29 Haziran 2014 Pazar

KANLI KONTESLER


KANLI KONTESLER

Yazarı: Hicran Aygün

Yayınevi: Profil Yayıncılık

Basım Yılı: 1. Baskı - Ocak 2012

Sayfa Sayısı: 188


Kadınları cinayet işlemeye iten saikleri ele alıyor kitap.

Bir kadın neden katil olur?

Bu sorunun yanıtı için, katil olmuş kadınlarla görüşmüş yazar.

Çoğunun ortak noktası taciz.

Bu kadınlar tacizden kurtulmak için, tacizci erkeği öldürmekte bulmuşlar çareyi. Bu yüzden de pişman değiller.

Birinin hikayesi 6 yaşında başlıyor mesela. Mahallenin herkes tarafından sevilen delikanlısı, bu kız çocuğunu öpüyor, okşuyor önce. Kız bu durumdan rahatsız oluyor. Annesine söylüyor. Annesi "Seviyor seni, abin o" diyor. "Abi" namlı herif de tacize devam ediyor. Derdini kimseye anlatamayan, anlatsa da ciddiye alınmayan kız, gittikçe hırçınlaşıyor, dersleri bozuluyor, yıllar sonra da gidip o "abi"yi bulup öldürüyor.

Abiler, enişteler...


Düşünüyorum da çocukken tacize uğramamış olmak bildiğin şans. Büyük bir şans hem de.
Çünkü çocuksun. Çocuk sevimliliği ve tatlılığı var diye herkes seviyor, öpüyor. Bunun tacize varan kısmını çocuk aklınla anlaman zor. Hadi anladın, büyüklerine ifade edebilmen de zor. Hadi anlattın, onların inanmaması ihtimali  var. Çocuksun diye bazı şeyleri abartıyor olabileceğini düşünebilirler zira. 

Çocuklar gerçekten çok savunmasız. 

Onların bu savunmasızlığından yararlananlar tabi ki en ağır şekilde cezalandırılmalı.

Anne babalar da lütfen çocuklarınıza kulak verin. 

---

Kitabın adı 1560-1614 yılları arasında yaşamış, Macaristan'ın en köklü ailelerinden gelen, dünyanın en tanınan ve ilk seri katili Kontes Elizabeth Bathory'den geliyor. Bu kadına "Kanlı Kostes" lakabı 650 kişiyi öldürmesi nedeniyle takılmış. 

---

Yazar, konuştuğu kadınların dünyasına yabancı değil. Onlarla iyi iletişim kurabiliyor ve bu konularla ilgili pek çok hikaye dinlemiş. Yalnız buna rağmen insanları kınaması garip ve itici. Şöyle yapsaydın, böyle yapsaydın... Olmuş, bitmiş, artık şöyle yapsaydın, böyle yapsaydını mı kalmış. 

DERT BENDE


DERT BENDE

Yazarı: Kerime Nadir

Yayınevi: İnkılap ve Aka Kitabevleri

Basım Yılı: 2. Baskı - 1977

Sayfa Sayısı: 128


"Bu kitap bir filmin romanıdır."

Kitabın başında böyle bir not var.

Zaten okuyunca da hemen bir Yeşilçam melodramı canlanıyor zihinde.

Süreyya ve Fatma iki kız kardeş.

Hayatta bir Fahrettin Amcaları var. O bakmış onlara.

Fatma aklına estiğini yapan, pek sorumluluk sahibi olmayan, duygularıyla hareket eden bir kız.

Süreyya ise yaşça daha küçük olmasına rağmen daha olgun.

Bu ikisi aynı erkeğe aşık oluyor. Tarık adında bir teğmen. 

Ama Süreyya aşkını kalbine gömüyor. Kimse bilmiyor duygularını.

Aşık olduğu adama "enişte" diyor.

Tarık iş için şehirden ayrılmak zorunda kalıyor. Onun yokluğunda Fatma, başka bir adama aşık oluyor. Tarık'a bir ayrılık mektubu yazıyor. Bu mektubu da Süreyya'ya veriyor postaneye götürsün diye.

Süreyya, ayrılık mektubunu alan Tarık'ın çok üzüleceğini düşünerek mektubun içeriğini değiştiriyor. Ablasının ağzından aşk dolu bir mektup yazıyor ona. Böylece Tarık gurbet ellerde üzülmemiş olacak.

Bunlar böyle uzun uzun mektuplaşıyorlar.

O arada Fatma ve yeni sevgilisi evlilik hazırlığında. Tam evlenecekleri gün Tarık çıkageliyor.

Süreyya Tarık'a her şeyi anlatıyor. Mektupları kendisinin yazdığını falan.

Böylece ikisi arasında bir aşk doğmuş oluyor.

Tarık yine görev icabı gitmek zorunda kalıyor. Döndüğünde evlenecekler. 

Ama Tarık dönemiyor. Şehit oluyor.

Süreyya çok üzülüyor tabi.

Aynı anda da hamile olduğunu öğreniyor.

( Bu arada bu hamilelik nasıl oluyor hiç anlayamadım. Romanın hiçbir safhasında bu derece bir yakınlaşmışlıkları olmadı. Her ne kadar izlememişsem de kuvvetle muhtemel filminde de böyle bir yakınlaşma olmamıştır. Değil böyle bir yakınlaşma, bunun iması bile yok. E bu hamilelik nasıl oluyor o zaman? Adeta bir sır perdesi. Okuyucunun/seyircinin hayal dünyasına kalmış o boşluğu tamamlamak.)

Yalnız büyük bir sorun var. Süreyya eğer hamile olduğunu söylerse, muazzam bir toplumsal ayıplama ile karşılaşacak. Malumunuz evlilik dışı bir çocuk dünyaya getireceği için.

Süreyya'nın hamile olduğunu öğrenen ablasının aklına şöyle bir fikir geliyor: Sen bu çocuğu doğur, sonra da bana ver.

Ayrıntılar şöyle; Süreyya'nın ablası Fatma'nın çocuğu olmuyor. Fatma'nın kocası da ille çocuk istiyor. Doktor moktor çare olamıyor. Fatma da diyor ki, ben hamile olduğumu söyleyeyim, sonra senle kardeş kardeşe yurtdışına tatile gidelim. Orada doğurursun, sonra da ben doğrumuşum gibi geliriz.

Bu plan işliyor.

Öz çocuğu kendisine teyze diyor.

Çocuğa da "Tarık" adını veriyorlar. Fatma'nın kocası nasıl müsaade ettiyse buna. Sonuçta karısının eski sevgilisinin adı. Enteresan.

Tarık büyüyünce tesadüf eseri öz babası ile Süreyya'nın fotoğrafını görüyor. "Aaaa" diyor, "Bu adam ne kadar da bana benziyor. Yoksa... yoksa..."

Cin gibi çocuk maaşallah.

Sonra Tarık'a anlatıyorlar her şeyi. Baştan bir delleniyor, sonra gerçek annesine sarılıyor. 

O da bu sırra ortak olacağını söylüyor.

Ana oğul sarılıyorlar.

SON

ALO FATİH


ALO FATİH

Medyanın RTE ile İmtihanı

Yazarı: Dr. Mehmet Altan

Yayınevi: Klas Kitaplar

Basım Yılı: 1. Basım - Şubat 2014

Sayfa Sayısı: 220


Her şeyi bilen,  "En çok bana soracaksınız"ı hayat mottosu bellemiş yüce haşmetli ulu başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan'ın, HaberTürk kanalında üst düzey yönetici olan Fatih Saraç'ı arayıp, Devlet Bahçeli'nin yaptığı konuşmanın altyazı olarak verilmesini engellemeye çalışmasını hatırlıyorsunuz. 

İşte bu mevzunun gelmişi, geçmişi, Fatih Saraç kimdir, Tayyip Erdoğan'ın müdahale ettiği diğer yayın organları nelerdir, benzeri şekilde bir Akif Beki, bir Yiğit Bulut nasıl peyda olmuştur... 

Bunları ele alan bir kitap.

Fotoğraflarla, karikatürlerle, tapelerle desteklenmiş yazılar.

Yüzeysel, basit bir anlatımı var

Arşivlik bir kayıt olarak dursun istedim.

Sanırım Mehmet Altan da öyle olsun istemiş ki, kitabın başına "Bu çalışma başlangıcından bugüne Türkiye'de (bir kısım) medya kuruluşlarıyla (siyasetçilerin) iktidar mensuplarının kavgalarının, sürtüşmelerinin veyahut polemiklerinin tümünü ele alıp bunları her yönüyle ortaya koyma iddiasında değildir." demiş.

Yani bir çeşit hafıza tazeleme amaçlı.

Başbakanımız 10 ülkeye yetecek kadar polemiği tek başına ve kısa sürede ortaya çıkarabilecek güçte olduğu için arada hafıza tazelemek gerekiyor. 


ERKEKLİK: İMKANSIZ İKTİDAR


ERKEKLİK: İMKANSIZ İKTİDAR

Ailede, Piyasada ve Sokakta Erkekler

Yazarı: Serpil Sancar

Yayınevi: Metis Yayınları

Basım Yılı: İlk Basım -  Nisan 2009
3. Basım - Kasım 2013

Sayfa Sayısı: 339


Reklamcı bir arkadaşım tez yazmak için yığınla kaynak topladı. 

Tez konusu reklamlar ve eşcinsellik ile ilgiliydi. Havalı da bir ismi vardı konu başlığının da şimdi aklıma gelmiyor.

Söylediğine göre daha önce bu konuda Türkiye'de bir araştırma yapılmamış. Böyle bir araştırmayı ilk defa yapacak olmaktan dolayı heyecanlıydı. Tabi Türkiye'de bu konu daha önce ele alınmadığı için kaynak kitapları da hep yurtdışından getirtti. 

Sonra yüksek lisansını yaptığı, ülkemizin iyi diye adı sayılan devlet üniversitesinin dekanı, arkadaşımın tez konusunu öğrenince "Milletin apış arası ile uğraşma" dedi.

Doğru duyduğundan şüphe eden arkadaşım "Anlayamadım?" deyince dekan bey tekrarladı: "Milletin apış arası ile uğraşma"

Üniversitelerimiz işte bu sığ kafaların yönetiminde.

(Aynı üniversitenin başka bir vukuatı daha var. Bu defa Ceza Hukukunda yüksek lisans yapan bir arkadaşımın hikayesi. Tez konusu olarak LGBT bireylere adalet sisteminin yaklaşımını ele alacaktı. Yine daha önce işlenmemiş bir konu. Fakat bu arkadaşımın seçtiği tez konusu da sakıncalı bulunuyor. Arkadaş da bunun yerine fuhus suçunu ele alan bir tez konusu seçiyor.)

Tez konusu böyle reddiye alınca şok olan arkadaşım, el mecbur konuyu değiştiriyor. Şimdi de reklamlarda erkeklerin kullanımı ile ilgili birşey hazırlıyor.

Bu kapsamda aldığı kitapların bazılarına ben el koydum. Bunlardan biri de bu kitap.

Toplumdaki erkeklik tanımlarını inceliyor yazar.

Erkek deyince ne anlaşılıyor? Bu anlaşılan tanıma uymayan erkek toplumda nasıl karşılanıyor?

Erkek deyince kabaca şunda hemfikir oluyoruz. "Para kazanma"

Bunu becerebilen erkek sayılıyor, beceremeyen dışlanıyor.

Yazarın konuştuğu insanlar da bu konuda aşağı yukarı hemfikir. 

Bir 30-40 kişiyle konuşmuş yazar. Konuyla ilgili toplumun çeşitli kesimlerden konuştuğu erkeklerin de yorumunu almış.

Erkeklikle bağlantılı mesela askerlik, mesela eşcinsellik, mesela kadınlara bakış açısı... nasıldır, sormuş çeşit çeşit insana.

Askerlik de para kazanmak gibi erkeği erkek yapan bir unsur olarak görülmüş genelde. Vicdani ret falan onlar çok ayrık konular olarak kabul edilmiş.

Eşcinsellik ise adeta düşman başına. 

"Şimdi, günümüzde artık o kadar genelev varken, piyasada o kadar kadın varken, atı eşeği hayvanı varken eşcinsellik niye?" diyen bir öküz var mesela. Bu öküzle insan diye muhatap oluyoruz belki gün içinde.

"Afedersin Yahudiyi, Hıristiyanı, Ermeniyi her şeyi kabul ederim, ama ben eşcinselleri dünya toplumunda kabul etmiyorum."

sf 205

Peki bu çeşitli erkeklerin kadına bakışı nasıl? İşte orada çeşit meşit kalmıyor. En entelektüel, aydın erkekler topluluğu da mevzu kadın olunca çirkinleşebiliyor. Ki bunu kendileri de kabul ediyor.

Konuyla ilgili görüşülen erkeklerden işadamı olanlar, iş icabı bir çeşit rüşvet olarak kadın ikramından bahsediyorlar ki ben sizin işinize tüküreyim. O zaman yaptığın işin adı işadamlığı olmuyor ki canım arkadaşım.

---

Arkadaşcağızıma kitabını ödünç verdiği için teşekkür ediyor, tezini tez vakitte yazabilecek mecal ve zaman diliyorum.


BANA DİNDEN BAHSET


BANA DİNDEN BAHSET

Yazarı: R. İhsan Eliaçık

Yayınevi: İnşa Yayınları

Basım Yılı: 1. Baskı - Ocak 2011

7. Baskı - Şubat 2014

Sayfa Sayısı: 416


İhsan Eliaçık'ın adını ilk olarak Haziran 2013'te Gezi döneminde duydum. "Yeryüzü iftarları" adı altında caddede yaptıkları iftarla. 

Sonra bir konuşmasını izlemeye gittim.

Bu kitabı da orada almıştım. 

İslamın sadece namaz, oruç gibi ibadetlere indirgenmiş olmasına karşı çıkıyor İhsan Eliaçık. Bu ibadetlerin özellikle şekli ile ilgili uzun ve çoğu zaman gereksiz tartışmalara giriyoruz ama İslam'ın doğruluk üzerine, iyi ahlak üzerine, insanlara saygı üzerine, kul hakkı üzerine, doğayı korumak üzerine... hayatın içine etki eden kısımları üzerine düşünmüyoruz.

Şimdi Ramazan ayındayız.

Müslümanlar oruç tutuyor.

Dışarıda yemek yiyenler kınanıyor.

Bre Müslüman,

Hani oruç nefsi terbiye etmekti. Etrafta kimse yemez içmezse o nefis nasıl terbiye olacak?

İslam böyle izole bir dünyayı yasaklıyor. Öyle ben oruçluyum, hiçbir yerde yemek görmeyeyim, yok. 

Çıkacaksın dışarı. İnsan içine karışacaksın.

Dinin emrettiklerini hayatın içinde göstereceksin.

Yalan söylemeyeceksin mesela. Annene bababa ve dahi bütün insanlara sevgi göstereceksin. Saygı göstereceksin. Hatta sadece insanlara değil, hayvanlara, doğaya. Hani yaradılanı seviyoruz ya Yaradandan ötürü. Kediyi, köpeği de, ağacı, çimeni de seveceğiz değil mi? Onların da yaşam hakkına saygı göstereceğiz. Dedikodu yapmayacağız. Küfür etmeyeceğiz.

Bunlar İslam değil de namaz, oruç mu islam sadece? İşte böyleymiş gibi davranmayacağız. Namaz kılmaya, oruç tutmaya gösterdiğin hassasiyeti komşunla ilişkine, parayla, güçle ilişkine de göstereceksin.

Bunu anlatmaya çalışıyor özetle.



11 Haziran 2014 Çarşamba

AMERİKA





AMERİKA

(Der Verschollene)


Yazarı: Franz Kafka

Çeviren: Şükrü Çorlu

Yayınevi: İthaki Yayınları

Basım Yılı: 2. Baskı – Aralık 2008

Sayfa Sayısı: 288



Karl Rossman, evdeki hizmetçi kadının kışkırtmalarına karşı koyamayıp onu hamile bırakmış,  ailesi de bu skandal yüzünden Karl’ı Amerika’ya göndermiş. (Karl'ı hizmetçi kadının kışkırttığı tamamen Karl'ın ifadesi. Ortada bir tecavüz de olabilir. Bilemiyorum)

Karl, Amerika’ya giderken gemide dayısı ile karşılaşır. Dayısı zengin biri. Amerika’da onun yanında kalır. Dil öğrenir.

Ama dayısının yanında da uzun süre kalamaz.

Amerika’da bir başına, oldukça zor ve sefil bir hayat yaşar. Belalı, evlerden ırak arkadaşlar edinir. Saçma sapan işlere girer.

***



Kafka, yazdığı kitapların öldükten sonra yakılmasını vasiyet etmiş. Allah rahmet eylesin de , rahmetli deli mi ne? İnsan ölümünden sonra yayınlanmak üzere kitap yazar, rahmetli ölümünden sonra yakılmak üzere kitap yazmış.

Şükür ki arkadaşı Max Brod, Kafka’nın bu vasiyetine uymamış.

 Öbür dünyada inşallah bu yüzden başı ağrımaz Max abimizin.

Biz insanlık olarak Max Brod’a hakkımızı helal ettik. İyi ki bu vasiyete uymamış. Sen de helal et Kafka Reyiz. Bitsin bu iş. (Küsler itinayla barıştırılır)


İSA'YA GÖRE İNCİL




İSA’YA GÖRE İNCİL

(O Evangelho segundo Jesus Cristo)


Yazarı: Jose Saramago

Çeviren: E. Efe Çakmak

Yayınevi: Kırmızı Kedi Yayınevi

Basım Yılı: Kırmızı Kedi’de 1. Basım:Nisan 2012

Sayfa Sayısı: 388


Hz. İsa’nın hayatından yola çıkmış yazar. Epey farklı bir şekilde tabi. O denli farklı ki ülkesinde ve kitabın yayınlandığı ülkelerde epey tepkiler almış. Bir bizde tepki almamış. Güzel.

Önce Meryem ve Yusuf’u tanıyoruz. İslamiyette her ne kadar Hz. İsa’yı, Hz. Meryem’in tek başına (hayatında bir erkek olmadan) doğurduğu belirtilse de bu kitabın bir “roman” olduğunu ve yazarın hayalgücünü yansıttığını unutmayalım.

Karakterleri de, kutsal kişilikler olarak değil, sıradan roman karakterleri olarak ele alacağım o yüzden.

Yusuf ve Meryem genç yaşta evlenirler. Meryem sessiz, kocasına bağlı, genç bir kadın.

Meryem ilk çocuğuna hamile kaldığında evlerine esrarengiz bir ziyaretçi gelir. Dilenci kılığındaki bu adam, Meryem’in hamile olduğunu daha kimse bilmezken bilir. Birkaç kez daha Meryem’in karşısına çıkar. Bu adam aslında bir melek/şeytandır. Sadece Meryem’e görünür. Yusuf da onu gördüğünü sanır ama emin olamaz.

Meryem, İsa’ya hamileyken nüfus sayımı kararı çıkar. Karar gereği herkes doğduğu şehre gidecek, orada sayılacaktır.

Yusuf da hamile karısı Meryem’i yanına alarak doğduğu toprağa gider.

O sırada kral, rüyasında yeni doğmuş bir çocuğun ileride kendisini tahtından edeceğini görür. Bu rüyasının tabiri icabı memleketteki tüm bebeleri öldürtür.

Meryem de o sırada gözlerden uzak bir mağarada yeni doğum yapmıştır.

Yusuf, kralın bebekleri öldürtme kararını, yanında konuşan askerlerden tesadüfen duyar.

Hemen Meryem’i ve bebek İsa’yı alarak gizlice şehri terk eder.

Yusuf neden sadece kendi bebeğini kurtarmış da kralın aldığı bu kararı bebek sahibi diğer insanlara söylememiştir?

Bu Yusuf için son derece büyük bir günah olur. Hatta İsa da bu günahla lekelenir.


Yıllar geçer. İsa büyür, kardeşleri olur.

Yusuf, savaşta yaralandığını öğrendiği komşusunu aramaya gider. Komşusunu bulur ama düşmanların elinden kurtulamaz. Bir yanlış anlama sonucu da çarmıha gerilerek öldürülür.

İsa, babasının günahını (bebek katlini bildiği halde kimseye söylemeyişini) öğrenince terk eder evini.

Aç, sefil, yoksul bir şekilde, çobanlık, balıkçılık ne iş olsa yaparak hayatta kalmaya çalışır.

Bu arada bir fahişe ile tanışır. Adı Meryem. (Mecdelli Meryem) İsa ile tanıştıktan sonra fahişeliği bırakan Meryem, İsa’nın da ilk inananlarındandır.

Sonra İsa’ya peygamberlik ve mucizeler gelir. İnananlar olur, inanmayanlar olur.
Tanrı’nın oğlu mu, bizim gibi normal insan mı, tartışılır.

***

Her ne kadar “roman” olsa da karakterlerin kutsiyeti nedeniyle bildiğim dini anlatıdan uzak okuyamadım kitabı.

Saramago’nun bundan evvel okuduğum “Kabil” kitabında da yer alan “yetersiz Tanrı” burada da var. Tanrı mefhumuna ve özellikle kader konusuna çokça kafa yorduğunu sanıyorum kendisinin. “Madem her şey Tanrı’nın elinde, kardeşi Habil’i öldürmek Kabil’in suçu değil. Bunu Tanrı istedi ve yaptırdı.” Kabil romanında bunu söylüyordu yazar. Burada da benzer şeyleri söylüyor. Yine bazı şeyleri bilmeyebilen, ortada bir suç/kötülük varsa bunda parmağı olan bir Tanrı figürü var.