30 Aralık 2020 Çarşamba

SAFSATALAR ANSİKLOPEDİSİ


 


SAFSATALAR ANSİKLOPEDİSİ

Akıl Yürüt(eme)menin Kısa Tarihi

Immanuel Tolstoyevski

2020

Epsilon Yayınları

2. Baskı – Eylül 2020

509 sayfa

Immanuel Tolstoyevski, bir Ekşi Sözlük kullanıcısı rumuzu. Orada ilgi çeken yazıları var. Ayrıca “Fularsız Entellik” adında podcast yayınları var. Şimdi bir de kitabı var.

Ekşi Sözlük’te sadece “Dünün En Beğenilenleri” (debe) başlığındaki yazıları okuyorum. Daha fazlasına zamanım ve merakım yok.

Podcast ise dinlemiyorum. Kafam şişiyor, radyocu da dinleyemiyorum ben mesela aynı sebepten. Sadece bazen arkadaşlar öneriyor, bunu dinle diye, o zaman.

Bu kitabı da yine bir-iki arkadaşım tavsiye etti. Yoksa buna da merakım yoktu, almazdım. 65 TL zaten alınacak gibi de değil.

Niye almazdım? Erkeklerin “Bakın ben neler biliyorum?” gösterilerinden hoşlanmadığım için ve bunu da öyle sandığım için.

Kesin denk gelmişsinizdir, genci, yaşlısı erkeklerde böyle bir davranış var, gencinde ayrı, yaşlısında ayrı komik duruyor. Televizyondaki erkek erkeğe tartışma programlarında gözlemlemek mümkün olduğu gibi yeni tanıştığınız bir erkekte de bunu gözlemleyebilirsiniz. 



Bir ara Twitter'da bir video dolanıyordu. Gece kulübünde adam kadının kulağına eğilmiş bir şeyler anlatıyor da anlatıyor. Kadıncağız da sıkılıyor ama bir şey de yapamıyor. Adam ne anlatıyor olabilir diye komiklikler şakalar dönmüştü.

Videoyu bulamadım, bunu buldum.

Bu arada benim böyle genellemeler yapmam da tam olarak kitabın anlatmaya çalıştığı yanlışlardan biri. Ahah :) Bunu fark etmem canımı sıktı.

 

 

 

Anlatma, dinleme, genel olarak tartışma kültürümüz boktan. Yazar da buna değiniyor. Tartışma kültürümüz neden boktan? Pardon, kültür diyorum ama…

Çünkü ezbere konuşuyoruz. Doğru diye bellediğimiz şeyin neden doğru olduğunu düşündüğümüzü düşünmüyoruz. “Düşünceleri üstüne düşünme gayreti” diyor yazar buna:

- Bu konudaki fikrim tam olarak nedir?

- Bu fikre nasıl vardım?

- Hep böyle mi düşünüyordum?

- Başkaları niye farklı düşünüyor?

- Hangi şartlar altında fikrim değişebilir?

sf.19

Zihinsel disiplin lazım bunlar için. Var mı? Bu yüzden yazar, diktatör olursa yapacağı ilk işin ilköğretim müfredatına eleştirel düşünme ve bilişsel psikoloji dersleri eklemek olacağını söylüyor. Henüz bunu yapacak gücü olmadığı için de kitap yazmakla yetinmiş şimdilik.

(Eğitimin boktanlığı ile ilgili Nihan Kaya’nın “İyi Aile Yoktur” kitabında bir bölüm vardı. Çocukları okula gönderiyoruz, ne güzel diye düşünürken aslında okullarda çocuklar belli süre oturmak zorunda, zil çaldığında dışarı çıkıp kısa bir süre dinlenebilir, zil çalınca tekrar sınıfa gelip oturup dinlemek zorunda, yani aslında otoriteye boyun eğmeyi öğreniyorlar. Modern eğitim de bu dizaynı kurmak üzere doğmuş. Yüzyıllar önce çiftçiler, köylüler, yöneticilere ayaklanıyor diye, bu ayak takımını hizaya sokmak, kontrol altında tutmak için sınıflı ve teneffüslü eğitim sistemi ortaya çıkmış.)

2020 yılındayız. Bir zamanlar milenyum diye gözümüzde büyüttüğümüz yıllar. Ama hiç de buna layık bir gelişme içinde değiliz. Teknoloji, sağlık, bilim… gelişmeler oluyor ama televizyonu açtığınızda, sosyal medyaya baktığınızda bu gelişmenin izlerini göremiyorsunuz. Düz dünyacılık, aşı karşıtlığı...

“İnsanlık bu kadar ilerlerken, insanlar neden yerinde sayıyor?” sf.35 diye soruyor yazar haliyle. Çünkü insanlık, her şeyin daha iyiye gittiği bir çizelgede ilerlemiyor. Bir çizelgede bile ilerlemiyor olabilir. Sarhoş gibi yalpalıyor.

Bakın şimdi asıl ben neler biliyorum?

Auguste Comte (1789-1857) toplumsal yaşamı doğal yaşama benzetiyor. "Pozitivist Sosyal Bilim Yöntemi" denilen bu bakış açısına göre dünyadaki yerçekimi yasası gibi insan davranışları da nedensel yasalara dayanarak açıklanabilir. Comte’a göre insan toplumları üç aşamadan geçerek ilerlemiş:

1.Teolojik aşama: İnsan düşüncesi olayları doğaüstü güçlerle açıklamaya çalışır.

2.Metafizik aşama: İnsan düşüncesi olayları soyut güçlerle açıklamaya çalışır.

3. Pozitif aşama: İnsan düşüncesi olayları bilimsel açıklamaya çalışır.

Ama işin aslı öyle mi? İnsanlık olarak bu şekilde ilerliyor olsaydık bugün aramızda olayları doğaüstü ya da soyut güçlerle açıklamaya çalışan olmazdı. Ama var. 

İşte bu görüşe karşı olarak da "Yorumlayıcı Sosyal Bilim Yöntemi" gelişiyor. Buna göre doğa mekanik yasalara uyar ama insan uymaz. İnsan karar verir, eyleme geçer, eylemin sebebi gerisindeki niyetle anlaşılır. İnsan davranışları nesnelermiş gibi değerlendirilemez.

Elbette bir görüş ve karşıt görüşün olduğu yerde bir de karma görüş olur. "Eleştirel Sosyal Bilim Yöntemi"ne göre davranışların üstü yanılgılarla, mitlerle, SAFSATALARLA kapatılmıştır. Anlamak için eleştirel sorular sormaya gerek vardır.

“İnsanlık bu kadar ilerlerken, insanlar neden yerinde sayıyor?” Çünkü insanlık topyekün ilerlemiyor. Neandertaller ile sapiensler aynı dönemde yaşamış ya, onun gibi. 

*

Bilinç, bilinçaltı, bilinçdışı, ego, id, süperego tanımlarının ardından zihnimize giriş yapıyor kitap ufaktan.

Genellemelerimiz, kırk yılda bir başa gelebilecek bir olayın sanki sık sık yaşanma ihtimali var sanmamız, önyargılarımız...

Çok güldüğüm bir örnek olarak; Bill Gates, Steve Jobs gibi insanlar okulu bırakmış, zengin olmuş, ben de okulu bırakayım, böylece zengin olurum diye düşünmek. Akıl yürütme hatalarına örnek olarak veriyor bunu yazar. Neden-sonuç ilişkisini karıştırıp okulu bırakmayı başarının ön şartı olarak görmek.

Az güldüğüm bir örnek olarak; kişisel deneyimlerimize başvurarak allame-i cihan kesilmemiz. Örneğin;"Amcam günde üç paket sigara içiyor ve 80 yaşında, sapasağlam. Öyleyse sigara o kadar da zararlı değil." sf.292

Bunu Simone de Beauvoir de yapıyor. Bkz: Bir Genç Kızın Anıları  Beauvoir'in makyaj yapması, makyajın cilde iyi gelmemesi ve yüzü bozduğu gerekçeleriyle yasakmış. Yazar da hiç makyaj yapmayan teyzelerine bakıp ee siz makyaj yapmadınız da ne oldu, diye geçiriyormuş içinden.  "Teyzemlerin kırışmış yüzleri, makyaj yapmamanın karşılığını hiç görmediklerini ortaya koyardı."

Kossssskoca Simone de Beauvoir bile safsata yapıyormuş. Kitapta başka kossssskoca isimlerin safsatalarını da görebilirsiniz. 

X bile yapıyorsa ben de yaparım yani. Kesin bu da bir çeşit safsata ama adını bilemedim.

*

Tartışma programlarının boktanlığı demiştim. Yazara göre bunun sebeplerinden biri de etrafta izleyicilerin olması. Etrafa tribün kurunca insanlar tribünlere oynuyor. Görüşlerin değerlendirilmesi değil, herkes beni beğensin, haklı bulsun arzusu öne çıkıyor.

*

İkna yöntemlerinden de bahsediyor yazar.

Logos: Somut verilere, bilimsel bulgulara, akla, mantığa dayanan ikna yöntemi. 

Ethos: Uzman kişiye duyulan güvene dayalı ikna.

Başta bu yazarın “Bakın ben neler biliyorum”cu biri olduğunu sanıyordum ama sevdiğim iki arkadaşımın tavsiyesi ve yazarın bir akademik geçmişi olduğunu öğrenmem ile ethosuma hitap etti. Öyle mi denir? Cümle içinde nasıl kullanacağız bunu?

Pathos: Duygulara hitap ederek ikna yöntemi. Örneğin kelimeleri değiştirerek 

"Çevre" yerine "soluduğumuz hava, içtiğimiz su" demek,

"İşsizlik" yerine "eve ekmek götüremeyen insanlar" demek,

"Cari açık" yerine "çocuklarımıza miras bıraktığımız borç" demekle yaratılacak etki gücünü hissettiniz mi? Sf.137

Güncel örnekler kullanıyor yazar ki bunu çok beğendim. Örneğin; Recep Tayyip Erdoğan’ın Muhtarlar Toplantısında "Dünya 5’ten büyüktür." diye dünyaya seslenmesi. Buna da “kairos” deniyormuş, “diğer tüm ikna yollarının doğru yerde ve doğru zamanda kullanılması”. Sf.140

*

Lise terk mantık dersinden aklımda şu kalmış:

Bütün insanlar ölümlüdür,

Aristo insandır,

O halde Aristo da ölümlüdür.

Bunu lisede öğrendim ve bir daha hiç kullanmadım sanıyordum ama aslında hep bu ve benzeri çıkarımları kullanıyormuşuz. Üstelik çoğu zaman hatalı olarak.

Kitap da bu hatalara yer veriyor. Her birine farklı adlar verip tanımlıyor. “İnsan karmaşık bir şeyi ismiyle tanımlayınca bir problem çözmüş olduğu hissine kapılıyor ve dopamin salgısı artıyor.” Sf.256

Jules Verne’in kitaplarında da dikkatimi çekiyor bu isim verme olayı. Issız bir adaya düşüyorlar mesela, ilk şoku atlattıktan ve yerleşecek bir yer bulduktan sonra etrafı gözlemleyip dağa, taşa, ovaya, koya, mağaraya isim veriyorlar.

Bkz: Esrarlı Ada

Bkz: İki Yıl Okul Tatili

İsim verme denince aklıma geldi. Devam.

*

Tartışmalarda sıklıkla başvurulan; Şu tarihte neredeydin, gerçek İslam bu değil, bir arkadaşın başına gelmiş, küsuratlı atayım da salladığım anlaşılmasın, zamanlaması manidar, okumadık kardeş durumumuz yoktu, biz onların ağababalarını biliriz, aynısını anana bacına yapsalar, laf ebelikleri, konuyu saptırmaklar... Tüm bunlar ve daha fazlasını, güncel örneklerle, resimlerle, hikayelerle, esprilerle anlatmış. 



Gerçi espriler:

“En yakındaki aynanın karşısına geçin ve kendinize bakın. Ama bukalemun misali bir gözünüz de kitapta olsun, yoksa sonsuza kadar aynaya bakakalırsınız.” Sf.38 

“Tek millet, tek devlet, tek lider… 300.000 kadar da tank ve bir Avrupa haritası lütfen… Evet paket olacak.)" sf. 92

şeklinde ama, olsun!

 

Kitaptan keyif almak için eser miktarda Ekşi Sözlük ve Twitter jargonunu bilmek lazım. Bir de herhalde Türk olmak, ya da en azından Türkiye'de yaşamak, yoksa okuyan bu örnekleri ne anlar ne de gülür. 

*

Bunlar genelde sözlü ifadelerle ilgili tespitler. Laf ağızdan bir kere çıkıyor artık şuurlu veya şuursuz. Ondan sonra toparlayabilirsen toparla. Yazılı ifadede ise başka dinamikler ortaya çıkıyor. Yazdığı yazıyı tekrar tekrar okuyunca kitapta anlatılan hatalara düştüğünü fark edebilir insan. Böylece düzeltecek imkanı olabilir. 

Ancak yazının da şöyle bir handikapı var, duygu ve düşüncelerini ne kadar aktarabileceksin, karşındaki ne kadarını anlayacak? Örneğin mesajlaşmalarda sen esprili bir mesaj attığını zannederken karşıdaki bunun espri olduğunu anlamayabiliyor. Böyle anlarda emoji hayat kurtarır. Ama kitapta bunu ne kadar yapabilirsin, biraz ciddiyet lütfen. Mesela Sokrates, bunu öngörmüş, yazmamış. İnsanlarla konuşmayı tercih etmiş. O öldükten sonra görüşleri kitaplaştırılıyor. Keza Hz. Muhammed de yaz(dır)mamış vahiyleri. Ondan yıllar sonra yazılmış. Yazmakta tekin olmayan bir şey mi sezmişler?..

*

Zihnimizi disipline etmek istiyoruz diyelim, düşüncelerimiz üzerine düşünmek istiyoruz, bunun için ilk iş tüm bildiğimizi unutmak mı?

Francis Bacon (1561-1626) öyle yapmış, bildiği her şeyi unutmakla işe başlamış. Ama Tanrı'ya kadar. Dindar bir insan olduğu için o kadarına cüret edememiş. Halbuki zihni sınırlama konusunda en büyük güç din değil mi? Tanrı inancı ile sınırlandırılmış zihin ne kadar özgür/doğru düşünebilir? Bir de eski zaman filozoflarının yaşadığı dönemlerde kölelik ve kadınların insandan sayılmaması var. Bunlar hakkında düşünecek mecalleri kalmıyorsa demek.

Günümüzde en azından son iki sınırlayıcı yok.(Büyük ölçüde yok.) Üstelik bilgiye erişim de kolay. Ama “daha çok bilgiye maruz kaldıkça daha açık fikirli, daha bilge olmuyoruz. Tersine mevcut inançlarımız güçleniyor.” Sf.199

Sosyal medyada hoşumuza gitmeyenleri engelliyoruz ve böylece sadece kendimizle aynı fikirde insanlarla iletişim kuruyoruz. Hatta bazen iletişim de kurmuyoruz, "savcılığa verildiniz" diyoruz. (Kesin bunun da bir adı vardır, bugün yoksa bile yarın olur.)

*

Bunca şey bilmek bizi tartışmalarda ya da insan ilişkilerinden daha iyi bir noktaya getirir mi? 

Yazar kitabın sonunda o kadar da şeyapmayın, ama en azından "kalite kontrolü olmayan tartışmalar"a girmeyiverin, gerektiğinde geri adım atacak mesafe bırakın tavsiyelerinde bulunuyor. 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder