın kendisiyle ilgilendiğini, yani kurban olmaya gönüllü olduğunu hisseder. Ona evlenme teklif eder ve kız da gençliğinin verdiği coşkulu bir anda (çoğu zaman aptallık, haz, mutluluk ve cinsel ilginin bir bileşimidir) evet der. Hangi kadın bilmez bu senaryoyu?" sf.61

Kadınların zaman zaman kendilerini kandırarak gerçeği nasıl da görmezden gelebildiklerini anlatan yazara göre burada da genç kız Mavisakal'ın "tehlikeli değil, yalnızca kendine özgü ve ilginç biri olduğuna kendini inandırır." sf.62

"Birçok kadın Mavisakal masalını harfi harfine yaşamıştır. Henüz yok ediciler konusunda safdilken evlenen bu kadınlar hayatlarına yıkım getiren birini seçerler. Bu kişiyi sevgiyle 'iyileştirme'ye kararlıdırlar. Bir şekilde 'evcilik oynar'lar. Vakitlerinin büyük bir kısmını, 'Sakalı aslında o kadar da mavi değil' diyerek geçirdikleri söylenebilir." sf.65

Yaaaa, çok tanıdık ve hislere tercüman cümleler değil mi?

*

Annelerimizden bilgi alıyoruz ama bazen annelerimiz de bazı bilgilerden yoksun olabiliyor. Yazar bu noktada kurtlarla kıyaslama yapıyor ve "Birçok kadının, bir anne kurdun yok ediciler konusunda yavrularına verdiği eğitim kadar bile temel eğitimi yoktur." diyor:

"Anne kurt şöyle der: Tehditkarsa ve senden büyükse, kaç; daha zayıfsa, bak ne istiyor; hastaysa, yalnız bırak; dikenleri, zehri, sivri dişleri ya da keskin pençeleri varsa, geri dön ve ters yöne git; güzel kokuyor, ama metal çenelerle sarılıysa, onunla birlikte yürü." sf.63

Masaldaki gibi kötü adamlarla evlenmeye razı olmayı, kızların küçük yaştan itibaren tuhaflıkları görmezden gelmelerinin ya da hoşa gider hale getirmelerinin, nazik olmaları gerektiğinin öğretilmesine bağlıyor. Bu ilk eğitim de kadınların sezgilerini umursamamalarına neden oluyor. "Yok ediciye boyun eğmeleri öğretilmiştir" diyor. sf.64

*

Masaldaki diğer öğelere de şöyle yorum getiriyor yazar:

Mavisakal'ın karısına verdiği anahtar, ona sahte bir özgürlük hissi vermek içinmiş. Anahtar masallarda gizeme ya da bilgiye girişi simgelermiş. 

Mavisakal'ın öldürdüğü diğer kadınlar, kadının hayatı geliştiren potansiyelinin öldürülmesi anlamındaymış. 

Odadaki kemikler ise kadınlığın yok edilemez gücünü simgeliyormuş. 

Mavisakal kendisini yakalayınca kadının zaman istemesi de kadının artık safdil olmadığı, kurnazlığı öğrendiği ve savaş için güç toplaması anlamındaymış. "Dış gerçeklikte kadınların ister eski bir yıkıcı tarzdan olsun, isterse bir sevgili ya da işten olsun, kaçışlarını da planladıklarını görürüz. Dışsal bir değişiklik yapmadan önce zaman kazanır, fırsat kollar, stratejilerini planlar ve içsel güçlerini yardıma çağırırlar." sf.74

Vay anam vay.

Hiç böyle okumamıştım. 

*

ÇİRKİN ÖRDEK YAVRUSU masalına da yer verilmiş kitapta. "Dışlanma"yı konu alan evrensel bir masal. 

Çirkin ördek yavrusunun annesi, başta yavrusunu kollarken sonra toplumun dışlamasına dayanamayıp o da yavrusunu dışlar. "Farklı bir çocuğa sahip olduğu için alay konusu olur. Duygusal açıdan ikiye bölünmüştür, bunun sonucunda çöker ve bu tuhaf çocuktan ilgisini esirger." sf.196

Masaldaki çirkin ördek yavrusu yani çocuk, kadının sanatı olabilir, sevgilisi olabilir, hayat tarzı olabilir. Onaylamama ve dışlama kadının çocuk olarak simgelenen bu özelliklerine yönelik de olabilir. Burada güçlü anne ve güçlü çocuk olabilmek önemli.

*

Çirkin ördeğin aslında bir kuğu olup yanlışlıkla ördeklerin arasında olması ile fiziksel ailemizin her zaman ruhsal ailemiz olmayabileceğine de değinilmiş. 

"Belki de özgün ailenize ait değilsiniz. Genetik olarak ailenizin bir üyesi olsanız da, huy bakımından belki de başka bir insan grubuna aitsiniz." sf.187

*

KÜÇÜK KİBRİTÇİ KIZ masalı da var kitapta.

Küçük Kibritçi Kız, yalnızdır, arkadaşı yoktur. Arkadaşı "dünyanın en güzel güneşi" diye tanımlayan yazar, arkadaşı olmayan bir kadının kaygıdan, öfkeden donacağını söylüyor. 

Kibritçi Kız, bir kuruşa bir kibrit veriyor. Bunun simgesel anlamı şöyle:"aldığı değerden (bir kuruş) çok daha büyük değerde bir şey (bir ışık) sunmaktadır." sf.359

Bu da kadının az değer için daha büyük değer vermesi halinde kendi ihtiyaçlarını karşılayamayacağını temsil ediyor. 

*

Hiç böyle bakmış mıydınız bu masallara?

Çok etkileyici derken haksız mıymışım?






20 Mart 2020 Cuma

GECENİN UCUNDA

GECENİN UCUNDA

Peride Celal

1996

Can Yayınları

463 sayfa


Dev bir konak içinde geçen yasak aşklı hikaye.

*

Macide 30 yaşında bir avukat. Ankara'da annesiyle yaşıyor. Babası yıllar önce ölmüş. 

Annesi paşa kızı. Çocukken yaşadığı köşkü, zenginliği, kocasıyla nasıl aşk yaşadığını, mutlu evliliklerini anlatıp duruyor Macide'ye.

Geçmişte kalan anılar bunlar, çünkü fakirler. Bayağa fakirler.

*

Macide'nin avukatlığını yaptığı bankadan tanıdığı Hüsnü Bey var, efendi bir adamcağız. O da avukat. 

Hüsnü Bey hakkında bazı dedikodular var, evlat edindiği kıza aşıkmış da, kızın hoşlandığı bir marangoz delikanlı var, onunla evlenmesine bu yüzden izin vermiyormuş da... 

Macide bunlara aldırmıyor, Hüsnü Bey'e saygı duyuyor.

*

Zurnanın zırt dediği yere geliyorum.

Macide Ankara'da darlanıp tatil için İstanbul'a gidiyor. Bunun için lazım olan parayı da annesinin antikalarından birini satarak elde ediyor. 

Trende Ahmet Işık adlı ünlü zenginlerden Işık ailesinin bir ferdiyle tanışıyor.

Aslında Macide'nin çok gönlü yok ama oğlan ısrarcı, sevimli de, karşı koymuyor Macide ve iş evlenme kararına kadar gidiyor.

Ahmet Işık'ın ailesi ile tanışıyor Macide.

Ahmet'in ağabeyi Kazım Işık, kardeşi Cihangir, Kazım'ın karısı Nermin, Ahmetlerin teyze kızı Serra.

*
Kazım Işık, aileyi zengin eden kişi. Başarılı bir iş adamı.

Macide'ye görür görmez aşık oluyor. Ve hiç kardeşimin evleneceği kadın falan dinlemiyor, Macide'ye de hislerini açıyor. Macide buna da karşı koyamıyor. 

Macide biraz alık mısın acaba?

30 yaşında avukat kadın, ama gönül işlerinde liseli kız gibi. 

Bu ikisi başta kaçak göçek buluşuyorlar, görüşüyorlar. Macide kendini yiyor tabii, huzursuz bu durumdan.

Kazım da pek rahat sayılmaz, kardeşine gerçeği anlatma ve karısından boşanma planları yapıyor. 

Kısa zamanda da bu planları gerçeğe dönüştürüyor.

Ahmet'i şehirden uzaklaştırıp çok sevdiği Amerika'sında tutacak işler veriyor ona. Ahmet Amerika'dayken bir mektupla ona durumu açıklıyorlar.

Nermin'e de durumu anlatıyor Kazım ve boşanma kararı alıyorlar.

*

Nermin Hanım'dan bahsetmek lazım biraz. Çok güzel kadın ama uyuşturucu müptelası olmuş.

Konağı kendi görgüsüyle çekip çevirmiş bugüne kadar. Sonra ne olmuşsa ilaçlara başlamış ve bırakamamış.

Kazım ve Nermin'in boşanma sürecine girecekken Nermin'in bir deniz kazasında öldüğü haberi geliyor. Motorla denize açılmış ve ölmüş.

Macide kendisini bu ölümden sorumlu tutmaktan kurtaramıyor. Konaktaki herkes Nermin'i kısa sürede unutmuşken Macide sık sık hatırlıyor.

*

Konak hayatına gelelim.

Yaygın dizilerimizden de bu zengin konak hayatlarını görüyoruz. Hah işte aynısı romandaki de.

Teyze kızı Serra, evli ama kocasıyla ayrı ayrı hayatlar yaşıyorlar. Serra'nın sık sık başka erkeklerle ilişkisi oluyor. Bunları anlatmaktan da çekinmiyor. 

Cihangir'in rahmetli yengesi Nermin'le ilişkisi olduğu söyleniyor. Cihangir'in komşu kadınlarla da ilişkisi olduğu söyleniyor. 

Bunun gibi kepazelikler var.

*

Macide, Kazım ile birlikte olduğu süre boyunca hiç anın tadını çıkaramıyor. Kazım, Macide'nin gönlünü hediyelerle, güzel sözlerle... hoş tutmaya çalışıyor ama Macide hep ya artık beni sevmezse, ya benden sıkılırsa, ya ona yetmezsem, ya şöyle ya böyle... diye diye kendini yiyip bitiriyor. Ay o kısımlar çok iç bayıcı idi. Başlangıçtaki uygunsuz hallerinin günahını bir türlü affetmiyor. Yahu yediniz bir halt, tamam, oldu bitti, herkes de kabullendi. Ama Macide insanların ilişkilerini kabullendiğine inanmıyor, arkasından laflar edildiğini düşünüyor. Ediliyordur da belki ama ne yapacaksın, milletin ağzı torba değil ki büzesin şekerim. 

Neticede Macide, korkularını hayata geçirmeyi başarıyor, aferin.

*

Başta Kazım Işık'la ilişkilerini yadırgamamıştım ben. Evet, pek şık olmayan bir başlangıç yaptılar ama fazla uzatmadan işleri yoluna koymuşlardı.

Fakat düşününce, gerçekten de böyle kötü bir başlangıç, devamı için de ümit kırıcı olabilir. Kazım Işık evliydi ve evliyken Macide ile işi pişirdi. Karısına el birliğiyle yalan söylediler. Macide ile evlendiğinde de onun arkasından başka kadınla neden olmasın ve Macide'ye neden yalan söylemesin?

Nitekim yapıyor bunu da.

Kaızm Işık, sekreteriyle birlikte oluyor. Bunu Macide'ye Cihangir söylüyor. Kazım hala inkar ediyor. Yalan söylüyor. Macide'yi gereksiz kıskançlıkla suçluyor. Kızı suçluyor da suçluyor şerefsiz adi pislik. Ama Macide, kendi gözleriyle onları uzaktan gördü. Kazım Işık bunu öğrenince artık inkar edemiyor. Bu defa da bir kerelikti, böyle şeyler olabilir, bir daha olmayacak falan filan.

Bu arada bunun öncesinde Cihangir bu yengesine de yürüyor. Macide'ye asılıyor açıkça. Macide reddediyor. Şaşırdım, buna da karşı koyamaz sanmıştım bir an.

Macide, Cihangir'in bu davranışını niye kocasına anlatmadı, anlamadım. Niye kimse birbirine bir şey anlatmıyor? Anlattıkları hep başkalarının hayatları, dedikodu. Kendi hayatınıza ve hislerinize dair neden açık açık konuşmuyorsunuz?

*

Macide, aldatma olayı üzerine iyice soğuyor Kazım'dan. Yine ipleri tam koparmıyor ama. Ruh gibi dolaşıyor. Bu açıdan Nermin'e benziyor. Nermin de böyle ruh gibi dolaşıyordu. Demek ki o kadıncağızın da ruhunu emmiş adiler. 

*

Cihangir, Macide'ye Nermin'in ölümünün ağabeyinin suçu olduğunu, ağabeyinin çekmecesine bakmasını söylüyor.

Macide, başta buna inanmak istemese de sonunda çekmeceleri karıştırıyor ve Nermin'in Kazım'a yazdığı mektubu buluyor. Mektupta Nermin, tekrar birlikte olmak için şans istediğini, Kazım kabul etmezse motorla denize açılıp kendini öldüreceğini yazmış. 

Bunu görünce artık Macide tası tarağı toplayıp gidiyor.

Ankara'ya, annesinin evine dönüyor. Ve hamile.

*

Gebe gebe geçmişe dönüp bu anıları anlatıyor bize Macide.

Nasıl sevdim, nasıl inandım, ben kimim... diye sorguluyor.

Çok da bir şey değilmiş ki aslında.

İşini sevmiyormuş ve doğal olarak da pek başarılı olamamış. Atatürk genci olma yolunda ilerlemeyi arzuluyormuş ama ben pek de idealist bir kişilik olduğu izlenimi edinemedim kendisinden. Genel olarak kitap okuyarak kendini geliştirmeye çalışan, ama bunda çok da başarılı olamamış, hayat enerjisi olmayan bir kadın izlenimi edindim. Kitabın başlarında ise histerik bir kadın gibi bile geldi. Bir gönül ilişkisi içinde iken huzursuz olmayı çok anlayamıyorum. Huzursuzsan uzaklaşırsın, ayrılırsın, biter gider. Ayrılmayı götü yemiyor, kendi kendini yiyor, etrafını da huzursuz ediyor. Manasız manasız şeyler. 

*

Kitabın sonunda doğuruyor oğlunu.

Kazım Işık da hastaneye gelmiş ama kendisini görmesine izin vermiyor Macide.

Korkarım çocuğu da babasına göstermeyecek. Kendisi büyütecekmiş, Kazım'ın parasını istemezmiş, kendi parasıyla büyütecekmiş çocuğunu. Çok parası var da. 

Bu bencilliği de kızıyorum. Sen kocandan boşandın, çocuğun boşanmadı. Sen adamla yine görüşme, ama çocuğun görüşmesini engellemek...

Öf ne haliniz varsa görün be, bana ne.

*

Kitapta bir araya gelmeleri konusunda bir açık kapı var. Boşanma ilamını tebliğ almıyorlar. Yani kararı kesinleştirmiyorlar.

Eskiden taraflar talep etmeden karar tebliğe çıkmıyordu ama artık -çoğu mahkemede- tarafların talep etmesini beklemeden kararı tebliğ ediyorlar. 

3 Mart 2020 Salı

REZONANS KANUNU



REZONANS KANUNU

(Das Gesetz der Resonanz)

Pierre Franckh

2019

Çeviren: Bengisu Akipek

Koridor Yayıncılık

1. Basım – 2019

204 sayfa


“Benzer benzeri çeker.”

Kitabın anlattığı bu.

Sen nasıl bir insansan hayatına öyle insanlar ve öyle olaylar çekersin.

İyi insanların başına kötü şeylerin gelmesi sorusu akla geliyor burada. İyi insan olabilirsiniz ama zihninizden umutsuz, kaygılı, korkulu düşünceler geçebilir. İşte o korkular, gerçeğe dönüşüyor. Korkmazsanız, umutlu olursanız umduğunuz şey de gerçeğe dönüşüyor.

Yani kitabın anlattığı, her sorunuza ve her duygunuza “Evet” diyen bir sistem olduğu.

Şu işten çok korkuyorum… Evet, o iş başına gelecek.

Şu işi başaracağım… Evet, o işi başaracaksın.

Bu hastalık beni öldürecek… Evet, öldürecek.

İyileşeceğim… Evet, iyileşeceksin.

Böyle bir şey anladığım kadarıyla.

*

Kitapta anlatılana göre bu tür etkileri sadece kendimize değil, başkalarına da yöneltebiliyormuşuz.
Örneğin, öğrencilerinin zeki olduğunu düşünen bir öğretmenin dersinde öğrenciler iyi notlar alırken,  öğrencilerinin aptal olduğunu düşünen bir öğretmenin dersinden kötü notlar alıyorlar. Bunu da başkalarını etkileme gücümüz olarak anlatıyor yazar.

Buna benzer deneyleri daha önce de okumuştum:






Bu kitaplarda daha çok beynin gücünden bahsediliyor.

Rezonans Kanunu’nda ise daha ziyade kalp. Yürekten inanma olayı.

Ama neticede aynı yere varıyor. Ben hepsinden aynı şeyi anlıyorum: İnanırsan olur.

İnandığın şey ne ise o olacak. Beynin de kalbin de olacağına inandığın şeyi hazırlıyormuş.

*

Kitapta düşünce gücüyle ve inançlarla hastalıkları da iyi edebileceğimizden bahsediyor. Yazar kendi kelliğini böyle engellemiş. Kendisine gelen mektuplara da yer vermiş, o mektuplarda da hastalığını iyileştirenler varmış.

Bu konunun piri için


*

Rezonans Kanunu tarzı kitaplara daha önce de denk gelmiştim.





*

Yani Rezonans Kanunu, esasen The Secret’in daha güncel ve daha inandırıcı gözüken versiyonu gibi.


*

Bu meselelere dair daha saygı duyulan bir kitap olarak:


*

Bu kitaplarla dalga geçenler için, hazır dalga geçilmişi de var.


*

Yalnız kıyametlerce kitap okumuşum bu konularla ilgili. 

ALTIN VOLKANI



ALTIN VOLKANI

(La Volcan D’or)

Jules Verne

1906

Fransızcadan çeviren: İdil Gürbüz

İthaki Yayınları

1. Baskı – 2002

279 sayfa


İki kuzene dayılarından bir altın madeni miras kalıyor. İki kuzenin de hali vakti yerinde, madencilikle uğraşamazlar, satacaklar ama ederi ne anlayabilmek için dünyanın yolunu gidiyorlar.

*

Kuzenler Summy Skin ve Ben Raddle.

Montreal’de yaşıyorlar. (Kanada)

Kitaba göre Kanadalılar çok çocuklu oluyormuş:

“…çocuk sayıları çoğunlukla iki düzineyi aşan kalabalık Kanadalı aileler…” sf.15

Kendilerine kalan altın madenini görmek için müthiş zahmetli, aylar süren bir yolculuğa çıkıyorlar. Hedef Klondike.

O dönem altına hücum var. Bu uğurda insanlar sersefil kalabiliyor. Bu açıdan "Gazap Üzümleri"ni andırıyor ama Jules Verne kitaplarında böyle trajedi yok. Hatta duygu da pek yok. Soğukkanlı geliyor bana Jules Verne romanları.

*

Summy Skin madeni satalım kurtulalım kafasında. Ona göre madencilik sefalet demek. Ben Raddle ise belki işletiriz diye düşünüyor. 

“Kuzey Amerika’da hiç de az olmayan sıradışı, fakat tamamen tesadüflere bağlı fırsatlardan, özellikle de toprağın mineral zenginliklerinden yararlanarak zengin, çok zengin olmakta gözü vardı. Gould’un, Astor’un, Vanderbildt’in, Rockefeller’ın ve diğer pek çoğunun milyarları bulan efsanevi servetleri kafasını meşgul ediyordu.” Sf.17

*

Kanada’ya dair başka bilgi ve öngörüler de yer alıyor kitapta.

“…buraların en önemli kereste kaynağı olan kente, dünyanın merkezinde olma iddiası aşağı yukarı kanıtlanmış olan, Dominion’un başkenti Ottowa’ya vardı.” Sf.36

Dünyanın merkezinde mi?

“…can sıkıcı demeyelim de fazlasıyla talepkar olan Kanada gümrüğü ile işleri yoluna koymak gerekiyordu.” Sf.41

Talepkar gümrük J

*

Neyse varıyorlar dayıdan kalma altın madenine. 129 no’lu maden.

Komşuları 127 no’lu madenin sahibi Teksaslı haydut kılıklı adamlar. Hunter ve Malone. Onlarla bir çatışmaya girmekten çok endişeleniyorlar.

Fakat beklenmedik bir şey oluyor. Ben altına kavuşacaklar, mutlu son olacak, diye beklerken bir sel geliyor ve bütün madenleri yok ediyor. Hepsi denize karışıyor. Maden falan kalmıyor.

Yorgan gitti, kavga bitti.

Diye düşünürken bu defa da kuzenler yolda gördükleri bir yaralının tarif ettiği altın madenine doğru yola çıkmaya karar veriyorlar.

Summy Skin çok rahatsız. Çünkü artık o bu diyarlardan defolup gitmek istiyor. Bir türlü gidememeleri beni bile gerdi. Bu gerginliği “Tatar Çölü” kitabında tatmıştım. Orada da yapışmış gibi bir türlü gidemiyordu.

Bir de rüyalarımda böyle şeyler görüyorum. Rüyamda hazırlanmışım, tam evden çıkacağım, bir şey unuttuğumu fark edip geri dönüyorum, alıyorum unuttuğum şeyi, tam çıkacağım, yine bir şey için geri dönmem gerekiyor, geri dön, al, tam çıkacakken yine geri dön… Böyle bir rüya. Pardon rüya demişim, kabus.

*

Ölüm döşeğindeki yaralı adamın anlattığına göre "Golden Mount" denilen bir volkanın içinde altınlar. Ama volkanın içine giremiyorlar, çünkü ha patladı ha patlayacak.

Ne zaman patlayacağı da belli değil. Ben Raddle mühendis adam. Civardaki derenin suyuyla, barajla, bir şeyler yapıp volkanı vaktinden önce patlatacakmış. Kontrollü bir şekilde patlatıp altınlara ulaşacaklar. Planları bu.

Ancak bu altın volkanını bilen sadece onlar değil. Teksaslı haydutlar da burayı duymuş. İki grup arasında çatışma çıkıyor.

Bu esnada volkan patlıyor. Haydutgiller ölüyor ama altınlar da suya karışıyor. Çünkü patlamanın yönünü ayarlayamamış bizimkiler.

Öyle elleri boş, maceraları yanlarına kar kalarak, dönüyorlar.

*

Jules Verne'nin kitaplarında ana karakterin hep sadık bir yardımcısı oluyor. Burada da var.

Bir de ana karakter hep erkek. Şimdiye kadar okuduklarımda bunu gözlemledim. Okumaya devam.