26 Mart 2015 Perşembe

AYLAK ADAM





AYLAK ADAM


Yusuf Atılgan



1959



Yapı Kredi Yayınları - 30. Baskı – Ocak 2013


155 sayfa


Bu kitabı ilk olarak 2013'ün Mart ayında okumuştum. İki sene sonra yeniden okudum. İlk okuyuşumun ardından yazdığım şu: 

İkinci okuyuşumda yazdıklarım ise şöyle:

***

Aylaklık ne güzel.



Para kazanmak zorunda olmadan yaşamak… Mükemmel olmalı.



Düşünüyorum. Hatta düşünüyoruz arkadaşlarla zaman zaman bunu. Para kazanmak zorunda olmasak, yani zaten hali hazırda kazanılmış paramız olsa, kitaptaki örnekte olduğu gibi babadan kalma gayrimenkullerin kiralarıyla zaten geçinebilecek kazancı elde edebiliyor olsak…



Piyuuuu. Hayalleri duymanız lazım.

Ancak ne var ki hayaller Paris, gerçekler Beylikdüzü.

***



Başkarakter C, babadan kalma evlerin kiralarıyla yaşamını idame ettirebilen, dolayısıyla çalışmayan, çalışması da gerekmeyen, ne iş yaptığını soranlara “Aylaklık yapıyorum.” diye cevap veren, 28 yaşında genç ve yakışıklı olduğunu tahmin ettiğim bir adam. (Yakışıklı olmalı, zira kadınları çok kolay etkileyebiliyor. Bunda zenginliğinin de payı vardır diye düşünebilirsiniz ama ilk görüşte kimin zengin olduğunu, kimin olmadığını anlamak pek kolay değil. C de öyle zengin görünümlü bir tipe benzemiyor. Zaten kitabın yazıldığı dönem itibariyle de masaya son model i-phone, lüks araba anahtarı ve kabarık cüzdan koyma modası da henüz olmadığından zenginliği bir çırpıda anlamak söz konusu olmuyor. O yüzden bu adam yakışıklı, nokta.)

***



“İş avutur’ derdi babası. O böyle bir avuntu istemiyordu. Bir örnek yazılar yazmak, bir örnek dersler vermek, bir örnek çekiç sallamaktı onların iş dedikleri. Kornasını ötekilerden başka öttüren bir şoför, çekicini başka ahenkle sallayan bir demirci bile ikinci gün kendi kendini tekrarlıyordu.” sf. 41


***

Babadan kalma hazır parası olmasa da, bu adam çalışmazdı muhtemelen. Paralı olmayı zaten çok umursamıyor. Evlerin kiralarının yönetimini bir avukata devretmiş. Gündelik ihtiyaçları dışında bir harcaması da yok. “Şımarık zengin piç” değil yani. “Düz aylak”


*

Kendine gerekli/gereksiz meşgaleler ediniyor. Örneğin, sokak adlarını toplayıp bunların üzerine düşünmek gibi. “İki Öksüzler Sokağı”, “Aslan Yatağı Sokak” Niye bu isimler verilmiş bu sokaklara? 


Sıra Serviler Caddesi. Asfalt, üst üste beton yapıların olduğu, “hızlıyürüyeninsanlarsürüsü” olan bu caddede serviler mi varmış yani bir zamanlar? 

Kendisi de isim veriyor hatta sokaklara. “Eli Paketliler Sokağı” gibi mesela. “Komşusunun saygısını yitireceğinden başka sıkıntısı olmayanlar yaşar burada”



Ne var ki “İnsan sokak adlarıyla üç günden fazla uğraşamıyordu.” Sf. 40


*

Ancak hayatı öyle boş ve anlamsız sayılmaz.



Hayatını “gerçek aşk”ı bulmaya adamış.



Kendisine “Hep arayacaksın sen. Ya resim, ya kitap…” diyen arkadaşına:



Tutamak sorunu. İnsanın bir tutamağı olmalı” diye cevap veriyor.



“Tutamak sorunu. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım. Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, ‘Veli ağanın öküzleri gibi öküz yoktur’ demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimiz, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!” sf. 149





Etrafta milyonlarca kadın varken, içlerinden bir tanesi herhalde onun aradığı kadındır.



Yoksa dünyada olmayanı mı arıyordu?” sf. 40



Ama,



Şunların arasında sevilmeğe değer birkaç kişi niye olmasın?” sf. 17



Bunca lüzumsuz eşya vardı da, neden en gereken, bir sigara küllüğü yoktu. Kadınlar da böyleydi. Dünyada gereğinden çok kadın vardı ama, yalnız bir teki yoktu.” Sf. 96





*



Kitap, Baki’nin “Mufassal kıssa başlarsın garip efsane söylersin” sözüyle başlıyor.



Ardından ilk cümle:



Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi.



*



C, kadınlarla tanışıyor, sevgili oluyor. Bu esnada hep B ile tanışma fırsatını kaçırıyor.



B kim? Biz biliyoruz. Tanımıyoruz ama biliyoruz. Tanısak sever miyiz, bilmem. C, B’yi tanısa sever mi? Onu da bilmiyoruz. Ama kitabın verdiği hava, sanki tanısa sevecekmiş gibi.



C, sağa dönseydi B ile tanışacaktı, diğer yöne baksaydı B’yi görecekti… gibi ifadelerle sanki kaçan fırsatlardan bahsediliyor. Dolayısıyla sanırım yazar, B’nin aslında C’nin aradığı kadın olduğunu düşünmemizi ve sonunda karşılaşıp karşılaşmayacaklarını merak etmemizi istiyor. Ya da öyle bir şey istemiyor, tamamen benim uydurmam bu.



Sinemaya gidiyor sık sık. Bizim de arkadaşlarla “Ben (paralı) aylak olsaydım…”lı cümlelerimizde sık sık sinema tercihimiz var. Şimdi iki araya bir dereye sıkıştırıp haftada bir defa sinemaya gidebilirsek kendimizi şanslı hissediyoruz.



İşi gücü olan, hayatın hayhuyu içinde koşturan insanların aklının ucundan dahi geçmeyen şeyleri düşünmek için bolca vakti olan C, sinemada da “sinemadan çıkmış insan” tahlili yapıyor.



Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.(…) Bunları kurtarmanın yolunu biliyorum. Kocaman sinemalar yapmalı. Bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara. İyi bir film görsünler. Sokağa hep birden çıksınlar.” Sf. 18



Benim, kendimde gözlemlediğim “kişisel gelişim kitabı okumuş insan” sınıflamamı hatırlattı bana. Ne zaman ki, pozitif düşün, inanırsan başarırsın, önemli olan gerçekten istemek, sen gerçekten isteyince evren bu isteğinin gerçek olması için uğraşır... bik bik  temalı kitaplar okusam bir gaz geliyor bana. “Tabi yaa, çok mantıklı, mühim olan istemek ve inanmak, işte bu kadar” diye yaklaşık bir on-on beş dakika hayata umutla bakıyorum. Kitap bitince geçiyor. Belki aralıksız böyle kitaplar okusam… Ay yok çok güleceğim gelir o zaman, zira artık o tarz kitapları “He hü he hü” diye geçiştiriyorum.



*

Kitabın “KIŞ” başlıklı ilk bölümünde Ayşe ve C’yi dönüşümlü okuyoruz. Bir C’yi dinliyoruz yazardan, bir Ayşe’yi okuyoruz Ayşe’nin ağzından.



Ayşe, ressam.



C de Ayşe’nin çalıştığı atölyede modellik yapıyor, resim de alıyor zaman zaman.



İlişkilerinin yoğun hali sonraki bölümlerde anlatılıyor.



İLKYAZ” adlı bölümde Güler diye bir kızla tanışıyor C.



Yolda rastlıyor ona.



Yolda iki kız görüyor. Vedalaşmak üzere olan. Onları izlerken hareketlerini tahmin etmeye çalışıyor. Şimdi tokalaşacaklar, şimdi gülüşecekler, şimdi yanak yanağa öpüşecekler…



Tahminleri tam tutmasa da kızlara doğru ilerliyor. Kızların ikisi de güzel.



Önünde yürüyen kadının yüzünü görmeden, güzel olup olmadığını karşıdan gelen erkeklerin gözlerinden anlardı. Güzelse, onu geçtikten sonra dönüp bir daha bakarlardı.” Sf. 48



C yaklaşırken kızlar da vedalaşma seramonisini bitirmiş, ters istikametlere yürümeye başlıyorlar. Kızlardan biri Yüksekkaldırım, diğeri Tophane yönüne gidiyor. C, hangisinin peşinden gideceğini düşünüyor bir an ve Yüksekkaldırım tarafına gideni seçiyor. Zira “bu şehirde en sevmediği yer Tophane caddesiydi



Az evvel, yazarın aslında B’nin, C için hayatının aşkı olduğunu düşünmemizi istediğini söylemiştim ya. Benim uydurmam falan değildi bu. Zira yazar nal gibi yazmış işte “…Her şey o bir anlık duruşta olup bitmişti. Gene yanıldı. Açık mavili B idi. Onun arkasından gitseydi hikaye bitecekti.” Sf. 48



Niye bitecekti hikaye. Çünkü aşıklar kavuşursa hikaye biter. “Prens ve prenses sonsuza kadar mutlu yaşadılar.” Bütün hikaye, prens ve prensesin kavuşup kavuşamayacağı üzerine kurulu. Bu serüveni izler ve okur ancak insan. Sevenler kavuşunca, serüven de bitmiş demektir. Hiçbir masal prens ve prensesin, kavuştuktan sonrasıyla ilgilenmez. Niye ki? O zaman heyecan kalmıyor diye mi? Hayatın bütün heyecanı, ruh eşini bulma arayışında mı?



*



Peşinden gittiği kız ile uzaktan bakışıyorlar bir süre. Kafasında tanışmak için bir takım senaryolar üretiyor ama kız bu senaryolara pek uymuyor.



Neyse ki sonunda gidip tanışıyor.



Aslında çekingen de bir adam değil ama…



Bu bölümde olanları bir yazarın kaleminden C odaklı okuyoruz, bir de Güler’in B’ye yazdığı mektuplardan.



Bu bölümden pek keyif almadım. Zira Güler, çok basit ve sığ bir kız. “Dünyadan çok şey beklemiyorum. Üç oda, bir mutfak, sevdiğim adam, biri kız biri oğlan iki çocuk  sf. 69. Hayali bu kızın. Küçük dünyalı şey.



Kızın dünyası küçük olduğu gibi, bir insanın neden böyle sevdiği insan ile üç oda bir mutfak ev ve bir kız bir oğlan iki çocuk istemeyebileceğine aklı ermiyor.



C de tabi hayal kırıcı olarak, gerçekleri kızın suratına indiriyor. “Adam bıkıp kaçsın, çocuklar kuşpalazına tutulsunlar diye mi?” sf. 70



Çevrene bakmıyor musun? En mutlu görünenlerine bile? Bütün bunlar üç oda, bir mutfak, iki çocuk düşü ile başlıyor. Sonra? Haydi bayanlar, baylar! Bu fırsatı kaçırmayın. Siz de girin, siz de görün. Üç perdelik dram. Birinci kısım: Dağlar dümdüz. İkinci kısım: Ne çok tepe! Üçüncü kısım: Ova batak. Bugünlük bu kadar baylar. İyi geceler. Yarın gene bekleriz.” Sf. 76


*

Güler, C’yi seviyor. C de bunun farkında. “Beni kendince seviyor. Ya dünyadan beklediği? Benim, üç odasını onunla paylaşacak adam olmadığımı düşünecek.” Sf. 77



C, Güler’i seviyor mu? Hayır, hiç sanmıyorum. Güler güzel kız. Onunla sinemada yiyişmek de güzel. Ama sevmek? I-ıh.



Sonunda tabi ki Güler ile yolları ayrılıyor. Bir mekanda otururlarken birkaç serseri Güler’e laf atıyor. C de laf atan adamları dövüyor. Ondan sonra da bir daha görüşmüyorlar.

**



"YAZ" başlıklı üçüncü bölümde tekrar Ayşe geliyor. Bu defa da araya Ayşe’nin günlükleri giriyor. Bir C’nin penceresi, bir Ayşe’nin günlüğü.



Burada C, B ile tanışıyor aslında. Bir arkadaşı tanıştırıyor.



Sami, kızı gösterdi.



-Bu B, dedi. (“Ablam” deseydi belki tanışırlardı. Ondan iki yaş küçük olduğundan mı, yoksa bir erkek çocuk şımarıklığıyla mı, ona abla demez, B derdi. Birbirlerini bilmeden ellerini sıktılar.) Sf. 96



Yani hayatımızın aşkı ile ruh eşimiz ile zaman zaman karşılaşıyoruz, ama bir şey engelliyor işte. Napcan hacı, olmayınca olmuyor. Nasip kısmet.



Tatile çıkıyor C."Naciye’nin küçük evi”nde kalıyor.



Deniz, kum, güneş takılırken Ayşe’yi görüyor.



Ondan sonra da burada beraber takılıyorlar.



Ayşe resim yapıyor. C de aylaklığını sürdürüyor. Yeni teoriler buluyor:



Ku-ya-ra: Kumda yatma rahatlığı

Ve

A-da-ko: Ağaç dalı kompleksi

gibi



“Şimdi kumda yattığım için kuyara diyorum. Daha da genişletilebilir. Kuyara, alışılmış tatların sürüp gitmesindeki rahatlıktır. Düşünmeden uyuyuvermek. Biteviye geçen günlerin kolaylığı. Ya adako? Ağaç dalındaki, gövdeden ayrılma eğilimini fark ettin mi bilmem? Hep öteye öteye uzar. Gövdenin toprağa kök salmış rahatlığından bir kaçıştır bu. Özgürlüğe susamışlıktır. Buna ben ‘ağaç dalı kompleksi’ diyorum. Genç hastalığıdır. Çoğunlukla Kuyara dişidir. Adako erkek. Pek seyrek cins değiştirdikleri de olur. Ağaç dalı kompleksine tutulmuş kişi tedirgindir. İnsanların ağaç dallarını budayıp gövdeye yaklaştırdıkları gibi, yakınları onun içindeki bu Adako’yu da budarlar. Onu gövdeden ayırmamak için ellerinden geleni yaparlar. Kimi insana ne yapılsa yararı olmaz. Asi daldır o. Ayrılır. Balta işlemez ona.” Sf. 127


 *


Pansiyonda beraber takılıyorlar.



Pansiyonunun diğer sakinleri ile bir şekilde yaşamayı beceriyorlar. C’nin bu insanlarla sorunsuz yaşayabilmesi şaşırtıcı oluyor. Birkaç tartışma hamlesini giriyor ancak sonra Ayşe’nin “Amaaan salla, niye ciddiye alıyorsun” öğütlerini mantıklı bulup tartışmalara müdahil olmamayı becerebilir hale geliyor.



Ama bu enteresan çift, tabiî ki beklendiği şekilde pansiyon ahalisinin gözüne batıyor sonra. Kızlı erkekli, hemi de evli olmadan beraber takılmaca. Uvvvvv. Olacak şey değil.



Bunların çevrelerinde sevişen iki insana gösterdikleri bu hoşgörü ne zamana dek sürecek acaba? Bu sevginin onlardaki güdük sevgi ölçüsünü aşan başkalığını, törelere uymazlığını görünce nasıl tedirgin olacaklar! Bizi aralarından atarlar. Çocuklarına kötü örnek olduğumuzu söylerler. Sanki çocuklarına kendilerinden daha kötü örnek olabilirmiş gibi.” Sf. 108



Pansiyonda kalanlardan bir ailenin 16 yaşındaki kızı, C’ye aşık oluyor. Bunu sadece Ayşe fark ediyor. C farkında değil. Kızın, aşk için yaptığı, daha doğrusu elindeki imkanlarla yapabildiği, aşık genç kız halleri çok aptalca ve bariz. Ancak tabi sadece aşık ve olgun bir kadının görüp anlayabileceği bir barizlik.



Ayşe akıllı bir kız. Ben sevdim. Akıllı ve nispeten özgür ruhlu olma nüvesi var. Fakat çok da özgür olamaz. Bu ülkede ve o dönemin şartlarına bakarsak, gerçi bu dönemde de çok farklı sayılmaz ama, en fazla bu kadar olunabilir herhalde. Etrafın ne diyeceği endişesi. Endişe boyutunu almasa bile aklıdan bunun geçmesi. Bunlardan kurtulmak kolay mı? Sevişirken rahat olamamak. Aman perde kapalı mı, kapı kilitli mi, kimse görmesin. Öpüşürken aklın perdedeyse nasıl keyif alabilirsin ki hayattan? Zevkin en doruk noktasında yanlış bir şey yaptığın hissiyle baban geliyorsa aklına, yaşadığın nasıl kendi hayatın olabilir ki?  



Ayşe ile C’nin ilişkisi tahminimden uzun sürüyor.



“İki kişilik toplumda sevgiyi dipdiri tutacak çareyi bulduklarını sanıyordu. Evlenen iki kişinin gitgide sevgilerini yitirmelerinin baş sebebini aynı yatakta uyumalarında görürdü. Uykuda başına buyruk yaşayan insan bedeninin kendini koyvermişliği; horlaması, yellenmesi, hepsinden çok o biteviye uyku soluması, kişinin bu bedende aramaktan hoşlanacağı gizlerin değerini düşürürdü.” Sf. 114





Pansiyonda C’nin yüzüne bir şey diyemiyorlar, alacakları cevaptan korktukları için. O yüzden arkalarından konuşmak  işlerine geliyor. Ancak bunu duyan Ayşe, oldukça sert fakat bir o kadar da nazik bir vuruşla ağızlarının payını veriyor.



-          Ayşe Hanım, sizin şu mirasyedinin yaman fikirleri var doğrusu.

-          Siz sandığımdan da kurnazmışsınız. 

-          Efendim? 

-          Kurnazmışsınız diyorum. Üstelik anlayışlı! Mirasyedi deyimini onun yüzüne karşı değil, arkasından söyleyecek kadar anlayışlı.

-          Yüzüne söyleyemeyeceğimi mi sanıyorsunuz?

-          Sanmıyorum; biliyorum. Sonra bu güzel yemekleri eksik dişlerle çiğnemek zorunda kalacağınızı siz de bilirsiniz.
Sf. 115


Ovvvvv. Kavgada söylenmez. Çok ince vuruyor Ayşe.



Sonra da tabi barınamıyorlar artık o pansiyonda.

*



Ayşe ile C’nin ilişkisi en olabilitesi olan ilişki gibi gözüküyordu. Hatta C, Ayşe’ye “Seni seviyorum” bile demişti ki bunu söylediği ilk kadın Ayşe idi.



Ama bana kalırsa o kadar da çok sevmiyor olabilir. Şuradan çıkarıyorum bunu. Bir gün Ayşe’nin günlüğünü buluyor. Günlük ki insanın sakınmadan içini döktüğü, gerçek hislerini anlatabildiği, en özel, en samimi şey. Adam kızı gerçekten seviyor olsa, kendisi hakkında ne yazdığını merak eder, okurdu. Tamam belki “Onun özeli sonuçta” deyip, erdemli davranır ve okumazdı. Ama en azından merak ederdi. Hiç meraksız, öylesine birkaç sayfaya göz gezdiriyor sadece. Biz ki kendimizden önce sevdiği adamın günlük burç yorumunu okuyan insanlarız. (Bir ara çok yapardım bunu da, sonra saçmalığını idrak ettim çok şükür.)



**



"GÜZ" başlıklı son bölümde, beklediğimiz oluyor ve Ayşe ile C ayrılıyor.



Bu kadar düzgün gitmesi bile aslında bir şeylerin ters gittiğinin bir göstergesiydi. Zira C ile işler sürekli düzgün gidemez.



Bunca zamanlık birlikteliklerinde Ayşe de bunu anlıyor. C’nin onu bırakacağı günü bekliyor. Sonra da bu bekleyişten sıkılıp kendisi bırakıyor. Şahane bir zamanlamayla yapıyor bunu, çünkü C de tam ayrılık konuşması yapmaya hazırlanıyordu. Bu konuşmayı yapmasına gerek bırakmadığı için Ayşe’ye adeta minnet duyuyor.



*

Tatilini bitiriyor. Eski rutinine dönüyor. Yine seveceği kadını aramaya girişiyor. İçeri girecek ilk kadın, camın önünden geçecek ilk kadın… diye tahminler yürütüyor kendi kendine.



Sonra bir kız görüyor. Kim olduğunu söylemiyor yazar, ama eşek değiliz ya, anlıyoruz. B bu. B olmalı. “Bu gergin yüzü, bu ürkek mavi gözleri eskiden bir yerde görmüştü.” “Aradığı oydu.”



Kızın peşinden koşuyor.



Tam burada, kitabın son sayfasında, bir maratonda son düzlüğe gelmiş iki atleti izlerkenki heyecan başlıyor. Yetişecek mi?



Kız otobüse biniyor.



C, bir taksi durduruyor, “Öndeki otobüsü takip et” diyecek ama bindiği taksi dolu, içeride yolcu var.



Trafiğin içine ettiği için bir yumruk yiyor C.



Bu yumruğa karşılık veriyor.



Kavga dövüş kalabalık.



Polis geliyor.



C’yi suçluyor herkes.



Polis de C’ye soruyor:



-          Ne oldu? Anlat.

-          Otobüse yetişecektim…



Sustu. Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu, anlamazlardı. Sf.155



Böylece bitiyor.

Bu kitapta kavuşamadılar. Ama belki başka bir evrende…



Olmayınca olmuyor işte mübarek.






***

Altını çizdiğim satırlar. 

Kıyamadım kitapta kalmalarına. Buraya da aktarmak istedim. 

Hep asık yüzlü oluruz, ya da sırıtkan” sf. 13



Kılığı düzgün bir adamın sokakta simit yemesi yasaktır. Bütün yasaklar gibi bunun da bir kaçamak yolu yok mu? Simidi kır, cebine sok. Tek elinle bir lokma koparıp,kimseye sezdirmeden ağzına at. Ama, ben dişlerim sağlamken ısıracağım.” Sf. 13



Hep başkayız. Ayak bastığımız her yer dünyanın merkezi oluyor.” Sf. 15



Sokakta kendi kendine sesli gülünemeyeceğini bilmeyen yoktu.” Sf. 18



Kişioğlu böyleydi. Kimi dilenmek, kimi sadaka vermek zorundaydı.” Sf. 43



Bazen, görünür bir sebep olmadan, insana önünden geçtiği bir yapı, bir sokak köşesi, üstünde oturduğu sandalye hayatında önemli bir yer tutacakmış gibi gelir.” Sf. 47



Büyük şehir gıcırtısı” sf. 51



Sabahları geç kalkmaya alışmış bir insan, bir gece yatarken, ‘Yarın erken kalkmak gerek’ diye düşünüp ertesi sabah istediği vakitte uyanınca nasıl şaşarsa o da saatine bakıp öyle şaştı.” Sf. 59



Bence insanın adı onunla en az ilgili olan yanıdır. Doğar doğmaz, o bilmeden başkaları veriyor. Ama yapışıp kalıyor ona. Onsuz olamıyor.” Sf. 61



- İkinci konuşmamda ‘sen’ diyemeyeceğim biriyle bir daha konuşmam



- Galiba sizi anlıyorum.



- Siz’ anlanamaz, ‘sen’ anlanır. Bazı kitaplarda ‘sizi seviyorum’u okuyunca gülerim. Sanki ‘siz’ sevilirmiş! ‘Sen’ sevilir, değil mi?



Sf. 61



Hep tetikte olacaktı. Yasaktı dalgınlık. Daldı mı, büyük şehir insanı kornalar, çanlar, küfürler, gıcırtılar, çarpmalarla kendine geliyordu.” Sf. 62



Bir yerleri olması kötüydü. Sonra insan kendinin değil, o yerin isteğine uygun yaşamaya başlardı.” Sf. 69



Birlikte gülündü mü insan rahatlıyordu.” Sf. 71



Seni seviyorum ben…Nasıl kolayca söyleyiveriyor bunu. Sevmek! Kelimelere herkes kendine göre bir anlam, bir değer veriyor galiba. Bu değerler aynı olmadıkça iki kişi iki ayrı dil konuşuyorlarmış gibi olmuyor mu?” sf. 72



İnsan geçmiş bir olayı kafasından kazıyıp attığını sanıyor. Değil. Tortuya benzer bir kalıntı var.” 
Sf. 78



Aralarındaki suskunluk uzadıkça, bir şeyler bulup söylemek gereğinin verdiği tedirginliği duymazdı.” Sf. 79



İnsan soyunu kurutmak mı istiyorsunuz, erkekteki bu sürtünem duygusunu alın, yeter!” sf. 80



Asfaltla kusmak, işte yirminci yüzyıl. Katı katı naylon, neonların yapma gündüzü.” Sf. 83



“Hep para verip rahatlayacaksın! Ne yapayım ya? İnsanların en kolay anladıkları onun dili değil mi?” sf. 98



İnsanlarda anlayamadığı bir şey de gazete okumalarıydı. Neden her sabah içerlini karartmak gereğini duyarlardı acaba? Futbol maçı hastalarınınkini anlıyordu. Ya ötekiler? Binlerce gazete satılıyor bu şehirde. Örneğin şu yaşlı adam! Yoksa FATİH’TE İKİ EV YANDI başlığını görüp, ‘İyi. Benim orada evim yok,’ diye düşünebilmek rahatlığı için mi okur? BİR ADAM KARISINI ÖLDÜRDÜ. ‘İyi etmiş. Kim bilir ne namussuzdu.’ ÇİN’DE İSYAN. ‘Beter olsunlar, kırsınlar birbirlerini. Bize dokunmasınlar da!..” sf. 98



Yarına çabuk varmanın en kısa yolu uyumaktı.” Sf. 102



Belki de insanlar kendi kendilerini düşünmek, hayaller kurmak için yeteri kadar yalnız kalamadıklarından anlayışsız oluyorlardı.” Sf. 105



İnsan, günlerin biteviye geçişinden yakınmadıkça mutlu sayılırdı.” Sf. 109



Açık korku kişiye adam öldürtür, gizlisi uslu uslu oturtur.” Sf. 116



İnsanları yalan söyledikleri zaman dinlemeyi severim. Olmak istedikleri, olamadıkları ‘kişi’yi anlatırlar.” Sf. 124



Huzurunu yaşadığı günde bulamayan insana kurtuluş yoktu.” Sf. 142



-          Sami son günlerde üzgün. Ablasına sinir buhranları geliyor.

-          Evlensin, kurtulur.

-          Üniversitede okuyor.

-          İyi ya, bıraksın okumayı falan, evlensin. Kızlarda sinir buhranları başladı mı evlendirmeli. Evli kadında başlarsa boşandırmalı. Birebirdir.

-          Hani sen genellemelerden iğrenirsin?

-          Genelleme değil ki bu. ‘Daraltma’ bile denebilir.

Sf. 148



“İki çeşit içen vardır. Biri benim gibi, kurtuluşu içkiden beklemenin utancıyla içer. Bir de şu çevrendekilere bak. Bunlar neden içiyorlar? Toplum içinde yaşamanın baskısını, yükünü hafifletmek için. Çekinmeden bağırmak, yüksek sesle gülmek için. Dışarıda bağırmak, kahkaha atmak yasaktır. Sokakta hiç gülmemek için burada gülerler.” Sf. 148








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder