28 Nisan 2022 Perşembe

YEŞİL EVLER


 YEŞİL EVLER

(Green Mansions)

W.H. Hudson

1904

Çeviren: Şaziye Çıkrıkçı

İthaki Yayınları - 1.Baskı Mart 2021

315 sayfa


Medeni dünyadan bir insanın yerli kabileler içindeki yaşamı ve burada bulduğu aşk anlatılıyor.

Böyle söyleyince akla "Bir Çift Yürek" gelebilir. Orada da aborjinlerle geçirilen bir yaşam anlatılıyordu. Bu yapılırken de yerlilerin yaşam tarzı yüceltiliyor ve kişisel gelişim devşiriliyordu. Fakat Yeşil Evler'de yerliler hiç de doğanın içinde yaşayan görmüş geçirmiş derin insanlar olarak resmedilmiyor. Bayağı vahşi buradakiler. Ama baş karakter Abel, kendisini bir şekilde bu insanlara sevdirmiş. 

Abel, ülkesi Venezuela'daki yönetimi devirip yerine başkalarını getirmek üzere düzenlenen bir komploya sürüklenmiş. Kaçmış, yerlilerle yaşamaya başlamış. Yerliler ona saygı duyuyormuş. Zaten de silahı var Abel'in ve yerlilerin ilgisini çekecek başka şeyleri. Ama yine de diken üstünde bir yaşam. Abel'in tedirginliğini satır aralarında hissettim. Yerliler istese Abel'i öldürür. Abel de istese onları. 

Yerlilerin gitmekten korktuğu bir orman var. Orada şeytani güçleri olduğunu düşündükleri bir kız varmış. Ondan korktukları için o ormana gitmezlermiş. Abel gidiyor elbette. Kızı da görüyor. 

Önce kızın büyüleyici melodik sesini duyuyor. Sonra kendisini bir yılan sokuyor. Can havliyle koşarken ormanda kayboluyor Abel. Gözlerini açtığında bir kulübede olduğunu görüyor. Başında yaşlı bir adam ve kız var. Yerlilerin şeytani buldukları bu kız, normal bir genç kızmış aslında. Adı Rima. Rima, doğayla ve hayvanlarla o kadar iç içe ki, yerliler avlanmak için o civara geldiklerinde kız bir şekilde hayvanların kaçmasını sağlıyormuş. O yüzden de yerliler kızdan korkmaya başlamışlar. Korktukları için de  bu kız ve dedesinin yaşadığı ormana giremez olmuşlar, dede ve torun da bu sayede güvenle yaşamaya başlamış.

Rima, akıllı ve meraklı. Ama dünyası yaşadığı yer kadar. Abel, ona dünyanın büyüklüğünden bahsedince Rima anlayamıyor. Dağları denizleri değil de daha çok insanları merak ediyor aslında. Kendisi gibi olan, kendi dilinden anlayan insanlar olup olmadığını öğrenmek istiyor. Rahmetli annesi, var demiş. Rimolama diye bir yerdeymiş onun ana dilini konuşan insanların halkı. Rima'nın dedesi Nuflo ise öyle bir yer yok, demiş. Ama Abel'in anlattıklarını duyunca Rima, dedesinin yalan söylediğini anlıyor ve dedesi ile Abel'i Rimolama’ya gitmeye ikna ediyor. Nuflo, Rima'nın spiritüel güçleri olduğuna inanıyor. Rimolama'ya giderken Rima’nın dediklerini yapmamız yeter, diyor. Çünkü onu ve onun sayesinde bizi melekler korur, diye düşünüyor.

Yolda Nuflo, Abel'e Rima'yı ve annesini anlatıyor. Nuflo bir gün kayaların arasına sıkışmış bir kadın görmüş. Kadına yardım etmiş. Kadın farklı bir dil konuşuyormuş ve hamileymiş. Kadını kurtarıp Rimolama köyüne götürmüş. Kadın orada doğurmuş, bir kızı olmuş. Kızın adını köyü hatırlatsın diye Rima koymuşlar. Kadın öldüğünde küçük Rima'ya Nuflo bakmış. Rima hastaymış, Nuflo onu havası iyi diye başka bir yere götürmüş. 

Gittikleri yerde Rima, doğa ve hayvanlarla iç içe olduğu için yerliler avlanacağı zaman, hayvanların kaçmasını sağlıyormuş. Yerliler bu yüzden Rima'yı öldürmeye karar vermiş. Rima'yı öldürmek isterken yanlışlıkla birbirlerini vurmuşlar. Bu yüzden kızın şeytan olduğu sonucuna varmışlar. Onun ve dedesinin yaşadığı yere yaklaşmamaya başlamışlar. 

Nuflo’nun kadına yardım etmesi ve sonra kızı büyütmesinin nedeni iyiliğinden değil aslında. Vicdan azabından. Nuflo, arkadaş grubu ile bir keresinde bir kadını timsah dolu bir nehre atmış. Kadın lanet okumuş ölürken. Nuflo bundan çok etkilenmiş. Hemen ardından karşısına çıkan zor durumdaki kadına da bu yüzden kayıtsız kalamamış. 

Rima, hep kendi annesinden öğrendiği dili konuşan insanların yaşadığı yere gitmek istemiş. Yıllarca bunun umudunu taşımış. 

Birlikte yola çıktıktan sonra bir noktada Rima tek başına kalmak istiyor. Abel vazgeçirmek istese de fayda etmiyor. 

Ve trajik son. Yerliler öldürüyor Rima'yı. Feci şekilde hem de. Rima, yerlilerden kaçmak için ağaca tırmanıyor. Ağacı yakıyorlar...

Abel sonra yerlilerden intikam alıyor ama olan oldu. 

Abel, Rima’nın küllerini alıyor ve öylece hayatına devam etmeye çalışıyor. 

*

Kitapta doğa çok güzel yansıtılmış. Gerçekten ağaçların, yeşilliğin, savananın ortasında gibiydim okurken.

Ve aşk... Rima'nın doğal ve saf aşkı. Rima doğanın içinde doğmuş büyümüş, doğa ile iç içe bir kız. Aşık olduğundaki his de çok doğal. Abel'den kaçıyor genelde, çünkü onun yanındayken vücudundaki ve ruhundaki değişimle ne yapacağını bilemiyor. Masum. 

Bu aşk bana bir başka aşkı anımsattı.

Bkz: Silahlara Veda

Orada da çok güzel, yalandan dolandan uzak, güven dolu bir aşk vardı. Ama Silahlara Veda’da aslında benzer iki insan varken Yeşil Evler'de bambaşka iki insan var. Biri doğanın ta kendisi olmuş Rima, diğeri medeni dediğimiz dünyadan Abel. Ayrı dünyaların insanları ve fakat aşk onları birleştiriyor.

*

Olay, Venezuela’da geçiyor. Venezuela demişken;

Bkz: Latin Amerika’nın Kesik Damarları

Kitapta Latin Amerika ülkelerinin nasıl sömürüldüğü uzun uzun anlatılıyor. Burada da yazar bir eleştiri getiriyor ülkesinin yönetimine:

"Birinin görüşlerine göre, her ulusun, hak ettiği bir yönetimi vardır. Venezuela da şu anda böyle bir yönetime sahip ve bu yönetim tam da ona göre. Biz buna 'cumhuriyet' diyoruz, sadece tek olmadığı için değil, aynı zamanda bir şeyin bir adı olması gerektiği için; ve iyi bir isme veya güzel bir isme sahip olmak çok işe yarar - özellikle borç almak istediğinizde. Eğer Venezuelalılar, yaklaşık bir milyon kilometrelik bir yüzölçümüne dağıtılsaydı, çoğu okuma yazma bilmeyen köylüler, melezler ve Yerliler eğitilselerdi, hepsi zeki insanlar olsaydı ve yalnızca halkın refahı için istekli olsalardı; işte o zaman gerçek bir cumhuriyete sahip olurlardı." sf.21

Ben hikayedeki aşka takıldım ve orada kaldım. Size iyi okumalar.


11 Nisan 2022 Pazartesi

TATLI GELİR YAŞAMAYANA SAVAŞ

 


TATLI GELİR YAŞAMAYANA SAVAŞ

(Süss scheint der Krieg den Unerfahrenen)

Desiderus Erasmus

Çeviri: Şebnem Sunar

Can Klasik Yayınları

3.Basım - Ağustos 2021

76 sayfa


Kitabın adı çok ilgi çekici değil mi? "Tatlı Gelir Yaşamayana Savaş" 

Erasmus, bu cümleyi başka bir kitaptan alıntılamış. Orada geçen ifade şöyleymiş: "Acemi erin savaş istemesine pek itibar etmeyin; çünkü savaş, onu yaşamamış olanlara tatlı gelir." 

Yani;

"Onu yaşamamış olanlar için savaş tatlıdır; ama onu yaşayan birini, düşüncesi bile fazlasıyla ürpertir." sf.9

Benim anladığım; yazar burada oturduğu yerden savaş güzellemesi yapanlara sesleniyor. 

*

Erasmus 1466-1536 yılları arasında yaşamış. Savaşların olmazsa olmaz olduğu bir dönem. Savaş yapılması normal karşılanıyor, savaş sevmemek anormal bulunuyor. 

Erasmus, insanın barış ve iyilik için yaratıldığını, savaşın ise bu varoluşa aykırı olduğunu savunuyor. Savunusunu insanların ve hayvanların fiziksel özelliklerini karşılaştırarak anlatıyor. Boğaların boynuzları, aslanların pençeleri, kirpilerin dikenleri, yılanların zehirleri varken insanın savaşmaya yarar bir fiziksel özelliği olmamasını gösteriyor. 

"İnsanın uzuvlarında kavga ya da bir saldırı esnasında kullanabileceği hiçbir şey yoktur. Bütün bunlarla beraber diğer canlıların çoğunlukla -doğar doğmaz- kendilerini hayatta tutmaya muktedir oldukları söylenebilir; yalnızca insan, uzun süre büsbütün dış yardıma bağımlı kalacak şekilde dünyaya gelir. Ne konuşabilir, ne yürüyebilir ne de besine ulaşabilir, yalnızca ağlayıp sızlayarak yardım isteyebilir: Böylece buradan insanın tümüyle dostluk için doğan tek canlı olduğu sonucuna varılabilir." sf.12

Doğru ve bir o kadar masum.

Yazar, savaşı insana o kadar yakıştırmıyor ki savaşan insanların adeta hayvana benzediğini söylüyor. Surat ifadeleri, öfke fışkıran gözler, silahlardan çıkan sesler, gök gürültüsü gibi top patlamaları, kanlar, parçalanan uzuvlar... 

Hatta hayvanların bile dövüşürken daha az vahşi olduğunu söylüyor:

"...Hayvanlar kapışırken kendi silahlarıyla kapışırlar; oysa biz insanlar, insanı yok etmek üzere kötü şeytanlar icat etme sanatıyla doğaya karşı donanımlanırız. Kaldı ki hayvanlar gelişigüzel bir nedenle vahşileşmezler, açlık onları savaşma hiddetine ittiğinde, kendilerini tehdit altında hissettiklerinde ya da yavruları için korktuklarında vahşileşirler. Oysa biz ne sudan sebeplerle, ulu Tanrım, ne savaş tragedyaları çıkarırız! En önemsiz unvan talebi için, çocukça bir öfke yüzünden, bir kadının kaçırılmasından ötürü ve bunlardan çok daha gülünç nedenlerle." sf.19

Savaş sonrasında da dağılan aileler ve yerleşimler nedeniyle savaşın faturasının çok ağır olduğunu savunuyor. 

Savaş zamanı;

"Hayvanlar çalınır, ekinler ezilir, köylüler katledilir, köyle yakılır, inşa edilmesi yüzyıllar süren en gelişmiş kentler, tek bir baskınla yerle bir edilir." sf.32

Barış zamanı ise;

"Tarlalar işlenir, bahçeler yeşile durur, çayırlarda muhteşem sürüler otlar, köyler kurulur, şehirler inşa edilir, yıkılanlar yenilenir, binalar süslenip genişletilir, refah artar ve eğlenceye önem verilir, yasalara saygı gösterilir..." sf.32

O yüzden de barış, savaştan daha iyidir sonucunu anlamamızı istiyor yazar. 

Maden kazaları, deniz ve nehir taşkınları, kayalardan düşen parçalar, zehirlenme, vahşi hayvanlar, gıda sorunu... vb zaten yeterince felaket varken savaşmak niye, diye soruyor. 

Savaş sayesinde zengin olanları da lanetliyor. Bu zenginliğe layık olmadıklarını söylüyor. 

*

Yazar savaş karşıtı olduğu için aynı zamanda askerlik karşıtı. O kadar ki "Hiçbir esaret, askerlik hizmetinden daha aşağılayıcı değildir." diyor. sf.36

"Kıyafet çalan birinin adı kötüye çıkar; oysa savaşa giden, asker olarak hizmet veren ve savaştan pek çok masumu yağmalayarak dönen biri namuslu vatandaş sayılır." sf.51

Savaş kahramanı olan büyük liderler hakkında da iyi konuşmuyor. Örneğin "Büyük İskender zırdeliydi." diyor. sf.49

*

Din referansı da var kitapta. Yazar, savaşı insana yakıştırmıyor, hele hele bir Hıristiyana hiç mi hiç yakıştırmıyor. Dinin savaşa alet edilmesine "İsa'yı böyle günahkar bir şeyin seyircisi ve lideri" haline getirmeye kesinlikle karşı çıkıyor. 

"İsa bir emri kendi emri olarak bildirmiştir ki bu da başkasını sevmektir. Savaş kadar bununla çelişen başka ne olabilir?" sf.38

Sık sık İncil'den alıntılarla da savını destekliyor. 

*

Savlarını desteklemek için kullandığı bir başka argüman da paganlar. Paganlar bile yapmaz, paganlardan bile daha korkunç... gibi kıyaslamalar kullanıyor sık sık. 

Kendi dindaşları için de acımadan eleştirilerde bulunuyor: 

"Hıristiyanların ordusunun ordu değil çoğunlukla talan amaçlı olduğunu görürsünüz." sf.51

"Hıristiyanların savaşlarında yaşananlar, burada sözü edilemeyecek kadar iğrenç ve tiksinçtir." sf.52

"Mesele etraflıca araştırılırsa Hıristiyanların neredeyse bütün savaşlarının ya aptallıktan ya da kötülükten doğduğu ortaya çıkar." sf.69

*

Türklerden de örnek veriyor kitapta. Türkleri bir gömüyorsa kendi dindaşlarını iki gömüyor. 

"Aslında Türklerle defalarca savaşmamız bile bana izin verilebilir bir şey gibi görünmüyor. Bekası bu tür koruyucu önlemlere tabiyse Hıristiyan dininin durumu hakikaten kötüdür." sf.66

"Türkleri İsa'ya götürmek mi istiyorsunuz? Zenginlik, askeri güç ve şiddetle övünmeyelim. Bizi yalnızca ismimizle değil Hıristiyan bir insanın güvenilir özellikleriyle tanısınlar." sf.67

"Türklere tükürürken kendimizi kusursuz Hıristiyanlar olarak görüyoruz; belki Tanrı'nın nezdinde Türklerden daha tiksindiriciyizdir." sf.68

*

Bugün için bile sert bulunabilecek görüşler dile getirmiş yazar, kaldı ki bunları Orta Çağda söylemek... 

*

Şu alıntıyı da yaparak bitiriyorum: 

"Kötü olan her şey insan hayatına ya yavaş yavaş sızar ya da iyilik bahanesiyle girer." sf.45


SANA SOHBETE GELDİM

 


SANA SOHBETE GELDİM

Nedim Birol Yürüten

2020

Birlikte Kitaplar Yayınevi

2.Baskı - Kasım 2020

191 sayfa


Sohbet türünde bir kitap. 

Sevemiyorum bu tarzı. Daha doğrusu kiminle sohbet ettiğime bağlı olarak seviyorum ya da sevmiyorum. 

Yazarı tanısam, merak etsem sevebilirdim ama kim ki? Tanımıyorum. Dolayısıyla da merak etmiyorum. 

Bu tür içsel konuşmalar ancak başarılarıyla gündeme gelmiş bir isimse ilgimi çekebilir. Yoksa niye ilgimi çeksin ki birilerinin kendi kendine konuşmalarını kitaplaştırması?

Buna benzer bir kitap olarak yakın zamanda "Yakın"ı okumuştum. Aynı tarz. Okuyana iç huzuru sağlamak amacıyla yazılmış, kişisel gelişim olarak değerlendirilsin istenmiş ama ı-ıh bende olmuyor. Her sayfada "Ne anlatıyorsun?" diyip duruyorum. Ulaşmıyor bana soyut tavsiyeler ve tanımlar. 

Örneğin kitabın arka kapağında yazıyor ki:

Bana sakın, "artık, içimi ısıtan bir güneş, coşturan bir deniz, özgür hissettiren bir gökyüzü yok hayatımda" deme!

Bana sakın, "artık gücüm kalmadı, hayata yenildim, yeşillerim kurudu" deme!

...

Demiyorum ki zaten. Ben böyle şeyler demiyorum. O yüzden kitap bana hitap etmedi sanırım. Böyle şeyler diyenlerin hoşuna gidebilir. 



ÇOCUKLARIMIZIN BAŞARISI ELİMİZDE


 

ÇOCUKLARIMIZIN BAŞARISI ELİMİZDE

Prof. Dr. Sefa Saygılı

2012

Elit Kültür Yayınları

13. Baskı

128 sayfa


Beğenmedim. Birinci sebebi üslup. Yazarın profesör olmasına şaşırdım. Şu cümleler bir prof kaleminden çıkmIŞ gibi değil çünkü:

"...Gelişine böyle mutlu olunan ve sevgi dolu ortama doğan bebekler çevresine daha büyük bir ilgi gösterir, etrafına daha bir merakla bakar, kendilerini daha bir güvende hisseder..." sf.13

Daha bir ilgi, daha bir merak mı?

Daha bir mi?

Denebilir ki neticede bir akademik çalışma değil, ebeveynlere yönelik bir kitap. Olabilir. Akademik dil olsun diyen yok zaten. Düzgün bir dil olsun, kafi. 

"Yeni doğan bebeği annesinin yanında tutmalıdır." sf.16

Bu cümlenin bozukluğu ne peki?

"Bebekle doğumdan hemen sonra iletişime girmeli ve ona ilgi göstermelidir." sf.17.

Öznesi, yüklemi uyumsuz bir bozuk cümle daha.

"Bebekken biberonu elinden düşürdü diyelim, adı üzerinde bebektir ve olabilir. Ama biz onu azarlarsak bu yanlış olur." sf.25

Burada cümle bozuk değil, fakat basit. Çok basit. Profesör yazmış gibi değil, herhangi bir eş-dost-akraba tavsiyesi gibi. O yüzden ben devam edemedim kitaba. Bana hitap etmiyor. 

*

Cümleler böyle de içerik çok mu farklı?

Bebeklere şarkılar, ilahiler söylememizi öğütlüyor yazar. İlahi dedi ve beni kaybetti. 

*

Hem bozuk cümle yapıları nedeniyle gözümü kanattı hem de muhafazakar olduğunu hissettiğim üslubu nedeniyle tadım kaçtı. 



10 Nisan 2022 Pazar

KAYIP TANRILAR ÜLKESİ

 


KAYIP TANRILAR ÜLKESİ

Ahmet Ümit

2021

Yapı Kredi Yayınları

1.baskı- Haziran 2021

502 sayfa


Almanya'da gerçekleşen esrarengiz Türk cinayetlerini konu alıyor kitap. İlk akla geldiği üzere cinayet sebebinin ırkçılık olduğu ve katillerin de neonaziler olduğu sanılıyor, fakat işin aslı sonradan anlaşılıyor. 

Cinayetleri esrarengiz kılan, içinde mitolojik unsurlar barındırması. Bu açıdan da mitolojiye yeni başlayanlar için birebir. Aptala anlatır gibi anlatmış Zeusgilleri ki tam da ihtiyacım olan buydu. 


Mitolojiye Giriş 101:

Önce Gaia (Toprak Ana) varmış. Uranos’u yaratmış. 

Uranos çocuklarını beğenmemiş. Toprağın derinliklerine gömmüş. Gaia buna çok üzülmüş. Çocuklardan sadece Kronos cesaret edebilmiş babasına karşı çıkmaya. Gaia ona çelikten bir tırpan yapmış ve demiş ki:

“Al bunu ve yen onu. Babasının gölgesinde yaşayan çocuklar asla büyüyemezler. Babasına muhtaç olanlar hiçbir zaman özgür olamazlar. Babalarının merhametine sığınan oğulların yaşamaya hakları yoktur.” Sf.44

Kronos babasının hayalarını kesmiş. Uranos lanetlemiş onu senin de hükümranlığın çocuklarının elleriyle sona ersin, diye.

Kronos tahta çıkmış. Babasının toprağa gömdüğü kardeşlerini kurtarmış. 

Kronos'un karısı Rheia'dan çocukları olmuş: Hestia, Demeter, Hera, Poseidon, Hades, Zeus.

Kronos, babasının başına gelenlerin kendi başına gelmesinden korkmuş. Acımasızlaşmış. Çocuklarını yemiş. Kurtardığı kardeşlerinden bazılarını yeniden toprağın derinliklerindeki Tartoros’a hapsetmiş, bir kısmını da itaat etmeleri koşuluyla serbest bırakmış. 

Rheia ve Gaia, Kronos’un zalimliğine son vermek için plan yapmışlar: Zeus doğar doğmaz Girit’e kaçırmışlar. Evladını yemek için gelen Kronos’a Zeus yerine kundaklanmış bir kaya vermişler. Onu yemiş Kronos. 

Zeus vakti gelince Kronos’un karşısına çıkmış. Kardeşlerini kurtarmış onun midesinden.  Kronos'u ise öldürmemiş, Tartaros'a göndermiş.  

Kronos'un yer altına attığı kardeşleri olan titanlar, Tanrıların egemenliğinde yaşamak istememişler, isyanlar çıkarmışlar yeryüzünde. İlk savaş başlamış Tanrılar ve titanlar arasında.

Zeus, Kronos’un kardeşi olan titanları yenmiş, onları Tartaros’a atmış. 

Zeus, Tartaros’taki babası Kronos’a:

“Çocuklarından nefret edenler sonsuza kadar nefretle anılacaktır. İster ölümlü olsun, ister ölümsüz, kendi soyuna ihanet edenler, ihanetin en korkuncuyla cezalandırılacaktır.” Sf.123

demiş, ancak Zeus da zamanla evlatlarının kendisini tahtından edeceğinden korkmaya başlamış. O da çocuklarını mideye indirmiş. 


Cinayet Olayı:

Bu bilgilerden sonra kitaptaki cinayet konusuna gelelim.

Başkomiser Yıldız. 

Yardımcısı Tobias.

Kalbi kesilip atılmış bir maktul buluyorlar. Maktul, Zeus'a kurban edilmiş gibi bir ritüel ile öldürülmüş. 

Maktulün adı Cemal Ölmez. Cemo derlermiş. Yazılım mühendisiymiş. Mitoloji ile de ilgilenirmiş. Zeus Altarındaki heykellerin resmini yapmak istiyormuş. Tanrı yüzleri yerine ise aile üyelerinin yüzlerini koyuyormuş. Örneğin babasının yüzünü Kronos’un yüzü yapmış. Kendisini de Zeus. 

Cemal'in ailesi eskiden Bergama’da yaşıyormuş. Pergamon Müzesinde çalışmış dedeleri. Mitolojiye ilgisi ailesinden kaynaklanıyormuş yani. 

*

Alex, Cemo’nun sevgilisi. Telefonda en son onunla konuşmuş.

Alex ile konuşuyor polisler. Abisi Hüseyin yapmıştır, diyor Alex. Cemal’in eşcinselliği yüzünden:

“Türkiyeli aileler arasında böyle vakalar görülüyordu. Gerçekten de cinayet nedeni Cemal’in eşcinselliği olabilirdi.” Sf.68

Aileyi soruşturuyor polisler. 

Ailenin Bergama'daki kazılarla nesiller boyu ilgisi olmuş. 

Pergamon kazılarını başlatan Alman Carl Humann, Zeus Altarını ve tarihi eserleri Almanya'ya getiren kişi. 1870’lerde Osmanlı’ya yol yapmaya gelen bir mühendis iken arkeoloji ile de ilgileniyor. Büyükdede Cemal onun yanında çalışıyor, amelelik ediyor.

Cemal’in çocukları: Orhan ve Recep.

Recep rahmetli olmuş on beş yıl önce. Recep’in çocukları Mehmet ve Davut; torunu, İhsan. İhsan akrabalar arası bir kavgada ölmüş. Davut’un çocukları: İhsan, Haluk, Hülya. Haluk arkeolog.

Orhan’ın tek çocuğu: Kerem.

Kerem’in çocukları: Hüseyin, Cemal (ölen)

*

Büyükbaba Orhan, alzheimer imiş ve kayıpmış.

Aile, Cemal'in eşcinselliği yüzünden tartıştıklarını doğruluyor ama ölümle ilgileri olmadığını söylüyor.

*

Polisler Cemal'in ölümünü soruştururken başka ölümler de oluyor.

Cemal'in erkek arkadaşı Alex’in de öldürüldüğü haberi geliyor. Derisi yüzülmüş. 

Dede Orhan Ölmez kayıptı, onun da cesedi bulunuyor.  Orhan'ın cinsel organını kesmiş katil. Kronos da babası Uranos’un cinsel organını kesmişti. Cinayeti oğlu mu yaptı o zaman?

Olay yerine Orhan’ın oğlu Kerem ve onun oğlu Hüseyin geliyor. Hüseyin, dedesini öldürenin Kör Rudolf olabileceğini söylüyor. Rudolf naziymiş, aralarında kan davası varmış. Bu yüzden Hüseyin Rudolf’u öldürmeye karar veriyor. Yıldız, Hüseyin’in evine gidiyor. Yüzü kapalı biri ona saldırıp kaçıyor. Hüseyin’in eli, kolu, ağzı, gözü bağlı. Çözüyor Yıldız. Bana bunu Rudolf yaptı, diyor Hüseyin. Sesinden tanımış Rudolf'u. Rudolf gözaltına alınıyor. Ama o saatlerde başka yerde olduğunu kanıtlıyor.

Hüseyin rahat durmuyor. Rudolf’un mekanı olan Germania Spor Kulübü'nü basıyor. (Naziler zamanında Berlin, Germania adıyla dünyanın başkenti olsun diye planlanıyormuş.) Çıkan çatışmada Rudolf ölüyor, Tobias ve Hüseyin yaralanıyor. Rudolf’un mekanından öldürülecek isimler listesi çıkınca katilin o olduğu düşünülüyor. 

Ancak Yıldız böyle düşünmüyor.

Cemal’in patronu Peter Schimmel, Cemal'in sadece patronu değil aynı zamanda arkadaşıymış. Verdiği bilgilerle polislere yardımcı oluyor. 

Ancak Peter bir konuda polislere yalan söylemiş. Peter mitolojiden anlamadığını söylemişti polislere. Fakat anlarmış.  Annesi Pergamon Müzesinde görevliymiş. Cemal’in çizdiği projeyi Peter önermiş. Bunları Peter’in eski kız arkadaşı Kitty’den öğreniyor Yıldız.

Cemal’in evini tekrar arıyor Yıldız. Evdeki gitarda bir ses kayıt cihazı buluyor. Cemal, Alex’i aramış, not bırakmış. Demiş ki, Peter’in arabasında dedemin kokusu vardı.

Yıldız, Peter’in evine giriyor gizlice. Salonda tanrıların resmini görüyor. Resimde Zeus'un yüzü Peter'in yüzü.

Peter’i ve ablası ressam Angela’yı babaları terk etmiş küçükken. Yıldız, resimlerden anlıyor ki babaları Kerem Ölmez’miş.

Kerem, Doğu Berlin'deki Pergamon Müzesine gide gele orada çalışan görevli kadınla ilişki yaşamış. İki çocuğu olmuş. Angela Melek ve Peter Kartal  (Kartal, Zeus’un simgesi) sonra onları bırakıp Batı Berlin’deki karısı ve çocuklarıyla yaşamış. Çocukları Hüseyin ve Cemal.

Büyüyünce Peter babasını bulmuş. Kendisini tanıtmamış. Cemal’i işe almış. Cemal’e resim projesini söylemiş. Cemal, Zeus yerine kendi yüzünü koyunca öldürme fikri canlanmış Peter'de.

Kerem, çocuğu Cemal’in ve babası Orhan’ın cenazesi için Türkiye’ye geliyor. Türkiye'de olacak mezarları. 

Yıldız, Peter'in Kerem'i öldüreceğini düşünüyor ve onu yakalamak için Türkiye'ye gidiyor. Türkiye'de onu Başkomiser Nevzat karşılıyor. Başkomiser Nevzat, Ahmet Ümit'in kitaplarının ana karakteri. 

Cenaze evine gidiyorlar, Kerem orada değil. Almanya’dan Cemal’in patronu Peter gelmiş diye onu karşılamaya çıkmış.

Zeus, babası Kronos’u Tartaros’a hapsetmişti. Yıldız da aile içinde miras meselesi olduğunu bildiği zeytinliğe gidiyor. Katil orada olabilir diye. Oradaki bir sarnıçta buluyorlar Peter ile Kerem'i. Ama geç kalıyorlar. Peter Kerem’i yakalamış, bağlamış. Öldürüyor. Yıldız ve Nevzat durduramıyor. Sonra da Peter, kendini boşluktan atarak intihar ediyor. 

Yani;

Dede - baba -  torun

Uranos - Kronos - Zeus

Orhan - Kemal - Cemal

Dan Brown kitapları tadında olmuş. Bizim topraklarımıza ait kültüre ait olmasını sevdim.

*

Polisiye eserlerde herkesten şüphelenmemizi ister yazar. Sonra da en akla gelmeyecek isim katil çıkar. Burada da aile üyelerinden, arkadaşlardan, akrabalardan, hatta polisin kendi meslektaşından bile şüphelendirip sonra da bunlardan hiçbirinin katil olmaması sürprizi var. Gerçi her okuyucuya sürpriz oluyor mu bilmem ama bana sürpriz oluyor her seferinde.


Bakın Ben Neler Biliyorumculuk:

Değinmediği konu kalmamış yazarın. Almanya’da Türk kadın komiser, gay maktul, gay dansçı cinayet şüphelisi, ırkçılık, devrimcilik… Netflix dizisi gibi. Yuoo hayır, Mahsun Kırmızıgül filmi gibi. Her konudan bahsetme tutkusu var.

Kitaplarda bundan hoşlanmıyorum. Çocuk kitabı değilse yazılan, yazarın ders vermesini can sıkıcı buluyorum. Bunu yapanlardan bir diğeri için bkz: Zülfi Livaneli. Bkz: Azra Kohen

Bu kitapta da Almanya'daki Nazi kundaklamalarının tarihi, Türkiye'deki kanlı 1 Mayıs (1 Mayıs 1977 Taksim) Berlin duvarı dibine gecekondu yapan Türk Osman Amca, Sivas katliamı, Türkiye'de Kominist Parti tarihi, Almanya'daki Türk düğünlerindeki konvoy geleneği... Değinmediği konu yok, didaktik didaktik açıklamalar. İçim sıkılıyor. Bu tarz kitaplarda yazarın "Bakın ben neler biliyorum!" çığlığını duyuyorum.


Ne çiğ kelimeler:

Bu kitabın bir edebi eser olduğunu düşünmüyorum. Polisiye bir kurgu. O yüzden edebi bir tat bırakmadı bende. Hele hele şu ifadelerle edebi bir tat bırakması zaten mümkün değil:

“Hatta polis olduklarını duyduğunda bile pek iplememişti.” Sf.62 

İplememişti mi?


“Hiç tınmadı başkomiser” Sf.97

Tınmadı?


…sağlı sollu yumruklarla süslemeye devam etti Nazi’yi.” Sf.135

Süslemeye?


Ne çiğ kelimeler. Ve bu kelimeler karakterlerin ağzından çıkmıyor. Yani bir konuşma cümlesi içinde geçse bir şey diyemem elbette. Karakterin kendisini ifade etme şekli bu olabilir. Ama bu, yazarın kendini ifade etme şekli. Yazar, bu kelimelerle betimlemeyi tercih etmiş. Iyk!

Bir de yazarın "Türkiyeli" ve "Türk" açmazı var. Yer yer "Türk" diyor, yer yer "Türkiyeli". Ben bu ayrımı bilmiyorum. Türk demek bana yeterli görünüyor. Neden Türkiyeli deme ihtiyacı duyuluyor, bilmiyorum.  Almanyalı diyor muyuz ya da Fransalı? Hayır. O zaman Türkiyeli niye?

*

Bkz: son cümle.  “…sadece kendine ait özel bir depo da topluyordu.” Da bitişik olmalıydı, ayrı yazılmış. Gözüm kanadı.


*

Ahmet Ümit kitapları bana hitap etmiyor. Ama okuyorum. Çünkü popüler ve popüm eksik kalmasın.