10 Ağustos 2013 Cumartesi

DARAĞACINDA ÜÇ FİDAN


DARAĞACINDA ÜÇ FİDAN

Yazarı: Nihat Behram

Yayınevi: Everest Yayınları

Basım Yılı: 1. Basım-1976, 34. Basım-Aralık 2006

Sayfa Sayısı: 215


Darağacında Üç Fidan; Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan'ın  son günlerinin anlatıldığı bir kitap. 
Nihat Behram, kitabı şiirleriyle ve fotoğraflarla süslemiş, duygusal betimlemeler kullanmış. Böylece kitabı yalnızca belgesel bir anlatı olmaktan çıkarıp, ona edebi de bir hava vermiş.

Darağacında Üç Fidan, Nihat Behram tarafından ilk olarak 1975'te Vatan Gazetesi'nde yazı dizisi olarak yayınlanıyor.

Bu yazı dizisi nedeniyle Nihat Behram hakkında davalar açılıyor. Hatta bununla da sınırlı kalınmıyor, Nihat Behram vatandaşlıktan dahi çıkarılıyor. 

Kitap yasaklanıyor. Sonra ismi değiştirilip "Yürekleri Şafakta Kıvılcımlar" olarak yeniden basılıyor. 22 yıllık yasağın ardından 1998'de yeniden gerçek adıyla "Darağacında Üç Fidan" basılıyor.

Kitabın ve yazarının bu naceralı yolculuğuna sebep olan üç fidana gelince;

Bunlar:

Deniz Gezmiş(25)

Hüseyin İnan(25)  

Yusuf Aslan (23)

Kitap, bu üç gencin yargılanma ve idam süreçlerini anlatıyor.

Bu süreci okurken yapılan hukuksuzlara bakınca, daha geçenlerde benzeri hukuksuzluklara yakından tanık olduğumuz için fazla şaşırmıyoruz. Bakınız: 5 Ağustos 2013 Ergenekon davası

Bu benzerliği boşuna kurmuyorum.

O dönemde de mesela mahkeme haberlerine sansür uygulanıyor, 

kamuoyonu tek taraflı oluşturmak için radyo ve televizyon iktidarın emrine veriliyor, 

onlarca sayfa tutan iddianameler radyodan günlerce okunuyor, ancak yargılananların sorgu ve savunmalarından söz edilmiyor, 

gazeteler kapatılma tehdidi altında kalıyor, tarafsız haber yapmaları engelleniyor, 

duruşmaların açık olması gerekirken duruşma salonuna sadece sınırlı sayıda sanık yakını, üstelik adeta eziyet teşkil eden usullerle alınıyor, 

avukatlara da sanık gözüyle bakılıyor, bazı avukatlar hakkında ordunun manevi şahsiyetine ve askeri savcıya hakaret suçlarından dava açılıp mahkum ediliyor, savunma dokunulmazlığı zedeleniyor, sanık müdafiilerinin üstü, başı, çantası, her yeri aranıyor, 

idam kararını veren hakim "Ben bu mahkeme başkanlığını komünizmin kökünü kazımak için üzerime aldım" diyerek tarafsız olması gereken yargılamada tarafgirliğini alenen ilan ediyor  ve verdiği idam kararı milletvekilliği ile ödüllendiriliyor, 

gençlerin idam edildiği haberini ilk veren spiker, sesinin titremesi nedeniyle işinden ediliyor, 

mezarlığa giden ilk genç tutuklanıyor, 

sokakta ilk bağıran kadın, yakalanıp götürülüyor.

Çok uzak bir geçmişten bahsediyormuşum gibi gözükmüyor değil mi?

Bu hukuktan, tarafsızlıktan, hakkaniyetten ve adaletten yoksun tavır ne yazık ki 1972'de yaşanıp orada kalmadı. Bugün 2013 yılında yine aynı tavır varlığını sürdürüyor. Taraflar farklı fakat bakış açıcı ne yazık ki aynı.

Bu kitabı ilk defa 2008'de okumuştum. O zaman bütün bu saçmalıkları aklım almıyordu. Ama sağolsun AKP iktidarı sayesinde tahayyül dünyamız epey genişledi. Böylece "Yok artık!" dediğimiz şeylere canlı canlı tanık olabiliyoruz.

Kitaba konu bu davayı biraz açalım.

Bu gençler hangi suçtan yargılandı?

TC Anayasasını tebdil, tağyir ve ilga etmekten. 

Ne yaptılar da TC Anayasasını tebdil, tağyir ve ilga ettiler?

Banka soygunu ve dört Amerikalı askerin kaçırılması.

Peki bu suçların TC Anayasasını tebdil, tağyir ve ilga etmekle ne ilgisi var?

İşte bu sorunun cevabını aramış yazar. Kitabın sonunda bu konuyu sorduğu hukukçuların yorumları var. Hepsi de aynı şeyi söylüyor. 

Bir bankanın soyulmasının, dört Amerikalı erin kaçırılmasının, TC Anayasasını tebdil, tağyir ve ilga etmek suçunu ilgilendiren bir vasıf ve mahiyeti yok. Banka soygununun ayrı, adam kaçırmanın ayrı ve beş-on senelik hapsi gerektiren cezaları var. Bu suçların cezası idam değil. 

Ama tanrılar kurban istiyor. 

Bu gençler de farkında tüm bunların.

Bunu, gençlerin ifadelerinden anlıyoruz. 

Mesela Hüseyin İnan, sorgusunda şunları söylüyor:

"...Elli yılın bütün hesabını yirmi gençten soruyorlar. Bununla da kalmayarak, daha ileri gidiyorlar; üç ayda eşi görülmemiş zamların, vergilerin, hayat pahalılığının ve reformları engelleyen parti ve bakanların üstüne örtü çekilerek, dikkatler bizim üzerimize toplanıp, biz, bu yirmi genç topun ağzına sürülüyoruz. İddianameyi okuduğum zaman, cezanın suça değil, suçun cezaya uydurulmaya çalışıldığını gördüm...

...Karanlık günler yaşadığımız Erim iktidarı döneminde sözlerimizin halktan gizleneceğini biliyorum...

...Erim iktidarı üç aylık politikasıyla, sanayiciler ve büyük tüccarlar hariç, Türkiye halkını açlığın ve sefaletin eşiğine getirmiştir. Bu tehlikeli uygulamayı örtbas etmek için yirmi genci topun ağzına sürmek yetmeyecektir... Vatanı Amerika'ya satanların ve gericilerin sonu gelene kadar, bu kavga biz olmasak da devam edecektir..."

Bu gençlerin öldürülmesi dahi yeterli olmuyor dönemin iktidarı için. Mezarlarından bile korkuluyor.

Gençlerin babası oğullarının yan yana gömülmesini istiyor. Mezarlıklar müdürü "Aynı mezarlıkta olsun, fakat ayrı ayrı bölgelerde yer vereceğiz." diyor. Niçin? "Çünkü emir böyle" Birlikte gömülmelerine bile müsaade etmeyecek kadar neden korkuluyor, anlayan beri gelsin.

İnfazdan önce gençler mektup yazıyorlar yakınlarına. Babaları infaz savcısının yanına gidiyor mektupları almak için. Savcı, mektupları vermemek için bin dereden su getiriyor. "Ben mektupları sıkıyönetime verdim." diyor. Oraya gidiyorlar. Sonra da sıkıyönetim savcısı, infaz savcısını çağırtıp gerekli talimatı veriyor, biraz önce kendisinde mektupların bulunmadığını söyleyen savcıdan mektupları alıyorlar.

Fakat Yusuf'un akrabalarına yazdığı mektubu savcı vermiyor. Üstelik, infaz öncesi Yusuf bu tereddütünü dile getirince savcı "Bana güvenmiyor musun?" bile diyor. Ölüm öncesi, bir insanın yazdığı veda mektubunun hangi kanun maddesince yasaklandığı belli değil.

Böyle bir mahkemeye ve bu mahkemenin kararlarına güvenmek mümkün olur mu?

Nitekim kitabın son bölümünde yer verilen hukukçu görüşleri kısmında Orhan Apaydın;

"Halkın ve tarihin hükmü çoğu kez mahkeme kararlarını geçersiz kılmakta, mahkum edilenlerin değil, mahkum edenlerin suçlanmasına yol açmaktadır." 

diyerek durumu özetleyen bir görüş beyan etmiş.

Avukat Ersen Sansal'a göre de:

"Bir dava, hükmün verilmesine ve cezanın infaz edilmesine rağmen kamuoyunda kabul edilmiyor, tartışılıyorsa, o dava kapanmamıştır."

1 yorum: