Benim de Okuyacaklarım Var
Biraz uzun bir yazı
döşeyeceğim.
Önce geçen ay aldığım ve okuduğum kitapları gözden geçireceğim,
sonra bu ay aldıklarımı göstereceğim,
sonra çok cici bir
okul tanıtacağım size.
Nihayetinde de biraz
Taksim’e değineceğim.
Hazır mıyız?
Eğleniyor muyuz?
Bir “yolda okumalık”
kitap
Bu kategoriye sadece
romanlar dahil oluyor. Bu türün haricindeki bir kitaba yolda kafam basmıyor.
Bassa da altını çizme isteği hasıl oluyor. Altını çizme isteğimi
uyandırmayacak, illa uyandıracaksa da sayfa kenarını büzüp, eve gelince altını
çizmek suretiyle giderilebilecek bir hissiyatı sağlayan kitapları tercih
ediyorum yolda.
İmkansızın Şarkısı’nı
bu kategoride değerlendirdim. Çantamda il il dolaştı desem yalan olmaz.
İlkin Karaköy’deki
Sebo Börek’te başladım. Bu arada orada çay ne kadar pahalı ya. 3 liraya çay mı
olur? Hadi böreğini, kahveni pahalı satarsın da çayın pahalısına kılım arkadaş.
Çay dediğin arka arkaya iki, üç, dört, beş kere içilebilen bir içecek olmalı.
Ha bunları söyleyen ben de çayı pek severmişim gibi oldu. Olursa içerim,
yanımdakine eşlik etmek için, ama yoksa da aramam.
Burada başladığım
kitaba Mersin’de devam ettim. Böyle de bir insanım. Sebo Börek’te başladığım
bir kitabı Mersin’de bitirmezsem o gece gözüme uyku girmez.
Mersin’de saat 11:00
gibi adliyeden çıktım, sabah kahvaltı da etmemiştim. Adliyenin yakınında gözüme
çarpan “Akdeniz Lezzet Köşesi” ne çömdüm. Esasında kahvaltı tabağı isteyesim
vardı ama çekindim, mekan çünkü döner, kebap, pide resimleriyle dolu, kimse
orada kahvaltı tabağı istemezmiş gibi geldi. Hasbelkader ben istesem ortamın
yabancısı olduğum anlaşılır, ki bundan da hiç hazetmem, ben her yerde o şehrin
yerlisi gibi görünmeyi severim, o yüzden kaşarlı tost istedim. Mersin yerlisi
çünkü ille kahvaltılık bir şeyler yiyecekse ve kahvaltısını “Akdeniz Lezzet
Köşesi”nde yapacaksa kaşarlı tost ister.
Kaynak: götüm
İkinci kategorim
“evde reklam arasında olur, yemeğin pişmesini beklerken olur, bu tip zamanı
değerlendirmelik” kitap
Bunlar fazla kafa
yormayı gerektirmeyen, devamlılık şartı aramayan, bugün okudum, 10 gün kitabın
yüzüne bakmadım, 11.gün kaldığım yerden devam etsem gene anlayacağım türde
kitaplar oluyor.
Fazıl Say’ın YalnızlıkKederi de bu sınıfta yer aldı.
Evde başladım, sonra
Mersin’e giderken bunu da yanıma aldım. Zaten İmkansızın Şarkısı’nda yarıya
gelmişim. Birkaç saat içinde bitecek belli. Sonra ne yapacağım? Hop, Fazıl
Say’ın kitabı.
Gerçi bu sırayla
okumadım. Sabah İstanbul’dan kalkan uçakla Yalnızlık
Kederi’ni elime aldım. Zaten yarısını okumuştum. Adana’ya indiğimizde bitti
bitecekti. Adana Havaalanı’ndan Mersin otobüsüne bindim, tam orada bitti.
Planlı programlı,
geleceği gören, kendini tanıyan insanım. Bu iki kitabın da gurbet ellerde
biteceğini bildiğim için yanıma bir de Satranç’ı aldıydım. Duruşma sıramı
beklerken ona başladım.
Satranç oynamayı az
buçuk biliyorum. Ama hiç kendimi geliştirme isteğim olmadı. Aslına bakarsanız
satranç dahil, tavla,okey… vb hiçbir taş oyunu; hiçbir kağıt oyunu, hiçbir
bilgisayar oyunu ilgimi çekmiyor. Sarmıyor.
Böylece verimli bir iş
seyahati gerçekleştirmiş oldum. Bir şehir Üç Kitap
Mersin’den Adana’ya
trenle geçiyorum. Bugüne kadar istasyonda bilet alırken bana hep öğrenci bileti
kesiyorlardı. Ben de bir mutlu oluyordum, bir mutlu oluyordum.
Sonra gidip iade
ediyordum, “Ah ben öğrenci değilim, tam’ım” diyerek…
dememi beklerdiniz
değil mi? Benden ve duyarlı vatandaşlardan böyle bir davranış beklenir
gerçekten. Ama ben “Zuhaha öğrenci bileti kesmişler, hohoho” diye sevinip trene
atlıyordum. Trende bilet kontrolüne geldiklerinde, öğrenci kimliği isterlerse
ne yaparım diye de kafamda sahneler canlandırıyordum. “Öğrenci mi? Ben öğrenci
değilim ki. Kimse bana sormadı ki öğrenci misin diye. Bana öyle bir bilgi
gelmedi. Bana öğrenci misin, denmedi. Ben sadece Adana’ya bir bilet istedim.
Direkt bunu verdiler. Sorsalar söylerdim öğrenci değilim diye….” bik bik
ötmeyi, en sonunda “ Tamam ya neyse farkı öderim, nedir yani, allaallaaa” diye
söylenmeyi göze alıyordum.
Bu şekilde 3-4 defa
trene binmişliğim var. Fakat en sonunda gişede “Öğrenci misiniz?” diye
sordular. Bence de sorsunlar. Sonra bazı istismarcı vatandaşlar çıkabiliyor,
görüyorum yani etrafta, öğrenci olmadığı halde öğrenci biletiyle yolculuk
yapıyorlar, çok ayıp çok.
Son bir kategorim
daha var.
“Yatmadan önce
okumalık” kitap.
Bunu daha ziyade
kalın kitaplar arasından seçiyorum. Çantada taşıması ağırlık yapacak kitapları
evde okumayı tercih ediyorum.
Oblomov bu
tercihlerimdendi.
Okuyorum, uyuyorum.
Ondan sonra bir dünya acayip acayip rüya.
Bu arada Oblomov
abimiz tembellikte çığır açmış. Ben bu konuda kendimi “master degree” adderdim
ama ı-ıh, abimsin Oblomov.
Gelelim bu ay aldığım kitaplara.
İşte Haziran kitaplarım:
Yakından bakalım kendilerine:
Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları - John Perkins
Tayyip’in Voleleri – Deniz Yıldırım
Cüppeli Adalet – İlhan Taşçı
Postmodern Cihad – İsmail Saymaz
Islak İmza - Zübeyir Kındıra
Tertip- Av. Mustafa Hüseyin Buzoğlu
Toplu Yazılar – Mahir Çayan
Belediye İhale Dalavereleri – Harun Gürek
Öcalan’ın İmralı Günleri – Cengiz Kapmaz
Bu kitaplar 2012 yılının yasaklı kitapları.
Bu kitaplar toplatılma, yasaklama ve yargılamaya maruz kaldı. Yazarları da çeşitli baskılara uğradı.
Bu kitaplar toplatılma, yasaklama ve yargılamaya maruz kaldı. Yazarları da çeşitli baskılara uğradı.
Bu kitapları okuyup, bilinçlenip, kendisini “Tayyip
sevdalısı” diye nitelendiren arkadaşların karşısına belgelerle çıkacağım.
“Bu
da mı gol değil?” diyeceğim.
D&R dönem dönem şahane bir uygulama yapıyor ve 5 liraya kitap
satıyor. İşte onlardan bir kuple:
Yazamadığım Romanın Öyküsü - Yiğit Okur
Savaş Çağı Umut Çağı - Oya Baydar
Satılık Gerçek - Ingvar Ambjörnsen
Başka Dünyalar - Nadine Gordimer
Tarçın Kokulu Kız - Jorge Amado
Bir de birazcık utanarak söylüyorum, ne okuyacağım biliyor musunuz?
Pucca serisi.
Arkadaşımdan ödünç
aldım bunları. Merak ettim “twitter fenomeni” olan bu arkadaşımız
neler yazmış da üç
cilt kitap olmuş.
Kitap almak
noktasında bu kadar şanslı olmayanlar için bir internet sitesi var: http://kitapagaci.org/
Burada ihtiyacı olan
arkadaşlara, kardeşlerimize kitap gönderebiliriz.
Bu çerçevede Siirt’te
bulunan Tepecik İlkokulu’nun öğretmeni okulunun kitap ihtiyacından bahsetmiş.
Çam sakızı çoban armağanı şunları gönderdim.
1 liraya, 1,5 liraya
satılan kitaplar bunlar. Gerçi okumadım da içeriğini. Böyle tarihi olayları
anlatan çocuk kitapları genelde gerçeklerden uzak hamaset yığını olur ama.
Okulun internet
sitesini inceledim:
Soldaki sekmelere
baktım. “Öğrencilerimiz” sekmesi ilgimi çekti. “Bütün öğrencilerin tek tek
fotoğrafını mı koymuşlar?” diye şaşakaldım ilkin. Okul deyince aklıma yüzlerce
öğrenci geldiği için.
Tıkladım.
1-A
sınıfında 2 öğrenci,
2-A sınıfında 2
öğrenci,
3-A sınıfında 6
öğrenci var.
Toplamda 10 kişilik
bir okul. Öğrencilerin soyadları da hep ya Emir ya Deniz.
Sonra “Kadromuz”a
baktım. Bir tane öğretmen var. Kendisi aynı zamanda okulun müdürü. Okuluna
kitap rica eden de o.
Bu ricaya karşılıksız kalamadım. Siz de
kalmayın.
Tepecik
İlkokulu
Tütün Köyü
Tepecik
Mezrası
Kurtalan/Siirt
adresine bu
yavrular için siz de birkaç kitap gönderin.
Bu kitapları paketleyince ufacık birşey çıktı ortaya. |
PTT Kargo ile birkaç günde ulaşıyor. |
Okul müdürü o
kadar nazik biri ki kitaplar okuluna ulaştığında kitaplarla öğrencilerin
fotoğraflarını çekip bana iletebileceğini, hatta bana hitaben bir de teşekkür
mektubu yazdırabileceğini söyledi.
Hepi topu 6
kitap için böyle bir şey istemeye çekindim ben. Ama “Gönderdiğiniz kitabın miktarı önemli
değil. Öğrencilerimi düşünüp elinizdeki kitapları yollamanız bizi mutlu etti.” dedi.
Asıl ben bu incelik karşısında mutlu oldum.
Bu şirin okul, bu güzel
öğretmene sahip olduğu için çok şanslı.
26 Mayıs-1 Haziran
tarihleri arasında “İstiklal’e okumaya çıkıyoruz” diye bir sergi oldu.
Bu çerçevede hayatın
içinde kitap okuyan insan fotoğrafları sergilendi.
Traş olurken, ekmek yaparken, döner keserken kitap okuyan insan görüntüsü çok sahte tabi ama olsun, gülümsetiyor.
Ve laf Taksim’den
açılmışken Gezi Parkı olaylarına değinmezsek olmaz.
Daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış Taksim Gezi Parkı fotoğraflarıyla karşınızdayım.
Dur doğruyu söyleyeyim, daha önce facebook, twitter, instagram hesaplarımda yayınladım. Bende yalan yok.
Dur doğruyu söyleyeyim, daha önce facebook, twitter, instagram hesaplarımda yayınladım. Bende yalan yok.
Her şey Gezi
Parkı’nın yıkılıp yerine AVM yapılmasına direnilmesiyle başladı. Sadece küçük
bir gruptu bu. Gezi Parkı’na çadırlar kurup eylemlerini sürdürüyorlardı. Küçük
çapta ve zararsız bir eylemdi bu.
Sonra polisler buraya
sabaha karşı bir baskın düzenleyip çadırları yıkmaya, yakmaya başladılar.
Bu durumdan ilkin
twitter, facebook… vb kanallarla insanlar haberdar oldu. Zira televizyon ya da
gazetelerde bu hususa hiç değinilmedi.
Polisin bu sert
tutumu karşısında insanlar birer ikişer Gezi Parkı’na gelmeye başladı. Işığı gören geldi.
Üstelik şehrin
göbeğinde polis fütursuzca gaz bombaları atıp, eylem yapan yapmayan ayrımı bile
gözetmeden, sadece oradan geçmekte olan insanlara bile zarar verince olaylardan
bihaber insanlar da polis şiddetinden rahatsız oldu.
Tüm bunların üstüne
Taksim’de günlerdir eylem yapılırken ve polis orantısız güç kullanmanın dibine
vurmuşken televizyondaki haber kanallarında salak salak programlar olması
ayrıca çıldırtıcı oldu. (Gerçi programlar salak salak değildi de, Taksim’de polis
insanları yaralarken, öldürürken haber kanalıyım diye geçinen kanalların
bunlardan hiç bahsetmemesi dehşetti)
Bu olaylar başbakanın
“başbelası” dediği sosyal medya aracılığıyla yayıldı da yayıldı.
Olay artık sadece
Gezi Parkı değil, polis şiddetine karşı, hükümetin anti demokratik
uygulamalarına karşı bir başkaldırış oldu. İnsanlar bugüne kadarki
suskunluklarının, sessizliklerinin, tepkisizliklerinin acısını çıkardılar.
Polis, Taksim’de bu
vahşeti sergilerken Türkiye’nin diğer şehirlerinde de Taksim'e destek için yürüyüşler, eylemler oldu.
Polis bu şehirlerde
de zaman zaman orantısız güç kullanmaya devam etti.
Polis şiddeti
arttırdıkça, insanların da tepkisi arttı, kalabalıklar çoğaldı.
Türkiye bu haldeyken
başbakan, yurtdışı gezisine çıktı. Başbakanın yurtdışına çıkmasıyla medya ufak
ufak bu olayların haberlerini yapmaya başladı. Basının 10 gün sonra anca haberi
olduysa demek ki.
Polisin olmadığı
noktalarda insanlar güven içinde bir araya geldi. Bu kapsamda Taksim Gezi
Parkı’nda bambaşka bir yaşam oluştu.
İşte bu eylemler 15
günü geçti. Polis müdahale etmediği zaman sorunsuz geçen eylemlerde polisin
müdahalesi ile olaylar çıkıyor. İnsanlar can güvenlikleri için polisten uzak
duruyor. Böyle bir garabet
Siyasetçilerimiz ise
tansiyonu daha da yükselten açıklamalarıyla yangına körükle gidiyor.
Sonumuz hayrolsun
bakalım.
Çok güzel bir yazı olmuş , ellerinize sağlık :)
YanıtlaSilteşekkür ederim :)
SilUzun yazılarınızı beğenerek okuyorum (fotoğraflar da ayrı bir güzellikte). Pucca'yı görünce yüzümü buruşturduğumu itiraf edeyim ama :)
YanıtlaSilO yüzden biraz utanarak itiraf ettim zaten. Salt meraktan okuyacağım.
Sil