20 Haziran 2020 Cumartesi

BİR BÜYÜCÜNÜN ÇOCUKLUĞU



BİR BÜYÜCÜNÜN ÇOCUKLUĞU

Hermann Hesse

Çeviren: Kamuran Şipal

Afa Yayınları

Mayıs 1999

167 sayfa


Ne güzel hikayeler var içinde. Mistik bir havası var kiminin.

Sırayla anlatayım;

AVRUPALI

Nuh Tufanı olmuş. Hayvanlardan ve insanlardan çifter örnek gemiye alınmış.

Gemideki insanlar ve hayvanlar hünerlerini sergiliyor tufandan sonraki dünyaya ne gibi katkıları olabileceğini göstermek için. Sadece Avrupalı bir adam herhangi bir hüner sergileyemiyor. Ama büyüklük taslıyor.

“Bendeki yetenek akıldır.(...) Gözle görülebilecek bir şey değildir.” diyor.

Sorularla sıkışınca “Benim aklım ufak işlerle uğraşmaz; onun görevi insanlığı mutlu kılmak.”

İnsanlar heyecanlanıyor, neticede mutluluğu bulmak, tüm becerilerden üstündür. "Hadi anlat, bize de öğret mutluluğu" dediklerinde Avrupalı gene sıvışıyor. 

“Beni yanlış anladınız. Ben mutluluğun gizini bildiğimi söylemedim. Yalnızca dedim ki, benim aklım, çözümü insanlığın mutluluğa kavuşmasını kolaylaştıracak sorunlar üzerinde çalışıyor.”

Yav he hee deyip bunun hünerinin soytarılık olduğunu düşünüyorlar.

İnsanlar Avrupalıyı sevimsiz ve kibirli buldukları için yeni dünyada yer almasın diye Nuh’un yanına gidiyorlar. Nuh da bütün insanların yanında eşi olduğunu, bir tek Avrupalının yalnız olduğunu, bunun da ona yeteceğini söylüyor.

*

KRAL YU

Yalancı Çoban hikayesine benziyor. 

Çin kralı Yu, düşman tehlikesi olduğunda bunu haber verecek kuleler arasında davulların çalındığı bir haberleşme sistemi kuruyor.

Kralın karısı Bau Si, bu sisteme hayran oluyor. Ve ortada düşman olmadığı halde sistemi çalıştırıyor.

Gelen askeri kuvvetler ortada düşman olmadığını, bir kapris uğruna geldiklerini öğrenince bir daha davul çaldığında gelmemeye karar veriyorlar.

Ve evet, bir dahaki sefere gerçekten düşman geliyor, davullar çalınıyor ama askerler gelmiyor. Düşmanlar kazanıyor.

*

KENT

Bir kentin sıfırdan doğuşu, büyüyüşü, hastalık ve iç çatışmalarla tökezleyip yeniden dirilmesi, fakat sonunda yenilmesi, yok olması, doğanın kenti yutması anlatılıyor bu hikayede.

Eksiksiz bir doğum ve ölüm.

*

KUŞ

Topraklarında nadide bir kuş cinsinin yaşadığı bilinen bir memlekette insanlar, bu kuşu görmedikleri halde gördüklerini söylüyorlar.

Bir gün kuşu ölü ya da diri getirene ödül verileceği ilan ediliyor. Kuşu en çok sevdiğini söyleyen belediye başkanı bile ava katılıyor para için. İnsanların korkunçluğunun, çiğliğinin ve çirkinliğinin temsili oluyor bu adam. 

Şükür ki kuş kendini öldürtmüyor, kaçıyor varlığı ile ünlendirdiği diyardan. 

Adil bir son.

*

HASIR SEPETİN MASALI

Ne olacağına bir türlü karar veremeyen bir delikanlı.

Ressam olmaya heves ediyor önce. Ama bunun için herhangi bir eğitim almıyor. Deneme olarak kendi portrelerini yapıp duruyor.

