AZİZ SANCAR VE NOBEL'İN ÖYKÜSÜ
Orhan Bursalı
2016
Kırmızı Kedi Yayınevi
1. Basım - Mayıs 2016
210 sayfa
Orhan Bursalı, Aziz Sancar'ın yakın arkadaşıymış. Yıllarca Aziz Sancar'ın Nobel'i hak ettiğine dair yazılar yazmış.
Aziz Sancar'a, Nobel ödülü aldığını sabah 5'te ev telefonunu arayarak söylemişler. Karısı Gwen (biyokimya profesörü) açmış, eşinin uyuduğunu, sonra aramalarını söylemiş. Telefondaki ses ısrarla şimdi konuşması gerektiğini, Stockholm'den aradığını söyleyince Gwen Hanım anlamış mevzuyu. Stockholm=Nobel çünkü.
Kural gereği Nobel ödülü aldığı kendisine haber verilen kişi yarım saat bunu kimseye söylememeliymiş. Yarım saat sonra Nobel Komitesi bunu dünyaya duyuruyormuş.
Aziz Sancar, Nobel ödülünü aldığını öğrenince de bunu ilk Orhan Bursalı'ya söylemiş.
Kitap her ne kadar "biyografi" olarak sınıflandırılsa da yazar, kitaba bir biyografi değil, öykü olarak bakmamızı istiyor.
Nesnellik kaygısı ile ilgili de 20 yıldır Nobel almasını beklediği bir arkadaşı söz konusu olduğundan anlatım coşkusunu buna yormamızı istiyor.
Aziz Sancar'a 2015 Kimya Nobel ödülü kazandıran buluşu DNA'nın kendi kendini onarım mekanizmasını bulması. Bu buluşu anlaşılabilir bir dille anlatmış yazar. Ben anlamadım o ayrı, ama dili anlaşılabilir. Tabii biyoloji ya da konuyla ilgili diğer branşların öğrenci ve çalışanları okusa daha iyi anlar.
Aziz Sancar, aslında ödülü tıp alanında alacağını düşünmüş, ama kimya için uygun görülmüş.
Aziz Sancar 8 Eylül 1946'da Mardin Savur'da doğmuş. Babası Abdülgani, Annesi Meryem. Sekiz çocuktan yedincisi. Annesi okuma yazma bilmezmiş ama bütün çocuklarının eğitim almasında ısrarcı olmuş.
Mardin'in Savur ilçesinden ABD'de kürsü profesörlüğüne uzanan bir yol var yani karşımızda.
İstanbul Tıp Fakültesi mezunu.
Aslında üniversitede kimya okumak istiyormuş. Ama tıbbı kazanan arkadaşlarından ayrılmamak için tıp seçmiş. Oradan da biyokimyaya geçmiş.
İstanbul Tıp Fakültesinde, iyi okullardan gelen öğrencilerin yanında az gelişmiş güneydoğudan gelen bir öğrenci olarak da başarılı olunabileceğini göstermek istemiş. "İstanbul'da hiç sinemaya, konsere ya da maça gitmedim." diyor. sf.53
Tam bu duruma yazıklanacaktım ki kendi öğrenciliğim geldi aklıma. Ben de öğrencilik dönemimde (Marmara-Hukuk) sık sık sinemaya, konsere gidiyor değildim. Çünkü maddi imkansızlık. Ama onunkisi maddi imkansızlıktan ziyade çalışmaktan zaman bulamaması sanırım.
"Türkiye bana çok iyi bir tıp eğitimi vermişti. Bu ödülün ülkemdeki araştırmacılara güç ve güven vermesini beklerim." demiş. sf 33
"Ülkemdeki araştırmacılar" mı? Ama Azizciğim Sancarcığım, siz Nobel ödülünüzü ülkemizde yaptığınız çalışmalarla kazanmadınız ki. Çünkü ülkemizde size böyle çalışma alanları yaratacak bir vizyon yok. Fiziki imkanları geçtim, onlar hallolur. Yeter ki buna dair vizyon olsun. O yüzden "ülkemdeki araştırmacılar" deyince bir mahzunluk çöküyor bana. Yazarın tabiriyle "araştırma fakiri ülke"yiz biz. Ülkemizdeki araştırmacılar için sadece bir an önce ABD'ye gitmeleri gerektiği yönünde umut olabilirsiniz.
Çünkü ne yazık ki;
"Türkiye'de üst düzey bilim yapmanın olanakları çok sınırlı." sf.59
"Türkiye'de ulaşabileceğin yer sınırlı." sf.59
"Türkiye bir sağır sultan memleketi...Dinlemiyorlar..." sf.59
Tıp fakültesini birincilikle bitirmiş. Bütün dersleri pekiyi iken sadece parazitoloji dersi iyiymiş. Onun sebebi de çok sevdiği hocasına bilgi derinliğini göstermek için soruları uzun uzun yanıtlarken sürenin geçtiğini fark etmemesiymiş.
Tıp fakültesinden sonra hocası Muzaffer Aksoy'un teşvikiyle John Hopkins Üniversitesi'ne gitmiş. TÜBİTAK'tan aldığı NATO bursuyla. İngilizce bilmeden. (Yıl 1971) İngilizceyi orada altı ay içinde öğrenmiş.
ABD'ye gitmeden önce iki yıl doktorluk yapmış ama hekimlik yapmayı entelektüel açıdan sıkıcı bulmuş.
John Hopkins'te mutlu olamamış. Hocasıyla geçinememiş. Depresyona girmiş Psikoloğu, ülkesine gitmesi tavsiyesinde bulunmuş.
Türkiye'ye dönüp kendisini iyi hissettikten sonra tekrar ABD'ye gitmiş ama aynı üniversitede olmak istemediğinden başka yerlerin kapısını çalmış. Bu yüzden de bursundan olmuş. Başvurduğu üniversitelerden ret yanıtı gelmiş.
Yılmadığına ve pes etmediğine sık sık vurgu var kitapta. Bir de Türk olmasının getirdiği gururdan bahsediyor.
Aziz Sancar'ın demeçlerinden onun milliyetçi bir insan olduğunu anlamak mümkün. Üniversitede de ülkücülerle takılmış. Ama şiddet içerikli bir eylemde yer almadığını söylüyor.
Kendisini vatansever, milliyetçi diye tanımlıyor. Hatta "Bende 'Biz Türkler herkesten üstünüz kompleksi' vardı." diyor. sf.66.
Aziz Sancar, ilkokul eğitimini, cumhuriyet döneminin yetiştirdiği öğretmenlerden almış. Sanırım milliyetçiliği buradan geliyor. Çünkü öğretmenleri için "Onlar bana, Türk halkının tarihinden gurur duymayı ve büyük şeyleri başarabileceğimizin güvenini aşıladılar." diyor. sf.43. İşte anahtar ifade bu: gurur duymak ve kendine güvenmek. Bugün bizde bunlar yok. Tarihimizden gurur duymadığımız gibi kendimize de halkımıza da güvenmiyoruz. Bunu da eğitim sistemine vurabiliriz. Böyle bir bilinçle yetişmiyor artık nesiller. Okullarda bu gururu ve güveni verecek bir sistem olmadığı gibi ailelerde de yok, televizyonlarda da yok, kitap desen zaten yok.
Sancar'a Türkiye'de 2013'te TÜBİTAK Bilim Ödülü verilmiş. Ama ödülünü almak için Türkiye'ye gelememiş. Neden biliyor musunuz? Çünkü ödül töreni birkaç kez ertelenmiş.
İnsanın "yapacağınız işi..." diyesi gelmiyor mu? Ondan sonra gurur duy bu ülkeyle.
Nobel ödülü kazananın 14 davetli götürme hakkı oluyormuş. Orhan Bursalı da bu davetliler arasındaymış. Ödül töreni seremonisini de yazmış kitapta.
Ertuğrul Özkök de ödül törenine yancı olarak gitmiş. Aman o eksik kalmasın. Aziz Sancar, Ertuğrul Özkök'ü tanımıyormuş, gelip gelmemesi konusunu Orhan Bursalı'ya bırakmış. Orhan Bursalı da gelmesine olur vermiş. Aslında fena bir karar değil. Ertuğrul Özkök böyle tören, parti, balo, konser gibi şarabik konularda gayet iyi. Bence de eksik kalmamalıymış.
Labaratuvarda yatıp kalkan bir insan olarak karısıyla nasıl tanıştığını merak ettim ama bu konuda ayrıntı yok kitapta. Sadece evlenme teklifini karısı yapmış, onu biliyorum.
Kitabın önsözünü Aziz Sancar yazmış.
Orhan Bursalı ile siyaseten ayrı düştüklerinden ama yakın arkadaş olduklarından bahsetmiş.
Bir röportajda çocuklara "Aziz Sancar deyince aklınıza ne geliyor?" diye sormuşlar, çocuklar aşağı yukarı "Nobel ödülü, şan, şöhret" diye cevaplamış. Aziz Sancar şan ve şöhretle tanınmak istemiyormuş. Çok ama çok çalışmışlığına vurgu yapıp çocuklarımıza da "şan ve şöhretin sadece olağanüstü çalışmanın bir yan etkisi" olduğunu anlatmamızı istiyor.
"Nobel almak için araştırma yapacağım demeyin, insanlık için, toplum için bir şeyler yapacağım deyin." sf.15 diyor ki haklı.
Siyasete bulaşmak istemiyor çünkü kötü şeyler hakkında konuşmak istemiyormuş. Türkiye üzerine haberleri izlemiyormuş, çünkü üzülüyor, huzuru kaçıyor ve işine yoğunlaşamıyormuş.
Aziz Sancar, Nobel ödülünü Atatürk'e armağan etti biliyorsunuz. Kendisiyle ilgili bir röportaj var şurada:
Şu satırlarda tepeden tırnağa siyasete bulaşmışlığımızın hiçbir halta yaramayacağını ne güzel anlatıyor:
"Türkiye zor bir ülke ve burada bulunduğum süre içinde gözlemlediğim şu oldu: Herkes, her an siyasetten bahsediyor. Siyaset bu toplumun birincil gündemi ancak kişilerin enerjisini alıyor, üretimlerini baltalıyor. Çok zor biliyorum ama önerim, özellikle de gençlere önerim, mümkünse kendilerini bir hedefe odaklamaları, eğer politikacı olma gibi bir niyetleri yoksa, enerjilerini buna harcamamaları."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder