8 Mart 2024 Cuma

ZAMİR

 


ZAMİR

Hakan Günday

2021

Doğan Kitap

1.Baskı – Ekim 2021

368 sayfa

 

Hakan Günday’ın savaşlar ve barışlar hakkında “bakın ben neler biliyorum?” diye avaz avaz haykırdığı bir kitap. Hem gerçek tarih hem kurmaca tarih olarak bol bol bilgiye boğuyor. Romanın didaktik kısmı kurgu kısmından daha yoğun. Bu tarzı en çok Zülfü Livaneli’de gözlemliyorum ve sevmiyorum. Yetişkin bir okur olarak keyifle roman okuyayım diye elime aldığım kitaptan okul çocuğunun ders kitabı okuması gibi bir his almak istemiyorum. Bu tarz yazarları kandırıkçı buluyorum. Yazar sanki diyor ki: “Ey okur, sen bilmezsin, bak böyle böyle şeyler oluyor dünyada, tarihte de bu var, sen bunları araştırıp öğrenmezsin, ben en iyisi roman ayağına sana bunları öğreteyim.” 

*

Kitapta önce bir mülteci kampındayız. Halep’te El-Aman mülteci kampında gönüllü çalışan Norveçli bir doktor görüyoruz. Doktor Asbjörn. Doktor, burada bombalardan yaralanan bir bebeği ameliyat ediyor, daha sonra bu kampta yaşadıklarına daha fazla dayanamayıp memleketine dönüyor ve alkolik oluyor. Sonrası ölüm.

Adını Zamir koyuyorlar kamptaki bu bebeğin. Arapçada vicdan ve gerçek niyetmiş anlamı.

Bebek kimsesiz. Öğreniyoruz ki patlamadan altı gün önce Türkiye’de doğmuş, sınırın diğer tarafına geçirilmiş. Bebeği oraya bırakan annesi Zerre. Türkiye’nin sınır köyü Palaz’da yaşayan, küçük yaşta evlendirilen ve tabii ki okutulmayan bir kız çocuğu Zerre. Köylüler, El-Aman mülteci kampının bile bu köyden daha refah içinde olduğuna inanıyor, köylü çocuklar El-Aman’a gitmeye özeniyor. Zerre de yeni doğan bebeğini, kamyoncu Raif’e verip onu El-aman’a bırakmasını istiyor. Sonra Raif ile buluşup İstanbul’a kaçmayı planlıyorlar. Zerre bebeği Raif’e ulaştırıp köye dönüyor ve kocasını, öz annesini, imamı vuruyor, kendisi de intihar ediyor.

Bu kısımlarda bunun gibi başka hikayeleri de okuyoruz. Kocasının akrabası tarafından tecavüze uğrayan, ama bunu dile getiremeyen, getirse de kimsenin inanmayacağı bir kadın, bebeğini ıssız bir yere bırakmayı düşünüyor. Ama yanlışlıkla mayınlı bölgeye giriyor. Orada trajik şekilde can veriyor.

*

Zamir, bombalardan yaralanan yüzüyle savaşlarda yaralanan bebekler için yapılan yardım kampanyalarının yüzü oluyor. Bir barış vakfı çocuğu sahipleniyor ve Zamir profesyonel olarak bir vakıf çalışanı oluyor, buradaki en önemli rütbe olan sunuculuk yapıyor. Vakfın amacı savaşan tarafları bir araya getirmek ve barışı sağlamak için her şeyi yapmak. Zamir de bu çerçevede çok çalışıyor. Bu kısımlarda öğreniyoruz ki bu vakıfların arka planlarında başka işler dönüyormuş. Aslında görünen pek çok şeyin arkasında başka şeyler dönüyormuş. Diyor ki:

“Sizi barıştıran her kimse, savaştıran da odur!”

“Ve sizi her kim doyuruyorsa, bilin ki aç bırakan da odur!”

Sf.339

*

Bir aktör, Zamir’e yüzünü miras bırakıyor. Yüz ameliyatı geçiren Zamir artık ölmüş bir aktörün yüzüyle hayatına devam ediyor. Bunu yeni bir başlangıç sayıp savaşları bitirecek asıl şeyi düşünmeye başlıyor ve çözümü bir din kurgulamakta buluyor.  İnsanların birbirlerini öldürmesini engellemenin yolu yeni bir din ve bu dinde Tanrı insanın ta kendisi. Her insan Tanrı. Böylece hiçbir insan başka bir insanı öldüremez diye düşünüyor. Bu dini tanıtmak için Kabe’ye gidiyor. Rusya ve Çin arasında savaşa sebep olmuş gizli görünmezlik böceğine sahip olan Zamir bu aygıtı Kabe’ye atıyor. Böylece bir süre Kabe gözden kayboluyor ve insan insana secde ediyor gibi bir görünüm oluşuyor. İnsanı insana tapar gösteren bu görüntü ile dini yaymada ilk adımı atıyor. Ve Zamir artık hikayesini yazmaya başlıyor.

*

Bu son güzel olmuş, ilginç, değişik. Bu sonu sevdim ama bu sona giden yol biraz bıkkınlık getirdi.

Öncelikle en başta açıkladığım eğitici tutumu yüzünden keyfim kaçtı. Sonra da benim burada sırayla anlattığım hikaye kitapta bölük pörçük anlatılıyor. Bir baştan bir sondan, bir bugün bir yıllar öncesi, bir A kişisi, bir B kişisi, sonra birinin hayatının bugünü, sonra diğerinin hayatının geçmişi… Okuyucu olarak sen kafanda sıralayacaksın bunları. En sevmediğim tarz. Ben giriş-gelişme-sonuç seviyorum. Kronolojik sıraya uygun olarak okuyup öğrenmek istiyorum karakterin hayatını ve serüvenini. Böyle geçmiş ve bugün arasında yoğun trafik olması keyif vermiyor bana.

*

Kitap daha başka çeşitli ilginç fikirler ve olaylar da içeriyor. Örneğin;

Türkiye’de Allah var mı yok mu diye halk oylaması yapılması. Hükümet bu oylama ile şunu amaçlıyor: Oylama sonunda Allah vardır sonucu çıkarsa, Allah'ın kelamı hüküm sürecek, bunu da hükümdar yapacak.

O sırada Almanya’da Türklerin Almanya’dan kovulması söz konusu. Türkler Alman hükümetinin bunu yapmayacağını düşünüyor ama Alman hükümeti, Nazi dönemini hatırlatır yöntemlerle Türkleri Almanya’dan atmayı planlıyor.

Dünyanın başka bir yerinde ise Suriye’de yaralı bulunan bebekler kendi aileleri yerine İsviçre’de zengin ailelere veriliyor. Bu işi yapan kişi bu çocuklar Suriye’deki sersefil ailelerine gitseler daha mı iyi, burada refah içinde yaşıyorlar diye savunuyor.

İlginç bir üründen bahsediliyor kitapta. Kılavuz bavul. Bavul bir çeşit navigasyon işlevi görüyor, yol gösteriyor, insanlar bavullarının peşi sıra gidiyor.

Kitaptaki bir başka ilginç fikir de nefret pornosu. Porno sektöründe var mı bu kategori bilmiyorum. Irkçılıktan devşirilen bir porno türü. Düşman halklardan birinin şiddete uğradığı, tecavüz edildiği bir porno türü. Zamanla halkların kendilerine kötülük etmiş insan ya da gruplardan intikam almasını içeren bir içeriğe dönüşmüş, buna da karma porn denmiş.

Bu ilginç fikirlerin yanı sıra yine ilginç bulduğum bir şey yapmış yazar. İnsanları sık sık memleketleriyle adlandırmış. Örneğin Edinburglu Calhoun, Pasarofçalı Zivko, Olotlu Jacinta, Palermolu Federico, Londralı Grace, Beytüllahimli Yossi… gibi. Kişilerin bireyselliklerinden çok milletlerine önem verildiğini ortaya koymak için böyle kullanmış galiba. Ya da barış planlarının arkasında ne kadar çok çeşitli insan olduğunu ortaya koymak için, bilemiyorum.

Çeşitli milletlerden ve tarihten bahsederken Türk-Ermeni ilişkilerine de değinmiş. Yerlileri katleden Amerikalılar, Boşnakları katleden Sırplar, Cezayirlileri katleden Fransızlar, Yahudileri katleden Almanlar... diye sıraladığı listeye "Ermenileri katleden Türkler" diye de eklemiş. Bu da tat kaçırdı.

(Eskiden bu durum yazarların yargılanmasına sebep oluyordu. Elif Şafak ve Orhan Pamuk bu sebepten yargılanmıştı. Yazarların yazdıklarından ötürü yargılanmasını yanlış buluyorum. İnsanlar yazdıklarından, yani fikirlerinden değil, eylemlerinden sorumlu tutulmalı kanaatindeyim.) 

*

Hakan Günday'ın kitaplarındaki karanlığı sevmem ama bazı cümleleri hoşuma gidiyor. Örneğin;

“Çünkü o kadar acıdan sonra, yola çıkanla hedefe varan aynı kişi olmaz.” Sf.17

“Çünkü bir savaşta sivillere karşı düzenlenmiş hangi saldırının yargı konusu olacağı, savaş sonunda mahkemeyi kimin kurduğuna bağlıydı.” Sf.30

“Çünkü biliyorlardı ki modern dünyada hafızayı yönetmek, yani kimin neyi unutup neyi hatırlayacağını ya da neyi nasıl hatırlayacağını belirlemek mümkündü.” Sf.31

“Zaten kolay olsa o karar alınmaz verilirdi.” Sf.32

“Çünkü o iki ülkede de kadınlar, barış zamanında bile bir savaş esiri olarak doğarlardı. Savaşı doğarak kaybeder ve erkeklere esir düşerlerdi.” Sf.36

“Dolayısıyla her yerde olduğu gibi bu havaalanında da insanlar yanımdan birer ambulans gibi geçip gidiyordu. Evet, tam da ambulansa benziyorlardı. Çünkü aslında acil olan tek şey içlerinde taşıdıkları hastanın durumuydu.” Sf.38

“Bebekler bile belki de bu yüzden seviliyordu. Hiç kullanılmamış insanlar oldukları için.” Sf.39

“Yıllar içinde anlamıştım ki yeni kurulan silahlı örgütler ile düğün hazırlığı yapan gelinler arasında bir benzerlik vardı. Her iki grup da her şeyin mükemmel olmasını isterdi.” Sf.144

“Çünkü bir Doğulu Batı’ya giderse, ona orada göçmen deniyor ancak Doğu’da yaşayan bir Batılının sıfatı daima expat oluyordu.” Sf.154

“Çünkü bu şehir bir uyuşturucu! Buraya gelen öyle bir uyuşuyor ki nasıl bir cehennemde yaşadığının farkında bile değil! İstanbullu dediğin aslında bir bağımlı!” sf.155

“Tabii bir de bu kadar güçle ne yapılacağı sorusu var… İlk akıllarına gelen, politikaya atılmak oluyor. Ama hemen anlıyorlar ki bu büyük bir hata! Çünkü politika, sürekli göz önünde olmak ve sorgulanmak anlamına geliyor. Politika yapmanın en iyi yolunun hükümetleri satın almak olduğunu derhal kavrıyorlar.” Sf.179

“Ayrıca bir şehirdeki yardım kuruluşu sayısına bakarak oradaki sömürünün düzeyini ölçmek de mümkündü. Buna göre kapitalizmin başkenti olan New York hayır işi sektörünün de merkeziydi. Ne de olsa bu sektör ancak gelir adaletinin bulunmadığı yerlerde serpilebiliyordu.” Sf.208

“Eğer insan cehennemde doğmuşsa bir iblis olmayı reddedebilir miydi? Sf. 212

“Çünkü tanıdığım çoğu dini lider gibi o da ağlamayı çok severdi. Özellikle idam kararlarını ağlayarak verirdi.” Sf.216

“Türkiye’deki aile yapısı çocuk kalmış yetişkinler üretiyordu. Hatta çocuk kalmış yetişkinler, nüfusun çoğunluğunu oluşturuyordu. Öyle olmasa Türkiye’de devlete baba, denir miydi?” Sf.269

“Örneğin bir Portekizli bir İspanyol’dan söz ederken Avrupalı demeyip milliyetini belirtiyor ama bir Ugandalı ya da Burmalıyı, üzerinde yaşadıkları kıtayla anarak Afrikalı ya da Asyalı olarak tanımlıyordu. (…) Yani aradaki mesafe büyüdükçe ayrıntılar kayboluyor ve insanlar birbirini bir yığın olarak algılıyorlardı.” Sf.356

“İnsan insanı görebilse dünya bambaşka bir yer olacaktı! Çünkü insanın doğasında gördüğüne inanmak vardı!” Sf.360

 

Altını çizdiğim cümlelerin çoğunun “Çünkü” ile başladığını fark ettim… Ders anlatır gibi roman yazmış diyorum işte. Ben de dersi iyi dinlemişim galiba.

Yalnız bu arada Hakan Günday’ın bu ifadelerinin bazısından eser miktarda Yılmaz Erdoğan vibe’ı alıyorum. Ufuklara bakarak bilge bilge laflar etmeler… Edebiyatına/sanatına yapılan övgü ve alkış erkekleri bir zaman sonra Yılmaz Erdoğan’a dönüştürebilir korkarım.

*

Diğer Hakan Günday kitapları için 

Bkz: Kinyas ve Kayra

Bkz: Zargana

Bkz: Piç

Bkz: Malafa

Bkz: Azil

Bkz: Ziyan

Bkz: Az

Bkz: Daha


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder