EDEBİYAT MUTLULUKTUR
Zülfü Livaneli
2012
Doğan Kitap
Baskı - Kasım 2012
240 sayfa
Zülfü Livaneli'nin Vatan gazetesinde edebiyat üzerine yazdığı köşe yazılarından oluşan bir derleme.
*
Kitap okumanın zevk alınarak yapılması gereken bir faaliyet olduğunu anlatıyor yazar. Ama ne yazık ki okullarda bu zevkin öldürüldüğünden dem vuruyor.
Sıkılıyorsan okuma, diyor. Ben de buna katılıyorum. Bu konu ile ilgili klasik bir örnek vardır hatta, karpuz kelek çıkınca yemeye devam ediyor musun? Hayırsa başladığın kitabı beğenmediysen, seni sıktıysa okumaya devam etme. Ha ben bu tavsiyeyi veriyorum ama uymuyorum, sıkıla sıkıla da olsa okuyup bitiriyorum. Birincisi; belki ilerleyen sayfalarda konu ilgimi çeker umuduyla, ikincisi; sonuna kadar sıkılırsam bitirdiğimde kitabı ağız dolusu, hakkıyla gömebilmek için.
Seçtiğimiz kitaplar konusunda pek çok reklamın etkisi altında kaldığımızı anlatıyor yazar. Pek çok kitap reklam ve pazarlamanın gücüyle elimize geçiyor. Kitapçıların "Çok Satanlar" raflarında gördüğümüz kitaplar gerçekten çok satanlar mı yoksa kitapçıların çok satmasını istediği kitaplar mı? Bu konuyla ilgili bir yazı için bkz: Çok Satanlar Çok Satıyor mu?
Kitapta yazar bu noktada okuyucuya kendi okuma zevkine güvenmesini öğütlüyor. Kitabın çok satanlar rafında yer alması, popüler olmasındansa okuyucunun zevkine hitap etmesini önemli buluyor.
Bunu yaparken popüleri kötülemiyor aslında. Bir zamanlar Dosyoyevski, Tolstoy, Victor Hugo da popülerdi. Picasso’nun kübizmi de popüler ve geniş halk kitleleri tarafından da bilinir. Demek ki “Bir eserin nitelikli ve derin olması, onun geniş halk kitleleri tarafından benimsenmesine engel değildir.” Sf.11
Günümüz romanlarını eleştirdiği noktalar karakter derinliğini anlatamaması ve kullanılan dil üzerine. Yalın ve anlaşılabilir bir dil kullanılabilecekken edebiyat süslemesi adına gerekli gereksiz kelimelerle meseleyi uzatmayı doğru bulmuyor.
*
Kitap yazma konusunda da kendisine çok sorular soruluyormuş. Öncelikle herkesin kitap yazmak zorunda olmadığını anlatıyor.
“Arkadaşlarına anlattığında seni dinlemelerini sağlayacak kadar ilginç bir konun yoksa, hiç yazmamak daha iyi.” Sf.14
Valla bence de. Kitap yazmak çok ayağa düştü diye düşünüyorum. Kitap yazmak sanki bir gereklilik oldu da kitap yazmamış olmak sıra dışı gözükmeye başladı. Kitap yazmış olmanın eski ağırlığı ve saygıdeğerliği yok benim gözümde. Bir kitap çöplüğü oluştu. Sokakta bir çöp yığını olunca herkes oraya çöp atmaya başlar ya, onun gibi. Herkes bu kitap çöplüğüne bir çöpünü atmak istiyor. Gerçekten buna gerek var mı? Üstelik yazılan çoğunlukla kişinin kendi hayatı, anıları. Gerçekten hayatının, anılarının kitap olacak kadar değerli olduğunu mu düşünüyorsun? Gerçi mesele işte bu "değerli" kısmının artık anlamsızlaşmasından doğuyor. Kitap yazmak artık "değerli" görülmediği için herkes yazıp duruyor. Bir sokağa bir dükkan açılınca hemen yanına aynı türden dükkanlar açılır ya, orası sonra kahvaltıcılar sokağı, avizeciler sokağı...vb olur. Yan yana aynı dükkanlar. Hah, onun gibi, aman herkes kitap yazsın, aman sen de eksik kalma, sen de...
Kim okuyor peki bunları? Kimse. Çünkü niye okusunlar? Gerçekten kitabının senin yakının 10-15 kişi dışında okunacağını sana düşündüren nedir?
Aman ne gömdüm, bana ne be, ne bok yazarsanız yazın.
Yazmak için yazarlık kursuna gidenler hakkında da bir çift lafı var yazarın. Yazarlık kurslarının işe yaramaz olduğunu düşünüyor. “Dostoyevski’ye, Nazım Hikmet’e, Yaşar Kemal’e kim öğretti yazmayı?” Yazara göre “Yazmanın birinci kuralı okumaktır.” Sf.230
Bence okuya okuya insanın yazma hevesi varsa kırılır. Çünkü o kadar güzel şeyler okuyunca "Ben kimim ki?" hissine kapılır insan. Yazacaksam o çok güzel eserler gibi olmalı, o seviyede yazamayacaksam da yazmayıvereyim. Çöp yığınına katkıda bulunmaya gerek yok.
*
Yazar kendisini etkileyen kitaplardan da bahsetmiş. İşte o kitaplar:
-İhtiyar Adam ve Deniz/Ernest Hemingway
-Ağustos Işığı/William Faulkner
-Suç ve Ceza/Dostoyevski
-Binbir Gece Masalları
-Mesnevi/Mevlana
-Madame Bovary/Gustave Flaubert
-Kırmızı Pazartesi/Garcia Marquez
Günümüz Türk yazarlarından da İhsan Oktay Anar’ı beğeniyor.
Bunları "Mutlaka okuyun!", "Okumadan ölmemeniz gereken 100 kitap" gibi bir tavsiyeyle söylemiyor. Hatta böyle bir tavsiyede bulunmayı da doğru bulmuyor. Çünkü başta da söylediği gibi herkesin okuma zevki, beğeni algısı, bir kitaptan edineceği izlenim farklıdır. Yazar buna saygı duyuyor. Sadece kendi beğenilerini sıralıyor.
*
Çevirinin öneminden bahsediyor. Örneğin Mevlana’yı dünya tanırken en az onun kadar iyi Yunus Emre’yi neden tanımıyor? Çünkü Mevlana Farsça yazdı. Goethe de Fars şairlerini okumak içim Farsça öğrendi ve "Batı-Doğu Divanı" kitabını yazdı. Böylece Farsça dünya çapında edebiyat dili oldu. Yunus Emre ise Türkçe yazdı ve Türkçenin içine hapsoldu.
*
Kitap hadi yazdın, bunu yayınlayacak yayınevi bulma zorluğundan da bahsediyor yazar. (Gerçi bugün çok zor değil, parasını verip kendin bastırabiliyorsun.)
Köklü bir yayınevimiz yok. En eskisi 100 yılı aşkındır kitap yayımlayan Remzi Kitabevi. Almanya’da 15.yy’dan beri yayıncılık yapan yayınevi varmış.
Eskiden yayınevlerinin başında gerçekten kitap seven, kitaplarla ilgilenen insanlar olduğunu anlatıyor yazar. Ama artık durum değişmiş, çünkü ticaret zihniyeti ağır basar hale gelmiş. Amerika’da bir yayınevinin başına yeni bir CEO getirilmiş. Adam açık açık “Ben hiç kitap okumam. Sadece benim için kitap okuyacak insanları işe alırım” demiş. Sadece kâr maksimizasyonuna yönelik kitap basımı yani, kalite kaygısı yok.
*
Bunun dışında roman, şiir, müzik, sinema, bunlar arasındaki ilişki, hapsedilen yazarlar, intihar eden yazarlar, Yaşar Kemal, Köroğlu... gibi pek çok konu ve kişiye değinilmiş kitapta.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder