YENİ DÜNYA
Sabahattin Ali
1943
Yapı Kredi Yayınları - 14. Baskı - Ağustos 2014
124 sayfa
İÇİNDEKİLER
1. Asfalt Yol
2. Hanende Melek
3. Çaydanlık
4. Ayran
5. Isıtmak İçin
6. Uyku
7. Selam
8. Bir Mesleğin Başlangıcı
9. Bir Konferans
10. Yeni Dünya
11. İki Kadın
12. Sulfata
13. Hasanboğuldu
ASFALT YOL
(1936)
Köy öğretmeni, köy yolunun bozukluğunu ilgili mercilere bildirir ve yolun düzeltilmesini ister.
Bu başvurularının hiçbirine yanıt alamaz.
Köylü de sözde ona destek olur ama bu destek sadece laftadır.
Günün birinde köye büyük bir devlet adamının yolu düşer.
Küçük devlet adamları, büyük devlet adamına yaranabilmek için köyün yollarını düzenlemeye karar verir. Bütün yollar asfaltlanır.
Köyün yollarının asfaltlanmasında payı bulunan öğretmene köyde saygı sonsuzdur.
Ancak kısa sürede ve kalitesiz malzemeyle yapılan asfalt yol, büyük devlet adamının ziyaretinden kısa bir süre sonra bozulmaya yüz tutar.
O kadar asfaltlanmış yol, ziyan olmasın diye, köylünün asfalt yolu kullanması yasaklanır. Eşekler, insanlar falan yürüyünce asfalt yol zarar görüyor diye, asfaltı kullanmaya kalkanlara ceza verilir.
Bu nedenle de köylüler, normalde asfaltlanmış yolu kullanarak gidebilecekleri mesafenin katbekat fazlasını, üstelik engebeli yolları kullanarak gitmek zorunda kalırlar.
Asfalt yol isteyen öğretmene de kin duymaya başlarlar. Bu sıkıntıyı başlarına öğretmen getirdi diye düşünürler çünkü.
"Köylünün bana karşı aldığı tavırdan hayırlı mana çıkaramazdım. Birkaç parça eşyamı çantama doldurdum, artanını bir bohça yaptım; bu köye geldiğim gibi yine bir akşam vakti, güneş sarı otlara uzanır ve rüzgar bunları kızıl bir deniz gibi dalgalandırırken, keskin gübre kokularını ve tezek dumanlarını arkamda bırakarak, çıktım yürüdüm." (sf.14)
HANENDE MELEK
(1937)
Hanende Melek, gazinoda şarkı söyleyerek geçimini sağlayan, genç ve güzel bir kızdır.
Dava vekili Hüseyin Avni, Melek'e vurgundur.
Her gece onu seyretmeye gelir.
Evli ve çocuklu olan bu adamdan Melek tiksinmektedir ama yaptığı işte adam seçme lüksü olmadığından katlanmaktadır.
Hüseyin Avni, yine onu seyretmeye gelmiş ve sarkıntılık etmeye başlamıştır.
Mekanın adamları onu yakapaça dışarı atarlar.
Dışarıda, yağmur altında yatan adamın yanına bir kız çocuğu gelir. Bu, Hüseyin Avni'nin kızıdır.
Babasına kalkması için yalvarır.
Melek ve garson, adamı kaldırır ve evine götürürler.
Kapıyı açan Hüseyin Avni'nin karısı, Melek'e "Demek şimdiki de sensin ha?" der.
Melek, çantasından bilezik ve küpe çıkarıp kadına uzatır. "Alın bunları... Bunlar sizin galiba"
"Sonra hiç arkasına bakmadan, yanı başında sessizce yürüyen garsonla beraber, çamurlu yollardan geriye, kendisini bekleyen han odasına döndü." (sf. 23)
ÇAYDANLIK
(1938)
Hasta mahkumların bulunduğu hastanedeki hastalardan Süleyman Efendi, sürekli halinden yakınır, söylenir, sağa sola emirler verir, ölse de kurtulsak denilen bir tiptir yani.
Hasta yatağında sık sık çay içer.
Çayın, şekerin çetelesini tutacak kadar da cimridir.
Nihayet bir gün ölür.
O ölünce karısı ve çocukları hastaneye doluşur.
Ölüden arta kalan değerli, değersiz bütün eşyaları toplarlar. Ancak çaydanlığı bir türlü bulamazlar.
Kadın, ortalığı ayağa kaldırır. İlle de çaydanlık.
Nihayet çaydanlık bulunur.
Böylece ölüden geriye hiçbir eşya bırakmayan ailesi, ölüye ise dokunmaz. "Kocamı hapishane köşelerinde öldürdünüz de ölüsünü bana mı kaldırtacaksınız... İstemem... Ne yaparsanız yapın..." der.
Kimsesiz kalan ölünün defin işlemlerini koğuş arkadaşları üstlenir.
"Al şunu da, sevaptır, bir testi alıver. Rahmetliyi mezarda kefensiz yatıracaklar, hiç olmazsa toprağına iki testi su döküver." (sf. 31)
AYRAN
(1938)
Küçük Hasan, uzaklardaki köyünden yürüyerek ulaştığı istasyonda ayran satarak para kazanmaya çalışmaktadır.
Mevsim kış olduğu için karlı yollarda yürümüş, üşümüştür.
Yaz olsa daha iyi ayran satabilirdi ama kışın kimsenin canı ayran istememektedir. Üstelik bu istasyon, pek geleni gideni olmayan, tenha bir istasyondur.
Trenden başını uzatan bir yolcu ayran ister, parayı uzatır. Ancak Hasan'ın para üstü verecek durumu yoktur. İstasyon memurundan parayı bozmasını rica eder ama memur hiç oralı olmaz. O sırada da tren hareket etmeye başlar.
İçerideki yolcu Hasan'da parasını ister. Hasan parayı uzatır. Yolcu da "Bozuk yok ne yapalım" deyip içeri girer. Tren gider.
Hasan arkasından bakakalır.
Annesini düşünür. Annesi dışarıda çalışmakta ve haftada bir eve uğramaktadır. Getirdiği bir lokma yemek de yetmemektedir. İki küçük kardeşinin bakımı Hasan'ın üstündedir. Baba ise ortalıkta yoktur.
Hasan soğuktan ve havanın kararmasından ötürü eve dönmeye karar verir.
Yolda karanlıktan, çamurlara bata çıka yürümekten ve hayvan seslerinden korkar.
Hayvanlar etrafını sarmıştır.
"Büzülmüş bir halde yolun çamurları üzerine uzanan vücudunu kar örtmeye çalışırken o hala birbirine vuran dişlerinin arasından:
- Ana... Anacığım... Ana!
diye mırldanmaya çalışıyordu. Bu sırada, birkaç yüz metre ötede, evlerinin tahta kapısı arkasında rüzgarın sesini dinleyerek küçük Hasan'ı bekleyen iki kardeş, onunkine pek benzeyen bir korku ile titriyorlar ve köyün etrafında dolaşan kurtların sesini duydukça, birbirlerine sokularak ağlaşıyorlardı." (sf. 39)
ISITMAK İÇİN
(1939)
Adam, kiralık bir odada yaşamaktadır.
Ev sahibi, adamın odunlarını yürütmekte, ama adam sesini çıkaramamaktadır.
Adamın çamaşırlarını yıkamak için bir kadın gelmekte, ev sahibi bu kadına kendi çamaşırlarını da
yıkatmaktadır.
Kadın bir gün, adamın çamaşırlarını daha yeni yıkadığı halde, adamın yoluna çıkıp yıkanacak çamaşırı olup olmadığını sorar.
Adam, olmadığını söyler ama kadının halindeki perişanlık da ilgisini çeker. Yalnız bu ilgisi uzun sürmez, kapıyı kapatınca unutur bile. Nedense o esnada kadının derdi ile ilgilenme isteği yoktur.
Kadın sonra günlerce ortada görünmez.
Adam merak edip araştırır. Kadının evini bulur.
Kadın, bir türlü ısıtamadığı çocuğu için sobada yakacak odun almaya çıkmış o gün. Odun parası denkleştirmek istemiş, olmamış. Çocuğu da "Donuyorum anacığım, donuyorum" diye diye ölmüş.
"Deli gibi olmuştum. Kafamın içi uğultular, zonklamalarla doluydu. Yatağın bir kenarına yığılmış duran yorganı çekerek orada yatan çocuğu kucağıma almak ve öpmek; önünde dizleri üzerinde sallanan kadının boynuna sarılarak beraber ağlamak istiyordum.
Sonra aklımı başıma toplamaya çalıştım. Boğazımda düğümlenen bir sesle:
- Sen burada bekle, ben lazım gelenlere haber verir ve yine gelirim!
dedim. Evden dışarı fırladım. Biraz daha yükselen ayın yarı aydınlattığı sokaklarda bütün kuvvetimle koşuyordum. Gözlerimden süzülen yaşlar rüzgarın yüzüme savurduğu tozlarla karışarak çamur oluyor ve yanaklarımda donuyordu. Ben, içimde dayanılmaz bir acı ile ve önüme çıkacak bütün insanları yakalarından tutup oraya götürmek arzusuyla, artık uyumaya hazırlanan şehrin ortasına doğru koşuyordum." (sf. 49)
(1939)
Sivas'a gitmek üzere yola çıkan iki arkadaş,yolda araç beklemektedir.
Bir aracı çevirirler. Kısa bir pazarlıktan sonra şoförün yanına otururlar.
Şoför, iki gündür uykusuzdur. O akşam üçüncü uykusuz akşamı olacaktır.
Onu uyanık tutmak için muavin ara sıra dürter. Bizim iki arkadaşa da "dalarsa dürtükleyiverin" der.
Araç, bir süre sonra durur.
Şoför, muavine çeşmeden su doldurmasını söyler. Makineye koymak için.
Muavin su doldururken şoför o kısacık anda uyur.
Su doldurma işi bitince yola devam ederler.
Sohbet ederek şoförü uyanık tutmaya çalışırlar.
Şoför, iki üç kilometrede bir "Rahmi... makineye su koy!" deyip aracı durdurur. O kısacık anlarda da uyur.
En sonunda şoför yalvarır uyku için. Ve uyumaya başlar.
Bir süre sonra birden uyanıverir. Zira karşıdan gelen başka bir aracın gürültüsünü duymuştur ve kendi aracını kenara alır. Normalde top patlasa uyanmayacak olan şoför, motor sesine karşı duyarlıdır.
Sivas'a yaklaşınca iki arkadaş araçtan inerler.
Hala uykulu olan şoförle vedalaşarak ayrılırlar.
SELAM
(1940)
Adam, berbere gider.
Berberde saçını kestirirken bir kız çocuğu gelir. Berber ona bir miktar para verir.
Kızın hali tavrı adamın ilgisini çeker. Berbere "Kızın mıydı?" diye sorar.
Berber de "Bizim berber Yusuf'un kızıydı o" der. Ve Berber Yusuf'un hikayesini anlatmaya başlar.
Bu küçük, sakin kasabaya bir gün bir kumpanya gelmiş. Kumpanyadaki bir kıza vurulmuş evli, barklı, çoluk çocuk sahibi Yusuf. Kız da Yusuf'un dükkanından çıkmazmış.
Yusuf, kendisini uyaran arkadaşlarına aralarında bir şey olmadığını söylermiş. O kızın kendisine bakacağı umudu yokmuş. Sadece muhabbet ederek hoş vakit geçiriyorlarmış işte.
Zaten sonra da kumpanya gitmiş.
Bu mesele burada kapandı zannetmişler.
Ama bir süre sonra bir adam, Yusuf'a kumpanyadaki kızın selamını getirmiş. Adam, kumpanyayı izlerken, onun Yusuf ile aynı memleketten olduğunu öğrenen kız, Berber Yusuf'a selam söylemesini rica etmiş adamdan. Adam da Yusuf'a bu selamı söyleyince Yusuf mutluluktan uçmuş.
Ekmek teknesi olan berber dükkanını kapatmış. Karısını ve çocuklarını bırakmış. Kızın peşinden gitmiş.
Yusuf dükkanı kapatıp gidince, onun müşterileri de bu berbere kalmış. O yüzden berber de Yusuf'un kızlarına bakarmış.
"Dört elle sarıldığımız birçok kıymetlerin; uğrunda, sahici bir insan gibi kalbimiz ve kafamızla yaşamayı feda ettiğimiz binlerce sözde mühim şeylerin ne kadar kolay fırlatılıp atılabileceğini bana öğreten Yusuf! Benden de sana selam olsun...." (sf. 67)
BİR MESLEĞİN BAŞLANGICI
(1940)
Bu meslek, pezevenklik mesleği.
Tabi yazar böyle demiyor, bu kelimeyi hiç kullanmıyor ama, anlıyoruz.
Yazar, arkadaşıyla birlikte Anadolu seyahatine çıkmıştır. Arkadaşı halk hikayeleri, şiirleri toplayacaktır. Yazar da ona eşlik eder.
Kendilerine yardımcı olması için Koca Recep isminde birini ararlar.
Bu adamın işi "karı" bulmaktır.
Halk hikayeleri ve şiirlerini araştıran arkadaş, düğünlerde ve eğlencelerde kadınlar tarafından söylenen şarkılara bir türlü ulaşamadığı için Recep onlara lazımdır.
Bulurlar sonunda.
Ortam hazırdır.
Yazar, Recep'in yanına gider.
- Sen ne iş yaparsın Recep Ağa?
- Görmüyor musun ne iş yaptığımı? İlle bunun adını mı söylemeli? (...) Bu işi bana yakıştıramadın değil mi? (...) Biz bu işe kabadayılık yüzünden başladık.
Recep gençken hiçbir eğlence onsuz olmazmış. "Zorlu bir efenin yanındaki avradı sürüyüp almak için hep beraber gider, (...) evvel Allah boş dönmezdik. Sonraları namımız öyle bir yayıldı ki, hangi avradın kapısına dayansam, gelmem demez oldu." (sf. 73)
Recep'in babadan kalan mallar hovardalıkta erimiş. Arkadaşları Recep'ten kadın getirmesini istediklerinde önce araba parasını vermişler. Sonra kadının parasını vermişler. Derken Recep sadece bu işle geçinir olmuş.
BİR KONFERANS
(1941)
Bu öykü fıkra gibi.
Hatta belki bir yerlerde duymuşsunuzdur bile.
Köyde yeni bir yatılı okul açılır. Açılış törenine gelen ekabir, köylüye nutuk atar.
İçlerinden bir iktisatçı, köy ahalisine kooperatifçilikten bahseder uzun uzun.
Konferans bitince "Anladınız mı? " diye sorar.
Bütün köylü anladık der.
Herkes gittikten sonra köy öğretmeni, köylülere sorar:
- Ülen, ne anladınız o efendinin dediklerinden?
Nahiye müdürü de sorar:
- Ben bile bir şey anlamadım da siz ne anlayacaksınız?
Köylüler cevap verir:
- Aslını arasan biz de bir şey anlamadık amma... ne idelim, dinledik işte.
Öğretmen bir talebesini paylar gibi:
- Peki ne diye anlamadık demediniz öyleyse? Adamcağız kaç defa sordu da!
