3 Mart 2013 Pazar

NAR AĞACI





NAR AĞACI

Yazarı: Nazan Bekiroğlu

Yayınevi: Timaş Yayınları

Basım Yılı: 1. Baskı-Ekim 2012

Sayfa Sayısı: 533



Köklerini aramaya çıkmış bir hoca hanımın romanı.

Hoca Hanım, bir yandan dedesinin ve ninesinin yaşadığı topraklara doğru yol alıyor, öbür yandan elindeki eski fotoğraflara baka baka hayallere dalıyor. Kitabı etkileyici kılan da işte bu hayallere dalmalar.

Eski bir fotoğrafa bakarken bir anda kendini o fotoğrafın geçtiği dönemin içinde buluyor. Bir hayalet gibi. Kimse onu görmüyor ama o olanlara an be an tanık.

Bir dedesi Setterhan'ın yanında, bir ninesi Zehra'nın. Bir de içinde bulunduğumuz gerçek dünyada.

İçinde bulunduğumuz gerçek dünyada hiç bulunmasaymış daha iyiymiş. Ben o bölümleri, bir kısmını okumadan, hızlı hızlı geçtim. Zerre ilgi çekici değil çünkü havaalanına gittim, sonra otele gittim, dinlendim...gibi kısımlar.

Setterhan İran'da halı ticareti ile uğraşan Mirza Han'ın oğlu. O da babası gibi bu işte çok başarılı. Bunu anlamak için halı ve halı dokumacılığı üzerine bol bol izahat vermiş yazar kitapta. İyi halı nasıl olur, halıdan anlayan müşteri nasıldır... vesaire.

Böyle halı ticaretinden bahsedilince aklıma Sirkeci'deki, Gülhane'deki, Sultanahmet'teki halı dükkanları geliyor. Hiçbiri ilgimi çekmemekle birlikte almaya niyetim olsa bile oralardan almazdım sanırım. Daha uzaktan bakarken bile bir kazıkçı havası yok mu o dükkanların Allah aşkına? Bir tek ben mi öyle düşünüyorum acaba? Sanki elini versen kolunu alamazmışsın gibi, sanki x liraya satılabilecek bir halıyı, 10x liraya satacaklarmış gibi, siz de o halıyı alınca arkanızdan "Nasıl da kazıkladım kerizi?" diye pis pis sırıtacaklarmış gibi. Setterhan'ların dükkanlarından birine gelip halı bakan bir müşterinin söylediği gibi "Alt tarafı ayaklar altında ezilecek bir halıya niye o kadar para vereyim?" Zaten o kadar çok para verince insan basmaya kıyamaz. Bak mesela Dolmabahçe, Beylerbeyi...saraylarındaki halıya basamıyorsun. Basmaya kıyılır mı oğlum onlara? Hem tarihi değeri muazzam, hem onu dokuyanlar hep kör oldu. Yani hem maddi, hem manevi anlamda aşırı değerli. Evde böyle değerli bir halıya ne gerek var. Zaten paşa çocuğu muyuz? Görgüsüzlük biraz.

Setterhan'a geri dönelim. 

Yakışıklı, civanmert bu genç, atölyelerinde halı dokuyan Azam adlı genç kıza aşık. Aileler de bu işe olur veriyor.

Azam'ın duyguları burada anlaşılmıyor. Aşık değil gibi ama bu işe karşı da çıkmıyor. Hoş gerçi ona fikrini soran yok, hatta bizzat kendisine gelmiş böyle bir bilgi bile yok, ama Mirza Han'ın oğlu Setterhan'ın kendisiyle nişanlanacağı haberi kulaktan kulağa yayılınca dolaylı olarak haberi oluyor.

Mirza Han, halı teslimatı için Setterhan'ı görevlendiriyor. İlle de Setterhan gitmeliymiş çünkü halıların teslim edileceği müşteriler hatırlı kişiler. Uzun bir yolculuk olacak bu, sonrasında Azam ile nişanlanacaklar. 

Zorlu bir kervan yolculuğunun ardından Setterhan, halıyı teslim edeceği eve geliyor. Ancak evde bir matem havası. Evin beyi vefat etmiş. Halıyı evin oğlu Piruz teslim alıyor. Bu arada Piruz ile Setterhan arkadaş oluyorlar. 

Her ne kadar Piruz Zerdüşt, Setterhan Müslüman olsa da birbirlerini anlayabiliyorlar. Tekrar görüşmek dileğiyle vedalaşıyorlar.

Ancak tekrar görüşmeleri hiç de iyi olmuyor.

Setterhan, işlerini bitirip geri dönüyor. Bu arada Piruz da onlara misafir oluyor. Halı atölyesini Piruz'a göstermek isteyen Setterhan, asrın hatasını yapıyor. Zira atölyeye giren Piruz, orada Azam'ı görüyor ve görür görmez ona aşık oluyor. Azam da aynı şekilde.

Aşklarına karşı koyamıyorlar ve kaçıyorlar.

Mirza Han çıldırıyor tabi. Setterhan yıkılmış zaten. Namus meselesi haline getiriyorlar bunu. Arkadaş, neyin meselesini yapıyorsunuz? Sanki adamın karısını kaçırdılar. Aranızda söz yok, nişan yok, hoş olsa kaç yazar, gönül bu, sonra kız sana seni sevdiğini bir kere bile söylememiş. Ortada bir aldatma, ihanet yok yani. Ama yok, Tanrılar kurban istiyor.

Mirza Han, ailesinin alnına sürülmüş bu kara lekeyi(!) temizlemesi için Setterhan'a baskı yapıyor. Ama Setterhan öyle bir adam değil. Azam'ı da Piruz'u da öldüremeyeceğini bildiği, ama aynı zamanda insanların diline düşmeyi de göze alamadığı için terk ediyor bu diyarları.

Batum'a yerleşiyor. Burada Sofya ile arkadaşlık ediyor. Dolaylı olarak buradaki devrime yardım ediyor. Fakat yakalanınca, Rus bir arkadaşı sayesinde buradan kaçıyor. Kader onu Trabzon'a atıyor.

Her şerde bir hayır vardır.

Gelelim Zehra'ya.

Trabzon'da büyük annesi Büyükhanım ve büyükbabası Hacıbey ile yaşayan Zehra, hayatından memnundur. Anne, babası yok, ölmüşler ama şükür ki şahane bir ağabeyi ve büyükannesi ile büyükbabası var. Bir de resim öğretmeni Celil Hikmet.

Resme yatkınlığı olan Zehra için Celil Hikmet iyi bir öğretmen. Ailelerinin de onayı ile evleneceklerdi. Ta ki...

Hayatları 1912 Balkan Harbi ile değişiyor. Zehra'nın ağabeyi İsmail, savaşa gideceğim diye tutturuyor. Daha önce savaş görmüş Hacı Bey, bunun iyi bir fikir olmadığı konusunda onu ikna etmeye çalışsa da nafile. Celil Hikmet de cepheye gidenler arasında.

Gerçekten de savaşa gitmek İsmail için hiç de iyi bir fikir değildir. Ölümünden sonra bulunan günlüğü bunu açık açık ortaya koymakta. Düşmana tek bir kurşun atamadan tifüsten hayatını kaybetmiş İsmail. Kendisi gibi zayi olan pek çok vatan evladı ile birlikte.

Şiire yatkınlığı olan İsmail'in "Kırık Kafiye" adını verdiği günlüğü, yürek parçalayıcı. Daha asker sevkiyatını beceremeyen, askerini düşmanla karşılaşmadan yollarda telef eden, askerini besleyemeyen, açlıktan ölmesine sebep olan bir devletle yüzleşiyor İsmail. Uğruna hayatını adadığı devlet işte bu.

Celil Hikmet de şehit olanlar arasında.

Trabzon'a düşman işgali de başlayınca Zehra için yolculuk başlıyor.

Hacıbey çok yaşlı ve bir bacağı olmadığı için gidemez. Büyükhanım, Zehra, yardımcıları Yıldırım, Ermeni komşunun emaneti küçük çocuk Aguş ve köpekleri Masal ile yola çıkarlar. Yolda anasız babasız kalmış bir çocuk daha katılır aralarına.

Memlekette yoğun bir göç dalgası vardır. Daha doğrusu muhacirlik. Zorla yerinden edilir insanlar. Kimin suçlu, kimin masum olduğuna bakılmaksızın komple bir hareket. 

Doğduğun, büyüdüğün topraklardan zorla gönderiliyorsun, hiç bilmediğin bir yerde, hiç bilmediğin bir yaşama başlıyorsun. Yerleştirildiğin evde bile daha hayat belirtileri var. Evler aceleyle terkedildiği ve zaten eşyaları taşımaya uygun imkanlar da olmadığı için herkes sadece belli başlı yaşamsal eşyalarını yanına alıyor, gerisi kalıyor. Kalanlar başkalarına eşyalık yapıyor. 

Zehra'lar da İstanbul'a akrabalarının yanına geliyor. Burada nispeten güvendeler.

Nihayet Trabzon işgalden kurtulunca hep birlikte evlerine geri dönüyorlar.

İşte Setterhan ile Zehra'nın yolu nihayet kesişti. Şimdi ikisi de Trabzon'da. Aile büyüklerinin aracılığıyla tanıştırılıyorlar ve evleniyorlar.


Romanın kurgusu böyle sıralı değil. Bir Setterhan'ı anlatıyor yazar, bir Zehra'yı. Birini okurken, diğeri şimdi nerede, ne yapıyor diye merak uyandırıyor. En merak uyandırıcı kısmı da bu ikisi nerede, nasıl karşılacak. Sonsuz gibi uzun süren bir trafik var çünkü. Taht-ı Süleyman, Tebriz, Batum, Trabzon, İstanbul... Nitekim yazar da bunun farkında. "Artık bir hikayeden diğerine geçmek beni yoruyor. Zehra'nın hikayesine geçtiğimde aklım Setterhan'da kalıyor, Setterhan'ınkine geçtiğimde Zehra'da. Artık bu ırmaklar birleşse Allah'ım, diyorum. Daha ne kadar yol, ne kadar fotoğraf gerekecek bana ki bu iki ırmağı birleştireyim."

Fotoğraflara bakarak o döneme dalma hoş bir enstantane aslında ama bu kurguda ziyadesiyle gereksiz. Setterhan ve Zehra'nın öyküsü zaten o kadar sarıp sarmalıyor ki, yazar/anlatıcı gerçekte şimdi neredeymiş, ne yapıyormuş hiç ilgi çekmiyor. En fazla soluklanmamızı sağlıyor. O kısımları reklam arası gibi düşünebiliriz.

Bak şimdi aklıma geldi, acaba benim kökler nereye uzanıyor? En uzak olarak anneannemin annesi ile babasını biliyorum. Onlar da rençber insanlar. Anneannemle babaannemgiller de öyle. Zaten köyden kente geçiş anne ve babamla başlıyor. Annem de babam da sülalenin kente göçen ilk nesli. Onlardan da ben ve kardeşlerim. Yani şunun şurasında bir nesil öncem köylü, çiftçi. Onun öncesi nesil de öyle. Kuvvetle muhtemel ondan önceki nesil de. Bizde böyle ağalar, paşalar, zenginler olduğunu sanmıyorum. Hoş olsa kaç yazar. "Benim dedemin dedesi sadrazam x paşaymış"ın bana ne faydası var? Bu bilgi gerçek hayatta ne işimize yarayacak hocam?



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder