27 Ağustos 2010 Cuma

SOKAK AVUKATI


SOKAK AVUKATI

(THE STREET LAWYER)

Yazarı: John Grisham

Yayınevi: Remzi Kitabevi

Basım Yılı: 1.Basım-1998

Sayfa Sayısı: 319

Amerika'da avukatlar saat üzerinden mi para alıyor acaba? Bu kitapta Michael, 800 avukatın çalıştığı dev bir hukuk firmasında çalışmaktadır ve ücretini saat üzerinden alır. Yıllık kazancı da milyon dolar ile ifade edilecek düzeydedir. Ama sonra bu parayı elinin tersiyle itecektir.

Daha önce okuduğum ''Pasaklı Tanrıça'' kitabında da böyleydi. Çalıştığı her saat için ücret alan ve toplamda milyon dolarlar kazanan, çalıştığı hukuk bürosunun ortağı olmasına ramak kalmış bir avukat, sonra aşkı yüzünden bu muazzam olanağa yüz çeviriyordu.

Hasta mısınız oğlum siz? Hem o paraları kazanmaya devam edip, hem de vicdanınızın, kalbinizin, ve benzeri haltlarınızın sesini dinleyemez misiniz?

Bu kitapta Michael efendi, kendini evsizlere adıyor. Çalıştığı firmayla ters düşüyor. Yahu be adam, hem mevcut büronda çalışmaya devam edip, hem de kazandığın milyon dolarlardan bir kısmını evsizlere harcayabilirdin. Niye illa ikisinden birini seçmek zorunda bırakıyorsun ki kendini? İkisi de pekala birlikte yürütülebilirdi.

Te Allah'ım ya. Para kazanıp da harcamasını bilmeyen insanlara çok üzülüyorum.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

PİNHAN


PİNHAN


Yazarı: Elif Şafak


Yayınevi: Metis Yayınları


Basım Yılı:İlk Basım,1997,İletişim-Metis'te 1.Basım 2000


Sayfa Sayısı: 218




Elif Şafak'ın ilk romanı.

İkinci romanı Şehrin Aynaları'ndan sonra Elif Şafak'ın bu kitabı da içimi baydı, afakanlar bastı.

Sanırım Elif Şafak bir dönem Mevlevilik, Sufilik falan bir sürü birşeyler okudu. Araştırmalar yaptı ve kafayı sıyırdı. O sıyrık kafayla da bu kitabı yazdı. Evet, bence öyle.

Virgülü bitmeyen cümleler, noktanın çok uzak olduğu betimlemeler, gerekli gereksiz bir sürü insan kalabalığı...

Ay içim kıyıldı.

Kitapta adı geçen insanların genel konuyla alakası ne? Pasajlar halinde bir sürü insanın hayatından bir kesit var, ee sonra? Ne oluyor o insan? Nereye bağlanıyor konu? Hiç bir yere.

Kitabın esas konusu en kaba, en odunca anlatımıyla şöyle

***

Pinhan diye bir derviş var. Bu Elif Şafak'ın tabiriyle ''ikibaşlı''. Yani çift cinsiyetli. Bir de iki isimli bir sokak var. Bu sokağın üstünde kara bulutlar dolaşıyor. Sokağın kocakarıları başlarına gelen felaketten kurtulmak için bir şekilde Pinhan'ı buluyorlar ve hamamın ortasına koyuyorlar. Pinhan'dan bir cinsiyeti tercih etmesini istiyorlar. Pinhan'ın kafa gidiyor, geliyor ve uyandığında kadın oluyor. Sokağın başına musallat olan belalar da yok oluyor.

Pinhan'ın aşık olduğu dansöz bir erkek güzeli var. Bu erkek güzeli, birlikte oldukları bir gece bir anda çıkıp giden Pinhan'ı ararken dere boyunda bir kadın cesedi bulur. Aaa bir de bakar ki bu Pinhan.

***

İşte bu hikayeye eklemlenmiş ya da daha doğrusu eklemlenmeye çalışılmış, belki de başarılmış ama benim anlamadığım, bir sürü küçük hikayecik ile kitap zenginleştirilmiş.

Elif Şafak, bu kitapla 1998 Mevlana Büyük Ödülü'nü almış. Tebrik ederim. O ayrı.

Ama ben zerre sevmedim. Elif Şafak'ın bu kitabını kafası bir milyonken yazmış olduğunu düşünüyorum. Aynı uçmuş kafayla bundan sonra da Şehrin Aynaları'nı yazmış. Neyse ki sonra Mahrem ile biraz yeryüzüne iner gibi olmuş. Baba ve Piç ile nihayet biz dünyalıların arasına inmiş ve Aşk ile de bir süre daha gezegenimizde bizlerle birlikte yaşayacağını göstermiş.

18 Ağustos 2010 Çarşamba

RTE'NİN ÖFKESİ


RTE'NİN ÖFKESİ

ANANI DA AL GİT


Yazarı: Ali Ekber Yıldırım


Yayınevi: Güncel Yayıncılık


Basım Yılı: 1.Basım -Mayıs 2007


Sayfa Sayısı: 172



11 Şubat 2006'da başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Mersin'de Mustafa Kemal Öncel adlı bir çiftçiyi azarlaması, ona ''Ananı da al git'' demesi kamuoyunda epey yankı uyandırmıştı. E yankı uyandırmayacak gibi de değildi. Aslında kimse Tayyip Erdoğan'ın böyle konuşmasını yadırgamıyor, buna şaşırmıyordu. Şaşırtıcı ve yadırgatıcı olan Türkiye Cumhuriyeti başbakanının bu lafı etmesiydi. Ne yazık ki başbakan, zaman zaman bu sıfatını unutuyor, kahvede arkadaşlarıyla okey çevirip muhabbet eden bir adam kılığına bürünüyor.


Kitap da adından anlaşılacağı gibi, Başbakan'ın bu lafı üzerine ortaya atılan fikirleri, görüşleri, eleştirileri, gazete yazılarını derleyip yorumluyor. Bunu yaparken de Türkiye'de tarımın dünden bugüne halini anlatmakla işe başlıyor. Pek çok alanda olduğu gibi tarım alanında da yeterince ileri bir seviyede olamamak artık hiç şaşırtmıyor ki.


Tayyip Erdoğan ve çiftçi arasında, o gün yaşanan polemiği bir daha hatırlayalım.


Çiftçi: Sayın Başbakan'ım, bu çiftçinin hali ne olacak? Anamızı ağlattınız be, aşkolsun size, aşkolsun. Tarım Bakanı,Anayasayı ihlal ediyor.Yetmedi mi? Öldük bittik Sayın Başbakanım. Hangi yüzle geldin buraya?


Başbakan: Bırakın yanıma gelsin, derdini bana anlatsın.


Çiftçi: Devletimin Başbakanı...


Başbakan: Böyle bağırılmaz ki.Terbiyesizlik yapma...


Çiftçi: Terbiyesizlik yapmıyorum. Lütfen bana hakaret etmeyin.


Başbakan: Artistlik yapma, edepsizlik yapma.


Çiftçi: Artistlik yapmıyorum. Ben sanatçı değilim.


Başbakan:Sanatçısın, çok iyi sanatçısın.


Çiftçi: Tarım bakanımızın Anayasa'yı ihlal ettiğini biliyor musunuz?


Başbakan: Lan bana Anayasa'yı öğretme. Lan bana terbiyesizlik yapma.


Çiftçi: Lan mı?


Başbakan:Evet!


Çiftçi: Lan mı? Canın sağolsun.


Başbakan: Şu anda çiftçiye ne verildiğinin farkında mısın?


Çiftçi: Ne zaman?


Başbakan:Şimdi.


Çiftçi: Benim mahsulüm öldükten sonra mı? İki senedir anamız ağlıyor.


Başbakan: Hadi ananı da al git buradan. Anan da ağlasın, baban da...



Bu diyaloğun ardından kıyamet koptu. Haklı olarak.


Tabi sonra Başbakanın sözcüleri tarafından o sözlerin söylenmediği iddia edildi. Ortada kameralar olmasa yutturacakları da. Fakat ayan beyan çekmelerine rağmen bu defa da ''O lafları Başbakan değil, yanındaki başka biri söyledi.'' dendi. Bunu da yutturamayınca söz konusu çiftçinin aslında çiftçi olmadığı söylendi. Sanki o zaman Başbakan'ın bu lafları söylemesi doğal karşılanacakmış gibi. Yetmedi, adamcağızı bir şekilde özür dilettiler.


Derken, herşey gibi bu da unutuldu. Neyse ki kitap yapılması akıl edilmiş de, en azından ebediyete bir çentik atılmış.



16 Ağustos 2010 Pazartesi

KÜÇÜK AĞA


KÜÇÜK AĞA


Yazarı: Tarık Buğra


Yayınevi: İletişim Yayınları


Basım Yılı: 1.Baskı 1962 Yağmur Yayınevi, İletişim Yayınları'nda 1.Baskı 2003


Sayfa Sayısı:479



Bir dönemin sağ/sol tartışmaları gibi, o dönemin Kuvvacı/Millici tartışmaları etrafında Kurtuluş Savaşı yıllarının insanlar üzerindeki etkisini anlatan, sade diliyle keyifle okunan bir dönem romanı.


Kitabın yarısına kadar ''Nerede bu Küçük Ağa?'' diyip durdum. Zira kitabın adı Küçük Ağa ama ortada bir Küçük Ağa yok. Neyse ki kitabın ortalarına doğru kitaba adını veren bu karakter ortaya çıkıyor. Hem de hiç beklenmedik bir şekilde.


Kitap, savaştan bir kolu eksik ve yüzünün yarısı yaralı olan Salih'in memleketine dönmesiyle başlıyor. Savaşa gitmeden önce mangalda kül bırakmayan, yiğit, mert, güçlü kuvvetli olarak bilinen Salih, savaştan sonra kimsenin yüzüne bakmadığı, hakaret ettiği bir serseriye dönüşüyor.


Aslında bu hale dönüşünü bugünden bakıp anlamak kolay değil. Ben kitabı okurken ''Ne olmuş yani bir kolu yoksa. Öbür kolu var. Tek kolla da işlerini görebilir.'' diye düşündüm durdum. Ama tabi uzaktan söylemesi kolay. Salih, giden sağ kolu için çok üzülür. Eski arkadaşı Niko ile takılır. Bir zamanlar Niko'nun ve onun gibi gayrimüslimlerin , normal şehir ahalisinden bir farkı yoktu ama savaşla birlikte ''bizler/onlar''ayrımı olmuştur. Dolayısıyla insanlar Salih'in Niko ile dolaşmasından, ondan yardım almasından rahatsızlık duyarlar. E mübarekler, siz yardım edin o zaman Salih'e. O da yok. Köylülerin Salih'e olan davranışlarını hiç anlamıyor ve tasvip etmiyorum.


Salih'ten sonra köye İstanbul'dan çok akıllı, efendi, mümtaz bir şahsiyet gelir. İstanbullu Hoca. Dost düşman herkesin sevgisini, saygısını kazanır bu hoca efendi.


Bu dönem romanlarında sıkça geçtiğinin aksine, kendisi bir hoca olmasına rağmen yobaz, geri kafalı falan değildir. Aksine son derece bilgili, zeki bir insandır. Ancak bu bilgisini, zekasını, kitleleri etkileme gücünü Padişah ve Halife lehine kullanması, Kuvvacıların canını sıkar. Başka biri olsa gözünün yaşına bakmadan ortadan kaldırabilirler ama İstanbullu Hoca, kaybedilmesi çok acı olacak bir kişidir.


Kader, Salih için de , İstanbullu Hoca için de çok acayip gelişmeler hazırlamıştır. Okuyup görün. Yalnız, İstanbullu Hocacığın, eşi yönünden yaşadığı dram, akıllara zarar. Dağlara taşlara.


Romanın 1983 yılında dizisi çekilmiş.İstanbullu Hoca rolünde Çetin Tekindor, Salih rolünde Fikret Hakan. Kitaptan sonra bir de dizisini izleyeyim dedim ama çok ağır işlediği için dayanamadım. Belki başka zaman izlerim. Ama ilk bölümden anladığım kadarıyla dönemin koşullarını gayet iyi yansıtmışlar. İzlemek isteyenler için şöyle bir link var:


14 Ağustos 2010 Cumartesi

EYLÜL


EYLÜL

Yazarı: Mehmet Rauf

Yayınevi: Bordo Siyah Yayınları

Sayfa Sayısı: 376


Az kişili, az olaylı , çabuk okunan, kafa yormayan bir kitap Eylül. Bu özellikleri nedeniyle rahatlıkla bir toplu taşıma aracında okunabilir. İstanbul trafiğinde üç günde biter.

Roman özet olarak şöyle:

***

Suad Hanım ve Süreyya Bey mutlu bir evli çifttir. Süreyya Bey'in arkadaşı Necip Bey, sık sık bu çifti ziyaret eder. Üçü birlikte sohbet ederler, gezerler, eğlenirler.
Fakat gel zaman git zaman Necib, Suad'a vurulur. Onun harika bir kadın olduğu düşünür. Zeki, dürüst, namuslu, sadık, güvenilir...Günübirlik ilişkiler yaşayan Necib'in daha önce tanıdığı kadınlara hiç benzememektedir. Bu aşkı çok zaman içinde tutar, kimseye söylemez ancak gözlere laf anlatamaz. Bakışları kendisini ele verir.


Süreyya'nın sıkılganlığı, kendisine vakit ayırmamasına karşılık, Necib'in kendisine olan ilgisi, ortak zevkleri müziğe gösterdiği yakınlık Suad'ı da etkiler.

Kitapta uzun uzun Suad ve Necib'in bu yasak aşk hakkındaki iç konuşmaları geçer.

Artık Necib dayanamaz ve Suad'a aşkını ilan eder. Suad, büyük bir mutluluk ve heyecanın yanında kaygı da duyar. Ne yapacaklar, nasıl bir sona varacaklar, bu sorular kafalarını kurcalar.

Birbirlerine uzaktan bakmaya, sadece buna bile razı olurlar. Artık tam anlamıyla bakışlar konuşur. Kitapta bu noktadan itibaren ''Lütfen, gitme''der gibi baktı, ''Ah nasıl acı çekiyorum bilsen''der gibi baktı, onu der gibi baktı, şunu der gibi baktı şeklinde cümlelerle karşılaşırız. Ne gözler ama. ( ben de şu an ''şu yorumum bitse de gitsem''der gibi bakıyorum mesela.)

Süreyya, Suad'la birlikte yaşadıkları yalıdan artık sıkılır. Tekrar aile konağına dönmek ister. Suad, aile konağında o kalabalık ve özellikle süreyya'nın kardeşi hacer'in boşboğazlığı ve dedikoduculuğu varken Necib'in kendilerini ziyarete gelemeyeceğini düşünür ve bu konağa gitmeye karşı çıkar. O güne dek Süreyya ile hiç kavga etmemiş olan Suad, ilk kez Süreyya'nın kendisine kızdığını görür. ''Konağa gidelecek.''nokta.

Suad, artık Süreyya'yı tanıyamadığını aslında onu meğer hiç tanımadığını anlar. Zira bugüne dek onun her isteğine boyun eğmiş, sıkılmasın dye uğraşmıştı. Hal böyle olunca Süreyya hep sakin, sevecen bir adam olmuştu. Ama şimdi onun iç yüzünü görüyor ve Necib'i daha çok sevmeye başlıyordu.

Süreyya'nın uysal annesi, aksi babası, kızkardeşi Hacer ve Hacer'in paragöz kocası Fatin'in bulunduğu konağa geçince de Necib ziyarete gelmeye devam eder. Ancak Suad bundan rahatsız olur. Buraya sık sık gelmemesini, adlarının çıkacağından endişelendiğini belli eder gibi bakar Necib'e. Hatta çoğu zaman bakmaz ki anlasın buraya çok gelmemesi gerektiğini. Ama Necib, Suad'ın kendisine bakmamasını, bakınca da soğuk bir bakış atmasını yanlış anlar ve artık onun kendisini sevmediğini düşünür.

Bu düşünce onu yer bitirir. Kendisine içkiye verir. Başka başka kadınlarla birlikte olarak Suad'ı unutmaya çalışır.

Onun bu hayatını gören Süreyya ve Fatin konağa gelince Necib'in ünlü bir kadına aşık olduğu ve onun peşinde koştuğunuı anlatırlar aile arasındaki bir sohbette. Bunu duyan Suad, üzüntüden harap olur. ''Demek aşkı yalanmış''der. Ağlar ağlar ve o da unutmaya çalışır.

Aradan günler geçer. Suad tam unuttuğunu düşünürken Necib, birgün konağın kapısını çalar. Fazlasıyla neşeli görünür. Sebebi sonra anlaşılır. Çok içkilidir. Onu bir odaya yatırırlar. Onun için doktor çağırırlar. Suad'da kendi odasında heyecandan tir tir titremektedir. Unuttuğunu sanarak ne büyük bir yanılgı içine düştüğünü görür. Eğer unutmuş olsaydı hiç heyecanlanır mıydı şimdi?

O böyle düşünürken kapısı açılır. Necib, içeri girer. Hiç umursamaz bir tavırla, adeta bir yabancı gibi:

- Diğerleri nerede?

-Doktor çağırmaya gittiler.

-Hasta mı var?

-Senin için.

-Benim için mi? Ben hasta değilim. Ama keşke olsam.

Onun bu umursamaz tavrı Suad'ı çok üzer. Necib, tam çıkacakken geri gelir. Herşeyi anlatır. Ona artık bakmadığı için kendisini sevmediğini düşündüğünü, o yüzden ziyareti kestiğini, başka kadınlarla unutmaya çalıştığını ama bir türlü buna muvaffak olamadığını...

Suad da ona her şeyi anlatır. Sadece kimse bir şey anlamasın diye öyle yaptığını, aslında kendisini çok sevdiğini...

Bu sözleri duymak ikisine de çok iyi gelir. Artık mutludurlar. Ama yine de bu aşkın mutlu sonla bitmeyeceğini bilirler ve en iyisinin ayrılmak olduğunu düşünürler. Birbirlerini sevdiklerini bilmek yeter onlar için.

Bir gün konakta bir yangın olur. Büyükhanım(Süreyya'nın annesi) oğlunu arar. Süreyya'yı bulunca da Suad'ı sorar. Suad içeridedir. Yangın tüm konağı sarmak üzeredir. Necib çıkagelir ve Suad'ı sorar. İçeride olduğunu öğrenince hiç düşünmeden dalar yangının ortasına. Süreyya da peşinden koşmak ister ama dehşetli bir çatırtı ile tavanın yıkılıp oda kapısının ateş içinde olduğunu görerek geri döner.

***

Tam bir eski Türk filmi draması. Ayrı dünyaların insanları, kavuşamayan aşıklar. Başrolde Hülya Koçyiğit. Olsa yeridir yani.

8 Ağustos 2010 Pazar

YEMİN GECESİ


YEMİN GECESİ


Yazarı: Faruk Bildirici


Yayınevi: Doğan Kitap


Basım Yılı: 1. Baskı-Şubat 2008, 4. Baskı - Nisan 2008


Sayfa Sayısı:449



''Leyla Zana'nın Yaşam Öyküsü''


Leyla Zana.

Bu isim kimilerince nefretle, kimilerince hayranlıkla anılıyor.


Peki aslında kim ve bulunduğu noktaya nasıl geldi?


Babası erkek çocuk hasretiyle yanıp tutuşurken, umudunu kesmiş ve Leyla'ya erkek çocuk gibi davranmış. Leyla hastalanıp, babası onu hastaneye götürdüğünde çevredekiler ''Ne diye masraf yapıyorsun? Nasıl olsa kız çocuğu'' demişler. Yaşadığı coğrafyada kadınlara önme verilmezken O nasıl oldu da aralarından sıyrılabildi, böylesine sivrildi?


15 yaşındayken, kendisinden yaşça çok büyük Mehdi Zana ile evlendirilir. Mehdi Zana, Kürt siyasetinde aktif bir isimdir ve Leyla'yı da etkiler.


Mehdi Zana'nın hapishane ya da yurtdışında geçen zamanı nedeniyle Leyla, tek başına ayakta durmaya çabalar. Okuma yazmayı kendi çabasıyla öğrenir. Okuma yazmayı salt öğrenmekle kalmaz, aynı zamanda araştıran, öğrenmeye aç bir okur olur. Böylece Kürt'lerin tanınması, kültürlerini yaşamaları konusunda mücadele vermeye başlar.


Ancak bu mücadelesinde PKK ve Abdullah Öcalan ile işbirliği yapması, ayrılıkçı ifadeler kullanması onu Türklerin gözünde bir nefret öğesi yaparken, Kürtlerin gözünde lider konumuna getirir.Gerçi Leyla Zana için üç lider vardır: 1. Abdullah Öcalan, 2. Talabani, 3.Barzani.


Bir yandan şiddeti kınayan, barışa çağıran demeçler verirken,öbür yandan PKK'yı, bebek katili Apo'yu öve öve bitirmemesi buradan bakılınca çelişkili olsa da işte bütün mesele burada zaten. Buradan bakmak ve oradan bakmak.


Buradan bakınca PKK terör örgütü, Abdullah Öcalan terörist başı. Ama oradan bakınca PKK Kürtlerin temsilcisi, Abdullah Öcalan da lider.


Gerçi Abdullah Öcalan gibi bir kaypağı nasıl hala lider olarak görürler, anlamak çok zor. Öcalan, Türkiye'ye teslim edildiğinde uçakta ''Ben ülkemi severim.Annem de Türk'tü. Türkiye'ye dönünce fırsat verirseniz hizmet ederim. Türkiye'yi seviyorum ve Türk halkını da seviyorum. Onlar için iyi hizmet edeceğime inanıyorum.'' gibi belki de can korkusuna laflar ediyor. Sanki bombalama eylemlerinin emrini veren kendisi değilmiş gibi, sanki ''bebek katili'' lakabına sahip değilmiş gibi. Onun bu ikiyüzlülüğüne, korkaklığına rağmen hala ona biat ediyorlar.


Leyla Zana ve arkadaşlarının ortak amacı Kürtlerin tanınması. PKK da bu amaçla kuruldu deniliyor. Yıl 1990'lar iken.


Şimdi Kürtleri tanıdık.Bizzat Başbakan'ın ağzından kürt realitesi dile getirildi. Kürtçe konuşma yasağı yok. Bilakis, Kürtçe yayın yapan radyo ve televizyonlar var. Peki hala neyin ''mücadelesi'' veriliyor. Neyin ''kavgası'' bu?

LİMON AĞACI


LİMON AĞACI


( The Lemon Tree)


Yazarı: Sandy Tolan


Yayınevi: Pegasus


Basım Yılı:1. Baskı - Kasım 2008


Sayfa Sayısı: 400




'' Bir Arap, Bir Yahudi ve Ortadoğu'nun Kalbi''


Lisedeyken Dostoyevski'nin kitaplarını okurdum. Ama nasıl okumak. Sayfalar süren betimlemelere şöyle bir göz atar, en yakın konuşma cümlesine kadar o sayfaları okumazdım. Olay örgüsü, roman karakterlerinin konuşmaları, betimlemelerden daha çok ilgimi çekerdi.


Bu kitapta da sayfalar süren tarihi ve siyasi kısımlara gözucuyla bakıp direkt Beşir ve Dalia'nın olduğu sayfalara geçtim. Zira Filistin ve İsrail arasındaki olayların tarihi ve siyasi geçmişi kitapta okunası bir dille ele alınmamış. Fakat bu geçmiş hakkında epey emek harcandığı belli. Takdirlerimi sunuyorum.


İsrail ve Filistin arasındaki savaşta gerek din kardeşliği, gerek tarihi kardeşlikten ötürü tarafım belli. Ayrıca İsrail'in haydutluklarının savunulur bir tarafını bulmuyorum. Ama komple bütün Yahudileri de ''kötü'' diye genellemeyi elbette yanlış buluyorum. Beşir de bu önyargısını zaten Dalia sayesinde aşıyor.


Filistinli Beşir ve ailesinin yaşadığı eve, onlar oradan gitmek zorunda kalınca, Bulgaristan'dan gelen Dalia ve ailesi yerleşiyor. Bir başkasının bıraktığı evde yaşamak...Evini bir başkasının yaşamına terketmek...


Tümüyle gerçek olaylardan ortaya çıkan ve İsrail'e Filistin'li gözüyle, Filistin'e de Yahudi gözüyle bakmamızı sağlayan kitabın, ah bir de çevirisi güzel olsaydı, tadından yenmezdi. Ancak çevirisi imla ve noktalama hatalarıyla, anlatım bozukluklarıyla dolu. Sonraki baskılarda düzeltmişlerdir belki.




4 Ağustos 2010 Çarşamba

KALEMLİ'NİN KALEMİNDEN


KALEMLİ'NİN KALEMİNDEN


Yazarı: Mustafa Kalemli


Yayınevi: Doğan Kitap


Basım Yılı: 1.Baskı-Şubat 2002


Sayfa Sayısı: 275




''Hanedan'ın Son Prensi Mesut Yılmaz'' kitabının ardından, bu kitabı okuyunca olaylar biraz daha pekişti zihnimde. Zira o kitapta da Mustafa Kalemli'nin adı sık sık geçiyordu. Mesut Yılmaz ile bir dönem yedikleri içtikleri ayrı gitmezmiş ama sonraları selamı sabahı kesmişler. Bunda Mesut Yılmaz'ın payı büyük çünkü okuduklarımdan anladığım kadarıyla Mesut Yılmaz vefasız ve umursamaz bir insan.


Mustafa Kalemli'nin asıl mesleği doktorluktur. 1983'te Kütahya'dan milletvekili seçilen Kalemli, sonraları Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı , İçişleri Bakanı , Orman Bakanı, Anap Grup Başkanvekili ve son olarak 1996'da TBMM başkanı olur.


Görüldüğü gibi siyaset arenasında önemli mevkiler işgal eder. Dolayısıyla anıları, Türk siyasi tarihi açısından önemli.


Yalnız kitap, bu önemin yükünü kaldırabilecek nitelikte sayılmaz. Olayların daha dobraca, daha ayrıntılı işlenmesini beklerdim. Fakat Kalemli, nezaketinden olsa gerek pek çok önemli olaya sadece değinmekle kalmış. Nazik biri olduğunu ise üslubundan çıkartıyorum.


Anı kitapları her ne kadar objektif olamasa da, ben Kalemli'nin anlattıklarından dürüst olduğu izlenimi edindim. Doğru, dürüst, ufku geniş, akıllı, aktif, görev aşkı bulunan bir politikacı gibi geldi bana. Zaten de muhtemelen bu yüzden uzun süre kalamamış o camiada. Başarılı insanı bu memlekette kolay kolay barındırmazlar çünkü.

İÇİME GİR AMA SİGARANI SÖNDÜRME


İÇİME GİR AMA SİGARANI SÖNDÜRME


Yazarı: Cezmi Ersöz


Yayınevi: Gendaş Kültür


Basım Yılı: 1.Baskı - Ekim 1999


Sayfa Sayısı: 149




Bazen haberlerde mankenlerin, özellikle de dünyaca ünlü olanlarının, podyumda birkaç dakikalık yürüyüşleri için dünya kadar para almaları babamı hayrete düşürür. ''Ne var ya, ben de yürüyeyim, ne ki yani?'' diye söylenir.


Ya da şarkıcıların iki şarkı söylemek için aldıkları parayı çok bulur. ''Ne bu yaa, alt tarafı iki şarkı söyleyecek, herifin/karının aldığı paraya bak.Ben de söyleyeyim ne var yani''


Ben de bu kitabı okurken ''Eee ne ki bu? Ben de yazarım böyle öyküler. Ne var yani?'' dedim. Evet dedim bunu.


Sonra da kendimden tiksindim. Ulan bu kadar da küçümsemek, bu kadar da aşağılamak olur mu diye.


Babacığımla unuttuğumuz nokta, o mankenlerin o podyumda yürüyebilmek için börek gibi, lahmacun gibi, künefe gibi dünyanın pek çok nimetinden mahrum kalmaları; o şarkıcıların konserlerde binlerce insanı coşturabilmek için yıllarca çalışmaları.


Cezmi Ersöz'ün de , gerçi bu okuduğum ilk kitabı ama, eminim o da yıllarca emek vermiş, uğraşmış, yazmıştır.


Eline sağlık tabi.

Ha tamam, ağzımı çarpıtarak ''Bu ne ki yaa, ben de yazarım bunları, pehh'' demek doğru değil, ama sonuçta muazzam bir edebiyat eseri de değil.


Kitaptaki öykülere gelince:


  • Yazamayan Yazar


  • Çaycı Ali


  • Düşülke


  • Salih Abi


  • Söylesene, Sana Ne Yaptık Biz


  • Diyalektiğe İnanmazsan Burada Zaman Geçmez


  • Sempatizan


  • Çıplak


  • Ömrüm İsyankar


  • Şarkıcıyı Kaçırmak


  • Camları Siyaha Boyalı Pavyon


  • Arka Oda


  • Suçtur Çocuğun Olmak


  • Hayat Güzel, Ömür Kısa


  • Zemin Kattakilerin Öyküsü


  • Sen Bana Daha Az Zarar Verirsin


  • Acı Bir Şarap Gibi Aksın Hayat


  • Artık Evlerin Duvarları Öylesi İnce ki


  • Bir Grup Duyarlı Demokrat


  • Artık Bir Şeyden Emin Olmuştum





3 Ağustos 2010 Salı

ŞEKER PORTAKALI


ŞEKER PORTAKALI


Yazarı: Jose Mauro de Vasconcelos



Yıllaaar yıllar önce okumuştum bu kitabı.

Yazarın on iki günde yazdığını açıkladığı ama ''Onu yirmi yıldan fazla taşıdım yüreğimde'' dediği bu kitapta daha 5 yaşındaki Zeze'nin, bu yaşına rağmen yaşadığı acılar ve büyüklerin sorunlarını anlaması dile getiriliyor.

Aklımda kaldığı kadarıyla olay şuydu:

***

Daha 5 yaşındaki Zeze'nin, bu yaşına rağmen büyüklerin sorunlarını anlaması dile getiriliyordu.

Zeze sık sık dayak yiyen, hiçbir Noel'de hediye alamayan bir çocuktur.( Malum, Noel onlar için önemli ve Noel'de hediye alamamak onun için çok acı olmalı. Halbuseki bana mesela Noel'de hediye alan olmasa ben hiç üzülmem. Zaten bu yaşıma geldim, bir tane Noel hediyem olmadı. Ne yapsam,kendimi intihar mı etsem acaba? :) )

Bir gün babasından bile daha çok sevdiği bir adamla tanışır. Onun bir tren çarpması sonucu ölmesiyle de yıkılır.

Tüm bu zaman zarfı içinde küçük şeker portakalı fidanına anlatır tüm sıkıntılarını. Zavallı Zeze, çok küçük yaşta dayağın ve acının ne demek olduğunu anlar. Ancak tüm bunlara rağmen haşarı da bir çocuktur.

***


Acının tanımını ise şöyle yapıyor Zeze: ''Şimdi acının ne olduğunu gerçekten biliyordum. Ayağını bir cam parçasıyla kesmek ve eczanede dikiş attırmak değildi bu. Acı, insanın birlikte ölmesi gereken şeydi. Kollarda, başta en ufak güç bırakmayan, yastıkta kafayı bir yandan öbür yana çevirme cesaretini bile yok eden şeydi.''

OLIVER TWIST


OLIVER TWIST


Yazarı: Charles Dickens



Bir çocuk düşünün.


Yetimhanede hayatı tanımaya başlar.


Yetimhanede verilen dişimin kovuğunu doldurmayacak kadar yemekle karnı doyurmaya çalışır. Birazcık daha yemek ister, onun yerine dayak yer.


Kaçar oradan.

Londra'ya atar kendini yedi gün boyunca yürüyerek.

Nihayet Londra'ya ulaştığında ise ayakta duracak mecali kalmaz.


Bir hırsız çetesinin eline düşer.


Çalmadığı bir şeyden ötürü suçlanır.


Ama onun çalmadığını bilen zengin ve iyi amca onu bağrına basar. Hulusi Kentmen'in Victoria dönemi İngilteresi'ndeki versiyonu olan bu zengin ve iyi amca, Oliver'e kitapçıya götürmek üzere kitap ve para verir. ( Zaten Oliver de tam bu noktada Sezercik olur. Sezercik ve Ayşecik'in birlikte oynadığı filmlerden birinde de vardır böyle bir sahne. Hırsız çocuk bağra basılır ama içten içe de güven sıkıntısı yaşanır. Para verelim bakalım, istediğimiz yere parayı bırakıp geri gelecek mi, diye denenir.)


Amcaya çocuğun o parayı geri getirmeyeceğini, sırra kadem basacağını söylerler. Ama zengin ve iyi amca inanmak istemez buna. Zaten Oliver öyle biri değildir.


Ama kitapları ve parayı kitapçıya teslim edip dönmek üzereyken yeniden hırsız çetesinin eline düşer.


Çetedeki iyi bir kız, Oliver'in çektiği acılara dayanamaz. Zengin ve iyi amcaya gizlice durumu anlatır. Ama bu onun sonu olur. Oliver içinse yeni bir hayatın başlangıcı.


Zamanla, acıların çocuğu Küçük Emrah Oliver Twist, artık bir zamanların fakir ama gururlu çocuğu olmaktan çıkar.



1909'da Charles Dickens tarafından kaleme alınan bu kitap, defalarca sinema ve müzikal olarak vücut bulmuş, son sinema filmi de Roman Polonski tarafından 2005'te çekilmiştir. Ki kendisini ben izledim. Oyuncular olsun, kostümler olsun, mekan tasarımı olsun mükemmel. Ama sıkıldım filmi izlerken. Kitabını okumak , filmini izlemekten daha zevkliydi.

SİMYACI


SİMYACI


Yazarı: Paulo Coelho



Böyle bir kitap yaz ve öl. Hayatta bundan başka hiçbir şey yapmana gerek yok. ''Bir kitap yazdım'' de, yeter.


''Eğer bir şey istersen tüm evren o düşün gerçek olması için işbirliği yapar.''


Bu felsefeyi aşılayan, içine alıp sürükleyen, bitirmeden bırakması zor kitaplardan. Hatta Paulo Coelho'yu Paulo Coelho yapan kitaptır diyeyim de ne kadar güzel olduğu anlaşılsın.



Hikaye şudur:


---


Kahramanımız Endülüslü Çoban bir gün bir rüya görür. Bu rüyayı yorumlayan çingene ona kendisini Mısır'da piramitlerde bekleyen hazineden söz eder. Çobanımız başta bunu pek kaale almaz. '' Ya de get işine deli misin divane misin ? Hasbinallah, hazineymiş. '' umursamazcılığındayken bir yaşlı kahin Kral'la karşılaşır ve hayatı değişir. Artık o, bu kralın nasihatleri ışığında kendi kişisel menkıbesinin peşinde koşacaktır. Bu uğurda çölleri aşmaya razıdır.


Bir billuriye dükkanında iş bulur.Orada çalışarak orayı ihya eder ve kazandığıyla yoluna devam eder.


Yolda hayatını simyaya adamış ve tek gayesi simyacıyı bulmak olan bir ingilizle karşılaşır, yol arkadaşı olurlar.


Yolda bir vahada duraklarlar. Çobanımız burada hayatının kadınını bulur. ''Yemişim hazineyi, altını. Hayatımın kadınını buldum. Burada kalacağım.'' diye geçirmektedir aklından.


Fakat bu aşık olduğu kadın yani Fatıma o kadar yüce soyludur ki ona hayalinin peşinde koşmasını, aşık olmanın insanın hedefine koşmasına engel olmaması gerektiğini, bir çöl kadını olarak erkeğini beklemenin kendisi için zor olmayacağını söyler.


İngiliz'in aradığı simyacı aslında bu mola verdikleri vahanın içindedir. Fakat onunla önce çobanımız tanışır. İngilizin yemesi gereken bir fırın ekmek daha vardır onla tanışmak için.


Simyacı, çobanımıza hazineyi bulmasında çok yardımcı olur.


Çoban abimiz tam hazinenin artık bulunduğuna emin olduğu yere gelmiştir ki aslında herşeyin başladığı noktada olduğunu idrak eder. Kitap da zaten bu sonuyla ''vuuvvvv''dedirtir, etkiler.


---

BU CENNET BU CEHENNEM


BU CENNET BU CEHENNEM


Yazarı: Zeynep Oral


Basım Yılı: 1996




Gazeteci Zeynep Oral, kah Hakkari'den kah Sivas'tan, kah Rize'den izlenimlerini aktarır bu kitapta. Ve öyle güzel anlatır ki gözlemlerini, kendisi adeta karşımızda oturmakta ve ''Yaa işte böyle oldu genç'' dercesine samimi bir üslupla konuşmakta gibidir. Ayrıca bu kitap''yalın, içten, yapmacıksız bir yurt ve insan sevgisinin kağıtlara dökülmüş halidir.''


Kitaptan, şu memleket manzarasını aktarmadan edemeyeceğim:


Yazarımız, Atatürk Barajı'nın suları altında kalacağı için boşaltılması gereken Samsat Köyündedir.Köylüler, Samsat'ı boşaltıp Söke'ye gideceklerdir.Toprak ve İskan Müdürü, Samsatlılara Söke'deki konutları anlatır.Anlatması bitince köylülerin soru yağmuruna tutulur. Konutların duvar rengi ne? Evler kaç metrekare? Kaç oda? Sıvalı mı sıvasız mı? Oralarda iş var mı? İş olanakları neler? Müdür bütün soruları cevaplamaya çalışır.


-Orada toprak nasıl kokar?


Ötekilerden farklı bu soru, en öndeki yaşlı amcadan gelir.


Müdür ''Güzel kokar'' diyip soruyu geçiştirir.


Sorular bitmez. Evlerin bahçeleri var mı? Bahçede ağaç var mı? Çiçek var mı? Hava nasıl? -


-Oranın suyu nasıl kokar?


Aynı adam sormuştur. Müdür duymazlıktan gelir.Öteki sorulara geçer. Okul var mı? Okul kaç kilometre uzakta? Orada kahvehane var mı? Ya çay ocağı? Ya sağlık ocağı?


-Oranın limonu nasıl kokar?


Müdür dayanamaz, ters ters ''Sen benimle alay mı ediyorsun?'' diye çıkışır. O anda ortalığı bir uğultu kaplar. Müdür neye uğradığını şaşırır. Bir kişi durumu açıklar:


-Kusura bakmayın müdür bey, arkadaşımız kördür, göremez de.


içimi burkan bu anektottan sonra şu memleket manzarasını da aktarıp gidiyorum.


Yazarımız Doğu Karadeniz bölgesindedir. Şarıl şarıl yağan yağmurdan korunmak için bir kahveye sığınır ve kahvedekilerle birlikte televizyondan haberleri izler. Spiker hava durumunu sunar: ''Yurdumuzun hiçbir bölgesinde, hafta sonundan önce yağış beklenmiyor.'' Kahvede kahkahalar patlar.


-Ha Cemal, dişaruda yağmur yağmiir da, sen neden islaksun?


-Ha sen puna yağmir mi dersun, pu denizun serpintisudur.


-Hiç deniz serpintisu olur mi, pu Trapisonlu'nun bize su sikmasidur.


-Ha sen mi daha iyi pileceksun, Trt mu?


-Ha duymadın mu, yurdumuzda dedular, purası yurt değul midur?


-Lazistan hava raporunu da sen oku temel.


Böyle hoş, acı tatlı izlenimlerle bezeli, keyifle okunası bir gezi ve anı kitabı.

1 Ağustos 2010 Pazar

SOL AYAĞIM


SOL AYAĞIM


(MY LEFT FOOD)


Yazarı: Christy Brown




Christy, 23 çocuklu bir ailede doğan, beyin felci olduğu için konuşamayan ve hareketlerini kontrol edemeyen bir çocuktur.


Tüm doktorlar onun aynı zamanda zihinsel özürlü de olduğunu söylerken annesi buna inanmak istemez ve oğlunu elinden geldiği kadar eğitir, yetiştirir.


Christy bu, durur mu yapıştırmış cevabı.


Zamanla sol ayağını kullanabildiğini farkeder. Sol ayağına aldığı bir tebeşirle yazmayı becerebilmektedir. Daha sonra tebeşir yerine kalem tutmayı dener. Biraz zorlanır ama bunu da başarır. Konuşamadığı için dış dünyayla iletişim kurmanın yegane yolunun yazmak olduğunu görür. Fakat daha sonra bu da onu tatmin etmemeye başlar. Hayatı artık çekilmez ve katlanılmaz bir hal almışken resim yapmakla tanışır. Yeni meşgalesi artık budur.


Bir gün bedensel engelliler için yeni bir tedavi yöntemi bulunduğunu öğrenir ve uzman doktorlar eşliğinde tedavi süreci başlar...


Daha önce farketmemiş olsaydım bu kitapla farkederdim ki ''İmkansız diye birşey yoktur.''


Eğer annem de daha önce farketmemiş olsaydı ve bu kitabı okusaydı anlardı ki ''Olmaz olmaz deme''


Neyse ki bu muazzam ve son derece orijinal hayat görüşlerine çok zaman evvel vakıf olduk. Ama bu hikayeyle bir kez daha inandık inancın, azmin gücüne.


MARİA


MARİA


Yazarı: Emine Özkan Şenlikoğlu


Yayınevi: Mektup Yayınları


Basım Yılı: 2.Baskı - Kasım 1992


Sayfa Sayısı:168



İlk defa bir Emine Şenlikoğlu kitabı okudum.


İsmini ve kitaplarını daha önce duymuştum. Ama okumamıştım.


Kitaptaki olay aynen şudur:


Yazarın gerçek olduğunu belirttiği Maria adlı Alman kız, koyu bir katoliktir. Annesi de öyledir. Ama babası bir ateisttir. Ve tüm dünyanın da ateist olması için çalışmakta, toplantılar düzenlemektedir. Maria'nın kardeşi Bill ve erkek arkadaşı Hans da ateisttir ve bu toplantıların sıkı takipçisidirler.


Maria, birgün durakta otobüs bekleyen bir çocuk görür. Onu arabasına alır. Çocuğun adı Abdülvahap'tır.Mısırlı bir müslümandır. Bir de onun arkadaşı Mehmet vardır. O Türk'tür.


Maria ve Mehmet aşık olurlar. Ancak Mehmet'in Türkiye'ye dönmesi gerekir.


O sıralarda da Türkiye Atatürk devrimleri ile hızlı bir değişim içindedir. Babası Maria'ya der ki '' Sen de dinsiz ol. Türkiye'ye git. Mustafa Kemal çok iyi işler yapıyor Türkiye'de. Yakında onlar da bizim gibi olacak. Bak güzellik yarışmaları düzenlenmeye başladı. Müslüman Türk kızları mayo giymeye başladılar.'' falan filan.


Maira, Mehmet'i bulmak için Türkiye'ye gider. Ama gitmeden önce ister ki Mehmet de Hıristiyan olsun. Bunun için peder ile konuşur. İslamiyeti altedecek şeyler söylemesini ister kendisinden. Maria, pederden öğrendiklerini önce Abdülvahap'a anlatır. ''Sizin dininiz şöyle şöyle''der. Abdülvahap, Maria'nın savlarını bir bir çürütür. Maria da Abdülvahap'ı Peder ile yüzleştirir. Abdülvahap, söyledikleriyle Peder'i de etkiler ve Peder Müslüman olur.


Maria da etkilenmiştir. O da Müslüman olmaya karar verir.


Türkiye'ye gidip Mehmet'i bulup bir an önce kendisine bu haberi vermek ister. Bindiği trende Fikriye adlı bir kadınla tanışıp arkadaş olur. Bu Fikriye Atatürk'e aşık olan Fikriye'dir. Der ki ''Ben Mustafa Kemal'in sevgilisiyim. Yakında evleneceğiz ama annesi beni istemiyor. Ben onsuz yaşayamam.Zaten O da benimle evlenecektir. Beni bırakmaz'' vesaire.


Maria, Türkiye'ye gelir. Mehmet'i bulur. Ama Mehmet, Maria'nın müslüman olmasına pek sevinmemiştir. O laik, modern, çağdaş bir insandır.


Maria, Mehmet'in bu tavrına bozulur. Evine geri döner. Abdülvahap ile birbirlerine aşık olurlar.


Atatürk'ü yerden yere vuran, ''Din elden gidiyor'' mesajı veren, öyküsü ve dili de bokum gibi olan çok basit bir kitap.


Böyle dini kaygılarla yazılan kitaplar genelde edebi bir kaygı gütmüyor, mesajı vereyim gideyim havası taşıyor. Halit Ertuğrul'un kitaplarından biliyorum. Orada da dinle alakası olmayan biri vardır. Bir de dini bilen, tanıyan biri vardır. Birbirleriyle tanışırlar. Sonra o dini bilmeyen dindar olur. Hop, mutlu son.


Ve bu iki yazar da kendilerine gelen mektuplardan yararlanarak kitaplarını yazarlar. Ne kolay iş.


KÜÇÜK ERKEK


KÜÇÜK ERKEK


Yazarı: Kemalettin Tuğcu


Yayınevi: Damla Yayınevi


Basım Yılı:5. Baskı- 1999


Sayfa Sayısı:80



Bu yaşta Kemalettin Tuğcu kitabı okudum. Ehe :)


Kemalettin Tuğcu'yu sadece isim olarak bilirdim. Bir de bazı trajik olaylarda ''Kemalettin Tuğcu öyküsü gibi'' denildiğini biliyorum. Ama hiçbir kitabını okumamıştım küçükken. Okumamak da iyiymiş. Çok trajik, çok dramatik yahu.


Bu kitapta bahsedilen küçük erkek Cemal'dir. Cemal, annesiyle küçük bir barakada yaşayan, daha doğrusu yaşamaya çalışan, yaşlı ve hasta annesiyle kendisini geçindirmek için lokantalarda çalışan, yemek artıklarıyla beslenen bir çocuktur.


Babası öldükten sonra hayatta bir başına kalan Coşkun adlı çocuğu, parkta kara kara düşünürken bulan Cemal, onu evine misafir eder.


Bu noktadan sonra birbirlerine yardımcı olmaya çalışarak hayatlarını sürdürürler. Coşkun, babasının kendisine bıraktığı parayı ve de Cemal ve annesinin işgal edilen arsasını kurtarmanın peşindedir.


Beklediğim kadar acıklı bir öykü değildi. Daha ağlamaklı bir öykü bekliyordum Kemalettin Tuğcu'dan. Belki diğer kitaplarında öyledir. Okumaya devam edeceğim. Zaten çocuk öyküsü olduğu için hepsi 60-70 sayfa birşey. Hap gibi bitiyor.