Bir gün bir ressamın hayat hikayesini okuyor. Kitapta ressamın resimlerine de yer verilmiş. Ressam evdeki eşyaları da resmetmiş. Bizim delikanlının daha önce hiç aklına gelmemiş evdeki eşyaları resmetmek. İlk defa evindeki eşyalara bu gözle bakıyor.  Hasır bir koltuğu gözüne kestiriyor. Onu çizmeye başlıyor. Beceremedikçe koltuğa söyleniyor "Senin gibi salak koltuk olursa! Çarpık, eğri büğrü olmayan bir yerin yok ki!" diye.

Koltuk da ona cevap veriyor: "Neysem oyum ben! Bundan böyle de değişeceğim yok!"

Resim yapmaktan soğuyor sonra delikanlı. Bu defa da yazar olmaya karar veriyor.

Delikanlı, ressam olma hevesinden vazgeçince hasır koltuk üzülüyor. Kendisini önemli hissetmişti çünkü, delikanlı ile konuşacaklardı, ona bir şeyler öğretecekti.

*

ÖZYAŞAM ÖYKÜSÜ

Bu gerçekten Hermann Hesse'nin kendi özyaşam öyküsü mü acaba?

Öyleymiş gibi okudum.

"Jüpiter'in sevecen ışınlarının aydınlattığı yay burcunda doğdum." sf.49 diye başlıyor.

Kitabın genel havasında böyle bir tarz var. Benim anlamadığım ve ilgimi de çekmeyen şeyler.

Öğretmenlerle çok iyi geçinemediği bir eğitim hayatı olmuş. Sınıfta kendi suçu olmadığı halde suçlanmış, dayakla itirafa zorlanmış, bu da öğretmenlere güvenini sarsmış. Bu güvensizlik otoritenin her türlüsüne yönelmiş zamanla.

Daha on üç yaşında şair olmaya karar vermiş. Hatta "Ya bir şair olacaktım, ya hiçbir şey" diyor . sf.50

Ama bunun zorluğunun da farkındaymış. Her mesleğe giden bir yol varken, okulu,eğitimi...vb şairliğin bunun dışında kaldığının bilincinde.

Bir kitabevinde çalışmaya başlamış.

Yirmi altı yaşında ilk kitabını yazmış, bir yazar olup çıkmış.

Savaş yıllarında (1915) pek çok yazar savaştan yana yazılar kaleme alırken o savaş karşıtıymış. Bunu yazdığında çok tepki çekmiş ve adı vatan hainine çıkmış.

Bu durumun şaşkınlığı, üzüntüsü... ardından iç dünyasına yönelmiş:

"Başıma gelenlerin suçunu kendi dışımda değil, içimde aramam gerektiği sonucuna vardım ister istemez. Çünkü şunu iyi görüyordum ki, bütün insanlığı aklını kaçırmış olmakla ve barbarlıkla suçlamaya kimsenin hakkı yoktu." sf.55

Savaşın sona ermesiyle (1919) İsviçre'de münzevi bir hayat sürmeye başlamış.

Kırk yaşında resim yapmaya başlamış. Ressam olmak için değil, kendisini iyi hissettirdiği için.

"Resim yapmak şahane bir şey, insanı daha neşeli, daha sabırlı yapıyor. Yazı yazdıktan sonraki gibi parmaklarınız siyaha değil, kırmızı ve maviye boyanıyor." sf.60

Resim yapması çevresini memnun etmemiş. Yazarsın sen yazar kal, demişler.

"Benim için pek gerekli, bana mutluluk verecek şöyle hoşuma giden bir şey yapmaya kalkmayayım, herkes rahatsızlık duyuyor bundan, insanın olduğu gibi kalmasını, yüzünü değiştirmemesini istiyorlar." sf.60

Müziğe heves ediyor sonra. Operaya eğiliyor ama operada bir Sihirli Flüt yaratamayacağını fark edip vazgeçiyor, büyü ile ilgilenmeye başlıyor.

Büyücü olmaya karar veriyor.

Anne-baba ve dedeleri Hint ve Çin bilgeliğiyle haşır neşirmiş. Yazar da tabii etkilenmiş bunlardan.

Yalnız şöyle bir kısım var, tadımı kaçırdı:

"... genç bir kızı büyü yoluyla baştan çıkarmaktan dava edildim." sf.63

Yetmiş yaşındaymış dava edildiğinde. Davaya konu olay hakkında sadece bunu yazmış. Gerisi tutukevinde resim yapmakla olan ilişkisi. Bir gün yaptığı resmin içine girmiş, resimdeki trene binip ortadan kaybolmuş.

Bu arada resim yapması dışında dostlarının hoşuna gitmeyen bir özelliği de gerçeklik duygusundan yoksun olmasıymış.

*

KARDEŞ ANTONIO'NUN ÖLÜMÜ

Hayat dolu Antonio kardeş ölmek üzere.

Ölüm döşeğinde dağları, denizleri,çimleri bir daha göremeyeceğine üzülüyor. Irmakları, gökyüzünü, yeryüzünün tüm nesnelerini herkesten çok, hatta Tanrı'dan bile daha çok sevdiğini söylüyor.

Sonra dank ediyor, tövbe tövbe tövbe diyor.

"Yüce Tanrım, hayatımdan daha çok seviyorum seni, ruhumdan rahmetini esirgeme!" sf.70

*

BÜYÜCÜNÜN ÇOCUKLUĞU

"Özyaşam Öyküsü"nün devamı sanırım bu.

Yazar kendisini eğitenlerin yalnızca anne babası ve öğretmenleri değil aynı zamanda gizemli güçler olduğunu anlatarak başlıyor.

"...aktif yay burcunda dünyaya açtım gözlerimi..." diyor, ne mana bilmiyorum.

Mutlu bir çocuk olmuş. Başkalarının sevgisini kolayca kazanan, ortamı etkisi altına alan, şeytan tüyü var dediklerimizden.

Büyücülüğe merak salmış. Dışarıdaki nesneleri değil de kendini değiştirme amacına yönelik bir büyücülükmüş.

Dedesi büyücüymüş. Bilge bir kişiymiş. Pek çok ülkeden insan dedesini tanıyor, onu ziyarete geliyormuş.

Etkilenmiş tabii bu ortamdan.

Bir gün bir varlık gözükmüş kendisine. "Bücür adam" diyor ona. Bücür adam ona yol gösteriyor, karar verme süreçlerinde etkili oluyormuş. Zeze'nin içindeki kurbağa gibi.

Bkz: Güneşi Uyandıralım / Jose Mauro de Vasconcelos

Kızlarla ilgilenmeye başlaması ile çocukluk hikayesini sonlandırıyor.

*

ERMİŞ FRANZ VON ASSISI'NİN ÇOCUKLUĞUNDAN

Şovalye olmaya karar veren bir çocukcağız. Kafasında ölçüyor tartıyor bu durumu. Mis gibi evinden, sıcak yemeklerden, anne yakınlığından uzaklaşmak. Ne uğruna? Ejderhanın hakkından geleceksin de -ki onun tarafından yenilip yutulmak da var, ki o zaman prensesin haberi bile olmaz- sonra kral seni dük yapacak da...

Annesine anlatıyor şövalyelik arzusunu.

Annesi de ne güzel destekliyor. Çocuksu bir hayal olduğunun farkında ve çocuğunun büyük adam olacağı umudunda.

*

DOKTOR FAUST'UN EVİNDE BİR AKŞAM

Doktor Faust'un yardımcısı Mefisto değişik, eğlenceli aletler yapıyormuş. Son olarak bir ses hunisi yapmış. Huniyi istediğin bir yere yerleştiriyorsun ve gelecekte o yerde yükselecek sesi duyuyorsun.

Vaaaaov!

Doktor Faust bu aleti arkadaşı Doktor Eisenbart'a gösteriyor.

Deniyorlar huniyi. Duydukları sesler hiç hoşlarına gitmiyorlar.

"Böyle düşündürücü, içler acısı ve karmakarışık laflar eden, böyle dehşet uyandırıcı çığlıklar savurup anlaşılmaz budalaca şarkılar söyleyenler, ilerde bizim soydan gelecek, bizim evlatlarımızın evlatları, torunlarımızın torunları olacak, öyle mi?" sf.106

Hakikaten, mesela yüz yıl öncesindeki bir insan bizim bugünkü konuşmalarımızı, şarkılarımızı dinlese?..

Ya da biz yüz yıl sonraki konuşmaları bugün duysak?..

Aslında o kadar uzaklaşmaya da gerek yok. Otuz yıl önceki şu kayıt bile insanı sarsıyor. İnsanlar ne güzel, ne duru, ne akıcı konuşuyormuş.


*

CHAGRIN D'AMOUR

Bir turnuva düzenleniyor. Kazanan kraliçe ile evlenecek.

Ün yapamamış sıradan bir şövalye olan Marcel de turnuvaya katılıyor. Çünkü kraliçeyi gördü ve çok beğendi. Ama Marcel'in atı zayıf, kendi de öyle. Maddi durumu iyi değil. Hayırsever bir dük ona iyi bir at veriyor. Ancak bu dük de yarışa katılıyor.

Marcel ve dük karşı karşıya geliyorlar. Dük önce Marcel'e acısa da onu nakavt ediyor, Marcel yaralanıyor.

Bu arada şehre dünyaca ünlü bir şövalye geliyor. Turnuvanın şampiyonu o oluyor. Kraliçe de beğeniyor onu. Marcel umudunu kesiyor ama kraliçeyi görmek de istiyor.

Hayırsever dük, Marcel'i kraliçe ile tanıştırıyor. Şarkıcı diye tanıtıyor Marcel'i. Marcel de içli içli şarkısını söylüyor:

"Sevinci aşkın bir an sürer,
Acısı ömür boyu"

Ben bu şarkıyı biliyorum.

Bkz: Sevmek bir ömür sürer
Sevişmek bir dakika


*

ORMAN ADAMI

Mata Dalam orman insanlarının lideri.

Delikanlı Kubu, Mata Dalam'ın yönetiminden memnun değil, çünkü onun yaşlandığını, astığı astık kestiği kestik birine dönüştüğünü düşünüyor.

Mata Dalam, Kubu'ya lanetler yağdırıyor. Korkan Kubu ormanın dışına, uzaklara gidiyor. Bakıyor ki bir şey olmuyor, hala hayatta. Ormana dönüp Mata Dalam'ı öldürüyor.

Uzakta geçirdiği hayatı sonucunda güneşten başka hiçbir varlığın egemenliğinin tanınmadığı, özgür insanların olduğu bir dünya hayal ediyor.

*

İÇTE VE DIŞTA

Düşünsel konularla uğraşan, bilgili bir adam olan Friedrich, batıl inançlardan hoşlanmıyor, batıl inanç izine rastlarsa sinirleniyor.

Eski dostu Erwin ile görüşüyor. Ama ikisi de değişmiş.

Erwin'in bir kağıda yazdığı yazıyı görüyor Friedrcih.

"Hiçbir şey dışta değil, hiçbir şey içte değildir; çünkü dışta olan içtedir." sf.125

Erwin ile bunun ne anlama geldiği üzerine konuşuyorlar. 

"Maji" diye açıklıyor Erwin.

"Hiçbir şey dışarda değil, hiçbir şey içerde değil. Bu sözün dinsel anlamı nedir, biliyorun: Tanrı her yerdedir, ustadır, doğadır. Her şey Tanrısaldır, çünkü Tanrı her şeydir..."sf.126

"Demek niyetin büyücü olmak?" diye küçümsüyor Friedrich ve vedalaşıyor arkadaşıyla. Giderken Erwin'in evindeki küçük bir heykel ilgisini çekiyor, alıyor, evine götürüyor. Evde bir gün hizmetçi kırıyor heykeli. Friedrich rahatlıyor, artık heykeli düşünmeyeceği için. Ama yine de düşünüyor.

Doktora gidiyor. Doktor gezilere çıkmasını ve sık sık banyo yapmasını öneriyor.

Sonra arkadaşının sözleri aklına geliyor. Heykel dışarıda değil,içeride. İçinde.

*

ZIEGLER ADINDA BİRİ

Ziegler adında biri pazar gezmesi olarak önce müzeye sonra hayvanat bahçesine gitmeye karar verir.

Müze gezerken küçük yuvarlak bir nesne dikkatini çeker, alası gelir, aşırır tarihi eseri, bununla DA yetinmez, ağzına atıverir. 

Sonra hayvanat bahçesine gider. Hayvanların konuşmalarını duyduğunu fark eder. Maymunlar, geyikler insanların arkasından konuşuyor, Ziegler'e laf atıyor, Ziegler de hepsini anlıyor. 

Müzeden alıp yuttuğu hap efsunluymuş meğer, hayvanların dilinden anlamasını sağlıyormuş. Ama bu defa da insanları anlamaz hale gelmiş. Üstünü başını soyunup geyik kafesine yaslanıp ağlamaya başlamış. Görevliler de onu akıl hastanesine kapatmış.

Bu bana Maymunlar Gezegeni'ni hatırlattı bir parça.

*

ÇOK KİTAPLI ADAM

Kitaplarla yatıp kalkan bir adam varmış. Bir gün komşu ülkenin kitaplığını görmek için geziye çıkmış. Orada bir tiyatroya gitmiş. Shekespeare'in bir oyunuymuş. Oyundan çok etkilenen adam Shakespeare'in eserlerini okumaya başlamış. Onlar bitince başka dünyaca ünlü klasik eserlere başlamış. 

Kitap okumaktan başka bir şey yapmıyormuş. Başkaları da kitap okumayıp hayatı yaşıyormuş. Bunu fark etmiş aniden. Aşklar, tutkular, cinayetler... Hayatı ıskaladığını düşünüp delirecek gibi olmuş. 

Adamın küçük bir kızdan yardım dilenmesi ile bitiyor bu hikaye.

*

CÜCE FİLİPPO

Venedik'in en güzel kadınlarından soylu Margherita Cadorin, hiçbir erkekten hoşlanmıyor. Prenslerin, soyluların evlilik tekliflerini geri çeviriyor. En sonunda etkilendiği bir adam çıkıyor karşısına. Ama adam pek tekin biri değil. 

Margherita'nın soytarısı olan cüceden de hoşlanmıyor adam. Cücenin köpeğini denize atıyor bir gün ve kimsenin kurtarmasına izin vermiyor. Margherita da müdahale etmiyor. 

Cüce, Margherita'yı uyarmak için bir masal anlatıyor.

Masaldaki kadın sevgilisi kendisine bağlansın diye bir aşk iksiri hazırlatmış. 

Margherita da cüceden aşk iksiri istiyor. Çünkü cücenin babası İstanbul'da yaşayan bir Yunan hekimmiş, İzmir'de yaşayan bir Acem'den gerek hekimlik gerek büyücülük öğrenmiş.

Cüce iksiri hazırlıyor. Ama hazırladığı aslında zehir. 

Adamın içeceği şarabın içine katıyor zehri, ama adam işkillenip önce cücenin içmesini istiyor.

Cüce de içiyor, korkmuyor zaten ölümden. Köpeğinin intikamını almak için ölmeye razı. 

Adam da cüce de ölüyor. 

Margherita da bu ölümlerin ardından deliriyor. "Kurtarın küçük köpeği!" diye bağırıp duruyor her geçen tekneye.

**




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder