27 Ağustos 2016 Cumartesi

MEKTUP

MEKTUP

Peride Celal

1994

Can Yayınları

1. Basım - 1994

143 sayfa


Peride Celal'in dört öyküsü var bu kitapta:

1. Böcek

2. Mektup

3. Koşucu

4. Kaçak


BÖCEK

Sık sık, özellikle de kocası ile yatarken üzerinde bir böceğin gezdiğini gören kadın, bu durumdan kurtulmak için psikoloğa gider.

Psikolog, hastası olan kadınlarla zaman zaman adı aşk dedikodularına karışmış, çapkın bir adam.

Bu kadına da yalnızca bir hasta gözüyle bakmaz, güzelliğinden de etkilenir.

Neticede anlaşılır ki kadın aslında kocasını sevmiyormuş. Böcek gibi gördüğü oymuş.

Kocasından boşanır. 

Muhtemelen psikologla bir aşk yaşayacaklar. Bunu hikayenin son cümlesinden anlıyoruz:

"Yaşamına yeni bir böceğin girmek üzere olduğunun farkında değildi."

*

MEKTUP

Kitaptaki en beğendiğim hikaye.

İşine gönül vermiş, işinden başka bir şeyi düşünmeyen, çalışkan, başarılı, zengin bir maliyeci.

Karısı ölür.

İki oğlu vardır. İkisi de kendisinden uzakta bir hayat yaşamaktadır.

Bir gün küçük oğlundan bir mektup alır ve sarsılır. Oğlu babasını acımasızlıkla, gaddarlıkla, kimseyi sevmemekle, kendini herkesten üstün görmekle, herkesi aşağılamakla suçlar.

Adam oğlunun yazdıklarını düşünür. O aslında sadece işini gücünü düşünmüş, ailesi ferah içinde yaşasın istemiş...

Adamın da kendince açıklamaları var. 

Ben açıkçası babanın çok da fena bir adam olduğunu düşünmedim.

Oğlu duygusal ve çocukça davranıyor.

Gerçi adam çok para kazanmış ama güzel harcayamamış. Hep çalışmış ve yaşı ilerlemiş olmasına rağmen hâlâ aklı çalışmakta. Karısı gezmek, tatile çıkmak istemiş ama adam hep ertelemiş. Burada yanlış yapmış. Ama belli ki adam da çalışarak huzur buluyor. Bazı insanlar da böyle. Ama tabii o zaman karına müsaade et, hiç değilse o gitsin. Onu da yapmamış. Bir de kadının sevişme isteklerini reddediyormuş adam. Bak buna da kızarım. Karısı ölünce ohh yatakta artık rahat yatacağım diye seviniyor. 

Sevimsiz bir adam belki ama oğlunun mektupta yazdığı kadar canavar da değil bence. 

*

KOŞUCU

Fakir bir elektrikçi çocuğu evine çağırıp onunla konuşan, ona hem dostluk hem annelik eden kadın ölür.

Kadının kızı annesinin bu rolünü üstlenemez.

O da adı Abdullah olan bu çocuğu sever ama annesinin gösterdiği ilgiyi gösteremez.

Abdullah, kendisine annelik eden kadını hiç unutmaz. Onun sayesinde kitaplar okumuş, tarihle felsefeyle tanışmış.

Abdullah büyür, evlenir. Ama karısı ve çocukları ondan yaka silker. Çünkü Abdullah sürekli eleştirir, 
yanlışlarını söyler. Dışarıda da öyle davranır. Çöp atanları uyarır. Yere tükürenleri uyarır. 

Abdullah'ın bir hevesi de koşmak. Koşmak ona iyi geliyor, daha iyi düşünüyormuş.

Anne dediği kadının kızı, Abdullah'ı küçümser içten içe, onun ülke meseleleriyle ilgilenmesini, muhalif tavrını alay konusu eder.

Abdullah da o yüzden pek sevmez galiba onu.

*

KAÇAK

Pencerenin önünde oturup hayallere dalıyor kız.

Evden kaçmış. Bodrum'a gitmiş. Yolda yakışıklı bir adamla karşılaşmış...

Annesi onun pencere başında oturduğunu görünce anlıyor hayallere daldığını, başka alemlere kaçtığını.

"Senin yaşında hepimiz pencere önlerinde ağladık. Hepimiz kaçmak istedik."

*

Okuduğum ilk Peride Celal kitabı. 

Sevdim.

OLAĞANÜSTÜ BİR GECE


OLAĞANÜSTÜ BİR GECE

(Phantastische Nacht)

Stefan Zweig

1922

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

3. Basım - Nisan 2016

Almanca aslından çeviren: İlknur İgan

69 sayfa


"Bir kez kendini bulmuş olan kişinin bu yeryüzünde yitirecek bir şeyi yoktur artık. Ve bir kez kendi içindeki insanı anlamış olan bütün insanları anlar."

Bu satırlarla son buluyor kitap.

Güzelmiş.

*
Bir askerin anısı olarak okuyoruz kitabı.

Şaka olsun diye yaptığı bir şey sonra canını sıkmış. Vicdanını rahatlatmak için giriştiği işler neticesinde de avare yaşamı anlam bulmuş.

Şöyle;

Adam, at yarışı izlerken bir kadınla bakışmış. Sonra kadının kocası gelmiş.

Kocanın düşürdüğü oyun fişlerinden birini alıp saklamış gıcıklık olsun diye. O oyun fişine büyük para çıkınca da gidip teslim etmeye çekinmiş.  

Vicdan yapmış. Haksız yere elde ettiği paradan kurtulmak için, o parayla at yarışı oynamış. En rağbet görmeyen ata oynadığı halde yine kazanmış. 

Kendisi de zengin bu arada. Paraya ihtiyacı yok. 

Bu şekilde eline geçen para çok canını sıkmış, kurtulmak istemiş bu paradan.

Dilenciye, baloncuya, fakir fukaraya dağıtmış. Mutlu olmuş, ferahlamış böyle yapınca. 

O güne kadar zenginliğin getirdiği avarelikle hayatın anlamsızlığında boğuluyormuş. Bu vesileyle hayatın anlamını bulmuş.

*

Mutluluk, başkalarını mutlu etmekte mi yani?

Öyle gözüküyor.

TÜRK'ÜN ATEŞLE İMTİHANI


TÜRK'ÜN ATEŞLE İMTİHANI

İstiklal Savaşı Hatıraları

Halide Edip Adıvar

1962

Can Sanat Yayınları

5. Basım - Mayıs 2010

313 sayfa


Halide Edip, 1918-1923 arası anılarını yazmış bu kitapta.

Türkiye için önemli yıllar. Milli mücadele dönemi. Bir yanda yabancı ülkelerin işgali var, bir yanda içte yaşanan sıkıntılar, isyanlar, açlık, sefalet.

Halide Edip bu dönemin hem Atatürk, İsmet İnönü, Kazım Karabekir gibi liderler/kahramanlar boyutuna tanıklık etmiş; hem de ismi bilinmeyen, sıradan köylülerin yaşamlarına.

Bu açıdan çok önemli yazdıkları.

*

Şöyle başlıyor:

30 Ekim 1918'den 19 Mayıs 1919'a kadar

"Benim o günlerde maddi ve manevi durumum, Mütareke imza edilip de İttifak Kuvvetleri'nin İstanbul'a girişiyle memlekette hasıl olan umumi hislerden başka değildi. Herkes gibi ben de, 1914'ten itibaren geçen hadiselerin tesiriyle yorgun, şaşkın ve canımdan bıkkın bir vaziyetteydim. Osmanlı İmparatorluğu çökmüştü. Fakat bu korkunç çöküntü altında ezilenler sadece Birinci Büyük Dünya Savaşı'na Türkiye'yi sokan İttihatçılar değildi. Şurasını da eklemek isterim ki, o savaşa girsek de, girmesek de İmparatorluk'un devam edemeyeceğine, ben, o günlerde de inanmıştım. Bununla beraber geleceği görebilen bir siyaset takip edebilseydik belki o günün ani ve korkunç akıbetine uğramazdık. Herhalde, o gün İmparatorluk'un ölümü apaçık bir hakikatti." sf.15

Dilerim, bunun gibi anılar olmaz artık bu ülkede. Çünkü açıkçası 2016 itibariyle bu paragraftaki  "Herkes gibi ben de, ...'ten itibaren geçen hadiselerin tesiriyle yorgun, şaşkın ve canımdan bıkkın bir vaziyetteydim." kısmını hissediyorum. 

*

O yıllarda Türkiye işgal altında. 

İstanbul'a İngilizler hakim.

"Ortada dolaşan bir söylentiye göre, sokakta Türk kadınlarını ısırıyorlar, Türk çocuklarını akşam yemeği olarak yiyorlarmış."sf.17

"Tabii bu bir söylentiden ibaretti. Yalnız şu var ki, Müttefik kuvvetleri, küçük bahanelerle, durmadan Türkler'i tevkif ediyor, cezalara çarptırıyor ve bazen de Müttefik merkezlerde fena halde dövüyorlardı. Evler zorla sahiplerinin elinden alınıyor, içeridekiler dışarıya atılıyordu." sf.18

Böyle bir şehir.

"Hiçbir zaman Türkiye bu kadar parçalanmaya ve yok olmaya elverişli görünmemişti." sf.23

Böyle bir ülke.

*

"Türkler her türlü haksızlığı, hatta fenalığı affedebilirler, fakat onurlarına dokunulduğu zaman mesele bütün bütün değişir." sf.18

Açıkçası bu kısma katılamıyorum. 

Onurumuzun kaldığından bile pek emin değilim. 

*

Kadınların memleket meselerinde erkeklerden daha hassas olduğunu söylüyor:

"Çünkü onlar, siyasi sebepleri anlamasalar bile, yurtlarının tehlikeye girmesine karşı derhal isyan ediyorlardı." sf.19

*

Halide Edip bu dönemde kalabalıklar önünde konuşmalar yapıyor. Özellikle Sultanahmet Mitingi isminin çokça duyulmasını sağlıyor. Burada söylediği "Milletler dostumuz, hükümetler düşmanımızdır." sözü insanlarda saygı uyandırıyor.

*

Ateşten Gömlek romanını bu dönemde edindiği izlenimlerin ışığında yazıyor. Romandaki karakterlerin izlerini, anılarında bahsettiği insanlarda görmek mümkün. 

*

Atatürk'ten bahsettiği kısımlar ilgi çekici. Atatürk'ün rüyaya ve fala inandığını söylüyor Halide Edip, şaşırdım.

Bir akraba kızı olarak Fikriye Hanım'ın Atatürk'e iyi baktığını, becerikli bir kadın olduğunu söylüyor. Ama "kendisini nikahına aldıracak kadar becerikli değil" diye ekliyor. Hasta olan Fikriye Hanım'ın, hastanede Atatürk'ün evlendiği haberini aldıktan sonra kötüleştiğini ve intihar ettiğini duyduğunu söylüyor.

Latife Hanım'dan da bahsediyor çok az. Atatürk'ün onu beğendiğini anlatıyor.

*

Yetim çocuklar meselesi olmuş o dönem. Yetimhaneler kurulmuş. Ermenilerin kurduğu yetimhanelere Türk çocukları da alınıp Ermeni ve Hristiyan olarak kaydedilmiş. Bu durum sıkıntılar yaratmış. 

Kazım Karabekir iki bin kadar Türk çocuğunu evlatlık edinmiş. Eğitim almalarını sağlamış.

Ne olmuş acaba sonra o çocuklar? 

*

Çok zor dönemlermiş.

İyi ayakta kalmışız. 

O döneme dair yazılanları okuyunca hayranlık duyuyorum umut besleyenlere. Çünkü "Her şey bitti artık, yok olduk, bittik." denilebilecek dönemler ve pes etmemişler. Direnmişler. İnanmışlar. Hem kendilerine, hem milletlerine, hem güçlerine. Muazzam kahramanlıklar bunlar. 

Şimdi o dönemlerden daha kötü değiliz aslında. Enseyi karartmamak lazım sanırım.

SİNEKLİ BAKKAL


SİNEKLİ BAKKAL

Halide Edip Adıvar

1936

Can Sanat Yayınları

5. Basım - Mayıs 2009

416 sayfa


Yıllar önce okumuşum, bloğa yazarken fark ettim, ama tamamen unutmuşum.

*

Çok çok beğendim bu romanı. Ana karakter Rabia'ya bayıldım. Güçlü, akıllı ve ne istediğini bilen kapı gibi, hükümet gibi bir kız. "Ne istediğini bilen" En beğendiğim özelliği bu. Kararlı ayrıca. Bu özelliklere sahip olunca etrafınız da sizi baskılayamaz. 

Rabia Sinekli Bakkal sokağında, fakir ve muhafazakar bir ortamda, baskıcı ve dini bir aile içinde yetişmiş olmasına rağmen, bulunduğu çevrede başka hiçbir kadının sahip olmadığı bir özgürlüğe sahip. Çünkü ne yaptığının bilincinde, o böyle olunca etrafındakiler de ona saygı duyuyor. 

Bu kadar tutucu olmasa aslında daha iyi olurdu ama...Onu böyle güçlü kılan bir özelliği belki de bu. 

*

Rabia'nın annesi Emine, babası Tevfik.

Babası neşeli, oyuncu bir adam. Soytarı diyor kimisi.

Annesi ise tutucu, sert bir kadın.

Tevfik, arkadaşlarına oynadığı bir gösteride karısının özel yaşamından sahneler sergileyince karısı ondan boşanıyor.

Emine babasının evine gidiyor.

Babası imam. Hep cehennemden, dinin cezalandırıcı kısmından bahsediyor.

Rabia böyle bir anne ve dedenin yanında geçiriyor çocukluğunu. 

Babası Tevfik, sürgüne gönderildiği için onu görmüyor.

Hafız oluyor küçük yaşta Rabia. Sesi de güzel olduğu için mevlitlere gidiyor. Dedesi onun sayesinde para kazanıyor. 

Bir gün babası Tevfik sürgünden dönüyor. Bunu öğrenen Rabia babasına gidiyor ve onu çok seviyor. 

Çok iyi anlaşıyorlar.

Rabia mevlit okumak için, ders vermek için bir konağa gidiyor. 

Orada konağın sahibi Selim Paşa, Selim Paşa'nın karısı Sabiha Hanım ve oğulları Hilmi var. Konakta sevilen, sayılan biri oluyor Rabia. O çevrenin insanlarıyla tanışıyor. Aydın, sanatçı insanlar. Ülkenin içinde bulunduğu (2. Abdülhamit dönemi) sıkıntılar konuşuluyor, tartışılıyor.

Rabia, evlilik yaşı geldiğinde onu evlendirmek istiyorlar ama ona uygun biri yok etrafta.

En uygun eş, piyanist Peregrini. 

Ama Rabia, dindar bir kadın. 

Peregrini Rabia için Müslüman oluyor. Evleniyorlar. 

Çok doğru bir evlilik oldu bence. İkisi de birbirine çok layık. 

Aralarındaki yaş, inanç, milliyet, kültür, sosyal sınıf farkı sıkıntı olur mu diye endişelenmedim bile. 

Oluyor gibi oldu aslında ama toparladılar sonra.

Peregrini (Müslüman olduktan sonraki adıyla Osman) olgun, aydınlık, yeniliklere açık bir adam. Eskiden papazmış ama sonra dinini terk etmiş. Aileden zengin. Müziğe tutkun.

Rabia ise bildiğimiz üzere dindar bir eğitimden geçmiş, akıllı, orta halli, sade, gösterişten uzak, biraz tutucu. 

İyi anlaştılar, çocukları bile oldu.

*

Rabia'yı Peregrini ile beraber etkileyen bir diğer adam Vehbi Dede. Tasavvuf insanı olan Vehbi Dede, çoğu zaman Rabia'ya ışık oluyor.

Kitapta din hakkında konuşulurken bir Rabia'nın dedesi olan İmam'ın anladığı cezalandırıcı, katı din, bir de Vehbi Dede'nin sevgiden bahseden dini tartışılıyor ve şöyle bir çıkarım yapılıyor:

"Bence İmam, bizim memleketimiz için Dede'den daha az zararlıdır. Dervişin felsefesindeki uyuşturucu, uyutucu zehir İmam'ın cennet, cehennem masallarından daha çok tehlikeli. İmam sadece batıl itikatların doğurduğu bir sürü masalı tekrar ediyor, Dede iyilik, kötülük arasındaki farkı kaldırıyor. İyiyi, fenayı tablolarında boya diye kullanan sanatkar bir Allah mefhumu çıkarıyor. Bunun mantıki neticesi ne oluyor, bilir misiniz? Bu itikat, insanları, zulme ve zalimlere karşı müsamahakar, lakayt yapar. Mesela bizim Kızıl Sultan'ın hareketlerinin hepsini Allah isteyerek yaptırıyor, diye ahaliye bir itikat gelse...Bu istibdat rejimini devirmek için arkamızda kaç adam buluruz? Bence en evvel bu memleketten tekkeleri kaldırmalı." sf.75

Tasavvufun insanları pasivize ettiğini, atalete sürüklediğini düşünüyorum ben de. 

*

Arka planda geçen 2.Abdülhamit döneminin baskıcı tutumu kitapta da hissediliyor.

Selim Paşa, padişah yanlısı bir memur. Padişah aleyhine olanları (Jön Türkleri) bulduğunda affetmiyor. İşkenceden geçiriyor. Muhalif sesler sürgüne gönderiliyor. 

Selim Paşa'nın oğlu Hilmi ve Rabia'nın babası Tevfik de bunların arasında.

Tevfik siyasetle ilgili değil. Sadece Hilmi'ye yardım ediyor. 

İşin ucu kendi oğluna dayanınca Selim Paşa, bunca yıllık devlet adamlığını sorgulamaya, padişahın da yanlışlar yapabileceğini düşünmeye başlıyor. 

*

Kitabın sonunda uzun yıllardır sürgünde olan Tevfik, nihayet İstanbul'a dönüyor. İskelede bir torun sahibi olduğunu öğreniyor. 

*

Halide Edip bu kitabı önce İngilizce yazmış. The Clown and His Daughter (Soytarı ve Kızı) adıyla. 1935'te Londra'da basılmış. Aynı yıl Türkçe olarak gazetede tefrika edilmiş, 1936'da da kitap olarak yayınlanmış. 

*

İyi ki tekrar okumuşum.

Yine unutursam yine okurum. Hatta belki bir gün Rabia'yı, Peregrini Osman'ı ve Tevfik'i özlersem, zevkine bile tekrar okurum. 

20 Ağustos 2016 Cumartesi

ATEŞTEN GÖMLEK



ATEŞTEN GÖMLEK

Halide Edip Adıvar

1922

Özgür Yayınları

9.Basım - Ekim 2003

229 sayfa


Güzelmiş. Özellikle sürprizli sonuyla.

*

İzmir'in işgalinde kocasını ve oğlunu kaybeden Ayşe, akrabalarının yanına İstanbul'a gelir.

Yıllar evvel Ayşe ile Peyami'yi evlendirmek istemişler de Peyami istememişti.

Şimdiyse Ayşe'ye aşık oluyor.

Peyami'nin arkadaşı İhsan da aşık.

Peyami'nin aşkı daha uzaktan, daha imkansız.

İhsan ise Ayşe'ye olan aşkını itiraf ediyor. Ayşe'ninse gözü İzmir'in kurtuluşundan başka bir şey görmüyor. 

Hemşirelik yapıyor cephe gerisinde. 

Askerlik yapan ve başarılı, azimli, cesur bir asker olan İhsan'a da ancak İzmir kurtarılırsa evlenme sözü veriyor.

Sadece Peyami ve İhsan değil, tanıyan herkes Ayşe'yi seviyor. O adeta İzmir'i temsil eden kutsal bir insan şeklini alıyor.

*

İhsan amcasını ziyaret ediyor. Ayşe'nin verdiği sözün de etkisiyle çok mutlu. İhsan'la amca kızını evlendirmek istiyorlar ama İhsan'ın gözü Ayşe'den başkasını görmüyor.

Ancak amca kızıyla Ayşe'nin nişanlandığı haberini duyuyor Ayşe.

Üzülüyor tabii ve mesafe koyuyor İhsan'la arasına.

İhsan bir türlü gerçekleri anlatamıyor Ayşe'ye.

Peyami yardımcı olmaya çalışıyor, ama o da anlatamıyor.

Savaşta İhsan da Ayşe de şehit oluyor.

*

Bu hikayeyi Peyami'den okuyoruz.

Peyami savaşta bacaklarını kaybetmiş. Hastanede yazıyor bunları. 

Onun ölümünün ardından Peyami'nin yazdıkları okunuyor. Anlaşılıyor ki ne İhsan ne de Ayşe diye biri varmış. Bunlar tamamen Peyami'nin hayal mahsulüymüş.

*

Etkilendim ve sevdim.

Milli mücadele kısmını hamasi değil gayet insani bir şekilde ele almış yazar.

Aşk hikayesi de ne cıvık cıvık, ne soğuk. Dönemin koşullarında ve o karakterlerde insanların yaşayabilecekleri şekilde.

Tarihi olayların anlatıldığı hikayelerde kahramanlardan ziyade buradaki gibi sıradan insanların hayatını ve olaya bakışını daha ilgi çekici buluyorum.

*

"Ateşten Gömlek" ismini aslında ilk Yakup Kadri Karaosmanoğlu bulmuş. Ama sonra Halide Edip Adıvar kendi kitabı için kullanmış. Kitabın başında Yakup Kadri'ye bir mektubu yer alıyor teşekkür amaçlı.

Kitabın sonunda da Selim İleri'nin son sözü var. O da çok etkilenmiş. 

"Yakın tarihimizin hangi sancılardan geçtiğini ben en çok romanlardan öğrendim. Tarih kitapları, hatta ilk elden, ilk tanıklıktan anılar her zaman yetmedi.

Ateşten Gömlek'e gelince, o romanlar, öğretici, aydnlatıcı romanlar arasında, bir de coşkun yaradılışıyla gönlümü yakar." diyor.

BAŞINA BUYRUK BEYİN


BAŞINA BUYRUK BEYİN

Beynimiz Nasıl Çarpıtıyor? Nasıl Kandırıyor?

(A Mind of Its Own How Your Brain Distors And Deceives)

Cordelia Fine

2010

Sel Yayıncılık

1. Baskı - Şubat 2010

Türkçesi: Pınar Turanlı

172 sayfa


Beynimiz dışarıdan duyduklarını doğru belleyip inanmaya, provoke olmaya, suistimale ne kadar açık.

Yazar, beynimiz için 

kibirli

duygusal

ahlaksız

aldatıcı

dik kafalı

ketum

zayıf iradeli

tutucu

savunmasız

diye tanımlamalar yapmış. 

Bu tanımları destekleyen deneyleri de anlatmış. Kitabın en çarpıcı kısmı da bu deneyler zaten. Pek etik deneyler değiller ama...

Mesela bir örnek; 

Bir grup okul çocuğuna zeka seviyelerini ölçtüğü söylenen uydurma bir test verilmiş. Öğretmenlerine A, B, C adlı çocukların zeka seviyelerinde birkaç ay içinde bir parlama olacağı söylenmiş. Aslında bu çocuklar sınıf listesinden rastgele seçilmiş. Ancak öğretmenleri bu çocukların gelişme göstereceğine dair büyük beklentiye girdiğinden onlara daha çok ilgi göstermiş ve sonuç, gerçekten de bu çocukların zekalarında ölçülebilir bir gelişme olmuş.

*
Bir başka örnek;

Deneklere intihar notları okutup hangilerinin gerçek, hangilerinin uydurma not olduğunu tahmin etmeleri istenmiş. Sonra tamamen keyfi olarak bazı deneklere performanslarının iyi, diğerlerineyse kötü olduğu söylenmiş. Sonra deneklere performans değerlendirmelerinin uydurma ve keyfi olduğu söylendiği halde denekler kendi yetkinliklerine dair söylenen ilk sözün etkisinden kurtulamamış.

*

Başka bir deneyde lise öğrencilerine zor matematik problemlerini çözmeye dair eğitim verilmiş. Bir gruba açıklayıcı, bir gruba kafa karıştırıcı bir video izletilmiş. İkinci grup kendisini beceriksiz hissetmiş tabi anlamadıkları için. Araştırmacılar daha sonra onlara açıklayıcı videoyu izletip matematikteki zayıf performanslarının kendileriyle ilgisi olmadığını, gerçek yeteneklerinin böyle olmadığını söylemelerine rağmen öğrencilerin bu konudaki güven eksikliği sürmüş.

*

"Kontrol ettiğimizi düşünürken, ediliyor muyuz?" diye soruyor yazar. 

Öyle gibi gözüküyor ve bu çok ürkütücü.

MUHAFAZAKAR ÇAPKINLAR



MUHAFAZAKAR ÇAPKINLAR

Sevda Türk'üsev

2012

Truva Yayınları

1. Baskı - Şubat 2012

157 sayfa


İĞRENNNÇÇÇÇÇÇÇÇÇÇÇÇÇÇÇÇÇÇ

Kitapta bahsi geçen tipler de iğrenç, yazarın tutumu da iğrenç.

*
Kitabın adından tahmin edileceği üzere dindar geçinip de karısını aldatan adamları ele alıyor kitap.

Kimisi ikinci kadınlara imam nikahı yapıyormuş. Ki kitabın yazarı bunu olumlayan bir dil kullanıyor. Böylece "sahip çıkıyormuş" adam öteki kadına.

Kimisi nikahsız beraberlikler yaşıyormuş, bunlar tü ka ka.

Yazarın dediğine göre, isimlerini değiştirerek anlattığı kişiler hep gerçek. Hepsi yakından tanıdığı isimlermiş. Hatta "Ah keşke isimlerini söyleyebilsem." diye iç geçiriyor ama bunun yarardan çok zarar getireceğini düşündüğü için söylemiyormuş.

Sinirden sonuna kadar okuyamadım.

Yazara bir sinirlendim, ayrı. 

Boşanmış bir kadın olduğu için toplum tarafından etiketlenirmiş, işi gereği bir sürü insanla muhatap oluyormuş, ama ölçüsünü hep koruyormuş, dul olduğunu öğrenen evli bir komşusu ahlaksız teklifte bulunmaya kalkmış, dul olduğunu ve yalnız yaşadığını öğrenenler böyle yapabiliyormuş, ama o çok sağlam duruşlu bir kadınmış, açıkmış ama namaz da kılıyormuş, İslam dinimiz çok güzel dinmiş...

*

Yazarın kendi yakın arkadaşı da, evli bir adamla birlikte olmuş. Bu olayı arkadaşının ağzından yazmış. Arkadaşı, klasik, "evli ama karısıyla kardeş gibiler artık, ben onu seviyorum, o beni seviyor." modunda. Sonra adam terk edince ağlamalar, zırlamalar. 

*

Bir tane "hacı ağabey" insanı anlatmış yazar.

Bu adamın hanım ağa kılıklı bir karısı varmış.
Onun üstüne de dönem dönem imam nikahladığı, sonra ayrıldığı, ama ayrıldıktan sonra da geçimlerini sağladığı ikinci eşleri olmuş.

Yazar, sırf bu ikinci kadınları kollamaya devam ediyor diye bu hacı ağabeyine laf kondurmuyor. 
"Hani o kadar çok kötü örneklerden sonra Hacı ağabeyin yaptıklarına kızamıyoruz. Doğru mu? Buna da cevap veremiyoruz." diyor. sf.108

Neyine cevap veremiyorsun? Doğru mu? DEĞİL. Bunun nesine cevap veremiyor acaba?

İğrenç.İğrenç.İğrenç

*

Evlendikten sonra aşk defteri kapanıyor mu, diye düşünüyorum.

Hoş değil ve kimsenin başına gelmemesini diliyorum ama anlayabiliyorum, evli olup da başkasına aşık olanı. 

Anlam veremediğim ve asla hoş göremediğim şey, aldatmak.

Başkası girdiyse kalbine ve aklına, mevcut ilişkini bitir. Bu yürekliliği göster. Aldatmak ney yaaa? 

İnşallah ölün ahlaksızlar.

ALDATACAĞIM



ALDATACAĞIM

Esat Mahmut Karakurt

1983

İnkılap ve Aka Kitabevleri

Onuncu Basılış

112 sayfa


Esat Mahmut Karakurt'un "Kadın Severse"nin ardından okuduğum bu kitabı ile kendisini kitsch roman kralı ilan ediyorum.

Bunlar nasıl konular Allah seni kahretmesin.

*

Ünlü muharrir (yazar) Macit'in bir gün telefonu çalar. Tanımadığı bir kadındır arayan. Der ki:

- Kocam beni aldatıyor. Ondan intikam almak istiyorum. Kocamı sizinle aldatabilir miyim?

Bizim muharrir de balıklama atlar bu teklife. Hiç demez ki organ mafyası mıdır, böbreğimi mi alacaklar? 

Kadının evine gider. Geceyi birlikte geçirirler.

Sabah kadının kocası basar bunları yatakta.

Polis eşliğinde gelmiş koca. Zabıt tutup zinadan suç üstü yaptıracak. (Kitabın yayınlandığı dönem zina suçu var. Ki bu kısım iğrenç.)

Ama eğer para verirse şikayetinden vazgeçecek koca.

Karı koca, yazara şantaj yapıyorlar. Yazar da rezalet çıkmasın diye parayı veriyor.

Meğer karı koca dolandırıcıymış ve bu yolla geçimlerini sağlıyorlarmış.

Yazar, kadına aşık olmuştu halbuki. 

Kadın da ona.

Kadın daha sonra kocasından habersiz yazardan aldıkları parayı geri getiriyor. 

Kocası bunu öğrenince kavga ediyorlar. Çıkan arbedede kadın kocasını öldürüyor. Hapse giriyor. Beş yıl sonra hapisten çıktığında onu Macit karşılıyor. 

Beklemiş kadını meğer.

-SON-

Çok güzel değil mi? ahahah

Yazarın diğer kitaplarını da alacağım. Mesela "Vahşi Bir Kız Sevdim"i. Kim bilir ne enfes hikayesi vardır onun da.

Ya da "Erikler Çiçek Açtı." 

"Ömrümün Tek Gecesi"

"Bir Kadın Kayboldu"

...ve diğerleri.

Değeri bilinmemiş bir yazarımız bence kendisi. Ben size hak ettiğiniz değeri vereceğim sevgili Esat Mahmut Karakurt. 

KADIN SEVERSE


KADIN SEVERSE

Esat Mahmut Karakurt

1981

İnkılap ve Aka Kitabevleri

11. Basılış

207 sayfa


Kadıköy'de Kabalcı Kitabevi'nde kelepir kitaplar var.

Bunu oradan 1 TL'ye aldım.

Yeşilçam klasiği gibi bir kitap.

Hazır mısınız?

*

Genç ve yakışıklı Doktor Ferit dağda mahsur kalır. Bir kulübeye sığınır.

Dışarıdan bir ses duyar. 16 yaşında genç ve güzel bir kız da dağda mahsur kalmıştır. Adı Nevin.

Ferit onu kurtarır. 

Fırtınalı gecede kulübede yalnızdırlar. 

Nevin başta korkar adamdan ama sonra alışır. 

Ferit "sinir mütehassısı"dır. Yanında Freud'un bir kitabı vardır. Nevin'in ilgisini çeker kitap. Cinsellikle ilgili kısımları okur. Ufaktan da Ferit'e yanaşmaya başlar ama cinsellikle ilgili değil, daha masumane hislerle.

Ferit yapma, etme derken...

Beraber olurlar.

Leyla ağlar. Böyle olacağını düşünmemiştir. Ferit, ağlamamasını, evleneceklerini söyler. Leyla bunun üzerine rahatlar.

Ferit uyurken Leyla, Ferit'in ceketinin cebindeki mektubu görür. Ferit'in nişanlısının yazdığı bir mektup.

Leyla çok üzülür ve kulübeyi terk eder.

Bir daha görüşmezler.

Ta ki...

*

Beş yıl geçer.

Doktor Ferit'in muayenehanesine bir hasta gelir. Kadın uyuyamamaktan şikayetçidir.

Ferit bu kadını bir yerden tanır gibi olur ama çıkaramaz. Zaten bir trafik kazası geçirmiş, kazada karısı ölmüş, kendisinin de hafızası hasar görmüş.

37 yaşında, adı Leyla olan bu kadına vurulur Ferit.

Kadın evlidir. Kocası tarafından aldatılmış ve yirmi yıl boyunca kocasını sevmeyerek, sadece kızının hatırı için bu evliliğe tahammül etmeye çalışmıştır.

Kocası tarafından aldatıldığı için "cinsi ihtiraslarının tatmin edilmemiş olmasından doğan, bir asabi bozukluk" teşhisi koyar Ferit ona.

Tedavisi için akşamları ılık duş almasını ve düzenli yürüyüş yapmasını önerir.

AHAHAHHAHAHA

Tamam sakinim.

Ferit, Leyla'yı ısrar kıyamet tenha bir adaya götürür. Orada ona ilanı aşk eder. Leyla evli bir kadın olduğunu, namus,ahlak vesaire anlatır. Ferit dinlemez. Birlikte olurlar.

Leyla başta "sokak kadını oldum artık" diye üzülse de o da aşık olmuştur Ferit'e.

Her akşam buluşurlar. 

Sonra yurt dışından Leyla'nın kızı gelir. Bilin bakalım Leyla'nın kızı kim? 

Nevin.

Leyla'nın kocası, aldatıldığını öğrenince boşanma işlemleri başlar.

Mahkemedeki boşanma sahneleri müthiş sinir bozucu. Hakim ısrarla, yok niye boşanmak istiyorsun, bak yaşın ilerlemiş, yirmi yıldır evlisiniz, kocamı sevmiyorum ne demek, hiç öyle şey olur mu, bu yaşta zaten sevgi-aşk değil saygı ve sadakat gereklidir... Salak sulak laflar.

Ferit ile Leyla yakında evleneceklerken,

Nevin, Ferit'le tanışır. 

Ama Ferit Nevin'i hatırlayamaz.

Nevin, annesi ile Ferit'in evlenmesini bir türlü kabullenemez. Ferit'e her şeyi anlatır, kendisini hatırlatır. Olanları hatırlayan Ferit yıkılır. O da aslında Nevin'i unutamamış, ona çok benzeyen annesi Leyla'da aslında Nevin'i görmüşmüş.

Korkunç bir aşk üçgeni.

Ferit ile Nevin konuşurlarken Leyla kulak misafiri olup olanları öğrenir.

Kendisini denize atar, intihar eder.

*

Nevin yaşadıklarını unutmak için gemiye atlayıp ülkeyi terk edecekken bir bakar ki gemide Ferit de var. Onu takip etmiş. Görmek istemiyorum seni, demesine rağmen Ferit ısrar eder. Nevin de bu ısrara fazla karşı koyamaz. 

Gemi güvertesinde kaybolurlar.

-SON-

Çok iyi değil mi? Bayıldım ben. ahaha

YABAN MUZU


YABAN MUZU

(Banana Brava)

Jose Mauro de Vasconcelos

1969

Can Sanat Yayınları

8. Basım - Haziran 2015

Çeviri: Aydın Emeç

165 sayfa


Şeker Portakalı ve devamı olan Güneşi Uyandıralım'dan bildiğimiz yazarın ilk kitabıymış bu. 22 yaşındayken yazmış.

Güzel bir hikaye.

Etkileyici bir sonu var. Sonunu da yazacağım. 

*

Gregorao güçlü, çalışkan ve kavgacı bir adam. 

Onun arkasını Yavru dediği ve oğlu gibi sevdiği Joel topluyor.

Grego bir akşam yine bir bar kavgası sonucu hapse girdiğinde Joel onun kefaleti için gerekli parayı veriyor ama o hapisten çıkmadan şehri terk ediyor.

Hem Grego'dan uzaklaşmak hem de daha çok para kazanacağı başka bir yere gitmek için.

Bir de Grego'nun takıldığı kızla Joel de yatıyor. Bunu Grego'ya da söylüyor. Ama Grego oğlu gibi sevdiği için Joel'e kızmıyor. Fakat Joel yine de kendini kötü hissediyor bu yüzden.

*

Joel, Banana Brava denilen elmas madeninde çalışabileceğini öğrenip oraya doğru yola koyuluyor. 

Yolculuk esnasında edindiği birkaç arkadaşla birlikte zorlu bir ormandan geçmeleri gerekiyor.

Ama Joel kayboluyor. Beraber yola çıktığı adamların hiçbiri de onun için geri dönmüyor. Yanında yemek, su, silah ve para yok. Yani bu düpedüz Joel'i ölüme terk etmek.

Günlerce aç, susuz, perişan bir halde yol alıyor Joel. Artık ölmek üzereyken civardaki bir köylü tarafından kurtarılıyor.

Kendine geldiğinde kendisini ormandan ölüme terk eden o adamlardan intikam almaya karar veriyor.

Onların çalıştığı yere gidip Yüzbaşı'ya bu adamların kendisini soyduğunu ve ormanda yalnız bıraktıklarını anlatıyor.

Yüzbaşı adamların parasını alıp Joel'e veriyor. Ve adamları feci şekilde dövdürüyor.

*

Joel, bu adamların bir gün kendisinden intikam alacaklarını bildiği için temkinli yaşamaya başlıyor. 

Bu dönemde eski dostu Grego geliyor tesadüfen. Her yerde Joel'i aramış, nihayet kavuşuyorlar ve bir daha asla ayrılmamaya söz veriyorlar.

Adamlar bir akşam Joel'i kuytuda kıstırıyorlar. Grego gelip Joel'i kurtarıyor ama bu arada adamları da öldürüyor.

İkisi kaçmaya başlıyorlar. Polisler peşlerinde.

Zorlu ormandan geçiyorlar.

Pirana dolu nehiri geçmeleri lazım. Tek kayık nehirin karşısında. Joel, ayağından yaralandığı için yürümekte zorlanıyor. Grego, yüzerek nehrin karşısına geçip kayığı alıyor. Joel'i kayığa bindiriyor. Ancak bu arada piranaların saldırısına uğramış oluyor. Ölüyor.

Joel, bir daha ayrılmamaya söz verdiği dostuna olan sözünü tutuyor. 

Kayık, kan lekeleriyle ve bomboş bulunuyor.

Anlıyoruz ki Joel de piranalı nehire atlamış.

**

İntikam kısmıyla ilgili söyleyeceklerim var.

Açıkçası yolda tanıdığı insanların Joel için yollarından sapmayıp geri dönmemelerine çok şaşırmadım.

Joel'in bu konuda biraz duygusal davrandığını düşünüyorum. Sanki çocukluk arkadaşları onu ölüme terk etti. 

Tamam, her türlü ayıp bir insanın göz göre göre ölmesini izlemek. Ama yeni tanıdığı insanlara da "Gelip beni ormanda aramalıydılar, bulmalıydılar" diye bir sorumluluk yüklemesini safça buluyorum.

Sonra kurtuldu, intikam almaya karar verdi. 

Onu ölüme terk eden adamların, Joel kendilerinden intikam aldı diye kızmalarını da haklı bulmuyorum. Adam günlerce aç susuz kaldı. Siz onu kurtarabilecekken kurtarmadınız. Şimdi de adam bunun intikamını alıyor. Bu açıdan gayet adil.

Sonra bu adamların da bunu intikam meselesi haline getirmelerini manalı bulmadım. İntikam kontenjanı Joel'in öc almasıyla bitti bence. 

TÜFEK MİKROP VE ÇELİK


TÜFEK, MİKROP VE ÇELİK

İnsan Topluluklarının Yazgıları

(Guns, Germs and Steel - The Fates of Human Societies)

Jared Diamond

1997

Tübitak Popüler Bilim Kitapları

26. Basım - Aralık 2015

Çeviri: Ülker İnce

662 sayfa


Bu kitabı okurken Sapiens'i andım. Öncesinde ya da sonrasında Sapiens'i okumanızı tavsiye ederim. 

Bu kitap insanlığın gelişim sürecini daha bölgesel bazda ve biraz daha teknik anlatmış. Sapiens daha genel bir değerlendirme yapıp kesinlikle daha keyifli bir okuma sağlıyor.

*

Yazar, Yeni Gine'de kuşlar üzerine araştırma yaparken bir yerli dostunun beyazların bu kadar çok eşyası varken kendilerinin neden az olduğunu soruyor.

Bu sorudan yola çıkan yazar, bugüne kadar farklı kıtalarda farklı halkların farklı hızda gelişme göstermelerinin nedenlerini araştırmaya koyuluyor.

Yani neden dünyanın bir yerindeki insanlar avcı-toplayıcı kalırken bir başka yerdeki insanlar hayvancılık ve tarıma geçti?

Neden Avrupa kıtası gelişti de Afrika kıtası geri kaldı?

*

Bunda coğrafi koşulların önemli bir etkisi var. Coğrafi koşullar tarımla ilintili. Tarım yapılabilecek topraklar varsa yiyecek üretilebilir ve yiyecek üretimi nüfus artışını sağlar. Nüfus artışı toplumsal örgütlenmeyi gerektirir. Bu da kabilelerden daha komplike siyasi yapılar oluşmasını sağlar.

Ayrıca yiyecek üretimi, depolamayı gerektirir. Bu da çeşitli uzmanlık alanlarının oluşmasını sağlar.

Yiyecek üretimi ile beraber insanlar yerleşik hayatı benimser. Kişisel eşya sahibi olur, el sanatları gelişir, çeşitli yapılar inşa edilir.

*

Yazar sık sık oradaki halklar bunu yaptı da şuradaki halklar neden yapmadı, diye soruyor.

Soruların cevabı da yukarıda kabaca açıkladığım şekilde gelişiyor genelde. Biyolojik ve coğrafi engeller etkiliyor toplumların yaşamlarını.



ZAMANIN KISA TARİHİ




ZAMANIN KISA TARİHİ



(A Brief of Time)



Stephen Hawking



1988


Alfa Bilim Yayınları


17. Basım - Şubat 2016


251 sayfa



Dünya aslında düzdür'den bugüne nasıl geldik? Evrenin bir başlangıcı var mı? Peki sonu gelecek mi?


*

Bu ve benzeri sorulara cevap arayan Aristoteles, Kopernik, Newton'dan başlıyor kitap. Onlardan bugüne ortaya atılan bir kuram, bir önceki kuramın genişletilmesiyle olmuş hep.

*

Tanrı inanışı göz ardı edilmemiş bu sorulara cevap aranırken. "Tanrı evreni nasıl istiyorsa öyle başlatmıştır. Diyelim ki öyle, ama bu durumda devamında evrenin tamamen gelişigüzel biçimde gelişmesini de sağlayabilirdi. Bunun yerine evrenin belli yasalar uyarınca oldukça düzenli bir biçimde evrimleşmesini seçtiği görülüyor."

*

En heyecan verici kısmı zaman yolculuğunun imkansız olmadığını söylemesi. Uzay zamanını bükmekten bahsediyor. Ama geçmiş sabitmiş, gelecekse bilinmez ve açık halde olduğu için gereken bükülmeye sahip olabilirmiş. Bu da zaman yolculuğunun ancak geleceğe olabileceği anlamına geliyormuş. O yüzden bugün gelecekten insanlar tarafından ziyaret edilmiyormuşuz.

Geçmişe gitsen de zaten kaydedilmiş tarihi değiştiremezmişsin.

*

1988'de basılmış bu kitap ilk olarak. O günden bugüne evren hakkında pek çok yeni şey öğrenildi tabii. Bugünden sonra da öğrenilecek. Ve günün birinde şu an bilemediğimiz konular dünyanın güneş etrafında dönmesi kadar açık olacak.

*

Çok kapsamlı ve muhtemelen Hawking herkesin kolaylıkla anlaması için basitçe yazmış ama ı-ıh, ben bu kadar anlayabildim.

GEYİKLİ PARK



GEYİKLİ PARK

Sunay Akın

2010

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

5. Basım - Ocak 2016

254 sayfa


"Laf lafı açıyor" derler. Sunay Akın bu konuda bir üstad. Bir konudan giriyor, onunla bağlantılı dünyanın başka bir yerinde, başka bir zamanındaki örneği veriyor, sonra konuyu bambaşka bir yerden kapatıyor.

Tarihi olaylar ve önemli kişiler hakkında hassas olduğunu düşünüyorum.

Unutulmasını istemiyor. Heykellerle, müzelerle yaşatılsın istiyor bu isimler ve olaylar.

Ama müzecilik ve heykelcilik bizde pek gelişmiş değil ne yazık ki. Kendisi de farkında bunun.

*

Kitaba Nusret mayın gemisini anlatarak başlıyor ve ardından kıyamet gibi konular geliyor.

Vecihi Hürkuş, Cervantes, Osmanlı Darwinizmi, cami mahyaları, Tarkan Vikingler filmi, Kaplumbağa Terbiyecisi tablosu, Nazım Hikmet, Türkan Saylan, Tokyo Camii...Neler neler.

Konu cümbüşü ama ben açıkçası gereksiz olduğunu düşünmüyorum. Keşke kendisinin de dediği ve istediği gibi tarihimizdeki önemli isim ve olaylara gerekli değeri verebilsek.

*

Sunay Akın'ın Oyuncak Müzesi'ne de İstanbul'da yaşayıp da hâlâ gitmemiş olmayı ayıp olarak değerlendiriyorum kendi adıma. 

Oyuncaklar hakkında söylediği çok doğru. Çocukların hayal gücüyle oyuncakları arasında bağlantı var. Tabletle, bilgisayar oyunlarıyla oynamak var, kendi icat ettiği oyun(cak)larla oynamak var. 

"Bir ülkenin meydanlarındaki, sokaklarındaki hayatı öğrenmek için, o ülkenin çocuklarının oyunlarına bakmak yeterlidir. Cinsel ayrımcılık üzerine kurulu ülkemiz oyunlarında kız çocuklar bebek sallarken, erkek çocuklar oyuncak tabancalarla ateş etmekte ya da arabalarını birbirleriyle çarpıştırmaktadır. Gazete sayfalarının kadın cinayetleri, terör ve trafik kazaları haberleriyle dolu olmasına rastlantı diyebilir miyiz?" sf.199