AYLAK ADAM
Yusuf Atılgan
1959
Yapı Kredi Yayınları - 30. Baskı – Ocak 2013
155 sayfa
Bu kitabı ilk olarak 2013'ün Mart ayında okumuştum. İki sene sonra yeniden okudum. İlk okuyuşumun ardından yazdığım şu:
İkinci okuyuşumda yazdıklarım ise şöyle:
***
Aylaklık ne güzel.
Para kazanmak zorunda olmadan yaşamak… Mükemmel olmalı.
Düşünüyorum. Hatta düşünüyoruz arkadaşlarla zaman zaman bunu. Para kazanmak zorunda olmasak, yani zaten hali hazırda kazanılmış
paramız olsa, kitaptaki örnekte olduğu gibi babadan kalma gayrimenkullerin
kiralarıyla zaten geçinebilecek kazancı elde edebiliyor olsak…
Piyuuuu. Hayalleri duymanız lazım.
Ancak ne var ki hayaller Paris, gerçekler Beylikdüzü.
***
Başkarakter C, babadan kalma evlerin kiralarıyla yaşamını
idame ettirebilen, dolayısıyla çalışmayan, çalışması da gerekmeyen, ne iş
yaptığını soranlara “Aylaklık yapıyorum.” diye cevap veren, 28 yaşında genç ve
yakışıklı olduğunu tahmin ettiğim bir adam. (Yakışıklı olmalı, zira kadınları
çok kolay etkileyebiliyor. Bunda zenginliğinin de payı vardır diye
düşünebilirsiniz ama ilk görüşte kimin zengin olduğunu, kimin olmadığını
anlamak pek kolay değil. C de öyle zengin görünümlü bir tipe benzemiyor. Zaten
kitabın yazıldığı dönem itibariyle de masaya son model i-phone, lüks araba
anahtarı ve kabarık cüzdan koyma modası da henüz olmadığından zenginliği bir
çırpıda anlamak söz konusu olmuyor. O yüzden bu adam yakışıklı, nokta.)
***
“İş avutur’ derdi babası. O böyle bir avuntu istemiyordu.
Bir örnek yazılar yazmak, bir örnek dersler vermek, bir örnek çekiç sallamaktı
onların iş dedikleri. Kornasını ötekilerden başka öttüren bir şoför, çekicini
başka ahenkle sallayan bir demirci bile ikinci gün kendi kendini
tekrarlıyordu.” sf. 41
***
Babadan kalma hazır parası olmasa da, bu adam çalışmazdı
muhtemelen. Paralı olmayı zaten çok umursamıyor. Evlerin kiralarının yönetimini
bir avukata devretmiş. Gündelik ihtiyaçları dışında bir harcaması da yok.
“Şımarık zengin piç” değil yani. “Düz aylak”
*
Kendine gerekli/gereksiz meşgaleler ediniyor. Örneğin, sokak
adlarını toplayıp bunların üzerine düşünmek gibi. “İki Öksüzler Sokağı”, “Aslan
Yatağı Sokak” Niye bu isimler verilmiş bu sokaklara?
Sıra Serviler Caddesi. Asfalt, üst üste beton yapıların
olduğu, “hızlıyürüyeninsanlarsürüsü” olan bu caddede serviler mi varmış yani
bir zamanlar?
Kendisi de isim veriyor hatta sokaklara. “Eli Paketliler Sokağı”
gibi mesela. “Komşusunun saygısını yitireceğinden başka sıkıntısı olmayanlar
yaşar burada”
Ne var ki “İnsan sokak adlarıyla üç günden fazla
uğraşamıyordu.” Sf. 40
*
Ancak hayatı öyle boş ve anlamsız sayılmaz.
Hayatını “gerçek aşk”ı bulmaya adamış.
Kendisine “Hep arayacaksın sen. Ya resim, ya kitap…” diyen
arkadaşına:
“Tutamak sorunu. İnsanın bir tutamağı olmalı” diye cevap
veriyor.
“Tutamak sorunu. Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir
köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır.
Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur;
kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes
kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez.
Kağızman köylerinden birinde bir çift öküzüne tutunan bir adam tanıdım.
Öküzleri besiliydi, pırıl pırıldı. Herkesin, ‘Veli ağanın öküzleri gibi öküz
yoktur’ demesini isterdi. Daha gülünçleri de vardır. Ben, toplumdaki değerlerin
ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek
tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimiz, benimle
birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!” sf. 149
Etrafta milyonlarca kadın varken, içlerinden bir tanesi
herhalde onun aradığı kadındır.
“Yoksa dünyada olmayanı mı arıyordu?” sf. 40
Ama,
“Şunların arasında sevilmeğe değer birkaç kişi niye
olmasın?” sf. 17
“Bunca lüzumsuz eşya vardı da, neden en gereken, bir sigara
küllüğü yoktu. Kadınlar da böyleydi. Dünyada gereğinden çok kadın vardı ama,
yalnız bir teki yoktu.” Sf. 96
*
Kitap, Baki’nin “Mufassal kıssa başlarsın garip efsane
söylersin” sözüyle başlıyor.
Ardından ilk cümle:
“Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği
aklıma geldi.”
*
C, kadınlarla tanışıyor, sevgili oluyor. Bu esnada hep B ile
tanışma fırsatını kaçırıyor.
B kim? Biz biliyoruz. Tanımıyoruz ama biliyoruz. Tanısak
sever miyiz, bilmem. C, B’yi tanısa sever mi? Onu da bilmiyoruz. Ama kitabın
verdiği hava, sanki tanısa sevecekmiş gibi.
C, sağa dönseydi B ile tanışacaktı, diğer yöne baksaydı B’yi
görecekti… gibi ifadelerle sanki kaçan fırsatlardan bahsediliyor. Dolayısıyla
sanırım yazar, B’nin aslında C’nin aradığı kadın olduğunu düşünmemizi ve
sonunda karşılaşıp karşılaşmayacaklarını merak etmemizi istiyor. Ya da öyle bir
şey istemiyor, tamamen benim uydurmam bu.
Sinemaya gidiyor sık sık. Bizim de arkadaşlarla “Ben (paralı)
aylak olsaydım…”lı cümlelerimizde sık sık sinema tercihimiz var. Şimdi iki
araya bir dereye sıkıştırıp haftada bir defa sinemaya gidebilirsek kendimizi
şanslı hissediyoruz.
İşi gücü olan, hayatın hayhuyu içinde koşturan insanların
aklının ucundan dahi geçmeyen şeyleri düşünmek için bolca vakti olan C,
sinemada da “sinemadan çıkmış insan” tahlili yapıyor.
“Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir
yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış.
Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı
umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık
yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar,
eritiyorlar.(…) Bunları kurtarmanın yolunu biliyorum. Kocaman sinemalar
yapmalı. Bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara. İyi bir film
görsünler. Sokağa hep birden çıksınlar.” Sf. 18
Benim, kendimde gözlemlediğim “kişisel gelişim kitabı okumuş
insan” sınıflamamı hatırlattı bana. Ne zaman ki, pozitif düşün, inanırsan
başarırsın, önemli olan gerçekten istemek, sen gerçekten isteyince evren bu
isteğinin gerçek olması için uğraşır... bik bik temalı kitaplar okusam bir
gaz geliyor bana. “Tabi yaa, çok mantıklı, mühim olan istemek ve inanmak, işte
bu kadar” diye yaklaşık bir on-on beş dakika hayata umutla bakıyorum. Kitap
bitince geçiyor. Belki aralıksız böyle kitaplar okusam… Ay yok çok güleceğim
gelir o zaman, zira artık o tarz kitapları “He hü he hü” diye geçiştiriyorum.
*
Kitabın “KIŞ” başlıklı ilk bölümünde Ayşe ve C’yi dönüşümlü
okuyoruz. Bir C’yi dinliyoruz yazardan, bir Ayşe’yi okuyoruz Ayşe’nin ağzından.
Ayşe, ressam.
C de Ayşe’nin çalıştığı atölyede modellik yapıyor, resim de
alıyor zaman zaman.
İlişkilerinin yoğun hali sonraki bölümlerde anlatılıyor.
“İLKYAZ” adlı bölümde Güler diye bir kızla tanışıyor C.
Yolda rastlıyor ona.
Yolda iki kız görüyor. Vedalaşmak üzere olan. Onları
izlerken hareketlerini tahmin etmeye çalışıyor. Şimdi tokalaşacaklar, şimdi
gülüşecekler, şimdi yanak yanağa öpüşecekler…
Tahminleri tam tutmasa da kızlara doğru ilerliyor. Kızların
ikisi de güzel.
“Önünde yürüyen kadının yüzünü görmeden, güzel olup
olmadığını karşıdan gelen erkeklerin gözlerinden anlardı. Güzelse, onu
geçtikten sonra dönüp bir daha bakarlardı.” Sf. 48
C yaklaşırken kızlar da vedalaşma seramonisini bitirmiş,
ters istikametlere yürümeye başlıyorlar. Kızlardan biri Yüksekkaldırım, diğeri
Tophane yönüne gidiyor. C, hangisinin peşinden gideceğini düşünüyor bir an ve
Yüksekkaldırım tarafına gideni seçiyor. Zira “bu şehirde en sevmediği yer
Tophane caddesiydi”
Az evvel, yazarın aslında B’nin, C için hayatının aşkı
olduğunu düşünmemizi istediğini söylemiştim ya. Benim uydurmam falan
değildi bu. Zira yazar nal gibi yazmış işte “…Her şey o bir anlık duruşta olup
bitmişti. Gene yanıldı. Açık mavili B idi. Onun arkasından gitseydi hikaye
bitecekti.” Sf. 48
Niye bitecekti hikaye. Çünkü aşıklar kavuşursa hikaye biter.
“Prens ve prenses sonsuza kadar mutlu yaşadılar.” Bütün hikaye, prens ve
prensesin kavuşup kavuşamayacağı üzerine kurulu. Bu serüveni izler ve okur
ancak insan. Sevenler kavuşunca, serüven de bitmiş demektir. Hiçbir masal prens
ve prensesin, kavuştuktan sonrasıyla ilgilenmez. Niye ki? O zaman heyecan
kalmıyor diye mi? Hayatın bütün heyecanı, ruh eşini bulma arayışında mı?
*
Peşinden gittiği kız ile uzaktan bakışıyorlar bir süre.
Kafasında tanışmak için bir takım senaryolar üretiyor ama kız bu senaryolara
pek uymuyor.
Neyse ki sonunda gidip tanışıyor.
Aslında çekingen de bir adam değil ama…
Bu bölümde olanları bir yazarın kaleminden C odaklı
okuyoruz, bir de Güler’in B’ye yazdığı mektuplardan.
Bu bölümden pek keyif almadım. Zira Güler, çok basit ve sığ
bir kız. “Dünyadan çok şey beklemiyorum. Üç oda, bir mutfak, sevdiğim adam,
biri kız biri oğlan iki çocuk” sf. 69.
Hayali bu kızın. Küçük dünyalı şey.
Kızın dünyası küçük olduğu gibi, bir insanın neden böyle
sevdiği insan ile üç oda bir mutfak ev ve bir kız bir oğlan iki çocuk
istemeyebileceğine aklı ermiyor.
C de tabi hayal kırıcı olarak, gerçekleri kızın suratına
indiriyor. “Adam bıkıp kaçsın, çocuklar kuşpalazına tutulsunlar diye mi?” sf.
70
“Çevrene bakmıyor musun? En mutlu görünenlerine bile? Bütün
bunlar üç oda, bir mutfak, iki çocuk düşü ile başlıyor. Sonra? Haydi bayanlar,
baylar! Bu fırsatı kaçırmayın. Siz de girin, siz de görün. Üç perdelik dram.
Birinci kısım: Dağlar dümdüz. İkinci kısım: Ne çok tepe! Üçüncü kısım: Ova
batak. Bugünlük bu kadar baylar. İyi geceler. Yarın gene bekleriz.” Sf. 76
*
Güler, C’yi seviyor. C de bunun farkında. “Beni kendince
seviyor. Ya dünyadan beklediği? Benim, üç odasını onunla paylaşacak adam
olmadığımı düşünecek.” Sf. 77
C, Güler’i seviyor mu? Hayır, hiç sanmıyorum. Güler güzel
kız. Onunla sinemada yiyişmek de güzel. Ama sevmek? I-ıh.
Sonunda tabi ki Güler ile yolları ayrılıyor. Bir mekanda
otururlarken birkaç serseri Güler’e laf atıyor. C de laf atan adamları dövüyor.
Ondan sonra da bir daha görüşmüyorlar.
**
"YAZ" başlıklı üçüncü bölümde tekrar Ayşe geliyor. Bu defa da
araya Ayşe’nin günlükleri giriyor. Bir C’nin penceresi, bir Ayşe’nin günlüğü.
Burada C, B ile tanışıyor aslında. Bir arkadaşı
tanıştırıyor.
Sami, kızı gösterdi.
-Bu B, dedi. (“Ablam” deseydi belki tanışırlardı. Ondan iki
yaş küçük olduğundan mı, yoksa bir erkek çocuk şımarıklığıyla mı, ona abla
demez, B derdi. Birbirlerini bilmeden ellerini sıktılar.) Sf. 96
Yani hayatımızın aşkı ile ruh eşimiz ile zaman zaman
karşılaşıyoruz, ama bir şey engelliyor işte. Napcan hacı, olmayınca olmuyor.
Nasip kısmet.
Tatile çıkıyor C."Naciye’nin küçük evi”nde kalıyor.
Deniz, kum, güneş takılırken Ayşe’yi görüyor.
Ondan sonra da burada beraber takılıyorlar.
Ayşe resim yapıyor. C de aylaklığını sürdürüyor. Yeni
teoriler buluyor:
Ku-ya-ra: Kumda yatma rahatlığı
Ve
A-da-ko: Ağaç dalı kompleksi
gibi
“Şimdi kumda yattığım için kuyara diyorum. Daha da
genişletilebilir. Kuyara, alışılmış tatların sürüp gitmesindeki rahatlıktır.
Düşünmeden uyuyuvermek. Biteviye geçen günlerin kolaylığı. Ya adako? Ağaç
dalındaki, gövdeden ayrılma eğilimini fark ettin mi bilmem? Hep öteye öteye
uzar. Gövdenin toprağa kök salmış rahatlığından bir kaçıştır bu. Özgürlüğe
susamışlıktır. Buna ben ‘ağaç dalı kompleksi’ diyorum. Genç hastalığıdır.
Çoğunlukla Kuyara dişidir. Adako erkek. Pek seyrek cins değiştirdikleri de
olur. Ağaç dalı kompleksine tutulmuş kişi tedirgindir. İnsanların ağaç
dallarını budayıp gövdeye yaklaştırdıkları gibi, yakınları onun içindeki bu
Adako’yu da budarlar. Onu gövdeden ayırmamak için ellerinden geleni yaparlar.
Kimi insana ne yapılsa yararı olmaz. Asi daldır o. Ayrılır. Balta işlemez ona.”
Sf. 127
Pansiyonda beraber takılıyorlar.
Pansiyonunun diğer sakinleri ile bir şekilde yaşamayı
beceriyorlar. C’nin bu insanlarla sorunsuz yaşayabilmesi şaşırtıcı oluyor. Birkaç
tartışma hamlesini giriyor ancak sonra Ayşe’nin “Amaaan salla, niye ciddiye
alıyorsun” öğütlerini mantıklı bulup tartışmalara müdahil olmamayı becerebilir
hale geliyor.
Ama bu enteresan çift, tabiî ki beklendiği şekilde pansiyon
ahalisinin gözüne batıyor sonra. Kızlı erkekli, hemi de evli olmadan beraber
takılmaca. Uvvvvv. Olacak şey değil.
“Bunların çevrelerinde sevişen iki insana gösterdikleri bu
hoşgörü ne zamana dek sürecek acaba? Bu sevginin onlardaki güdük sevgi ölçüsünü
aşan başkalığını, törelere uymazlığını görünce nasıl tedirgin olacaklar! Bizi
aralarından atarlar. Çocuklarına kötü örnek olduğumuzu söylerler. Sanki
çocuklarına kendilerinden daha kötü örnek olabilirmiş gibi.” Sf. 108
Pansiyonda kalanlardan bir ailenin 16 yaşındaki kızı, C’ye
aşık oluyor. Bunu sadece Ayşe fark ediyor. C farkında değil. Kızın, aşk için
yaptığı, daha doğrusu elindeki imkanlarla yapabildiği, aşık genç kız halleri
çok aptalca ve bariz. Ancak tabi sadece aşık ve olgun bir kadının görüp
anlayabileceği bir barizlik.
Ayşe akıllı bir kız. Ben sevdim. Akıllı ve nispeten özgür
ruhlu olma nüvesi var. Fakat çok da özgür olamaz. Bu ülkede ve o dönemin
şartlarına bakarsak, gerçi bu dönemde de çok farklı sayılmaz ama, en fazla bu
kadar olunabilir herhalde. Etrafın ne diyeceği endişesi. Endişe boyutunu almasa
bile aklıdan bunun geçmesi. Bunlardan kurtulmak kolay mı? Sevişirken rahat olamamak. Aman perde kapalı mı,
kapı kilitli mi, kimse görmesin. Öpüşürken aklın perdedeyse nasıl keyif
alabilirsin ki hayattan? Zevkin en doruk noktasında yanlış bir şey yaptığın
hissiyle baban geliyorsa aklına, yaşadığın nasıl kendi hayatın olabilir ki?
Ayşe ile C’nin ilişkisi tahminimden uzun sürüyor.
“İki kişilik toplumda sevgiyi dipdiri tutacak çareyi
bulduklarını sanıyordu. Evlenen iki kişinin gitgide sevgilerini yitirmelerinin
baş sebebini aynı yatakta uyumalarında görürdü. Uykuda başına buyruk yaşayan
insan bedeninin kendini koyvermişliği; horlaması, yellenmesi, hepsinden çok o
biteviye uyku soluması, kişinin bu bedende aramaktan hoşlanacağı gizlerin
değerini düşürürdü.” Sf. 114
Pansiyonda C’nin yüzüne bir şey diyemiyorlar, alacakları
cevaptan korktukları için. O yüzden arkalarından konuşmak işlerine geliyor. Ancak bunu duyan Ayşe,
oldukça sert fakat bir o kadar da nazik bir vuruşla ağızlarının payını veriyor.
- Ayşe Hanım, sizin şu mirasyedinin yaman fikirleri var doğrusu.
- Siz sandığımdan da kurnazmışsınız.
-
Efendim?
- Kurnazmışsınız diyorum. Üstelik anlayışlı!
Mirasyedi deyimini onun yüzüne karşı değil, arkasından söyleyecek kadar
anlayışlı.
-
Yüzüne söyleyemeyeceğimi mi sanıyorsunuz?
-
Sanmıyorum; biliyorum. Sonra bu güzel yemekleri
eksik dişlerle çiğnemek zorunda kalacağınızı siz de bilirsiniz.
Sf. 115
Ovvvvv. Kavgada söylenmez. Çok ince vuruyor Ayşe.
Sonra da tabi barınamıyorlar artık o pansiyonda.
*
Ayşe ile C’nin ilişkisi en olabilitesi olan ilişki gibi
gözüküyordu. Hatta C, Ayşe’ye “Seni seviyorum” bile demişti ki bunu söylediği
ilk kadın Ayşe idi.
Ama bana kalırsa o kadar da çok sevmiyor olabilir. Şuradan
çıkarıyorum bunu. Bir gün Ayşe’nin günlüğünü buluyor. Günlük ki insanın sakınmadan
içini döktüğü, gerçek hislerini anlatabildiği, en özel, en samimi şey. Adam
kızı gerçekten seviyor olsa, kendisi hakkında ne yazdığını merak eder, okurdu.
Tamam belki “Onun özeli sonuçta” deyip, erdemli davranır ve okumazdı. Ama en
azından merak ederdi. Hiç meraksız, öylesine birkaç sayfaya göz gezdiriyor
sadece. Biz ki kendimizden önce sevdiği adamın günlük burç yorumunu okuyan
insanlarız. (Bir ara çok yapardım bunu da, sonra saçmalığını idrak ettim çok
şükür.)
**
"GÜZ" başlıklı son bölümde, beklediğimiz oluyor ve Ayşe ile C
ayrılıyor.
Bu kadar düzgün gitmesi bile aslında bir şeylerin ters
gittiğinin bir göstergesiydi. Zira C ile işler sürekli düzgün gidemez.
Bunca zamanlık birlikteliklerinde Ayşe de bunu anlıyor.
C’nin onu bırakacağı günü bekliyor. Sonra da bu bekleyişten sıkılıp kendisi
bırakıyor. Şahane bir zamanlamayla yapıyor bunu, çünkü C de tam ayrılık
konuşması yapmaya hazırlanıyordu. Bu konuşmayı yapmasına gerek bırakmadığı için
Ayşe’ye adeta minnet duyuyor.
*
Tatilini bitiriyor. Eski rutinine dönüyor. Yine seveceği
kadını aramaya girişiyor. İçeri girecek ilk kadın, camın önünden geçecek ilk
kadın… diye tahminler yürütüyor kendi kendine.
Sonra bir kız görüyor. Kim olduğunu söylemiyor yazar, ama
eşek değiliz ya, anlıyoruz. B bu. B olmalı. “Bu gergin yüzü, bu ürkek mavi
gözleri eskiden bir yerde görmüştü.” “Aradığı oydu.”
Kızın peşinden koşuyor.
Tam burada, kitabın son sayfasında, bir maratonda son düzlüğe
gelmiş iki atleti izlerkenki heyecan başlıyor. Yetişecek mi?
Kız otobüse biniyor.
C, bir taksi durduruyor, “Öndeki otobüsü takip et” diyecek ama
bindiği taksi dolu, içeride yolcu var.
Trafiğin içine ettiği için bir yumruk yiyor C.
Bu yumruğa karşılık veriyor.
Kavga dövüş kalabalık.
Polis geliyor.
C’yi suçluyor herkes.
Polis de C’ye soruyor:
-
Ne oldu? Anlat.
-
Otobüse yetişecektim…
Sustu. Konuşmak gereksizdi. Bundan sonra kimseye ondan söz
etmeyecekti. Biliyordu, anlamazlardı. Sf.155
Böylece bitiyor.
Bu kitapta kavuşamadılar. Ama belki başka bir evrende…
Olmayınca olmuyor işte mübarek.
Altını çizdiğim satırlar.
Kıyamadım kitapta kalmalarına. Buraya da aktarmak istedim.
“Hep asık yüzlü oluruz, ya da sırıtkan” sf. 13
“Kılığı düzgün bir adamın sokakta simit yemesi yasaktır.
Bütün yasaklar gibi bunun da bir kaçamak yolu yok mu? Simidi kır, cebine sok.
Tek elinle bir lokma koparıp,kimseye sezdirmeden ağzına at. Ama, ben dişlerim
sağlamken ısıracağım.” Sf. 13
“Hep başkayız. Ayak bastığımız her yer dünyanın merkezi
oluyor.” Sf. 15
“Sokakta kendi kendine sesli gülünemeyeceğini bilmeyen
yoktu.” Sf. 18
“Kişioğlu böyleydi. Kimi dilenmek, kimi sadaka vermek zorundaydı.”
Sf. 43
“Bazen, görünür bir sebep olmadan, insana önünden geçtiği
bir yapı, bir sokak köşesi, üstünde oturduğu sandalye hayatında önemli bir yer
tutacakmış gibi gelir.” Sf. 47
“Büyük şehir gıcırtısı” sf. 51
“Sabahları geç kalkmaya alışmış bir insan, bir gece
yatarken, ‘Yarın erken kalkmak gerek’ diye düşünüp ertesi sabah istediği
vakitte uyanınca nasıl şaşarsa o da saatine bakıp öyle şaştı.” Sf. 59
“Bence insanın adı onunla en az ilgili olan yanıdır. Doğar
doğmaz, o bilmeden başkaları veriyor. Ama yapışıp kalıyor ona. Onsuz olamıyor.”
Sf. 61
- İkinci konuşmamda ‘sen’ diyemeyeceğim biriyle bir daha
konuşmam”
- Galiba sizi anlıyorum.
- Siz’ anlanamaz, ‘sen’ anlanır. Bazı kitaplarda ‘sizi
seviyorum’u okuyunca gülerim. Sanki ‘siz’ sevilirmiş! ‘Sen’ sevilir, değil mi?
Sf. 61
“Hep tetikte olacaktı. Yasaktı dalgınlık. Daldı mı, büyük
şehir insanı kornalar, çanlar, küfürler, gıcırtılar, çarpmalarla kendine
geliyordu.” Sf. 62
“Bir yerleri olması kötüydü. Sonra insan kendinin değil, o
yerin isteğine uygun yaşamaya başlardı.” Sf. 69
“Birlikte gülündü mü insan rahatlıyordu.” Sf. 71
“Seni seviyorum ben…Nasıl kolayca söyleyiveriyor bunu.
Sevmek! Kelimelere herkes kendine göre bir anlam, bir değer veriyor galiba. Bu
değerler aynı olmadıkça iki kişi iki ayrı dil konuşuyorlarmış gibi olmuyor mu?”
sf. 72
“İnsan geçmiş bir olayı kafasından kazıyıp attığını sanıyor.
Değil. Tortuya benzer bir kalıntı var.”
Sf. 78
“Aralarındaki suskunluk uzadıkça, bir şeyler bulup söylemek
gereğinin verdiği tedirginliği duymazdı.” Sf. 79
“İnsan soyunu kurutmak mı istiyorsunuz, erkekteki bu
sürtünem duygusunu alın, yeter!” sf. 80
“Asfaltla kusmak, işte yirminci yüzyıl. Katı katı naylon,
neonların yapma gündüzü.” Sf. 83
“Hep para verip rahatlayacaksın! Ne yapayım ya? İnsanların
en kolay anladıkları onun dili değil mi?” sf. 98
“İnsanlarda anlayamadığı bir şey de gazete okumalarıydı.
Neden her sabah içerlini karartmak gereğini duyarlardı acaba? Futbol maçı
hastalarınınkini anlıyordu. Ya ötekiler? Binlerce gazete satılıyor bu şehirde.
Örneğin şu yaşlı adam! Yoksa FATİH’TE İKİ EV YANDI başlığını görüp, ‘İyi. Benim
orada evim yok,’ diye düşünebilmek rahatlığı için mi okur? BİR ADAM KARISINI
ÖLDÜRDÜ. ‘İyi etmiş. Kim bilir ne namussuzdu.’ ÇİN’DE İSYAN. ‘Beter olsunlar,
kırsınlar birbirlerini. Bize dokunmasınlar da!..” sf. 98
“Yarına çabuk varmanın en kısa yolu uyumaktı.” Sf. 102
“Belki de insanlar kendi kendilerini düşünmek, hayaller
kurmak için yeteri kadar yalnız kalamadıklarından anlayışsız oluyorlardı.” Sf.
105
“İnsan, günlerin biteviye geçişinden yakınmadıkça mutlu
sayılırdı.” Sf. 109
“Açık korku kişiye adam öldürtür, gizlisi uslu uslu
oturtur.” Sf. 116
“İnsanları yalan söyledikleri zaman dinlemeyi severim. Olmak
istedikleri, olamadıkları ‘kişi’yi anlatırlar.” Sf. 124
“Huzurunu yaşadığı günde bulamayan insana kurtuluş yoktu.”
Sf. 142
-
Sami son günlerde üzgün. Ablasına sinir
buhranları geliyor.
-
Evlensin, kurtulur.
-
Üniversitede okuyor.
-
İyi ya, bıraksın okumayı falan, evlensin.
Kızlarda sinir buhranları başladı mı evlendirmeli. Evli kadında başlarsa
boşandırmalı. Birebirdir.
-
Hani sen genellemelerden iğrenirsin?
-
Genelleme değil ki bu. ‘Daraltma’ bile
denebilir.
Sf. 148
“İki çeşit içen vardır. Biri benim gibi, kurtuluşu içkiden
beklemenin utancıyla içer. Bir de şu çevrendekilere bak. Bunlar neden
içiyorlar? Toplum içinde yaşamanın baskısını, yükünü hafifletmek için.
Çekinmeden bağırmak, yüksek sesle gülmek için. Dışarıda bağırmak, kahkaha atmak
yasaktır. Sokakta hiç gülmemek için burada gülerler.” Sf. 148
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder