25 Ocak 2014 Cumartesi

KANLI TOPRAKLAR


KANLI TOPRAKLAR

Yazarı: Orhan Kemal

Yayınevi: Tekin Yayınevi

Basım Yılı: 7. Basım - 2002

Sayfa Sayısı: 375


Bu kadar mı ahlaksız olunur?
Bu kadar mı çok ahlaksız insan bir araya toplanır?

Çukurova'da bir fabrika.

Kantarcı Mustafa.

Erkenden gelip, akşamın geç saatlerine kadar çalışıyor.

Ama kazancı kuş kadar.

Karısı Şehnaz, zaten buna köpek muamelesi yapıyor.

(Şehnaz isimli kötü kadın, Orhan Kemal'in bir başka kitabı olan Suçlu'da da vardı. Cevdet'in üvey 
annesi olarak.)

Bir de Topal Nuri var.

Hiç çalışmayıp da patronun gözüne girmeyi başarabilenlerden.

Nuri'nin çalışması kendine. Mal çalmak, hile hurda, dolanbazlık düzenbazlık hepsi bunda. 

Fabrikanın sahibi Nedim Ağa için Topal Nuri herşey demek.

Kantarcı Mustafa, Topal Nuri'nin bir yamuğunu öğrenip hemen Nedim Ağa'ya yetiştiriyor ama Nuri bu işi kendi lehine çevirmesini beceriyor.  

Sonunda Mustafa'nın hapse girmesine yol açıyor. Ama bunu yaparken bile Mustafa'nın kendisine minnet etmesini sağlayacak hilelerle.

Mustafa'nın karısı Şehnaz'ı da ayartıyor.

Gerçi Şehnaz zaten ayartılmaya müsait. Namuslu, ahlaklı bir kadın olduğu söylenemez.

Nuri, Şehnaz'ı Nedim Ağa ile tanıştırıyor. 

Nedim Ağa, Şehnaz'a vuruluyor.

Nuri, Şehnaz'la beraber Nedim Ağa'yı bir güzel yoluyor.

Ama Nuri'ye yetmiyor.

Karısından boşanıyor. Nedim Ağa'ya damat oluyor.

Bu süreçte Nuri, karşısına çıkan bütün kadınlarla beraber oluyor. Bu kadınların da hepsi evli bu arada. Hepsinin kocası da "Namuslu karım. ahlaklı Nuri" diye düşünüyor.

Dinime laf söyleyen Müslüman olsa.

Hepsi ahlaksızlıkta birbiriyle yarışıyor.

Ve yine hepsi dışarıya son derece dürüst, namuslu pozu veriyor.

Orhan Kemal'in "Yalancı Dünya"sında bir Kabak Hafız vardı. İmam geçiniyordu ama zamparalık, çapkınlık, dolandırıcılık, yalan, hile hepsi vardı. İşte Kabak Hafız bu kitapta da karşımıza çıkıyor.

Orhan Kemal, bu vesileyle yine dindar maskesi takınan bu insanlara dikkat edilmesi gerektiği mesajını veriyor.

Kitapta Nuri, şeytana pabucunu ters giydirecek hinliklerle her olayı kendi lehine çeviriyor. Sonunda emeline ulaşıp toprak sahibi oluyor. 

Şeytan herif.

Aptal çok olunca, şeytanın işi kolaylaşıyor işte.

ŞİBUMİ



ŞİBUMİ

Yazarı: Trevanian

Çeviren: Belkıs Çorakçı

Yayınevi: E Yayınları

Basım Yılı: 1. Basım-1981, 4. Basım 1993

Sayfa Sayısı: 419


Sonunda.

Şu kitabı ne zamandır okumak istiyordum. Okumayanı dövüyorlar, o derece önemli.

Şibumi'nin mükemmellik, ama sadelik içindeki mükemmellik gibi bir anlamı var.


Ana karakter; Nicholai Hel.

On numara beş yıldız bir ajan.

Yok aslında ajan değil yaa.

Kiralık katil gibi.

Tam öyle de değil de.

İyilerin dostu, kötülerin düşmanı bir süper kahraman.

Anne tarafından Rus, baba tarafından Alman, Japon diyarında büyümüş, Bask diyarında yaşayan ilginç bir kişilik.

Devlet sırlarına erişip dev suikastlere imza atıp da yakalanamayacak güçte.

Özeti kabaca böyle.

Ayrıntıları anlatmak değil, okumak daha zevkli.

Çocukluğu, kendisini yetiştiren Japon generali, Japon bir bilgeden öğrendiği Go oyunu, kendisini yakalamak isteyen lanet olası federaller.

Yakalanıyor aslında. Öldüğü bile sanılıyor. Ama ı-ıh ölmüyor.

Süper kahraman o zaman işte. Sadece kostümü yok.

Kitabın yer altında geçen kısımlarını saymazsak keyifle okudum. 

Derin bir felsefesini göremedim. Japon kültürü, Go oyunu, stratejisi falan... sanki felsefi bir derinliği var gibi bir etiketi vardı gözümde ama ben göremedim. Belki de algılayamadım, bilemiyorum. Yalnız keyif aldım. 

Amerikalılara giydirmesi komikti. Siyasi tahlilleri de ilgi çekici. 

Kütüphane materyali.


Esrarengiz bir şey söyleyeceğim bu kitapla ilgili.
Kitabın basım yılı 1993.

Ama kitabın sahibi kitabın başına adını soyadını yazıp "1964" tarihini atmış. (Sahibinin adını soyadını parmağımla kapadım) 1993 basımı bir kitabın başına 1964 neden yazılır? Çok gizemli değil mi?
Doğum tarihi mi acaba? Ama o zaman da çok saçma. Allah aşkına aldığı kitabın başına adını soyadını yazıp, sonra doğum tarihini yazan bir insan evladı hiç gördünüz mü? Var mı böyle bir şey?
Çok olağan dışı.

Orta parmağımın gösterdiği kelimeye dikkat "kompüter"
Ehehe.
"Turist Ömer Uzay Yolunda"
-Zıırtttt Erenköy, ne demek kompüter?

SUÇLU


SUÇLU

Yazarı: Orhan Kemal

Yayınevi: Tekin Yayınevi

Basım Yılı: 12. Basım - 2003

Sayfa Sayısı: 225


Cevdet.

Ah çileli yavrucuk.


Önce Cevdet'in babası İhsan Efendi'yi anlatıyor kitap.

Karısını döven, bir gün yüzü göstermeyen haydutun teki iken, karısının ölümü üzerine evlendiği ikinci karısından zulüm gören bir adam oluyor.

Oh olsun barzoya.

İhsan Efendi süklüm püklüm, ezik büzük bir adam.

Karısı Şehnaz ise fettan.

Cevdetçiğim de bu zalim üvey ana ve karısının sözünden çıkamayan aptal babasıyla ne yapsın?

Önce okulu bırakıyor.

İşportacılık yapıyor.

Kovboy olma hayalleri kuruyor. Amerika'ya gidecek, orada herkes istediğini oluyor, kovboy 
olacak, kötülere cezasını verecek.

Bir tane arkadaşı var. Çingene kız Cevriye.

Onunla beraber gidecekler.

Cevriye de nasıl hayran Cevdet ağabeyine. Öl dese ölür.

Bir de Kosti var. Kendisi gibi işportacı bir arkadaşı.

Hayattaki tek dostları onlar.


Şehnaz, komşuları şoför Adem'e abayı yakıyor.

Adem'in hayattan tek isteği bir araba sahibi olabilmek. Ona araba alabilecek herkesle ilişkiye girebilir, o tıynette. 

Şehnaz ile de böyle başlıyor ilişkileri.

Şehnaz onun yakışıklılığına, güçlü kuvvetli haline, Adem de Şehnaz'ın kendisine araba alabilme ihtimaline vuruluyor.

Bir katakulli ile bu emeline de ulaşıyor, ama bedeli çok ağır oluyor.

İhsan safım, karısının ne kadar namuslu olduğunu düşünedursun, Şehnaz ile Adem, İhsan'ı sarhoş edip edip... 

İhsan'ın iş yerine ait emanet parayı çalıyor Adem.

İhsan hapse giriyor.

Cevdet, babasını kurtarmak için suçu üstleniyor, "Parayı ben çaldım. Sonra da yaktım" diyor.

İhsan çıkıyor, Cevdet hapse giriyor.

İhsan üzüntüden kahrolup felç geçiriyor, ölüyor.

Şehnaz ile Adem kaçıyor.

Cevdet hapiste şahane bir arkadaş ediniyor. Hasan. 

Hasan, dışarı çıkınca Cevdet'i kurtarmak için avukat buluyor.

Avukat işin peşini bırakmıyor ve gerçek suçlular ortaya çıkıyor. 

Cevdet hapisten çıkıyor.

Avukat, Cevdet'i yanına almak istiyor ama Cevdet Hasan ile birlikte fabrikada çalışmaya karar veriyor. 

Kitap burada bitmiyor.

Bu 1. cilt.

Bir yerlerde 2. cildini bulursam okur, kaldığım yerden devam ederim. 


YALANCI DÜNYA


YALANCI DÜNYA

Yazarı: Orhan Kemal

Yayınevi: Tekin Yayınevi

Basım Yılı: 9. Basım-2001

Sayfa Sayısı: 384


Artist olmak isteyen bir kızın başına gelenler.

Tek cümleyle kitap özeti.

Neriman, genç ve güzel bir kızcağız.

Korkunç bir babası ve ezilmiş bir annesi var. Fakirler.

Kızın en büyük hayali artist olmak. 

Annesi babası istiyor ki kız evlensin, yuva kursun.

Kızınsa evlilik gibi bir isteği yok. Aksine, evlenirse artist olma hayalini asla gerçekleştiremeyeceğini düşündüğünden evlilik aklının ucundan bile geçmiyor.

Bir gün kız arkadaşlarıyla takılırken Nejat adında bir reji asistanı ile tanışıyor. 

Neriman tabi hemen çocukla işi ilerletiyor. Sinema sektörüne girebilmek için Nejat ile mercimeği fırına veriyor. Aşık oluyor aslında gerçekten. Ama Nejat'ın sinema sektöründe parmağı olmasa Neriman dönüp ona bakmazdı muhtemelen.

Artist olmak için evden kaçıyor. 

Eski Türk filmleri gibi değil mi?

Kötü yola düşmek de var bu yolda.

O da oluyor.


Ki bu kısımlar kitabın en rahatsız edici kısımlarından. 

Nejat, asker kaçağı olduğundan yakalanıp askere götürülüyor. Neriman İstanbul'da bir başına kalıyor. Nejat, patronu Recep Cıva'ya emanet ediyor Neriman'ı. Ama bu kuzunun kurda teslim edilmesinden başka birşey değil.

Neriman, hiç mücadele etmiyor. Resmen teslim olmuş, akışına bırakıyor. O da gelsin, onunla da yatarım, artist olmak için onun yatağından da geçmek gerekiyorsa onunla da yatarım, artık ne farkeder, o da gelsin becersin...

Recep Cıva'nı bir yardımcısı var, pislik. Kızı oyuncak gibi ona da veririm, şuna da veririm diye hesap yapıyor.

İnsan lan o, insan.

Hayvanoğluhayvan herifler.

Neriman gitti, bataklığa saplandı... diye düşünürken şükür. Şükür yazar bu kötülüğü yapmıyor. Kurtarıyor kızı bataklıktan.

Neriman birkaç ufak rolde oynuyor ama piyasada tutunamıyor. Kolundan bir adam tutuyor. Evleniyor. Annesini bulup elini öpüyor. 

Mutlu Son.

Oh be, rahatladım. Mutlu, ferah bir sonla bitsin tabi. O neydi öyle iğrenç iğrenç.


Kitabın yan karakterlerinden de söz etmek gerek aslında.

Mesela Hanım Sultan ve kocası Kabak Hafız.

Bu hoca, dışarıya dindar bir insan gibi gözükmekte ama zamparalık bunda, üfürükçülük bunda. 

Öyle ki daha önce bu namussuzlukları ortaya çıktığı için pek çok yer değiştirmiş. Şimdi kendisini kimsenin tanımadığı bir mahallede, eski yöntemleriyle milleti kandırmaya devam ediyor. Gözü de Neriman'da.

Ama hocanın karısının da gözü Neriman'da.

Evet. Aklınıza gelen şey.

Babasının Neriman'ı evlendirmek istediği bir adam var. O da etrafa dindar gözüküp, içeride öyle olmayanlardan.

Neriman'ın babası da bu kandırıkçı insanlara uyup kızına ve karısına zulmeden bir adam.


Böyle etrafa dindar gözüküp, insanların dini inançlarını sömürerek geçimini sağlayan, ama esasında dinle, imanla işi olmayıp bile isteye pek çok günaha giren insanlar Orhan Kemal'in diğer kitaplarında da sıkça geçiyor. 

Bugün etrafa baktığımızda Orhan Kemal'in bu karakterlerinin kitaptan fırlamış da aramıza katılmış olduğunu görmek mümkün. 

Bunlar hep Orhan Kemal.
Kitapçıya girdim. Bir kampanya vardı. 5 liralık kitaplar. Bir baktım, Orhan Kemal kitapları 5 TL. Aklımı yitiriyordum, bunu da, bunu da, bunu da... diye raftaki bütün Orhan Kemal'leri aldım. Hah şöyle yaa, kitap fiyatları 5 lira olsa, bütün dünya buna inansa, hayat bayram olsa.

Tam da hasta olduğum döneme denk gelmişti bu kitabı okumam. Aslında tam da hasta olmadım. Bir burun akıntısı, bir ses kısıklığı baş gösterdi önce. Hemen tedbirimi aldım. Kış çayıdır, meyvedir, sıcak su torbasıdır... Hastalık ilerleyemeden önledim.
Hani bir oyuncak var. Deliklerden canavarlar başlarını çıkartıyor, sopayla o başlara vurup puan kazanıyorsun. Hah işte benim hastalık mikropları da öyle bir baş gösterdi, hemen vurdum sopayı.


KUŞATILAN TÜRKİYE


KUŞATILAN TÜRKİYE

Gülen Hareketinin Perde Arkası

Yazarı: Merdan Yanardağ

Yayınevi: Destek Yayınevi

Basım Yılı: 1. Baskı - Mayıs 2006, 25. Baskı - Eylül 2011

Sayfa Sayısı: 183

Merdan Yanardağ 2006'da Kanaltürk'te bir program hazırlayıp sunuyor. Bu programa Fethullah Gülen'le beraber 35 yıl kalmış,  "Gülen'in 35 yıllık yol arkadaşı" Nurettin Veren katılıyor.

Yine aynı programa, emniyet içindeki Fethullahçı yapılanma hakkında ilk soruşturmayı yapan ve rapor hazırlayan, tabi sonra görevinden edilen İstanbul Emniyeti Organize Suçlar Şubesi eski müdürü Adil Serdar Saçan da katılıyor. 

Kitap, bu iki isimle yapılan söyleşilerden oluşuyor.

Ama ağırlık Nurettin Veren'de.

Nurettin Veren, Fethullah Gülen ile birlikte yola çıkmış bir isim. Sonra yolları ayrılıyor. Nurettin Veren'in açıklamasına göre bunun sebebi Fethulah Gülen'in son derece yanlış ve tehlikeli yollara sapması.

Başlangıçta her şey Allah için yapılıyor.

"Bizim insanımızın en zayıf noktası, Allah rızası için Şefaat ya Resulallah düşüncesi ile, gözyaşıyla suistimal edilmeye açık bir yapıda olması. Yani verdiği iyiliğin Allah'a ulaşacağını ve karşılığında Allah'tan hoşnutluk alacağı düşüncesi her zaman halkımızın en açık kapısıdır."

Ondan sonra Karl Marx "Din toplumun afyonudur" deyince höykürüyorsunuz.

Her gün ayrı bir yolsuzlukları ortaya çıkıyor, üstüne kör beyinler görsün diye belgeli, hatta ses kayıtlı. Ama ne, ağzından Allah lafı eksik olmuyor diye hala ve ısrarla bu adamlara inanılıyor.



Neyse, konu Fethullah Gülen burada.

Gerçi Fethullah Gülen'den bahsedince AKP'den de bahsetmek eşyanın tabiatı gereği. Onların siyasi kolu olarak yola çıktı zira. Her ne kadar şimdi araları bozuk olsa da.

Ki o da çok enteresan. Kim derdi AKP ile cemaatin bir gün arasının açılacağını. 

İşte bu Allah'ın adıyla toplanan paralarla okullar, dersaneler, hastanaler...yapılıyor.
Hepsi de özel.

Yardım paralarıyla açılan okullar neden paralı oldu? Fakirlerin parasıyla zenginler okuyor. Para verenlerin gıkı çıkmıyor.

Televizyon kanalı, gazete ve dergiler gibi pek çok yayın organı da kuruluyor tabi.

Hiçbir kaydı olmayan bu paralar Fethıullah Gülen'in eline veriliyor.

Özellikle yurtdışında açılan Türk okulları ile igili muazzam şaibeler var. 

"Bugün internet sayfamda Azerbaycan'dan fevkalade mailler aldım. Diyor ki, biz Türk kardeşlerimizin burada okul açmasından, Haydar Aliyev döneminde açılan üniversitelerden ve okullardan çok memnun olduk ve üstün gördüğümüz bu okullara çocuklarımızı verdik. Ama şimdi bizim çocuklarımız bizi terk etti. Fethullah Gülen'in örgütü tarafından devletin üst düzeylerindeki mevkilerde Azerbaycan'ı ele geçirmek ve kontrol etmek için bir yapılanma içerisinde. Biz kendi ülkemizin bağrını açtık. Ama bizim ülkemizi işgal etsinler diye evlatlarımızı size vermedik...Aynı şey Türkmenistan'da, Kazakistan'da, Kırgızistan'da bütün Avrasya coğrafyasında oluyor."

İnternette kısa bir araştırma ile bu okulların, bulundukları ülkelerdeki idari ve kültürel yapıya sızmaya çalıştığı, ABD için casus topladığı vb gerekçelerle kapatıldığı iddialarını görebilirsiniz.

Bu okulların belki masumiyetini ve başarılarını göstermek için düzenlenen Türkçe Olimpiyatları ile ilgili de şunu söylüyor Nurettin Veren:

"Okullar vitrin olarak kullanılıyor...Halbuki kendi saltanatı ve ütopyası için, insanın gözünün içine baka baka paravan olarak kullanmak, bir din adamına, hele hele bir Müslüman kimliğine hiç yakışmaz. O okulların hepsinde eğitim dili İngilizce'dir. Yurtdışındaki Fethullah'ın okullarında öğrenciler en az 20 saat İngilizce görürler. Türkçe seçmelidir."

Hepsinden öte adam soruyor. Fethullah Gülen niye 137 dönümlük,  Pensylivanya eyaletinde, New York'a 2,5 saatlik mesefade, içinde sekiz tane villa olan,bir sürü hizmetçiler, korumalar barındıran bir malikanede yaşıyor?

Sözüm ona mütevazi hayat diye bir ara Fethullah Gülen'in kaldığı odanın fotoğrafları yayınlanmıştı. Koca malikanenin bir odasının fotoğrafını gösterip, ne kadar da mütevazi bir görüntü çizdiğine inanmak mümkün mü? Ben de 3+1 evimin içinde sadece kitaplık ve tek kişilik koltuk bulunan en küçük odasını fotoğrafını paylaşıp, ben işte burada yaşıyorum, diyeyim. Siz de yiyin.

Yaz yaz bitmez. O yüzden kendiniz okuyun, ben mi anlatacağım her şeyi. 

İlk emri "Oku" olup da daha bu ilk emre uymayan insanlar Müslümanlık taslamasın. Valla inandırıcı olmuyor.

Son olarak, Nurettin Veren bu açıklamalarında samimi midir? 

Okuyup siz karar verin.

Ben inandırıcı buluyorum. Zira Fethullah Gülen'le arasını hiç bozmayıp nispeten rahat bir hayat yaşayabilecekken, şimdi ölüm tehditleri alıp dışlanmış bir hayat yaşamayı boşu boşuna seçmiş olamaz. 

Söylemlerinde sık sık "Ben bu yola canımı koydum" demekten geri durmuyor. 

Ama merak etmesin. Öldürmezler. Cemaat ve onlardan öğrendikleriyle AKP, öldürmeyi pek tercih etmiyor. Daha etkili bir yöntemleri var. İtibarsızlaştırmak. Hedef seçtikleri kişi hakkında iftiralar, kasetler, çamur at izi kalsınlar, sahte delillerle tutuklamalar, hapse atmalar şeklinde bir yöntem izliyorlar ki daha etkili olduğu muhakkak.



23 Ocak 2014 Perşembe

EMMA



EMMA

Yazarı: Jane Austen

İngilizce Aslından Çeviren: Nihal Yeğinobalı

Yayınevi: Can Yayınları

Basım Yılı: 1. Basım - Aralık 2007, 2. Basım - Mart 2008

Sayfa Sayısı: 464


Emma'nın önce İngilizce'sini okumaya başladım. 
İngilizce kelime dağarcığım az gelişsin diye İngilizce bir roman alıp okumayı düşünmüştüm. 

Kitapçıda Emma'ya denk geldim, "Okurum ben bunu" dedim, aldım.


Bundan kısa bir süre sonra yakınlardaki bir kütüphaneye üye oldum. Orada da Emma'ya rastlamayayım mı? Türkçe Türkçe, oh mis. 

Türkçesini 2-3 günde bitirdim, İngilizce'si...mmm...eeee....acelem yok yaaa....


Ay ben bu Emma'yı bir sevdim, bir sevdim. 

Kitap aklıma geldikçe gülümsemek geliyor içimden.

Çok tatlı birşeysin, sen dev bir kedisin Emma. Kedi canını senin.


Öncelikle belirtmeliyim ki;

Klasikler beni çok etkiliyor.

En çok etkileyen tarafı yüzyıllar evvel yazıldığı halde bu kadar günümüze ait görünebilmeleri.
Ya yazarları son derece ileri görüşlü ya da insan ilişkileri hiç değişmiyor.

Emma'yı Jane Austen 1815'te yazmış. Tam 200 yıl önce. Ama okuduğunuzda hiç der misiniz "200 yıl öncesinin hikayesi" diye. Çok bugün. 

Austen'ın da olayı buymuş zaten. Kitap kapağından alıntılıyorum:

"...İngiliz romanının gündelik yaşamın sıradanlığı içinde sıradan insanları gerçekçi bir bakışla ele alan modern bir türe dönüşmesi Jane Austen'le gerçekleşmiştir. Austen, altı romanıyla, İngiliz toplumundaki orta sınıf yaşamını edebiyata yansıtmış, aile edebiyatının olanaklarını ortaya koymuştur. Austen'ın romanlarını 18. yüzyıl geleneklerinden çok, modernliğe yakın kılan da kadın kahramanları ile toplumsal çevreleri arasındaki gerilim üstünde yoğunlaşmalarıdır. Nükteli, gerçekçi ve her çağa seslenen üslubunun, böylesine ustaca anlatılan öykülerin ve böylesine güzel kurulmuş romanların verdiği doyumun yanısıra o modern yaklaşım da Austen'ın yapıtlarının günümüzde bile her türden okura seslenebilmesinin nedenlerinden biridir..."

Hayran kaldım.

Bu yetkinliğe hayran kaldım. İddiasız ama çok etkileyici. Sade ama göz alıcı.

Yaaa kitap çok iyiydi yaaa..


Emma'yı çok sevdim. Yazar da çok sevmiş. Emma'nın en sevdiği romanı olduğunu söylemiş. 

Austen'ın diğer kitaplarını okumadığım için bir kıyaslama yapamayacağım ama güzel bu roman gerçekten.

Kendimi daha önce hiç bir roman karakterine bu kadar benzetmemiştim. Çok kendimi gördüm Emma'da.

Akıllı olduğunu zannediyor, evet akıllı zaten de, yanılma ihtimali olabileceğini düşünmüyor, çok bilmiş. Yanıldığını anlayınca içten içe dev üzülüyor ama dışarıya çaktırmıyor.

Kibirli bir genç hanım kendisi. İnsanları küçük görebiliyor. Ama burnu havada bir küçük görme değil bu. Daha saygılı bir küçük görme. Çaktırmadan, sadece haddine uygun şekilde. İnsanlara toplum içindeki yerlerine göre davranıyor.

Kendince çöpçatanlık yapmaya çalışıyor ama her seferinde yanlış anlıyor. Arasını yapmaya çalıştığı insanlar meğer başkasını seviyor oluyor. O başkası da kendisi. 

Kendisine gösterilen sevgi gösterisinin, arkadaşına yapıldığını zannediyor. Hem de bir değil, iki değil.

Tek tek karakterlerden bahsedemeyeceğim. Hem çoklar, hem de çok güzeller. Benim az ve yetersiz anlatmalarım vallahi ayıp olur.

İleride, kendi adıma kitabın konusunu unutmayayım diye, şöyle kabaca birşeyler karalamak istiyorum.

Emma, hoş, güzel, zengin bir genç hanım. Babası hastalık hastası biraz. Pinpirikli ama sevimli bir adam.

Emma'nın ablası İsabella ve kocası Londra'da yaşıyor. İsabella'nın kocasının erkek kardeşi Mr. Weston, Emma'ların aile dostu.

Emma, kendisine göre alt sınıftan Harriet diye bir kızla arkadaş oluyor. Kız biraz safçana. Emma onu kendince eğitip asil bir kız yapmaya çalışıyor.

Çöpçatanlığı Papaz Mr. Elton ile Harriet üzerinde deniyor. Başarılı olacağını umuyor çünkü Mr. Elton da sevgi dolu karşılıklar veriyor ama Harriet'a değil, Emma'ya. Emma ise bunu ancak Mr. Elton açık seçik söylediği zaman anlıyor.

Emma, Mr. Elton'ın evlenme teklifini reddediyor. Mr. Elton bunun üzerine kasabadan uzaklaşıyor ve evli bir adam olarak geri dönüyor.Evlendiği kadın da ayyyy evlerden ırak. Görgüsüz, ucuz, basit şey. "İç dünyası"na tükürdüğüm. Tahammül edilemez derecede sevimsiz bir kadın. Iyykk.

Harriet, Emma'nın gazıyla Mr. Elton'un kendisini sevdiğini zannetmişti.

O arada mis gibi Mr. Martin'in teklifini reddetmişti. Emma, Martin'i Harriet'a layık bulmuyordu çünkü. Ama gayet de denklerdi halbuki. 

Emma'nın dadısı Mrs. Weston'ın, kocasının oğlu Frank geliyor kasabaya bir gün. Ondan biraz evvel de komşulardan Bates'lerin yeğeni Jane.

Ondan sonra kasaba bir şenleniyor.

Deli hikayeler. Deli aşklar. Deli yanlış anlamalar.

Yaa çok tatlılar ama yaaa.

İngiliz asaleti ile mahalle sıcaklığı bir arada.


Sonunda çok güzel bağlanıyor hikaye. Herkes mutluluğu buluyor.,

Romanın güzelliği ve zenginliği tabi ki sadece kitapta kalmamış. Kitabın filmi ve dizisi de var. İlk fırsatta izlemek için yanıp tutuşuyorum.

"Ödünç Alınan Kütüphane Materyalinin Geri Getirileceği Tarih"

Uçaktaki yol arkadaşım 

12 Ocak 2014 Pazar

KAPLUMBAĞALAR




KAPLUMBAĞALAR

Yazarı: Fakir Baykurt

Yayınevi: Literatür Yayınları

Basım Yılı: 1. Basım - 1967 , 22. Basım - Eylül 2012

Sayfa Sayısı: 363


Devletin zalim ve mantıksız yüzüyle tanışan Tozak köyünün güzel köylülerinin hikayesi.

Tozak, kuş uçmaz kervan geçmez bir köy.

Bağı bahçesi, yeşilliği, suyu... hiçbir şeyi yok.

Kıt kanaat geçiyor insancıklar. Elde yok, avuçta yok. 


Köyün eğitmeni Rıza, bu gidişe dur diyor. Köye bağ yapmaya karar veriyor. Köylüler de bu fikri destekliyor. Öylece duran, hiçbir işe yaramayacağı düşünülen, verimsiz olduğu sanılan toprağı kazıyorlar. Resmen yoktan var edip üzüm için gerekli ürünleri bulup buluşturuyorlar. Oradan buradan temin ettikleri malzemelerle bir bağ yapıyorlar.

O kadar da güzel yapıyorlar ki.

Lezzetli üzümler elde ediyorlar. Şaraplarını yapıyorlar, pekmezlerini yapıyorlar. 

Eski geleneklerini canlandırıp ilk asmalardan elde ettikleri üzümleri bedava dağıtıyorlar. 


Kendilerine yetecek kadar her şey zaten. 

Nispeten güzel günler yaşıyorlar bağ sayesinde.


Ta kiiiii.

"Hökümetimiz" burayı keşfedinceye kadar.


Önce gökten bir cisim düşüyor. Köylüler bunun ne olduğunu bir türlü anlamıyorlar. 

Sonra birkaç memur geliyor köye. Tapu kadastro işleri yapılacak köyün.

Gökten düşen cismi, memurlara gösteriyorlar. Meteoroloji rasat cihazı mıymış neymiş. Memurlar bir de dalga geçiyor, köylüler bunu bilmiyor diye. Ulan dürzü, nereden bilsinler. Ben de bilmiyorum. 

Zaten bu gelen memurlar da tam hicivlik.

Sabah 9'da köyün arazilerine bakacağız, diyorlar. Beylerin uyanması öğleni buluyor. Öğlen de öğle arası veriyorlar. Tembeller.

Köylülerde öyle dinlenme falan yok tabi. Sabah ilk ışıkla güne başlıyorlar. Akşama kadar ayaktalar.

Hatta bir tanesi diyor ki: "Bu memurlar için öğlen uykuya yatmak da kanunda mı yazıyor acaba?"


İşte bu memurlar, köylülerin gece gündüz çalışarak, dişleriyle tırnaklarıyla kazdıkları, yoktan var ettikleri üzüm bağını Hazine adına kaydediyorlar.

Sonra da vay siz Hazine arazisini işgal ettiniz, verin bunun cezasını. Kirası şu kadar.

Ölür müsün, öldürür müsün?

Bu insancıklar ondan sonra nasıl sevsinler devleti, nasıl güvensinler?


Kır Abbas dedemiz var bir tane. 

Muazzam bir amcamız.

Köyün olmazsa olmazı.

Hatta bence kitaba adının verilmesini hakedecek kadar önemli bir karakter. Kitabın adı "Kır Abbas" olmalıydı, yakışırdı.

Biraz deli akıllısı bir emmi bu.
Bağı yaparken en çok çalışanlardan. Hiçbir karşılık beklemeden bağa bekçilik yapan, her üzüm tanesini adeta sevgiyle izleyen bir amca.

İşte bu amca, devletin hiçbir emek sarfetmediği, yüzde yüz köylülerin emeği ile ortaya çıkan bağa el koyulması üzerine, bağın olduğu araziyi devlete aynen iade ediyor. 
Bütün köylüleri çağırıyor, bütün üzümleri toplatıyor, geriye kalan asmaları öküzlere yediriyor. Bağ namına hiçbir şey bırakmıyor.
Geriye sadece bağın içine yerleşmiş kaplumbağalar kalıyor.

Ey devlet, yıktın bağı, eyledin viran.


Fakir Baykurt, kitaba şahane bir önsöz yazmış. Tokat tokat.

"...Bizim yurdumuz, hem de insanımız, bir bakıma mürekkep yalamışların geriliği ve yanlış tepkileriyle hala Ortaçağ'ın çukurları içindedir...

"...Şimdi kendi çocuklarına yabancı dilli kolej, yüksek okul, hatta Avrupa'da Amerika'da okuma olanağı bulan yöneticiler, köydeki bebelerin ilkokuldan sonra gideceği okulları hesap dışı tutuyor. İlkokul uyutuyor, ortaokul uyandırmıyor...

"...Yollarda, sokaklarda görüyorum; her evde kalbur kalbur çoğalan çocuklar büyümek için kapı önlerine bırakılmış..."


Yazar, Kaplumbağalar romanı için;

"Acı, buruk bir roman oldu." demiş.

"Onu kentlerde, kasabalarda oturup günlük işiyle uğraşan okuryazarlar, yumrukçu ya da nemegerekçi aydınlar okuyacak. Belki kapılacaklar, belki sıkılacaklar. Ama ben romanımı asıl o akşam anamın geniş odasında bağdaş kurup beni dinleyen komşularımın, dört mevsimi karanlık, bütün ömrü kömür olan köylülerimin okumasını, severse onların sevmesini, ıslıklarlarsa onların ıslıklamasını isterim. Yurdumun bir yazarı olarak beni en çok bu sevindirir."

"Düşünüyorum, bir gün o da olur. Düşünüyorum, mutlaka olur."



11 Ocak 2014 Cumartesi

REDHACK




REDHACK

Sanal Alemin Klavyeli Asileri

Yazarı: Orhan Gökdemir

Yayınevi: Destek Yayınevi

Basım Yılı: 1. Baskı - Şubat 2013

Sayfa Sayısı: 224


Red Hack hakkında güzel bir çalışma içeriyor kitap.

Nedir, eylemleri nelerdir?

Say say bitmiyor eylemleri. Nerede iktidarın bir rezilliği, orada Red Hack eylemi. 

Hatırlayalım:

- Okul sütü projesinde zehirlenme olayları yaşandı.

Red Hack, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı'nın Strateji Geliştirme Başkanlığı resmi sayfasını hackledi.

- İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, kendisini gördüğü için sevindiğini belirten bir vatandaşa, "Nereden bileyim sevindiğini. Hadi bir takla at da göreyim" dedi. 

RedHack, İçişleri Bakanlığı'nın dosya paylaşım sitesini hackledi.

- 35 kişinin cinsel istismarına uğrayan 14 yaşındaki Ö.Ç davasında tahliyeler oldu, birileri tahliye kararlarını duruşmadan önce tahmin edip sosyal medyada yazdı.

RedHack, Ö.Ç davasında alınan karara tepki göstererek Yargıtay'ın, Ulşatırma Bakanlığı'nın ve Anayasa Mahkemesi'nin internet sitesini çökertti.

- Urfa Siverek'te 3 yaşında ölen Dilan bebeğin tecavüze uğradığı iddiaları ortaya çıktı.

İddialarla ilgili açıklama yapılmaması üzerine RedHack, Urfa Devlet Hastanesi sitesine erişimi engelledi.

- Sinop'ta nükleer santral yapılması planlandı.

RedHack, Sinop Valiliği'nin sitesini hackledi.


Bu ve benzeri faaliyetleri nedeniyle de terör örgütü addedildi ve sanal dünyada terör örgütü kapsamına alınan ilk hacker grubu oldu.

Savcılarımız çok meraklıdır zaten otu botu terör örgütü yapmaya. 

RedHack üyesi olduğu gerekçesiyle alakasız insanlar tutuklandı. Maksat, RedHack'e gözdağı. Bir çeşit rehin tutuldu tutuklular.

İçeride RedHack üyesi olduğu iddiasıyla tutuklular bulunurken, RedHack eylemlerine devam etti bu arada. O tutuklananların da üyeleri falan olmadığını söylediler ama dinletebilmek mümkün mü?

Hepsi tahliye oldu tabi sonunda, elde delil yok bir şey yok. Delil namına sadece Red Hack hakkında yazdıkları yorumlar ya da bazı sohbetler. 

 Ama boş yere yattıkları 9 ay kaldı geride.

Tutuklananlardan biri diyor ki: "Eskiden google'a girdiğimde şiirlerim çıkıyordu. Şimdi terör örgütü üyeliğim çıkıyor."

Zaten bu masumları tutuklayan özel yetkili savcı, aynı zamanda zamanaşımına uğrayan Sivas davasının ve bir sürü gencin tutuklu yargılandığı Hopa Davası'nın da özel yetkili savcısı. Varın olayın doğruluğunu veya yanlışlığımı siz anlayın.

Bir de üniversitelerdeki korkunç yolsuzlukları ortaya çıkarmıştı RedHack. Say say bitmez şimdi bunlar. 

Yüzbinlerce liralık makam aracı alan rektörler,  

bankalarla anlaşma yapan üniversiteler, 

sahte diplomalı akademisyenler, 

para karşılığı profesör ünvanı alanlar, 

üniversite hesabında görülmesi gereken ama ortada olmayan milyonlarca liralar, 

eğitim amaçlı kamulaştırılan arazilerin avm yapılması için inşaat şirketleriyle anlaşmalar... 

Neler neler. Neredeyse her üniversitenin bulaştığı bir pislik var maaşallah. 


Peki YÖK bunun üzerine ne yapıyor?
RedHack'e dava açıyor.


Offf memlekette bunca kepazelik varken tabiki RedHack'te yana olur aklı başında insan:

"Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı RedHack'tir."



7 Ocak 2014 Salı

Bu Kadar Kitabı Kim Okuyor?


Gazetede güzel bir yazıya denk geldim.

Radikal'den Cem Erciyes yazmış, "Bu Kadar Kitabı Kim Okuyor?" diye.

Güzel tespitler, güzel değerlendirmeler var.

Burada da bulunsun istedim:


Bu kadar kitabı kim okuyor?

08/01/2014
Türkiye'de her yıl daha fazla kitap basılıyor. Peki buna inanalım mı, sevinelim mi? Uzmanlara sordum, 'sevin' dediler.
Umberto Eco’nun bir sözüvardır, ‘Çataldır, daha iyisi yapılmamıştır’ diye. Bir çok alternatifi olsa bile kitap hâlâ hepsinden iyi.” Enis Batur’un bu sözlerle bitirdiği telefon konuşmamızın sebebi önceki gün Yayıncılar Birliği’nin açıkladığı senenin ilk iyimser kültür haberi. Türkiye’de geçen yıl 536 milyon kitap basılmış. 2012’ye göre yüzde 12’lik bir artış var. Böylece Türkiye’de adam başına artık 7.1 kitap düşüyor. Toplam 42 bin çeşit kitap basılmış vaziyette. İşin ekonomisi 1.6 milyar Euro ve yayıncılık endüstrimiz dünyada 13. sırada…

90’larda hâlâ Türkiye’de az kitap okunmasından yakınılırdı. 2000’lerde durum değişti. Bugün artık ‘okumuyoruz’ demek, Türkiyeli okura ayıp olur. Fakat öte yandan memlekette bir entelektüel patlama filan yaşanmadığı ortada. Üstelik internet çağında ekran hayatın her yerini kaplamışken Türkiye’nin her yıl daha fazla kitap okuduğuna inanıp sonra da sevinmek mümkün mü? Enis Batur’a göre mümkün; “Hem sevinelim, hem sevinmeyelim” diyor.

Türkiye’nin genç nüfusu, kitabın artık bir korku nesnesi olmaktan çıkması bu ilgiyi artıran sebepler. Batur’a göre o genç insanlar kültüre ulaşmakta güçlük çektiklerinde daha demokratik ve ucuz bir alan olarak kitaba sarılıyorlar. Ama, Enis Batur “Hangi kitaplara?” diye de soruyor: “Yeterli kitapçı yok. Bu iş zincir kitapçılar üzerinden yürüyor. Anadolu’daki onca üniversiteye paralel bir kitapçı artışı yaşanmadı. Bu da bizim nitelikli dediğimiz kitapların dolaşımını olumsuz etkiliyor”.

Hakikaten hâlâ pek çok edebiyat eseri sadece birkaç bin adet basılıyor ve bir ay sonra hiçbir kitapçıda bulunmaz hale geliyor. Müthiş hızlı ve yoğun üretim özellikle popüler olmayan türlerin aleyhine bir denge kuruyor. Devasa zincir kitapçılarda aradığınız özel bir kitabı bulmak mucize. Ama raflar uzun uzun çok satanlara ayrılmış vaziyette. 

Türkiye Yayıncılar Birliği Başkanı Metin Celal de memleketin büyüyen orta sınıfına işaret ediyor ve bu çok satan kitapları edinmenin, takip etmenin artık bir nevi prestij meselesi halini aldığını söylüyor. Metin Celal bize bu yeni orta sınıfın artık çoluk çocuk sahibi olduğunu da hatırlatıyor. Çocuklarının eğitimine önem veriyorlar ve kitap okumasını istiyorlar. Metin Celal’e göre kitap satışlarının artmasının önemli bir sebebi 7-14 yaş arası okur kitlesi. Sonucu ise hızla çoğalan çocuk yayınevleri ve nitelikli çocuk kitapları.

Metin Celal bir yayıncı olarak gayet iyimser. Peki bir şair ve romancı olarak? “Sinemada en çok hangi filmler seyrediliyor, müzik alanında en çok hangi şarkılar dinleniyorsa, kitap alanında da benzer kitaplar okunuyor” demekle yetiniyor. “Ama” diyor, “Bu sayede iyi edebiyatın yayımlanması da kolaylaşıyor. Yayıncılar, az okur bulacak iyi kitapları basmaktan eskisi gibi imtina etmiyorlar”.

Gezi Olayları sırasında birkaç ay boyunca kitap satışlarının bıçak gibi kesildiğini söylüyordu pek çok yayıncı. Buna rağmen Türkiye 2013’te her zamankinden daha çok kitap okumuş. Aralık ayında her zamankinden daha çok kitap yayımlandığını gördük. Belki de yaz aylarının birikimi, sonbahardan itibaren sonuçlarını vermeye başladı.
Bu kadar kitabı basan yayıncılar tabii ki çoğunu satıyor, onları alanlar da tabii ki çoğunu okuyor olmalı. Yoksa bu saadet zinciri çoktan bir yerinden kopardı. Öyleyse, sosyal medyada, internette, televizyon başında onca vakit geçirmesine rağmen senede hiç değilse bir-iki kitap da okumayı başaran Türkiye insanını kutlayalım derim. Hem belki, o entelektüel patlama da pek yakında gerçekleşir; kim bilir?

4 Ocak 2014 Cumartesi

YOLCULUK



YOLCULUK

(The Journey)

Yazarı: Brandon Bays

Türkçesi: Derin Doğan

Yayınevi: Kuraldışı Yayıncılık

Basım Yılı: 1. Baskı - Temmuz 2009, 2. Baskı - Aralık 2013

Sayfa Sayısı: 196


Böyle duygusal şifa yolculuğu, içsel güç, mutluluk içimizde... vb konulara son derece alaycı yaklaşıyordum. Özellikle "Kayıp Gül" tarzı ticari kaygılarla yazılmış tırı vırılar bu alaycılığımı arttırıyordu.

Bu kitapla bakışım değişti... demeyeceğim.

Hala bana "Bir kitap okudum, hayatım değişti" dedirtecek kitabı bulabilmiş değilim. 
Ama bu kitabın değiştirdiği bir hayatla tanıştım.


Çok sarsıntılı bir dönemden geçtim. Artçıları hala yer yer devam eden bir sarsıntı.

Akıl ve ruh sağlığımı korumak için tutanacak bir dal aradım. Canciğer arkadaşım aracılığıyla tasavvuf, bilinçaltı, psikoloji, enerji... bunlar hayatıma girdi.

Bu yolda da Selda Soytürk'e ulaştım. 
http://seldasoyturk.com/

Arkadaş tavsiyesi ile gittim. Uyguladığı yöntem çok iyi geldi. 
İşte o yöntemi bulan kişinin kitabı bu.

Nasıl bir yöntem, ne oluyor yani, gibi sorularınız için kitabı ve Türkiye'deki uygulayıcısı Selda Soytürk'ü tavsiye edeceğim.
Kitapta bu yöntemin evde uygulanabileceği de söyleniyor.
Siz bilirsiniz.


Kabaca olay şu:

Korku, kaygı, sıkıntı, stres...Bunlarla mücadele etmek için sadece kendi içinize dönün, diyor kitap.

Bütün bu duygularınızın bilinçaltınıza ittiğiniz bir sebebi var. O sebep orada durdukça bu canınızı sıkan duyguları yaşamaya devam edeceksiniz. 

Kitap da diyor ki "Az otur, soluklan yeğenim."

Neymiş sende bu duyguları yaratan sebep? Sen şimdi bilmezsin, azıcık oturup kendini dinlediğinde, kaplumbağa gibi kabuğundan içeri daldığında,  tee çocukluğuna, hatta daha bile eskisine, doğumuna kadar gitmek mümkün. Oralarda bir yerde senin canını sıkan bir anı var. O anıyı bulacağız, o anıyı yaratan sebeple, o anıya sebep olan kişiyle hesaplaşacağız. Hesap bitince de kavga bitecek.

Ben denedim, işe yaradı.
Deneyip işe yaradığını bildiğim kanlı canlı örnekler de var.

Kitabın yazarı ise iyice aşmış. Karnındaki tümörü yok ediyor bıçak altına yatmadan. 

Bunlara inanıyorum. Böyle şeyler var. Hastalıkları iyileştiren bir moral gücü var. O kanser hastaları, 3 ay ömrü kaldı denilen insanlar nasıl yaşıyor sanıyorsunuz? 

İman gücü var bir de. Sayıca çok üstün düşman ordusuna karşı savaş kazanıyor insanlar? Nasıl oluyor bunlar?

Hadi bunu da açıklayın ateyizler.

Ben bu farkındalığa, yaşadıklarım sayesinde ulaştım. Başıma gelen gelmeseydi, zannediyorum hala bu konuları gülünç bulurdum. 


Kitap, yazarın karnındaki kitleyi öğrenmesi ile başlıyor. 

Ki burada fevkalade ilgimi çekiyor, zira benim de 1 sene kadar önce karnımda kist çıktı. 

Karnımda bir şişkinlik vardı. Gazdır, diye çok önemsemedim. Bu da benim bir salaklığım. Böyle geçmek bilmeyen, insanın karnını davul gibi şişiren gaz mı olur? Ama karın ya sonuçta, şişebilen bir bölge. Mesela insanın kolu, bacağı, gırtlağı, ensesi falan şişse olağandışı bir şeyden şüphelenir. Ama karın bölgesi çok şişebilitesi olan yer. O yüzden aylarca gitmedim doktora. En sonunda baktım olacak gibi değil, bir doktora gözüktüm. Ve aynı kitaptaki gibi "Karnında kist var. Ameliyatla alınabilir ancak."

Sonra da ameliyata girdim. Şükür sorunsuz halloldu.

Kitabın yazarı ise karnındaki kitleyi öğrenince diyor ki:

"Cerrahlara karnımı açtırmadan önce kendi kendimi iyileştirmeyi düşünüyordum ve tüm bunların merkezinde olduğunu bildiğim duygusal meseleleri çözerek bu batın kütlesinin bana anlatmak istediği dersi bulmak istiyordum." sf 25

Ben harbi ne öküzüm ya. Hiç böyle bir ders, böyle bir düşünce çıkarmak aklımın ucundan bile geçmedi. 

Ben var ya, Allah korusun hapse girsem Yiğit Özgür'ün şu karikatüründeki gibi olurum kesin:





Siz böyle olmayın. 

Yaşadıklarınızın sebeplerini düşünün. Bunlardan dersler çıkarın. Kasmayın, akışına bırakmayı bilin. İçinizde biriktirmeyin. Sizin içinizde biriktirdiklerinizi, bedeniniz size hatırlatıyor. Gözünüzü, gönlünüzü bağlamayın ki bu işaretleri görün. 

Sevgiler.

KAYIP GÜL 2


KAYIP GÜL 2

Yazarı: Serdar Özkan

Yayınevi: Artemis Yayınları

Basım Yılı: 1. Basım - Aralık 2011

Sayfa Sayısı: 274


"Seni hiç sevmedim süt oğlan. Babanı da sevmezdim."

Süt Kardeşler


Kayıp Gül 2'yi hiç sevmedim. 1'i de sevmezdim.

İlk kitap hakkında yazdıklarım için şuraya bakabilirsiniz: 


Ağzına mıçmışım kitabın çok affedersiniz. 


Gene aynı şeyi yapacağım. Fena gömeceğim.

Öncelikli kızgınlığım bu kitabın "Simyacı" gibi, "Küçük Prens" gibi "Martı" gibi kitaplarla kıyaslanması ki adı geçen bu kitaplar için bu kıyaslama adeta bir hakaret niteliğinde.

Hele hele kitabın başında, genelde Amerika menşeli çok satan kitaplarda kullanılan reklam övgüleri var ki...

"Türklerin Küçük Prens'i tüm dünyayı büyülüyor."

"Onun ismi şimdiden Pauolo Coelho, Richard Bach ve hatta Saint-Exupery ile birlikte anılıyor."

Vay bana vaylar bana.

Bu kitap için bu övgülerin fevkalade gereksiz olması, bende başbakanın konuşmalarını dinlerkenki ruh halini yaşatıyor. İnsanların gözlerinin içine baka baka, bas bas bağırarak yalan söylendiğini görmek, nasıl anlatayım ey ahali, midemi dev bulandırıyor. Çok öfkelenip televizyonu kapatıyorum. Ama kitabı kapatamıyorum pek. Ne kadar tiksinsem de sonuna kadar okuyorum. Merak ediyorum. Gerçekten sonuna kadar istikrarlı bir şekilde iğrenç mi, yoksa arada sürprizler var mı?

Sürpriz yok. Sonuna kadar düz, sonuna kadar sıradan, sonuna kadar yavan.

Ayy bak hala sinirim geçmedi. 

Dur, neydi, hah, Bay Hoşgörü, Bayan Sabır, Bay Bok, Bayan Çiş gelsin de azıcık kendimi bulayım.

Ahaha.

Kitapta böyle karakterler var.

Tamam, sakinim, toparlıyorum.

Diana diye bir kızımız var. Bu kızcağız çok bencil, çok kibirli falan.

(Bu arada kızın adı niye Diana, karakterlerde niye Bay X, Bayan Y gibi Amerikan hitapları var, bilmiyorum. Yazar Türk, reklamı "bir sürü dile çevrilen Türk romanı", ama baktığınızda üçüncü sınıf Amerikan filmi havası kullanılmış. Olabilir tabi, yazar Türk ise ille de Türklerden bahsedecek diye bir kural yok elbette, sadece bunun ne kadar sakil kullanıldığını anlatmak istiyorum.)

Diana'nın öğretmeni bir gezi ayarlıyor. Pembe yunusları görmece gezisi. Diana bunu aşırı çok istiyor. Sabah annesiyle çıkıyorlar yola. Servise yetişmeleri lazım. Yolda karşıdan karşıya geçmeye çalışan bir kaplumbağa görüyor. Hayvancağızın yolda ezilmesi tehlikesi var. Hayvana yardım etsek mi, etmesek mi bir tereddüt yaşıyor ama sonuçta Diana bencil ve kibirli bir insan olduğu için yoluna devam ediyor.

Fakat sonra pişman oluyor. Geri dönüyor. Kaplumbağayı orada bulamıyor ama.

Ay anlatırken tiksindim. Bağlayıp azıcık daha sövmek istiyorum.

Çok istediği pembe yunusları görmek yerine kalbinin sesini dinleyip ezilme tehlikesi bulunan kaplumbağayı seçtiği için kendine kızıyor. "Bundan sonra kalbimin sesini dinlemeyeceğim." 

Ondan sonra buna el değiyor.

Melek Çocuk ile karşılaşıyor. Melek Çocuk buna diyor ki:

- Senin bir ikizin var. Adı Mary. Ama ikizini bir canavar kaçırdı. B.E.N canavarı. Onu sadece sen kurtarabilirsin.

Başta inanmıyor, yok mok, olur mu öyle şey, derken yolculuk başlıyor.

"Kalbinizin içinde mucizevi bir yolculuğa çıkmaya hazır mısınız? "

Ben yolu şaşırdım sanırım, midemin içinde bir yolculuğa çıktım. Ayy,çekilin önümden şuraya bir kusayım.

Aslında bu konuları küçümsemiyorum. Mesela süperkulade bir kitap okudum bu konularla bağlantılı: Yolculuk - Brandon Bays. Bu tip duygusal yolculuklar için bunu okuyun mesela. Bu ikisini bir okuyun ve farkı görün Allah aşkına.

Nerede kalmıştım,

Hah işte Diana kalbine doğru bir yolculuğa çıkıyor. Orada çeşitli ölümsüzlerle tanışıyor. Bay Dürüst, Bay Cömertlik,Bayan Düş, Bay Affetmek, Bay Hata Görmeyen, Bay Gülümseme, Bay Sadakat, Bay Hedef, Bay Disiplin, Bay Macera, Bay Niyet, Bay Samimiyet, Bay Ceza, Bay Masumiyet...

Sonra da aptala anlatır gibi bunları konuşturuyor işte yazar.

Konuşma dilleri de bir tuhaf. Tiyatrovari. Hani roman okurken insan film izliyormuş gibi olur ya. Ben bunu okurken tiyatro izliyormuşum gibi oldu. Oyuncular bembeyaz kostümler giymişler. Hepsinin boyunlarında isimlerinin yazılı olduğu dev kolyeler var. Sırası gelen çıkıyor sahneye, kendisini tanıtıyor:

"Ben Bay Pişmalık Duymayan. Bir kimse ne kadar az 'keşke' derse o kadar mutludur, bunu öğrendiğimden beri ağzımdan sadece bir kez 'keşke' çıktı, o da 'Keşke hiç keşke demeseydim' demiştim, o zaman."

"Benim adım Bay Hoşgörü. Hiç kimseyi yargılamam. Çünkü bilirim ki çoğu zaman, yargılayan, yargılanmayı en çok hak edendir aslında."

Cümlelere baktığınızda da kitap sanki çeviri gibi. Aslı İngilizceymiş de Türkçeye çevrilmiş, üstelik de kötü bir elde çevrilmiş gibi soğuk, bozuk cümleler.


Ve işe yaramaz bir kitap.

Kitaplar için bu ifadeyi kullanmayı pek sevmiyorum ama bu kitap hakikaten "gereksiz."
Gereksiz olduğunu, aslında daha okurken, hatta daha okumaya bile başlamadan biliyordum da işte "merak"

Çok satıyor, çok okunuyor tırıvırısı için de şunlar var:

Bir Bestseller Nasıl Yoktan Var Edilir: http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/12887668.asp

Kayıp Gül'ün Kayıpları: http://www.haber5.com/kultursanat/kayip-gulun-kayiplari 

1 Ocak 2014 Çarşamba

CEMİL



CEMİL

( The World Rapers)

Yazarı: Jonathan Black

Çeviren: Oğuz Alplaçin

Yayınevi: Hürriyet Yayınları

Basım Yılı: 1. Baskı-Mayıs 1973 , 3.Baskı-Eylül 1974

Sayfa Sayısı: 568


1974 basım bir kitap elimdeki. 

"Kapak Resmi: Firuz Aşkın" yazıyor ama kitap simsiyah ciltlenmiş. 

Kapak resmi ne ola ki diye Google Görseller'de arattım, şunlar çıktı. 




Tövbe estağfurullah porno resmi gibi, Beyaz Yayınlar gibi.

Bu yüzden mi simsiyah ciltlenmiş acaba bendeki? Zamanında kimindi kim bilir? Tee 2009'da Beyoğlu Sahaf Fuarı'ndan almıştım. Okumak bugüne kısmet oldu.

Cemil Kerami.

Kitapta hayatı anlatılan dev önemli bir insan.

Öyle böyle değil.

Hani dünyaya yön veren insanlar geyiği var ya. Dünyayı aslında 5 kişi yönetiyormuş falan.

Ha işte bu da onlardan biri ya da en az onlar kadar önemli.

Bankası var. Arap dünyasında da, Amerika'da da, Avrupa'da da kolları var. Milyon dolarlar dönüyor ortada. Petrol işine de giriyor. Siyasilerle de yakından bağlantılı.

Bu işlere bulaşıp da temiz kalmaya imkan yok zaten.

Zevahiri kurtarmak için yeri geliyor elini kana buluyor, yeri geliyor hükümetleri deviriyor, darbe yaptırıyor, iç savaş çıkartıyor.

Böylesine para hırsıyla gözü dönmüş bir insan.

Bir de cinsel açıdan güçlü hayvan. Kitapta buna da sık sık değiniliyor, kitap kapaklarındaki resimler de bunu vurguluyor işte. 

Asıl enteresan olanı, hikaye gerçekmiş. 
İsimler farklı olsa da. 

Yine bir uçak seyahati esnasında.
Cemil ile uçarken.
Kitaptaki Cemil Kerami'nin havayolu şirketi de var bu arada. Şimdi aklıma geldi. Alah Allah, nereden aklıma geldi ki?


Cemil ile tiyatro keyfi.
Tiyatroda oyunun başlamasını beklerken. Bu arada gittiğim oyun "Vişne Bahçesi" idi ve şahaneydi, yeri gelmişken tavsiye edeyim.

"Bir uçurumun kenarında asılıp kalmışken, düşeceğin yerin derinliği bin metre ya da iki bin metreymiş aldırmazsın"
Allah düşürmesin kardeş.