18 Aralık 2016 Pazar

FELSEFENİN KISA TARİHİ


FELSEFENİN KISA TARİHİ

(A LITTLE HISTORY OF PHILOSOPHY)

Nigel Warburton

Çevirmen: Güçlü Ateşoğlu

Alfa Yayınları

20. Basım - Kasım 2016

359 sayfa



Bayıldım.

*

Sokrates'ten 21.yüzyıl düşünürlerine uzanan insanlığın düşünsel tarihini her filozofu 3-5 sayfa özetleyerek ne güzel anlatmış. 

Hepsini konsantre bir şekilde görüp ilgini çeken varsa özel olarak ona eğilebilirsin sonra.

*

Genellikle şu konular üzerinde durulmuş:

- Mutluluk nedir?

- Tanrı var mıdır?

- Özgür irade var mıdır?



SOKRATES (MÖ 469-399) ve PLATON (MÖ 427-347)

Sokrates kitap yazmamış. Onun görüşlerini öğrencisi Platon yazmış. 

Sokrates'i "Tek bildiğim hiçbir şey bilmediğimdir." sözünden biliyorsunuz zaten.

Sokrates, yaşamın ancak ne yaptığınızı düşünürseniz yaşamaya değer olduğunu söylemiş. 

Platon'u da Devlet adlı eserinden biliyorsunuz. Hayali bir mükemmel toplum anlatıyor o kitapta. En tepede filozoflar, onların altında askerler, onların da altında çalışan kesim. 

Platon'a göre tüm öğrendiklerimiz daha önceden sahip olduğumuz ideaların anımsanması. Aslında hiçbir zaman yeni bir şey öğrenmiyor, sadece belleğimizi tazeliyoruz. 


ARİSTOTELES (MÖ 384-322)

Platon'un öğrencisi. Büyük İskender'in hocası.

Mutluluk için doğru karaktere sahip olunması gerektiğini söylüyor.

Diyor ki;

Daha iyi bir insan olmaya ve doğru şeyler yapmaya çalışmalıyız. 

Doğru zamanda doğru duyguları hissetmek doğru davranışlara götürür. 

Böyle bakınca kişisel gelişim gibi gözüküyor ama Aristo aynı zamanda insanın politik bir hayvan olduğunu söylüyor. 

Birlikte yaşarız ve iyi düzenlenmiş bir politik devlette etrafımızdakilerle iyi etkileşim yoluyla mutluluğu bulmamız gerekir. 

Aristo ortaçağda bir otorite kabul ediliyor, her söylediği doğru bulunuyormuş.



PYRRHON (MÖ 365-275)

Şüpheciliği en üst seviyelerde olan bir isim.

Demiş ki; duyularımıza tamamen güvenemeyiz çünkü bizi aldatırlar. Örneğin karanlıkta gördüğünüz bir şey hakkında kolayca yanılabilirsiniz. Tilki gibi görünen şey sadece bir kedi olabilir. 

Phyrrhon'a göre hiçbir şeyi kesin olarak bilemeyeceğimizden, hayatımızı yargıdan kaçınarak yaşamalıyız. 

İstediğinizi elde edemediğinizde mutsuz olursunuz. Ne var ki, bir şeyin diğerinden daha iyi olduğunu bilemezsiniz. 

Mutlu olmak için, kendimizi arzularımızdan kurtarmalı ve işlerin nasıl sonuçlanacağı ile ilgilenmemeliyiz. 

Pyrrhon, "hiçbir şey bilemeyiz" ile başlayıp tehlikeli bir şey karşısında içgüdüleri ve hisleri de yok sayan bir kayıtsızlık içinde olmuş.



EPIKUROS (MÖ 341-270)

Epikuros'a göre hayatın anahtarı hazzı aramak, acıdan kaçınmak.

Bunun için sade bir yaşam tarzı benimsemeli, etrafımızdakilere nazik olmalı ve dostlarımız çevremizde olmalı. 

Elde edemeyeceğimiz bir şeyi de istememeliyiz. Konak alacak paramız yoksa konak sahibi olmak istemenin de anlamı yok ona göre. Çünkü bütün hayatımızı, ulaşamayacağımız bir şey için harcamamalıyız. 

Bir grup öğrenciyi çevresine toplayıp onlarla komün hayatı yaşayan Epikuros için alem yaptığı, yiyip içip sevişerek zaman geçirdiği iddia edilmiş ama bu sade yaşam öğretisiyle çelişkili olduğundan ne kadar doğru bir iddia bilinmez.

Ölümle ilgili de şunları söylemiş;

Ölümden korkmamalıyız. Çünkü onu deneyimlemeyeceğiz. Ölümünüz, sizin başınıza gelmiş bir şey olmayacak. Ölüm gerçekleştiğinde siz orada olmayacaksınız. 

Ölümden sonraki dönem de doğumdan önceki dönem gibi endişe etmeyi gerektirmez. 

İnsanlar, ölümden sonraki hayatlarında cezalandırılacaklarından korktukları için ölümden korkarlar. 

Epikuros, Tanrıların kimseyi cezalandırmayacağını, çünkü kimsenin Tanrıların umrunda olmadığını söyler. 


EPIKTETUS, CİCERO, SENECA

Zihinsel kontrol üzerine düşündüler. Sadece değiştirebileceğimiz şeyler üzerine endişelenmemizi, diğer şeyler konusunda kaygılanmamamızı söylediler. Başımıza gelen şey çoğu zaman kontrolümüz dışında olsa da ona ilişkin tutumumuz kontrolümüz dahilindedir. 

Stoacılık denilen bu fikir, insanları soğuk ve kalpsiz birine dönüştürebileceği gerekçesiyle eleştirilmiş. 

EPIKTETUS: (MS 55-135): Ona göre edenlerimiz birer köle de olsa zihinlerimiz özgür kalabilir.

CİCERO: (MÖ 106-43): Kaçınılmaz yaşlılık üzerinde durdu. Yaşlılığın getirdiği dört ana sorun var: Çalışmak zorlaşıyor, beden zayıflıyor, fiziksel hazların verdiği zevk azalıyor ve ölüm yaklaşıyor. Yaşlılık kaçınılmazdır ancak beden ve zihni işletebilirsek ani bir düşüş yaşamayız. Fiziksel haz daha az keyif vermeye başlasa bile dostluk ve sohbet üzerine daha fazla zamanımız olur. 

SENECA: (MÖ 1- MS 65): Hayatın kısalığı üzerine durdu. Ona göre aslında hayat kısa değil, biz zamanı kötü kullanıyoruz. Doğru seçimleri yaparsak, boş işlerle zaman harcamazsak hayat genellikle birçok şeyi yapabileceğimiz kadar uzundur. 


AUGUSTINUS (354-430)

Tanrı'nın neden kötülüğe izin verdiğini sorgulamış. 

Başlangıçta manihaizm denilen ikisi de çok güçlü ama birbirlerini yenebilecek kadar güçlü olmayan Tanrı ile Şeytan'ın bir hakimiyet çatışması içinde olduğu, kimi zaman birinin, kimi zaman diğerinin üstünlüğü ele geçirdiğini savunan bir inancı benimsemiş.

Sonra bundan vazgeçip özgür iradeyi savunmuş. Ona göre;

Tanrı bize özgür irade vermiştir. Tanrı bizi kötü karşısında daima iyiyi seçmeye programlamış olsaydı, herhangi bir zarar vermezdik ama o zaman gerçekten özgür olmaz ve ne yapacağımıza karar vermek için aklımızı kullanamazdık. 

Bu görüşe eleştiri ise şu: Tanrı ne seçeceğimizi halihazırda biliyorsa, herhangi bir şey yapmayı nasıl seçebiliriz?


BOETHIUS (480 - 524)

Boethius'a göre Tanrı her şeyi biliyorsa, özgür iradeye sahip değilimdir. Eğer eylemlerimle ilgili bir seçim yapmam mümkün değilse, yaptıklarım yüzünden cezalandırılmam ya da ödüllendirilmem de adil değildir. 

Ona göre Tanrı her şeyi bilir ve bizim yine de seçim hakkımız vardır. Mesele şu ki bizim zaman algımızla Tanrı'nınki farklı. Tanrı her şeyi "önceden" biliyor değil, Tanrı geçmişi, şimdiyi ve geleceği bir olarak görür. Biz ölümlüler, olayların arka arkaya gerçekleşmesine bağlıyız ama Tanrı böyle görmez. O, her şeyi bir anda, bir nevi zamansız olarak görür. 

Ona göre zenginlik, güç, saygınlık gelip geçicidir ve bu yüzden değersizdir. Kimse mutluluğunu böyle kırılgan temellere oturtmamalıdır. Mutluluk saha sağlam, kaybedilemeyecek bir şeyden gelmelidir. 


ANSELMUS ve AQUINAS:

ANSELMUS (1033-1109): Anselmus' a göre mantık gereği, bir tanrı fikrine sahip olmamız Tanrı'nın gerçekten var olduğunu kanıtlar. 

THOMAS AQUINAS (1225-1274): İlk Neden Argümanı denilen görüşüne göre var olan her şeyin bir başlangıç noktası vardır. Futbol topunu ele alalım. Bu top, pek çok nedenin sonucudur; insanların tasarlaması ve biçim vermesi, ham maddeleri üreten nedenler vs. Ama ham maddelerin var olmasına ne sebep oldu? Bu nedenlere ne sebep oldu? Geriye, daha da geriye gidilebilir. Ancak sonsuza kadar geriye gidilemez, çünkü o zaman bir ilk nedene ulaşılamaz. Tanrı ise var olan her şeyin nedensiz nedenidir. 


NICCOLO MACHIAVELLI (1469-1527)

Machiavelli'ye göre başarı hem şansın hem de yaptığımız seçimlerin sonucudur. Aynı zamanda cesur ve hızlı davranırsak başarı olasılığımız artar. Bu uğurda bazen yalan söylemek, verilen sözleri yerine getirmemek, düşmanlarımızı öldürmek iyidir. Elde edilen nihai sonuç, o sonucun nasıl elde edildiğinden daha önemlidir. Sevilen bir lider olmaktansa korkulan bir lider olmak evladır. 


THOMAS HOBBES (1588-1679)

Hobbes'a göre herkes bencildir ve kanunlar ile cezalar insanları kontrol altında tutan yegane şeydir. Güçlü bir birey ya da parlamento başta olmalıdır. Bunun karşılığında özgürlüğümüz kısıtlanabilir ama güvende olmak, özgürlükten daha önemlidir. 


RENE DESCARTES (1596-1650)

"Düşünüyorum, öyleyse varım."

Descartes, inandığı birçok şeyi gözden geçirip göründükleri gibi olduklarından kesinlikle emin olup olmadığını sorgular. Dünya gerçekten de kendisine göründüğü gibi miydi? Rüya görüp görmediğinden emin olabilir miydi?

Descartes'in sonucuna göre dünya vardır ve algıladığımız şeyler hakkında bazen yanılsak da aşağı yukarı göründüğü gibidir. 


BLAISE PASCAL: (1623-1662)

Tanrı'nın varlığı tartışmasıyla ilgili olarak Pascal'ın Bahsi olarak bilinen argümanı vardır.

Tanrıya inanmak ve inanmamak iki seçenektir. Rasyonel insan inanmayı seçer. 

Çünkü Tanrı varmış gibi yaşarsanız ve gerçekten Tanrı varsa en iyi ödülü alır, sonsuz bir mutluluk şansı yakalarsınız. Tanrı'ya inanmayı seçip sonuçta yanılırsanız da önemli bir kaybınız olmaz.

Yapmanız gereken Tanrı'ya inanan insanları taklit etmektir. Böylece çok geçmeden onların inançlarına ve duygularına da sahip olursunuz. 

Bu argümana eleştiri; çok çıkarcı bir yaklaşım olduğu. 


BARUCH SPINOZA: (1632-1677)

Tanrı ve doğanın aynı şey olduğunu savundu. Hepimiz, her şey Tanrı'nın parçalarıyız. 

Yaşamlarımız üzerinde kontrole sahip olduğumuzu hayal ederiz ama gerçekte özgür irade bir yanılsamadır. 


JOHN LOCKE (1632-1704) ve THOMAS REID (1710-1796)

Locke'a göre hatırlayamadığınız şey, sizin bir parçanız değildir. Bunu ifade etmek için ayakkabı tamircisinin anılarıyla uyanan bir prensi ve bir prensin anılarıyla uyanan bir ayakkabı tamircisini hayal etti. Burada prens ayakkabı tamircisi gibi hissetmekte haklıdır. Önemli olan bedensel süreklilik değil, psikolojik sürekliliktir. Eğer prensin anılarına sahipsen prenssindir. Ayakkabı tamircisinin anılarına sahipsen, prens bedeninde olsan bile ayakkabı tamircisisindir.

Tanrı da insanları ancak işlediklerini hatırladıkları suçlar için cezalandırır. 

Bu görüşe karşı çıkan Thomas Reid, argümanını şöyle anlatmış:

Yaşlı bir asker, genç bir subayken, çocukluğunda elma çalarken dayak yediğini hatırlayabilir. Ama yaşı ilerleyen asker, çocukluğundaki bu olayı hatırlamaz. O zaman yaşlı askerle oğlan aynı kişi değil midir? Thomas Reid'e göre elbette aynı kişidir. 


GEORGE BERKELEY (1685-1753)

Kimsenin duyamadığı bir anda ormanda bir ağaç devrilse?

Berkeley'e göre gözlemlenmeyen şeyler var olmaya da son verir.

Birileri onları görmezse veya duymazsa nesneler var olmayı bırakırlar.

Var oluşun sürekliliğini ise Tanrı sağlar. Tanrı dünyadaki her şeyi sürekli algılar ve bu sayede onlar da var olmaya devam eder.


VOLTAIRE (1694-1778) ve GOTTFRIED LEIBNIZ (1646-1716)

Leibniz'e göre; Tanrı her açıdan mükemmeldir ama her açıdan mükemmel bir dünya yaratmamıştır. Çünkü dünya mutlak anlamda mükemmel olsaydı Tanrı gibi olurdu. Tanrı, mümkün dünyaların en iyisini yaratmıştır. 

Voltaire: "Söylediklerinize katılmıyorum ama bunu söyleme hakkınızı ölümüne savunacağım." sözüyle ünlü Voltaire, Candide romanında, Candide ve felsefe hocası Doktor Pangloss'un maceralarını anlatır.

Pangloss başına gelen her şeyi, doğal afet, savaş, tecavüz...mümkün olan en iyi dünyada yaşadığının kanıtı sayar. 

Bu romanla Voltaire, Leibniz'in görüşüyle dalga geçmektedir. 


DAVID HUME (1711 -1776)

Evrendeki her şeyin ardında ilahi bir zeka vardır ama bu ilahi zekanın nitelikleri tartışmalıdır. Dünya, tasarlanmış gibi görünüyor ama sırf tasarlanmış gibi görünüyor olması gerçekten tasarlanmış olmasını ya da tasarlayıcının Tanrı olmasını gerektirmez. Çeşitli nedenlerin sonuçlarını görürüz ve bu sonuçların gerçeğe en uygun açıklamasını bulmaya çalışırız. Bir göz, bir ağaç, bir dağ görürüz ve bunlar tasarlanmış gibi gözükebilir. Ama olası tasarımcı hakkında ne söyleyebiliriz?


JEAN-JACQUES ROUSSEAU (1712-1778)

Toplum Sözleşmesi kitabında "İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur." der.

İnsanları kontrol edecek yasalar, davranışlarını sınırlayacak kuralar olmak zorundadır. Bir yasaya itaat etmek toplumun çıkarınadır ve bunu kavrayamayan kişi özgür olmaya zorlanmalıdır. Yapacağı doğru şeyi belirleyemeyen kişi, uyum sağlamaya zorlanmak suretiyle daha özgür hale gelir. 


IMMANUEL KANT (1724-1804)

Yardıma ihtiyacı olan birine yardım ettiniz. Yapılması gerekeni yaptınız. Ama Kant'a göre yalnızca o kişiye üzüldüğünüz için yardım ettiyseniz bu ahlaki bir eylem değildir. Ahlak sadece ne yaptığınızla değil, onu neden yaptığınızla da ilgilidir. Karar, akla dayanmalıdır. Ahlaka duygular karıştırılmamalıdır. 


JEREMY BENTHAM (1748-1832)

Mutluluğu ölçmek için Mutluluksal Kalkülüs dediği bir yöntem oluşturdu. 

Ona göre bir eylem ne kadar çok haz üretirse topluma o kadar yararlıdır. Hazzın nasıl üretildiğininse önemi yoktur. 


GEORG WILHELM FRIEDRICH HEGEL: (1770-1831)

Hegel'in yazıları oldukça zordur, çünkü sıklıkla kendi bulduğu terimleri kullanmıştır. 

Ona göre insanlık tarihine dair bilgeliği, günün olaylarını gece çöktüğünde gözden geçiren biri gibi olana dönüp baktığımızda, ancak geç bir aşamada anlarız. 


ARTHUR SCHOPENHAUER: (1788-1860)

Ona göre hepimiz bir kısır döngünün içinde sürekli bir şeyler istiyor, onları elde ediyor, daha sonra başka şeyler istemeye başlıyoruz. 

Nasıl yaşamamız gerektiğine ilişkin; Schopenhauer'a göre, diğer insanlara zarar vermek, aslında bir bakıma kendine zarar vermek anlamına gelir. Tüm ahlakın temeli budur. 


JOHN STUART MILL (1806-1873)

Her insana uygun gördüğü gibi gelişebilmesi için bir yer vermek, toplumu düzenlemenin en iyi yoludur. Her yetişkin, kendini memnun eden şekilde yaşama özgürlüğüne sahip olmalıdır. Ancak bu süreçte başkası zarar görmemelidir. 


CHARLES DARWIN (1809-1882)

Çevrelerine en iyi uyum sağlamış canlılar, özelliklerini sonraki nesillere aktarır ve hayatta kalır.

Evrim, akılsız bir süreçtir. Arkasında bilinç ya da Tanrı yoktur ya da en azından arkasında bunun gibi bir şeyin olmasına ihtiyacı yoktur. 


SOREN KIERKEGAARD (1813-1855)

Karar verme üzerine düşünmüştür. İbrahim'in hikayesini değerlendirmiştir. Bu hikaye göstermektedir ki Tanrı'ya inanmak basit bir karar değildir. Eğer İbrahim oğlunu öldürseydi bu ahlaki açıdan yanlış bir şey olurdu. Tanrı'nın İbrahim'den istediği şey ahlakı görmezden gelmesi. Peki mesaj gerçekten Tanrı'dan gelmemiş olsaydı ne olurdu? Belki halüsinasyondu, belki delirmişti.


KARL MARX (1818-1883)

Fabrika sahipleri, mümkün olan en düşük ücretle işçi çalıştırıyordu ve işçilerin iş güvenliği yoktu. 

Karl Marx, kapitalizmin kendi kendini ortadan kaldıracağını ve proletaryanın şiddetli bir devrimle yönetimi devralacağına inanıyordu. 

Marx'ın görüşü: "Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre."


C.S. PEIRCE (1839-1914) ve WILLIAM JAMES (1842-1910)

Peirce, pratikte herhangi bir fark yaratmayan soyut teorilerin anlamsız olduğunu düşünür. 

James de doğru, işe yarayandır, der. 

James, Tanrı'nın varlığına inanıyor, çünkü bu sahip olması yararlı bir inanç.


FRIEDRICH NIETZSCHE (1844-1900)

"Tanrı öldü" derken kastettiği Tanrı'ya inanmayı bırakmanın akılcı olduğudur. 


SIGMUND FREUD: (1856-1939)

Yaptığımız pek çok şey içimizde saklı arzular tarafından yönlendirilir. Gerçekte ne hissettiğimizi ve ne yapmak istediğimizi kendimizden saklarız. Bu düşünceler çoğunlukla cinsel içeriklidir. Zihin onları bastırır. Rüyalar da bilinç dışına giden bir yoldur. 

Tanrı inancıyla ilgili olarak; çocukken hissettiğimiz korunma ihtiyacını hala hissediyor olduğumuz için Tanrı'ya inandığımızı söyler.


BERTRAND RUSSELL (1872-1970)

Russell için Tanrı'nın insanlığı kurtarmak için müdahale etmesi olanaksızdı. Tek şansımız, aklımızı kullanmak. İnsanlar Tanrı'ya inanır, çünkü bu rahatlatıcı ve güven vericidir. Fakat aslında Tanrı yoktur ve din mutluluktan daha çok acı üretir.


ALFRED JULES AYER (1910-1989)

Anlamlı ve anlamsız cümleler üzerine çalıştı.

Herhangi bir cümle için;

1. Tanımı gereği doğru mu?

2. Empirik olarak doğrulanabilir mi?

diye sorulduğunda, her ikisinin de cevabı yoksa cümle anlamsızdır. 

Bu yüzden Tanrı hakkında anlamlı bir şekilde konuşulabileceğine de karşı çıkar.


JEAN-PAUL SARTRE (1905-1980),  SIMONE DE BEAUVOIR (1908-1986) ve ALBERT CAMUS (1913-1960)

Sartre'a göre burada olmamızın herhangi bir nedeni yoktur. Bir insan ne yapmak ve ne olmak istediğini seçebilir. Nasıl yaşayacağınız konusunda başkalarının karar vermesine izin veriyorsanız, bu da bir seçimdir. Özgürlükle başa çıkmak zordur ve çoğumuz özgür olmaktan kaçınırız. 

Beauvoir'e göre kadınlar kadın olarak doğmaz, kadın haline gelir. Kadınlar, bir kadının ne olduğuna ilişkin erkek bakış açısını kabullenmeye eğilimlidirler. Erkeğin sizden olmanızı beklediği şeyi olmak, bir seçimdir. Varoluşumuzun anlamı yoktur. Yalnızca, seçimler yoluyla yarattığımız anlamlar vardır. Hayatın, biz ona seçimlerimizle anlam atfedene kadar bir anlamı yoktur. 

Camus'ya göre de insan hayatı anlamsızdır. Ama umutsuzluğa düşmek ya da intihar etmek gerekmez. Amaçsız bir şekilde kayayı tepeye yuvarlama çabasındaki Sisifos'unki gibi ne olursa olsun yaşamak ölüme tercih edilebilir bir durumdur.


LUDWIG WITTGENSTEIN (1889-1951)

Dil üzerine çalışmaları vardır. Ona göre dil, filozofları her türlü karışıklığa sürükler. Dilin yarattığı karışıklığı ortadan kaldırmak gerekir. 


HANNAH ARENDT (1906-1975)

Nazi soykırımı sırasında insanları soğukkanlılıkla öldüren bir Nazi subayını inceleyerek kötülüğün sıradanlığı üzerine düşündü. 


KARL POPPER (1902-1994)ve THOMAS KUHN (1922-1996)

Popper için herhangi bir hipotezin temel özelliği yanlışlanabilir olmasıdır. Böylece bilim ve sözde bilim arasındaki fark ortaya çıkar. 

Kuhn'a göre bilim insanları, zamanın bilim insanlarının paylaştığı bir çerçeve ya da paradigma  içinde çalışır. Örneğin önceden paradigma güneşin dünyanın etrafında döndüğü yönündeydi ve araştırmalar bu çerçeve içinde yapılırdı. Dünyanın güneşin etrafında döndüğü düşüncesi ile paradigma değişti ve artık araştırmalar bu çerçeve içinde yapılır oldu. Bu hep böyle sürüp gider. 


PHILIPPA FOOT (1920-2010) ve JUDITH JARVIS THOMSON (1929-)

Kontrolden çıkan trenin beş işçiye doğru sürüklendiğini gördünüz. Tren beş kişiye çarpmadan önce raylar çatallanıyor ve diğer ray üzerinde yalnızca bir işçi bulunuyor. Trenin makasını değiştirme imkanına sahipsiniz. Beş kişinin ölümü yerine bir masum adamı öldürmek sizce doğru olanı yapmak mıdır?

Foot'un ortaya attığı bu düşünce deneyinde felsefi soru şu: Daha fazla kişiyi kurtarmak için bir kişinin feda edilmesi ne zaman kabul edilebilir?

Thomson ise şu versiyonu söyler: Kontrolden çıkan tren bu sefer düz bir hat üzerinde, eğer bir şey yapmazsanız kesinlikle ölecek olan beş işçiye doğru ilerliyor. Bir köprünün üzerindesiniz ve yanınızda çok iri bir adam var. Bu adamı köprüden aşağı atarsanız, beş işçiye çarpmadan treni yavaşlatacak ve durduracak. Bunu yapmalı mısınız?

JOHN RAWLS (1921-2002)

Bir şeyde iyi olmakla daha fazlasını hak etmek arasında otomatik bir bağlantı olmadığını düşünür. Örneğin yetenekli bir atlet ya da yüksek zekalı biri olmak, otomatik olarak daha yüksek kazanca sahip olma hakkını vermez, çünkü sportif yetenek ve zeka gibi şeyler şans meselesidir. 


ALAN TURING (1912-1954) ve JOHN SEARLE (1932-)

Çin Odası deneyi ile bilgisayarların bir gün gerçekten zeki olabilecekleri fikri üzerine düşünmüşlerdir.


PETER SINGER (1946-)

Önünüzde boğulmakta olan çocuk ile Afrika'da açlıktan ölen çocuk arasında fark olmadığını ileri sürer. Diğer insanların hayatına, somut bir etkiniz olabilir ve olması da gerekir. 

*

Muhteşem değil mi? İnsanlığın son 2000 yıllık düşünsel tarihi özet olarak ellerinizin arasında. Herkes bir şeyler eklemiş, öncekinin yanlışlarını bulmuş, fikirler dallanmış, budaklanmış, kafalar karışmış, bambaşka fikirler ortaya atılmış...Sonu gelmez bir derya. 

SENİNLE BAŞLAMADI


SENİNLE BAŞLAMADI

Kalıtsal Aile Travmalarının Kim Olduğumuza Etkileri ve Sorunların Üstesinden Gelebilmenin Yolları

(IT DİDN'T START WITH YOU

How Inherited Family Trauma Shapes Who We Are and How to End the Cycle)

Mark Wolynn

Çeviren: Mine Madenoğlu

Sola Yayınları

1. Baskı - 2016

239 sayfa


Ben bu kitaptan çok etkilendim.

Kendim için düşündüm anlatılanları ve bazı çıkarımlar yaptım. Bilemiyorum tabii ne kadar doğru sonuçlara ulaştığımı ama etkileyiciydi.

*

Diyor ki;

Derdinizi anlatırken kullandığınız kelimeler birer anahtardır. O kelimeleri takip ederseniz ailenizdeki bazı kişilerle kendinizi özdeşleştirdiğinizi görürsünüz. 

Bu kişiler anne, babanız olabileceği gibi büyükanne, büyükbabanız, halanız, teyzeniz, amcanız, dayınız, ölmüş bir akrabanız, hatta ailenizden birinin zarar verdiği biri ve hatta ailenizden birine zarar vermiş biri olabilir.

Örnekler olayı daha anlaşılır ve sarsıcı yapıyor.

Mesela; 

Daha fazla yaşamak istemeyen bir kadın, yazara danışmış. Ölmek istiyormuş. Yazar sormuş, nasıl ölmek istiyorsun, nasıl bir ölüm düşünüyorsun?

Kadının cevabı "boğularak, nefes alamayarak"...olmuş.

Sonra anlaşılmış ki bu kadının büyükannesi Nazi soykırımında gaz odasında öldürülmüş. Bu olay aile içinde pek konuşulmasa da kadın kendisini büyükannesiyle özdeşleştirmiş.

Bunu fark ettikten sonra büyükannesiyle hayali bir konuşma gerçekleştiriyor. Kendisi için üzüldüğünü ama artık kendi hayatını yaşaması gerektiğini falan söylüyor. İmgeleme deniyor buna ve bu tarz kitaplarda yazdığına göre imgeleme yöntemi yani kişinin gerçekten karşında olduğunu hissederek konuşmak, gerçek fiziki konuşma kadar etkiliymiş.

Bunun gibi pek çok örnek var. Önemli olan halinizi anlatırken kullandığınız kelimeler. O kelimelerin aile geçmişinizde bir yere ulaştığını iddia ediyor yazar. 

O yüzden ailede sır kalmaması önemli. Ailede sır olarak saklanan şeyler, başka bir aile bireyinde kendini gösteriyormuş. 

Atalarımızdan birinin tamamlanmamış işinin bizim içimizde kökleştiğini anlatıyor. "Bir kez onları bulduğumuzda, serbest kalırlar ve özgürleşiriz." 

Anne-babayla aramızın iyi olması gerektiğini vurguluyor. Çünkü onlar sayesinde hayat bulduk ve onlarla aramızın bozuk olması hayattan zevk almamızı engellermiş.

Arayı düzeltmek illa fiziksel bir yakınlık anlamına gelmiyormuş. Zoraki özür dilerim, seni seviyorumlar da değil. Daha içsel bir şey. Öfke ve kin duymamakla ilgili.

"Anne-babalarımızda reddettiğimiz duygular, özellikler ve davranışlar kuvvetle muhtemel bizim içimizde yaşayacaktır."

"Ebeveynlerimizi reddettiğimizde , onlara benzediğimiz açıları da göremeyiz. Davranışlar içimizde reddedilmiş halde kalır ve sıklıkla çevremizdeki insanlara yansırlar. Buna karşılık, reddettiğimiz davranışlara sahip arkadaşları, sevgilileri veya iş arkadaşlarını hayatımıza çekeriz. Böylece bu dinamiği fark etmemiz ve iyileştirmemiz için bize sayısız fırsat sağlar." sf.76

*

Epey yol gösterici, etkileyici ve kendi hayatınıza uyguladığınızda sarsıcı olduğunu düşündüğüm bir kitap. 

MELANKOLİNİN ANATOMİSİ


MELANKOLİNİN ANATOMİSİ

(THE ANATOMY OF MELANCHOLY)

Robert Burton

1621

Çeviren: Merve Tokmakçıoğlu

Aylak Adam Yayınları

2. Basım - Ekim 2016

159 sayfa



1621 yılında kendi melankolisiyle baş etmek isteyen yazar Melankolinin Anatomisi'ni yazmış. 

*

"Ben melankoliyi yazarak, melankoliden uzak duruyorum. Aylaklıktan başka melankoliye yol açan daha önemli bir neden yoktur."

İşte bu kadar.

*

Hiçbir insanın melankolik eğilimden kurtulamayacağını söyleyerek insan vücudunu, organları, ruhu, iradeyi anlatmış. 

Özellikle kitabın son yarısı biraz teknik olduğu için o kısımlar ilgimi çekmedi.

İlk yarısı da pek naif. Sevimli bir adammış bence.

*

Bol bol da çeşitli yazar ve kitaplardan alıntı yapmış. Çevirmenin önsözde belirttiğine göre çok okuyan ve çok okuduğunu göstermeyi seven bir insanmış Burton.

17 Aralık 2016 Cumartesi

AŞK, SEKS VE NAMUS


AŞK, SEKS VE NAMUS

(The Mirror of Relationship)

1992

J. Khrisnamurti

İngilizceden çeviren: Ekin Duru

Omega Yayınları

2. Baskı - 2014

168 sayfa


Krishnamurti'nin konuşmalarından derlenmiş kitap. Ve bu konuşmaları anladığım kadarıyla daha çok Hindulara yapmış. Dolayısıyla o kültürü baz alarak konuşmuş. Seks nasıl bir sorun haline gelmiş orada, onu anlatmış.

(Türkiye'de hiç sorun değilmiş gibi üstten üstten konuştum ben de.)

Seksin neden sorun olduğu konusunu şöyle açıklıyor: 

"Çünkü bu son bir kaçış noktası. Bu tümüyle kendini unutmanın bir yolu. (...) Ona böyle sarıldığınızda o da bir karabasana dönüşüyor, çünkü bu sefer ondan da kurtulmak, onun esiri olmamak istiyorsunuz. Bu yüzden, gene zihninizde namus, erdemlik kavramını yaratıyor, baskı uygulayarak namuslu ve erdemli olmaya çalışıyor, böylece zihnin gerçeklerden uzaklaşmasını sağlıyorsunuz.(...) Eylemin kendisi asla bir sorun oluşturmaz ama eylem hakkındaki düşünce sorunu yaratır." sf.71

Kimliklerden ve imajlardan bahsetmiş.

"Bizler, tüm hurafelerimiz ve inançlarımızla bir Hindu, Budist, Müslüman, Hıristiyan olarak şartlanmış durumdayız. Dinsel, politik ve coğrafik olarak şartlanmış bulunuyoruz. Bu şartlanmalardan arınmazsak sorunların çözümü olanaksızdır." sf.13

"Eşinize baktığınızda onunla ilgili acı tatlı anılarınız bakışınızı engeller. Ona herhangi bir imaj olmadan bakarsanız bir ilişki oluşur." sf.21

Bunlar nasıl olacak, o kadar anlamıyorum ki. Şartlanmalardan arınmak, imajlardan arınmak...NASIL, OFF NASIL?

İÇSEL DEVRİM


İÇSEL DEVRİM

(Inward Revolution)

J. Krishnamurti

1971

İngilizceden Çeviren: Orhan Düz

Omega Yayınları

3.Baskı - 2016

224 sayfa


Osho'nun Çakra Kitabı'ndan sonra okudum bunu.

Osho, biraz gaz veriyordu. Bu da biraz ağza sıçıyor.

Her şeyi kendi kendimize anlamamız, keşfetmemiz gerektiğini söylüyor. 

Başkalarının söylediklerinin bir önemi olmadığını, kendisi dahil kimseyi takip etmemek gerektiğini anlatıyor.

Osho'nun meditasyon tekniklerinin aksine kimsenin meditasyon öğretemeyeceğini, meditasyonun öğrenilecek bir şey olmadığını, öğrendiğinizi sandığınız şeyin meditasyon olmayacağını, hele ki tekrarlanırsa mekanik hale geleceğinden bir işe yaramayacağını söylüyor.

"Bir meditasyon sistemine sahip olduğunuzda o artık meditasyon değildir. Salt mekanik tekrarlamadır ve bu da kesinlikle faydasız ve anlamsızdır." sf.70

Kendi kendimize anlama ve keşfetme sürecinde her şeyi sorgulamamız gerektiğini söylüyor.

Ama bir yandan da düşünceyi ve aklı dışlıyor.

*

"İyi olacağım, başarılı olacağım..." gibi olma şartlanmasından kurtulmak gerekiyormuş. Çünkü bunlar geleceğe yönelikmiş ve ancak geleceği bir kenara bırakırsak zihnimiz net bakabilirmiş. "Eğer değişmek istiyorsam olması gerekeni hayal etmemeli, olanla yüzleşmeliyim." sf.17

Bu yüzleşmeden çok bahsediyor. Kötü yanlarımızı "Bu benim kötü yanım ve böyle olmamalıyım." diye değil, onu anlayarak değerlendirmeliymişiz.

Mesela yalnızlık;

"Yalnızlığın kendini açıklaması için bekliyorum. Eğer ondan kaçar, korkar ya da direnirsem bana kendini açıklamaz. Bu yüzden onu gözlemliyorum. Düşüncenin araya girmesini engelliyorum." sf.129

Ve burada benim kadim sorum devreye giriyor: NASIL?

Bu yukarıda anlattığını anlayan var mı?

Yalnızlığın kendisini açıklaması için beklemek?

Düşüncenin araya girmesini engellemek?

NASIL olabilir bunlar?

Nasıl sorusunu da sevmiyor Krishnamurti. Kendimiz keşfetmeliyiz ya o yüzden. Birinin vereceği cevapla olmaz diye.

"Nasıl sorusunu öne sürdüğünüz anda hataya düşersiniz. Asla hiç kimseye nasıl diye sormayın. Fakat eğer siz nasılın kötülüğünü fark ederseniz işte bu farkındalık size yeter." sf.67

Fark edemiyorum.

*

İMGE meselesinin üzerinde de çok duruyor:

"Bana hakaret ettiğinizde, ben de hakaretinize tepki verdiğimde siz hakaretinizle benim zihnimde bir iz, bir anı bırakırsınız. Gelecek sefer sizinle karşılaştığımda o izden, o anıdan dolayı siz artık benim arkadaşım değilsinizdir. Beni övdüğünüzde de benim arkadaşım olursunuz. Demek ki zihinde kalan herhangi bir tesir bir imge tasarımıdır ve biz zihnin imgelerle dolu olduğu zaman özgür olmadığını ve çatışma içinde yaşamaya mahkum kaldığını söylüyoruz." sf.25

Bundan kurtulmak nasıl mümkün olabilir ki?

Bak yine nasıl diye sordum.

Ama nasılın cevabını bilmiyorsak, tüm bunları bilmek ne işe yarar ki?

*

Kitap, Krishnamurti'nin konuşmalarından derlenmiş. Konuşmaları hep erkeklere yapmış galiba. "Beyler" diye hitap ediyor hep. Bu biraz can sıkıcı. Böyle olunca sanki bana "Sen okuma!" deniyormuş gibi hissediyorum. 

*

Şu kısmı sevdim:

"Kişi kendini herhangi bir felsefeye, herhangi bir öğretmene, herhangi bir psikoloğa göre değil de kendi kendine anlamalıdır. Ve şayet kendinizi kınar veya haklı çıkarırsanız kendinizi anlayamazsınız. Kendinizi tanımak istiyorsanız, mevcut halinizi değiştirmeye çalışmadan, olmak istediğiniz kişi olarak değil, olduğunuz kişi olarak görmelisiniz. Dolayısıyla size ne yapacağınızı veya kendinizi nasıl keşfedeceğinizi, nasıl anlayacağınızı söyleyen herhangi bir otoritenin hiçbir geçerliliği yoktur." sf.71

Şu kısmı anlar gibi oldum:

"Kendinizi anlamak kendi günlük hayatınızı, konuşma tarzınızı, güdülerinizi, hırslarınızı, korkularınızı, endişelerinizi, güç ve mevki arzunuzu, çeşitli çatışmalarınızı anlamaktır." sf.71

Bunun için kendimizi gözlemlemeli, bu gözlemi yaparken de "bunu yap, şunu yapma, bu doğru, şu yanlış, bu olmalı, şu olmamalı" diyen bir sansürcümüz olmamalıymış. 

*

"Beni takip edebiliyor musunuz?"

Bunu çok söylemiş dinleyicilere. 

Anlattıklarını takip etmek biraz zor çünkü. Soyut şeylerin uygulamadaki karşılıklarını kavrayabilmek, kafada bir yere oturtabilmek,..

Ben anlamadım, üzgünüm.



ÇAKRA KİTABI


ÇAKRA KİTABI

Enerji ve Süptil Bedenin İyileştirici Gücü

(The Chakra Book)

Osho

Türkçeye çeviren: Merve Duygun

Butik Yayıncılık

1. Baskı - 2016

238 sayfa


Kimi inanış 5, kimisi 7, kimisi 9 çakra sayıyormuş.

Osho da sayısı önemli değil diyor.

Bu inanışlardan ve çakralardan bahsediyor. Çok anladığım bir mevzu değil çakralar, bu kitabı okuduktan sonra da bir şey değişmedi, hala anlamıyorum.

Kitabın sonunda meditasyon teknikleri önermiş.

(Bu kitaptan sonra okuduğum Krishnamurti'nin İçsel Devrim kitabında ise meditasyon pek tavsiye edilmiyor. Hatta Krishnamurti, kimsenin size meditasyon tekniği öğretemeyeceğini, bunun herkes için farklı olması gerektiğini, meditasyonun sık sık tekrarlanırsa mekanikleşeceğini ve işe yaramayacağını söylüyor.)

Kitabın sonunda yazılana göre Osho'nun Uluslararası Meditasyon Merkezi varmış Hindistan'da. Tatil cennetiymiş. Jakuzi, sauna, spor salonu, tenis kortları, gece yaşamı... ile büyüleyici güzellikte bir atmosferi varmış.

İşin böyle ticarete dökülmüş olması çok sevimsiz. 

Ya da aslında belki böylesi daha iyi. Bu sayede iç huzur, kendini anlama, keşfetme falan diyene, yani her hıyarım var diyene tuzla koşmamak gerektiğini daha rahat görmek mümkün.

OPTİMUM DENGE MODELİ


OPTİMUM DENGE MODELİ

Bilmek - Yapa-bilmek - Olmak

Tamer Dövücü

2014

Altın Kitaplar Yayınevi

4. Basım - Nisan 2016

653 sayfa



Sevmedim.

*

İnsan karakterlerini/davranışlarını bir sisteme oturtmaya çalışmış yazar. 

Başarı - huzur - anksiyete - depresyon.

Sistemin ana unsurları bunlar. Bir takım yan unsurlarla iyice dallanıp budaklanan bir sistem.

Halbuki bir denkleme sığamayacak kadar komplike canlılarız. 

Basite indirgemek güzel olurdu ama o kadar basit olduğunu sanmıyorum.

Pek çok tanımlama ve sınıflama yapmış yazar. Ama bu tanımlar ve sınıflandırmalar , klişe tabirle, gerçek hayatta ne işimize yarayacak?

"Çevremiz uyum sağladığımız oranda mutlu oluruz." diyor mesela.

Ama bunun nasıl olacağını anlatmıyor.

*

Sistemlerin yarım kalmadığını, er geç kendisini tamamlayacağını söylüyor. Buna aklım yattı. Verdiği bir örnek; işini sevmeyen bir fırıncı. Depresyondayım diyerek terapiste gelmiş. Meğer bu adam stand-upçı olmak istiyormuş. Terapist soruyor:

- İstanbul'a kaç yaşında geldiniz? 

- 10. 

- O zaman ne olmak istiyordunuz? 

- Oyuncu. 

Çocukken tamamlanmamış bu istek adam 40 yaşına gelip işini gücünü yoluna koyduktan sonra tezahür etmiş. Arkadaşlarıyla birkaç oyun sahneledikten sonra asıl isteğinin bu olmadığını, oyunculuğun çocukluk isteği olduğunu, ama artık yetişkin halinin bunu istemediğini fark etmiş. Bunu fark ettikten sonra anlam veremediği mutsuzluğu geçmiş ve işine gücüne dönmüş.

*

Bir de sistemlerin güçlüden yana olduğunu söylüyor. Bunu da anladım. Örneğin çiftlerden birinin bir özelliği baskınsa, diğerindeki bu özellik azalıyor. Ya da kendi içimizde bir özelliğimiz çok yoğunsa diğer özellikler geri planda kalabiliyor. 

Ancak bunu dengelemek için ne yapmak gerektiğini kitaptan çıkaramadım.

*

Kimliklerden bahsetmiş yazar. Herkesin anne kimliği, baba kimliği, eş kimliği, evlat kimliği, öğretmen kimliği, kardeş kimliği, arkadaş kimliği... varmış. Eksik kalan yanımızı, diğer kimliklerdekilerle tamamlayabilirmişiz. Örneğin bir kurumun müdürüsünüz. Herkes size saygı duyuyor. Sonra emekli oluyorsunuz ve birden boşluğa düşüp artık kimsenin size saygı duymadığını düşünüyorsunuz. O noktada anne/baba kimliğinizdeki saygınlığınızı aktif hale getirmeliymişsiniz.

(Krishnamurti'nin İçsel Devrim kitabında bu farklı kimliklere bölünmüşlüğümüz yanlış bulunuyor. Bu parçalanmışlık enerjimizi bölüyor, bizleri ayrıştırıyormuş. Farklı kimliklerimizden kurtulmalıymışız. Tamer Dövücü ise kimliklerin birer ihtiyaç olduğunu söylüyor.)

*

Yazarın üslubunu da sevmedim. Çok eril bir dili var. Verdiği örnekler çoğunlukla erkeklere yönelik:

"Yolda işe giderken mini etekli bir fıstık görürsünüz." sf.472

"Erkek erkekliğini, kadın kadınlığını bilsin." sf.493

"Yaşama sevinci, doğal büyüme koşullarında yetişmişseniz çocukken bolca yaşadığınız, delikanlıyken başınızda kavak yelleri estiren...şeydir." sf.594

"Bir gün 'Onu deliler gibi seviyorum...onsuz yaşayamam!' deyip birkaç gün sonra 'Bak oropuya, aslında arkadaşımın peşindeymiş!' diyebilirsiniz." sf.605

Bir de okuyuculara dev bir misyon yüklemiş:

"Sınırlı enerji (tembellik) ve sınırlı disiplin (boş verdimcilik-sorumsuzluk) ve iyi belirlenmemiş hedefler birleşirse az gelişmiş ülkelerde yaşananlar olur.(...) İşleri daha iyi yapan ve sermayeleri daha fazla olanlar da ülkenizi ele geçiriverirler." sf.584

Ülkenizi ele geçirirler ne yaa?

Kitabın yazarının Türk olduğu nasıl belli. Diğer az gelişmiş ülkelerde durum ne bilmiyorum gerçi ama bizde yoğun şekilde ülkenin ele geçirilmesi hezeyanı var.

Bir de "Batılı, gelişmiş ülkeler"e sövme.

"Wall Street'teki ve diğer merkezlerdeki açgözlü orospu çocukları ve onlara göz yumanlar yüzünden..."

Sakin ol şampiyon!

Küfreden terapist. Ha ha. (Tamam o da insan, küfredebilir, ama terapist" kimliğiyle" yazdığı bir kitapta küfür olması da ne bileyim, tuhaf değil mi?)

Kitabın son sayfalarında kendi kendini gaza getirip coşmuş ve böyle sövmeye saymaya başlamış:

"Silah lobisinin kışkırtmasıyla eskisi gibi Ortadoğu'da savaş çıkartarak filan düzelmez bu işler..." sf.625

Bu satırlara bakınca sanki ateşli bir köşe yazarının yazısı, sanki bir politikacının röportajından demeçler gibi duruyor. 

*

Bu budur, şu şudur, bu böyledir... deyip de "Peki onu nasıl öyle yaparız?"ın cevabını içermeyen bir kitap. Kitabın sonunda yazılana göre "Nasıl yaparım?" sorusuna cevap vermeye çalışacak bir kitap hazırlayacakmış. Bakalım.

TEK YATAKTA İKİ KİŞİ

TEK YATAKTA İKİ KİŞİ

Geceleyin Yaşanan Tatlı Savaş

(Un Lit Pour Deux . La Tendre Guerre)


Jean-Claude Kaufmann

2015

Çeviren: Canan Özatalay

İletişim Yayınları

1. Baskı - 2016

199 sayfa


Enteresan bir çalışma yapmış yazar.

Öncelikle yatağın hayatımızdaki yerini sorgulamış. (Ağırlıklı olarak kadınlarla yapılmış bu çalışma.)

Yatağını uyumanın ve sevişmenin dışında bir çeşit oturma odası, çalışma odası, küçük bir yaşam alanı olarak görenlerin sayısı epey çokmuş.

Evli ya da sevgili çiftlere, aynı yatakta beraber uyumanın neler hissettirdiğini sormuş.

Partnerinin horlamasından rahatsız olan da var o horlama sesi olmadan uyuyamayan da. 

Aynı şekilde kokusu.

Yatakta yatış şekli de incelenmiş. Bazıları yatağın büyük kısmını kaplayıp diğerine pek alan bırakmıyormuş. 

Bazı çiftler yataklarını ayırmış. Özellikle uzun yıllardır evli olanlar yapmış bunu. Kimisi ilkin bu sayede artık daha rahat uyuduğunu söylese de sonra beraber uyumanın getirdiği sarılma gibi yakınlaşmalardan yoksun kaldığı için rahatsız olmuş. Yani ortada şefkatten yoksun kalmak ama gece boyu rahat bir uyku çekmek ile beraber sarılmak ama neticesinde pek uyuyamamak olan bir seçim var gibi gözüküyor. 

Yatakları ayırmak üzerinde epey durmuş kitap. Evliliğin kutsalıdır ya yatak. Yatakları ayırma fikrini sorgulamış. Bunu gerçekleştiren çiftler genelde 20-30 yıllık evliler ve bunun sevgisizlikle ilgisi olmadığını söylüyorlar. Öyle diyorlarsa öyledir, ama buradan bakınca çok da sevgi dolu bir fikirmiş gibi de gözükmüyor. Zaten yatakları ayıran çiftler en çok etraftakilerin tepkisinden rahatsızmış. Yatakların ayrı olduğunu gören komşu ya da çocuklar değişik tepkiler veriyormuş. Kimisi yadırgarken kimisi takdir ediyormuş. 

*

O değil de ben bu kitabı niye okudum?

YEŞİL MÜREKKEP



YEŞİL MÜREKKEP

Bir "Sabahattin Ali" romanı

Osman Balcıgil

2016

Destek Yayınları

1. Baskı - Kasım 2016

408 sayfa


Sabahattin Ali'nin hayatını anlatan roman olarak Hıfzı Topuz'un "Başın Öne Eğilmesin"i okumuştum.




Yeşil Mürekkep ve Başın Öne Eğilmesin'i karşılaştırdığımda Başın Öne Eğilmesin'in daha iyi olduğunu söyleyebilirim. Daha kapsamlı. Üstelik fotoğraflar da var.

Buysa...Vikipedi'den hallice bir anlatıma sahip. Pek romansı değil bence. 

Ha kötü mü?

Roman olarak kötü, çünkü çok düz, duygusuz, ruhsuz bir havası var. Ama salt biyografi olarak bakarsak fena değil.

*

Sabahattin Ali en sevdiğim yazar. (Kedime onun adını verdim.) Hayatına dair denk geldiğim kaynaklara kayıtsız kalamıyorum. 

Böyle bir hayatı hak etmiyordu. Güzel insanların başına böyle şeyler gelmemeliydi.

*

Kitabın adının nereden geldiğini de söyleyeyim. Sabahattin Ali genelde yeşil mürekkepli kalemle yazarmış. 

28 Kasım 2016 Pazartesi

BEYİN SENİN HİKAYEN


BEYİN

SENİN HİKAYEN

(The Brain: The Story of You)

David Eagleman

2015

Çeviri: Zeynep Arık Tozar

Domingo Yayıncılık

5. Baskı - Ağustos 2016

265 sayfa


Muh
te
şem
bir kitap.
Ba-yıl-dım.

*

Duruşma beklerken okumaya başladım. Yarısına kadar okudum. Sanırım ilk defa bir duruşmayı beklerken bu kadar keyifli vakit geçirdim. Öyle ki duruşma bittikten sonra vaktim vardı, bir cafeye oturup kalan yarısını da orada bitirdim. Ertesi güne bırakamayacak kadar severek okudum.

*

Daha önce Başına Buyruk Beyin'de de okuyup ürktüğüm bir konuydu beynimizin dışarıya bu kadar bağımlı olması. 

"Ben Kimim?" sorusuyla başlıyor kitap.

Hayvanlar doğduktan çok kısa süre sonra ayakta durmaya, yürümeye başlarken insanların gelişimindeki yavaşlığı anlatıyor önce. Bu bir zaaf gibi gözükebilir, halbuki işin aslı şu:

Hayvanlar önceden programlanmış bir beyinle doğuyor, bu da hayvanın sadece o ekosistem içinde yaşamasını sağlıyor. O bölgeden çıktığında yaşama şansı düşük oluyor.

İnsan ise birçok farklı ortamda yaşama becerisine sahip. Bunun sebebiyse eksik kalmış bir beyinle doğmamız. Yaşamsal deneyimlerle çevremize uyum gösterecek şekilde yavaş yavaş yoğrulmamız.

Dakika bir gol bir.

En azından benim için böyle oldu.

Bütün kitap da böyle ufuk açıcı bilgilerle dolu. Üstelik son derece akıcı ve anlaşılır bir dille.

Ben kimim'e tekrar dönersek;

"İçine doğduğunuz aile, içinde yaşadığınız kültür, arkadaşlarınız, işiniz, izlemiş olduğunuz her film, yapmış olduğunuz her bir sohbet sinir sisteminiz üzerinde iz bırakmıştır. Bu kalıcı, mikroskobik izler birikerek sizi siz yapan bütünü oluşturur ve nasıl birine dönüşeceğinizle ilgili sınırlamalar getirir." sf.23

*

Belleğe pek güvenmemek lazımmış. O kadar ki aklımızdaki anılar biçim değiştirebilirmiş. Hatta sahte anılar yaratmak bile mümkünmüş.

"Geçmişimiz, gerçeklere sadık bir kayıt değil, bir yeniden yapılandırma ürünüdür.(...) Bunlardan kimi, insanların bize kendimizle ilgili anlattıklarından kaynaklanırken, kiminde de boşlukları akla uygun biçimde kendimiz doldurmuşuzdur." sf.32

"Kontrol Kimde?"

Bu da kitabın tartıştığı önemli bir konu. 

"Bu muazzam karmaşıklık karşısında bize kalan, basit bir gerçeği anlamaya yetecek bir içgörüyle idare etmektir. Bu, yaşamlarımızın, farkındalık ya da kontrol sınırlarımızın çok ötesine uzanan kuvvetlerce idare edildiği gerçeğidir." sf.115

*

Zaman yolculuğu da yapıyormuş biz aslında:

"Zamanda yolculuk, insan beyninin bıkıp usanmadan yaptığı bir şeydir. Bir kararla karşı karşıya olan beyin, farklı sonuçların simülasyonunu kurarak tahmini bir gelecek modeli oluşturur. Zihinsel olarak kendimizi şimdiki zamandan ayırabilir ve henüz var olmayan bir dünyaya yolculuk yapabiliriz." sf.137

*

Önyargılarımız, kötülüklerimiz, soykırımlar, tek eşliliğimiz... Hepsinin açıklaması ve daha fazlası.

Çok beğendim.

*

Yazarın bir diğer kitabı için bakınız:




INCOGNİTO Beynin Gizli Hayatı: http://birazkitap.blogspot.com.tr/2017/03/incognito.html

FARELER VE İNSANLAR


FARELER VE İNSANLAR

(Of Mice And Men)

John Steinbeck

1937

Türkçesi: Ayşe Ece

Sel Yayıncılık

1. Baskı - Eylül 2012

126 sayfa


Tiyatro oyunu olarak ilanını gördüm, aklıma düştü kitap. Okumuştum daha önce ama unutmuşum.Yeniden okudum.


*

Lennie ve George iki yol arkadaşı.

Lennie'nin dev bir cüssesi ama o kadar olmayan aklı var.

George ise ufak tefek ama akıllı bir adam.

Çiftliklerde çalışıp para biriktirmek, kendileri için küçük bir arazi almak istiyorlar. Lennie bu hayali o kadar seviyor ki sık sık George'dan bu araziyi, yapacakları işleri anlatmasını istiyor.

Son çalıştıkları çiftlikte, çiftlik sahibinin oğlunun şırfıntı bir karısı var. İşçilere musallat oluyor.

Lennie'yi yalnız yakalayan kadın, onunla biraz sohbet etmek istiyor.

Lennie her ne kadar kalbinde kötülük barındırmayan iyi biri olsa da bazen kötü şeyler yapabiliyor.
Mesela kadının yumuşak saçlarını okşuyor. Kadın bırakmasını isteyince de korkup daha sıkı sarılıyor. Panik olup kadını susturmaya çalışırken...

---Sonunu söyleyeceğim---

Kadının boynunu kırıyor.

Lennie sadece yumuşak şeyleri okşamayı seviyor. Fareleri, köpekleri, elbiseleri. Bunu yaparken zarar verebileceğini düşünemiyor.

Kötü bir şey yaptığını anlayan Lennie kaçıyor.

George onu buluyor.

Çiftlik sahibi ve adamları Lennie'yi bulurlarsa hapseder hatta linç eder. Bunu bilen George...

Ay çok fena ama...

George, Lennie'nin ensesine silah dayayıp...

Öldürüyor arkadaşını.

*

Unutmuşum ben bu sonu. Sarsıldım.

Acıklı bir hikaye bu.

Hayal kurmaları bile acıklı.

O kadar hissediliyor ki hayallerinin gerçek olmayacağı. Halbuki hem incecik bir kitap hem de dili itibariyle son derece basit. Herhangi bir edebi oyun, köpüklü cümleler, uzun anlatımlar yok. Bu hissi nasıl uyandırıyor ki?
İnşallah sahnede de izleyebilirim.