Köylü, içinden gelen bir gülüşü zapt etmek istiyormuş sandıracak kadar ciddi bir çehre ile:
- Aman beyim. Anlamadık diyelim de bir daha baştan mı anlatsın?
YENİ DÜNYA
(1942)
Yeni Dünya, düğünlere, eğlencelere çağrılan, dans ederek ortamı şenlendiren bir kadındır.
Ama artık eski cazibesi kalmamıştır.
Yine bir düğüne çağrılır fakat beğenilmeyince ondan daha genç ve güzel bir kadın getirilir.
Yeni Dünya bu genç kadından aşağı kalmamak için bütün marifetlerini ortaya döker.
Büyük bir kalabalıkla gelin evine giderler.
İki kadın da burada döktürür. Ancak Yeni Dünya sabaha çıkamaz.
Yaşlılıktan, hastalıktan, yorgunluktan ve bilmem başka nelerden ötürü ölür.
Erkek tarafı gitmek üzere hazırlanırken Yeni Dünya'nın aralarında olmadığını kimse farketmez.
Ta ki kadının öldüğü evin sahibi kocakarı arkalarından yetişip kadının öldüğünü söyleyene kadar.
Yeni Dünya'nın cesedini alıp arabalardan birine koyarlar.
"En önde, başları çevreli atlarıyla, gelin faytonu, en arkada da, Yeni Dünya'yı taşıyan araba gidiyordu. Bir sürü çocuğun arasında, birkaç avuç kuru otun üstünde uzanan ölünün, sarsıntıyla kilimden dışarı fırlayan başı, tekerlekler taşlara çarptıkça arabanın yan tahtalarına vuruyor, saçları kuru otlara ve samanlara karışıyordu." (sf. 92)
İKİ KADIN
(1942)
Korkunç derecede cimri Kerim Ağa, ölünce geride iki karısı kalır.
İlki belediye nikahlı yaşlı karısı, ikincisi imam nikahlı genç karısı. Bir de ikinci karısından olma küçük oğlu.
Kerim Ağa'nın paralarını nereye sakladığını düşünür iki kadın ama bulamazlar.
Kerim Ağa hayattayken doya doya yiyemedikleri un, yağ, tarhana, pekmez ellerine ne geçtiyse doya doya yerler.
Gün ağarınca Kerim Ağa'nın öldüğünü haber verme zamanı gelmiştir.
Feryat figan ederek "Amanın komşular... Gitti... Dünyasına doyamadan gitti...!" diye ağıt yakarlar.
SULFATA
(1942)
Bir zalim doktor hikayesidir bu.
Genç adam, sıtma olan karısını hastaneye götürür ancak hastanenin tek doktoru onlarla ilgilenmez.
Kadının numara yaptığını düşünür.
Aslında kadın sulfata isimli ilacı alsa iyileşecektir ama doktor bu ilacı bedava alabilmek için pek çok insanın hasta gibi davrandığını düşünür.
Köy ve hastane arası çok uzun yoldur. Karı kocanın git gelleri bitmez.
Ama doktor bir türlü ikna olmaz. Kapısına dayanan adam yüzünden hademeyi fırçalar:
"Sana kaç defadır söylüyorum. Sokma bu herifleri benim yanıma!.. Dışarda kininin pahalı satıldığını duyunca hepsi sıtmalı kesiliyorlar.. Ben bilirim bu köylülerin ne yalancı mahluklar olduğunu..." (sf.109)
HASANBOĞULDU
(1942)
Kazdağı'nın meşhur hikayesidir bu.
Hasanboğuldu nehrinin hikayesidir.
Hasan, Zeytinli'de bahçıvanmış.
Edremit pazarında Yüksekoba'dan Emine, Hasan'ı görmüş. Bu yörük kızı, Hasan'a vurulmuş.
Hasan ovalı, Emine dağlı kız.
Hasan dağda, Emine düz ovada yaşayamaz.
Kavuşmalarının imkansız olduğunu düşünüp ayrılmaya karar vermişler ama sevda ağır basmış.
Hasan, Emine için her şeyi yapar, her yerde yaşarmış.
Ama Emine, Hasan'ın dağın zor şartlarında yaşayamayacağını, onunla dalga geçileceğini düşünürmüş.
Emine, büyüklerine danışmış. Hasan'ın Kazdağı'ndaki yörük Emine'ye er olacak adam olup olmadığını sınamasını istemişler.
Hasan, kırk okka tuzu sırtına vurup hiç durup dinlenmeden Emine ile Yüksekoba'ya çıkabilirse haftaya düğünleri olacakmış. Çıkamazsa kader böyle deyip ayrılacaklarmış.
Hasan "Geri dönersem sağ dönmeyeceğim" deyip çuvalı yüklenmiş.
Hasan yol boyu çok zorlanmış.
En sonunda sonradan Hasanboğuldu adını alacak olan Gök Büvet denilen yere gelince dayanamamış.
Emine, hiçbir şey demeden Hasan'ın sırtından çuvalı almış, tek başına, arkasına bakmadan yürümüş, gitmiş.
Hasan arkasından seslenmiş:
- Emine, obana gelmem, köyüme dönemem, beni buralarda bırakıp gitme!
Emine buna rağmen obasına gitmiş.
Ancak Hasan'ın sesini duymaya başlamış. Etrafındakilere "Hasan beni çağırıyor" deyip deyip evden kaçmaya yeltenirmiş.
Tutamamışlar Emine'yi.
Emine, Gök Büvet'in yanındaki çınarda ölmüş.
O günden beri Gök Büvet'e Hasanboğuldu, koca çınara da Emine Çınarı derlermiş.
***
Sabahattin Ali, bu hikayeleri yekten anlatmıyor. Öncesinde uzun uzun bu hikayeye giden süreci anlatıyor. O an nerede olduğunu, ne yapmakta olduğunu, o hikayeye nasıl ulaştığını anlatıp sonra esas konuya giriyor.
Hikayeleri, sizin de gördüğünüz üzere mutsuz hikayeler. Hepsinde acı var, üzüntü var, keder var.
O yüzden hikaye bitince insanın içi acıyor.
Sabahattin Ali'yi benim gibi bütün kitaplarını alıp, hikayelerini peş peşe okumaya kalkarsanız, o dönem anlam veremediğiniz bir hüzün hali çökecektir içinize.
Belki tek sebebi bu değildir ama bu hikayelerin, hüznünüzde epey payı olacaktır muhtemelen.
Bütün Sabahattin Ali hikayelerini okudum. Okumalarım bitti, şimdi yazmaya ve kurtulmaya çalışıyorum.
Evet, tam olarak Sabahattin Ali'den kurtulmaya çalışıyorum. Zaten depresyona meyilli bünyem, bu hikayeler yüzünden iyice bunaldı.
Sabahattin Aliciğim, seni seviyorum, hatta oğlum olursa ona adını koyacak kadar, hatta iki oğlum olsun, birine Sabahattin, birine Ali adını vereyim, o kadar seviyorum, ama hikayelerini al ve git lütfen. Ara sıra aklıma geliyor zira bunlar, ve hiç hoşuma gitmiyor.
Düşünün ki ben sadece okuyarak bu denli etkilenip üzüldüm. Zannediyorum siz de okusanız siz de üzülürsünüz.
Bu adamsa bu hikayelerin kimini bizzat yaşamış, kimini ilk ağızdan dinlemiş. Zaten kendisini ülkesine karşı borçlu hissediyor. (Devlet tarafından okutulduğu, yurtdışında dil öğrenmeye gönderildiği vb için) Duyarlı da bir adam. Sessiz kalamıyor haksızlıklara. O kimbilir ne kadar etkilenmiştir bunları yazarken, yaşarken.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder