16 Haziran 2025 Pazartesi

AHENK

 


KOZMİK RİTİM
AHENK
YARATILIŞIN MATEMATİĞİ

Ünal Güner

2025

Destek Yayınları

1.Baskı - Şubat 2025

188 sayfa


Çakraları çok güzel anlatan bir kitap. Gelgelelim çakralar benim ilgimi çekmiyor. Ancak ilgi duyanlar için verimli bir kitap gibi duruyor. 

*
Benim ilgimi şu cümle çekti:

“Ben başarabilirim, gereken yardım, ihtiyaç duyduğum anda bana gelir, ben iyiliklerin, güzelliklerin ve başarıların mıknatısıyım, iyi beni bulur…” Sf.34

Olumlama cümlelerini severim. Bu şekilde düşünmek ve söylemek alışkanlığı edinmek lazım. Hem kulağa hem gönüle iyi geliyor. 

*

“Köklenmek demek, dünyaya kazık çakmak değildir, kolaylıkla alabilmek ve bırakabilmek demektir.” Sf.56

Bu kolaylıkla almak-vermek meselesini de önemli buluyorum. 

*

Yalnız kitapta şöyle bir şeye rastladım. Güldürdü beni. Boğaz çakrası, beşinci çakraymış. Bunun eksik olduğu insanlarla ilgili şu bilgi var:

“Beşinci çakrası tıkalı olan kişide gözlemlenebilecek belli başlı sorunlar şunlardır: çıkarcılık, namussuzluk…
Sf.141

Namussuzluk mu? Yani bundan sonra namussuz demiyoruz, "beşinci çakrası tıkalı kişi" diyoruz.

*

Ünal Güner'in okduğum diğer kitapları için bkz:


KENDİME DÜŞÜNCELER




KENDİME DÜŞÜNCELER

Marcus Aurelius 

M.S 170

Yunanca Aslından Çeviren: Y. Emre Ceren

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

11.Basım - Ocak 2021

144 sayfa

Bir liderin böyle bir kitap yazmasını kıymetli buluyorum. Mevcut liderlerden de böyle bir performans bekliyorum. Kendi yazdıkları elbette şöyle de mükemmelim, böyle de iyi işler başardım... minvalinde olacaktır ama olsun, o da kabulüm. Kendilerini nasıl gördüklerini merak ediyorum. 

Marcus Aurelius güzel görmüş. 

MS 121’de Roma’da doğmuş. Soylu bir aileden geliyor. Küçük yaşta babasını kaybediyor. Büyükbabası tarafından yetiştiriliyor. Dönemin imparatoru Hadrianus tarafından kollanıyor. Sonra tahta çıkan Antoninus Pius da Marcus Aurelius’u önemli görevlere getiriyor. 18 yaşındayken Antoninus’un kızıyla nişanlanıyor. Antoninus’un ölümüyle tahta geçiyor. Manevi kardeşi Lucius Ceionius Commodus’u tahta ortak ediyor. Birlikte Roma’yı yönetiyorlar. MS 180’de ölüyor.

Stoacı felsefeyi benimseyen bir imparator Marcus Aurelius. Bu felsefeye göre insan doğayla uyum içinde yaşarsa mutlu ve erdemli olur. Bir imparatorun buna inanması garip görünüyor. Zira liderlik hele de eskinin imparatorluğu doğadan uzak, maddi dünyaya yakınken. 

İyi hoş değerlendirmeleri var. Örneğin:

Gevezeliğe ve işgüzarlığa yönelme. sf.24

Hiçbir işi gelişigüzel ve sanatın temel ilkelerine uyumsuz yapma. Sf.29

İnsanlar kır evlerinde, deniz kenarlarında ve dağlarda inzivaya çekilecek yer arar; sen de buna şiddetli bir özlem duyuyorsun. Fakat bu özlem çok cahilcedir. Eğer inzivaya çekilme isteği duyuyorsan… insan dilediği zaman kendi içinde inzivaya çekilebilir… Sf.29

Bazı şeylerin bazı insanlar tarafından belli bir şekilde yapılması zorunludur, aksini beklemek, acı özsuyu olmayan incir ağacı istemek gibidir. Sf.31

Sabahları kalkmayı canın istemedikçe şunu hatırla: İnsanlık görevi için kalkıyorum. Eğer bunun için doğduysam, bunun için dünyaya gönderildiysem neden huysuzlanıyorum? Sf.41

İntikam almanın en iyi yolu intikam alınacak kişiye benzememektir. Sf.53

Yaptığın işte her şeyin bir sırası olduğunu unutma, her şeyi sırasıyla, öfkeye öfkeyle karşılık vermeksizin uygun yöntemle yap. Sf.58

Başkalarının sözlerini dikkatle dinlemeye alıştır kendini ve konuşanın zihnine girmeye çalış elinden geldiğince. Sf.64
Başkaları ne söylerse söylesin ya da ne yapıyorsa yapsın, benim iyi olmam gerekir. Sf.67

İnsan yaşamını kırk ya da on bin yıl da soruştursan fark etmez, hepsi aynıdır. Daha fazla ne görebilirsin ki? Sf.72

Daima ilk izlenimlere bağlı kal ve onlara kendinden bir şey katma; böyle yaparsan başına hiçbir şey gelmez. Sf.86

İşlerini ağırdan alma; sözlerinde bulanık, düşüncelerinde kararsız olma. Sf.87

Nasıl iyi bir insan olunacağı hakkında daha fazla konuşma, öyle biri ol. Sf.106

Bizi rahatsız eden insanların eylemleri değildir, çünkü bu onların yönetici ilkeleriyle ilgilidir; bizi rahatsız eden bu eylemlere dair yargılarımızdır. Öyleyse düşünceni değiştir, yargını defet ki öfkeden kurtulabilesin. Sf.119


*

Böyle aklı başında sözlerin yanı sıra köleleriyle cinsel münasebette bulunmadığını da belirtmiş. Bunun için tebrik beklemesi normal o dönem için. Zira köleler, yeri gelince efendilerinin cinsel kölesi de oluyormuş. O bu amaçla kullanmamış. Sağ olsun.

Onun bunun metresine de yan gözle bakmamış:
“Büyükbabamın genç sevgilisinin yanında pek uzun bir süre kalmadım, böylelikle gençlik baharımı muhafaza ettim ve çağından evvel rüştüme ermedim, hatta gerekenden daha geç kaldım.” Sf.9

Geç olsun güç olmasın diyelim.

*

İlginç bulduğum bir başka öğüdü kitaplarla ilgili:
“Kitaplara duyduğun açlıktan kurtul.” Sf.14 

Çok kitap okunmasını tavsiye etmiyor kitaplara kapılıp gidilmesin diye. Pardon da MS.100'lü yıllarda zaten kaç tane kitap var ve bu kitaplara zaten kaç kişi erişebiliyor ki? Üç kitap okuyan çok kitap okumuş sayılıyordur herhalde ve o bile çok mu?

*

Ölüme çok değiniyor. Hayatın kısalığı ve geçiciliğini aklından çıkarmıyor gibi görünüyor:

Gördüğün her şey yok olacak, yok olan şeyleri görenler de kısa sürede yok olacak. Sf.96

Çok öfkelendiğinde ya da sabrın tükendiğinde, insan yaşamının bir an olduğunu ve kısa sürede hepimizin yan yana cansız uzanacağını düşün. Sf.119

*

Kitabın neredeyse iki bin yıl önceki bir imparator tarafından yazılması ve günümüze gelebilmesi ve hala bugün için de geçerli öğütler içermesi hayranlık uyandırıcı. 

12 Mayıs 2025 Pazartesi

BEATRICE'TEN SONRA BİRİNCİ YÜZYIL

 

BEATRICE'TEN SONRA BİRİNCİ YÜZYIL

(Le Premier siecle apres Beatrice)

Amin Maalouf

2005

Çeviren: Orçun Türkay

Yapı Kredi Yayınları

22.Baskı - Şubat 2025

167 Sayfa


Kız çocuklarını ortadan kaldıran bir madde üretilmiş, el altından dağıtılıyor. Ta ki kız-erkek dengesi gözle görülür şekilde bozuluncaya kadar. O zaman işin aslı ortaya çıkıyor. 

Öyle bir madde ki kullanan kadın kesinlikle erkek çocuk doğuruyor ve sonraki tüm doğumları da erkek oluyor. Tabii hemen geri kalmış ülkelerde kapış kapış gidiyor. Her masada olduğumuz gibi bu masada da varız:

"Kimdi bu alıcılar? Avrupa'da başlıca alıcıların Türkler, Afrikalılar, Kuzey Afrikalılar; Amerika'da da İspanyollar olduğunu duyurmak için hızlı soruşturmalar yapıldı." Sf. 96

İşin tehlikesi anlaşılınca kız çocuk doğumları teşvik edilmeye başlanıyor. Kız çocuğu olanlara devlet yardımı oluyor. Ve başka bir tehlike doğuyor, kız çocuklarının kaçırılması ve satılması.

"Vaiz, Kuzey'e çocuk taşınmasının sayısız yararlarını överken, çok sayıda bebeği 'özellikle kız çocuklarını, kendi ortamlarında onları bekleyen üzücü yazgıdan kurtarıp daha iyi bir kültür ve din çevresine katılmalarını sağlamak için' İslam ülkelerinden, özellikle Mısır, Türkiye, Somali ve Sudan'dan aldığını söylemek gibi bir hata yapınca ilk olay patlak verdi." Sf. 109

*

Romanda bu olanları bir böcek uzmanının kaleminden okuyoruz. Böcek konferansı için Kahire'ye giden bu uzman çarşıdan bokböceği baklası alıyor. İnanışa göre erkeğe cinsel güç verir ve o erkeğin erkek çocuğu olurmuş. Uzman buna inandığından değil sadece bir materyal olarak alıyor. 

Clarence adlı bir gazeteci bu uzmanla bir söyleşi yapıyor. Bu ikisi sevgili oluyorlar. Kız 29, uzman 41 yaşında. 

Uzman adam, çocuk istiyor. Kız çocuğu, adını Beatrice koyacakmış, niyeyse bu isimde bir kız çocuğu olmasını istermiş hep. Onun doğacağı yıla da Beatrice Yılı diyecekmiş. Ama Clarence çalışmak, başarılı olmak, tanınmak istiyor. Yeri doldurulamaz noktaya gelince çocuk yapacağını söylüyor. 

Clarence, iş için Hindistan’a gidiyor. Kız çocuklarının salt kız doğdukları için öldürüldüğü bu ülkenin ve hep erkek çocuk doğumunun gerçekleştiği bir hastanenin haberini yapmak istiyor. Ama çalıştığı gazetede bu konuyla dalga geçiyorlar. Clarence  işten ayrılıyor. Çocuk yapıyor, kız çocuk oluyor. Beatrice koyuyorlar adını.

Bu arada Clarence işin peşini bırakmıyor. Bir zaman sonra Birleşmiş Milletler ayrımcı doğum” diye adlandırıyor Clarence’nin zamanında dalga geçilen haberini. Clarence başka gazetede çalışmaya başlıyor ve ünleniyor. Kız çocuk sayısındaki azalma nedeniyle iç savaşlar, tecavüzler, kızların satılması gibi olayları haber yapıyor.

Beatrice büyüyor, sevgilisi oluyor, hamile kalıyor. Clarence, inşallah erkek olur diyor, torunu için. Çünkü kız çocukları için dehşetli korkunç bir dünya. Erkek oluyor torunu.

Aile, İsviçre Alplerinde emekliliğini yaşıyor. Geride bize bu dehşet hikayeyi bırakıyor. 

Oldum olası anlamam bu erkek çocuk sevdasını. Kız olur, erkek olur, ne önemi var? Ne aptal aptal kafalar.

Roman güzel. Ama ben hafif buldum. Dehşet bir konu uzaktan seyirci olarak, güvenli sularda anlatılmış. Belki bu yüzden o kadar sarsıcı gelmedi. Ve bu benim için iyi. Mesela bir Khaled Hosseini o alınıp satılan kadınlardan biri olarak yazar ve mahvederdi okuru. Biraz da H.G.Wells tadı aldım aslında konudan. Onun bilim kurgusu gibi, hayal dışı sayılmaz, henüz gerçek değil ama mümkün de. 

PETRO-KIYAMET

 


PETRO-KIYAMET

Küresel Enerji Krizi Nasıl Çözüle(meye)cek?

(Petrocalipsis: Crisis energita global y como (no) la vamos a solucionar)

Antonio Turiel

2020

Çeviren: Saliha Nilüfer

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

1.Basım - Kasım 2023

137 Sayfa


Hiçbir enerji kaynağı petrol gibi değilmiş. Aklınıza gelen diğer kaynaklar, doğal veya doğal olmayan, evet hiçbiri petrolün yerini tutmuyormuş. 

Petrol çıkarma konusunda zirve noktaya gelinmiş. “Peak oil” petrol üretiminde zirve demek. Yani artık petrol azalıyor ve hala alternatifi yok. 

Petrolden neden vazgeçemiyoruz? Petrol, enerji yoğunluğu yüksek bir madde. Sıvı olduğu için yakıt ikmali hızlı yapılabiliyor. Örneğin doğalgazın üreticiden tüketiciye ulaşması için boru hattı lazım. Petrol dağıtımında böyle ek zahmet yok.

Bir litre benzinle araba yirmi kilometre gidebiliyor. Dolayısıyla petrol ulaşımı çok kolaylaştırıyor. Kişisel ulaşımımız yanında tırlar, vinçler... ve benzerini de çalıştırabilen bir kaynak. Gıda sektörü de buna dayanıyor. Tarımsal araçlar petrolle çalıştığı gibi tarımsal üretimin marketlere, pazarlara ve sofralarımıza gelişi de kamyonlarla bunların dağıtımı sayesinde. 

Yani

“Petrolle beslenen dev bir canavar yarattık” Sf.3

Bu kadar etkili başka bir alternatifi olmadığından petrolden vazgeçmek zor. Alternatifi olması için enerjisi yoğun sıvı hidrokarbon kaynağı bulmak lazımmış. Nükleer, rüzgar, su, doğalgaz, kömür... hiçbiri böyle değil ve petrol kadar işlevselliği yok. Bunun sebepleri ayrıntılarıyla yazıyor kitapta. 

Çözüm için sistemsel öneriler var kitapta. Mülkiyet modelinin değişmesi, paranın yeniden tanımlanması, yenilenebilir enerjiden faydalanmanın yollarını bulmak, atık madenciliğinden faydalanmak... gibi


3 Mayıs 2025 Cumartesi

OKUMAK

 


OKUMAK

(Reading: A Very Short Introduction, First Edition)

Belinda Jack

2019

Çeviren: Azade Aslan

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

1.Basım - Temmuz 2024

148 sayfa



Okumak üzerine okumak... Çok keyifli geldi bana. Okumak üzerine bu kadar düşünmediğim gibi bu kadar düşünülebileceğini de düşünmemiştim. 

*

Okuyan insana okumanın ne kadar normal ve olağan geldiğini anlatarak başlıyor kitap. Ama iş birine okumayı öğretmeye çalışmak oldu mu, işin rengi değişiyor. Gerçekten aslında o kadar da normal ve olağan gözükmüyor bu durumda. Okumayı öğreten öğretmenlerimize saygılar.

*

Okuma sürecini anlatıyor kitap bir yerde. Okumak için hem fiziksel hem zihinsel bir çaba gösteriyoruz. Gözümüz sözcükleri görüyor, tanımlıyor, beynimiz bu veriyi yorumluyor. Üstelik beynimizin dil bölgesinin yanı sıra başka bölgeleri de harekete geçiyor:

“Lavanta, tarçın ve sabun gibi sözcükler beynin hem dil işleme alanlarını hem de kokulara tepki veren alanlarını hareketlendirir.” Sf.7

Özellikle macera, gerilim, polisiye gibi romanları okurken de salt okumadığınızı hissedersiniz. İçindeymiş gibi olursunuz bazen. Buradan da anlaşılabilir aslında okurken sadece gözümüzde değil beynimizde de bir şeyler oluyor. 

“Okumak benliğin aşılmasına, zamanda ve mekanda yeni bir aidiyet duygusuna ve en önemlisi de bireyin ait olduğu topluma eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşmasına olanak tanır.” Sf.20

*

Bu kitapta öğrendim ve şaşırdım, sessiz okuma aslında yeni bir şey sayılırmış. Okumak eskiden -Antik Yunan ve Roma döneminde- topluluk içinde yüksek sesle okumak olarak uygulanıyormuş. Bugün anladığımız şekilde sessizce ve yalnız yapılan bir eylem değilmiş. İlk defa sessizce kitap okuyan birini görenler şaşırıyormuş yani, ne yaptığını anlamıyorlarmış. 

Antik demişken Antik Yunan’da ünlü bir kadın yazar varmış: Sappho (MÖ 630-570) Çağdaşları onu çok övmüş. Şiirleri ve başka yazıları da varmış. Ama ondan pek az şey günümüze ulaşmış. Ününü anlamamız için şöyle bir örnek veriliyor kitapta:

“Okurlardan tarihteki en önemli 12 kadını saymalarını isteyen bir ankette Viktorya dönemi kadınlarının en çok Sappho’nun adını verdiklerini görürüz.” Sf.31

Tabii ki erkekler tarafından çokça eleştirilmiş ve zamanla unutturulmuş. Erkeklerle ilgili çok güzel bir tabir var kitapta:

“...erkeklerin röntgenci bakışlarına maruz kalmış başka pek çok başarılı kadın gibi” Sf.33

Eskinin bir başka ses getiren kadın yazarı var: Christine de Pizan. (1364-1430) 1405’de yazdığı Le Livre de la cite des dames (Kadınlar Şehri Kitabı) erkeklerin kadınlara karşı tutumuna yönelik bir kitapmış. O kitaptan bir alıntı:

“Aklıma, merakımı celp eden tuhaf bir düşünce gelip yerleşti; nasıl oluyor da bu kadar çok erkek… kadınlar ve onların davranışları hakkında bu denli korkunç şeyler söyleyip yazmış ve bunu yapmaya devam ediyor. Bunu nasıl açıklamalı bilmiyorum. Bunu yapanlar yalnızca bir avuç yazar da değil… Saymakla bitmeyecek kadar çok filozof, hatip ve şair aynı şeyi söylüyor gibi görünüyor ve kadın doğasının bütünüyle ahlaksızlığa teslim olduğu görüşünde birleşiyorlar.” Sf.43

Sorma bacım. 1405’te sana bunu söyletmişler. 600 yıl geçmiş, hâlâ aynı.

Bu yazarı ve kitabını ilk defa "Meraklısına Feminizm" kitabında öğrenmiştim. Kadın düşmanı fikirlere karşı bir cevap niteliğinde yazıları olduğundan bahsediliyordu. 

Kadın düşmanlığına karşı demesek de kadınların manifestosu diyebileceğimiz bir anlatı içeren bir kitabımız var bizim de şimdi aklıma gelen.


Orada da okur bir genç kadın, fikirlerini beğendiği bir erkek yazarla bilgi alışverişinde bulunmak istiyor. Ama erkek yazar kadına hemen duygusal yaklaşıyor. Kadın da aradığının gönül ilişkisi olmadığını, kadın olduğu için kendisine hemen böyle yaklaşılmasını yanlış bulduğunu ifade ediyor güzelce. 

*

Dünyada okuma yazmayı teşvik eden Roma İmparatorluğu olmuş. Çünkü dünyanın çok büyük bir bölümüne egemen olan Roma İmparatorluğu bu geniş toprakları yönetmek için kullandığı askeri ve hukuki sistemler için doğru bir yazılı iletişime ihtiyacı vardı.

Matbaanın icadı tabii okuma yazma konusunda bir çığır açıyor.

Zorunlu eğitime geçilmesiyle okuma yazma oranı iyice artıyor. (Ücretsiz zorunlu eğitim modeli Prusya’da ortaya çıkmış. 1717’de I.Frederick William tarafından.)

Yalnız eğitimle ilgili şöyle bir şerh düşülebilir:


Eğitim hakkında doğru bilinen yanlışlara dair ufuk açıcı bir kitap.

*

Okumak dendiğinde eskiden en çok roman okunuyormuş. "Genç Werther’in Acıları" döneminin en popüler romanı. Napolyon’un kitabı yedi kez okuduğu söyleniyor. Okuyanları intihara sürüklediği söylenegelen bir roman. Bu gerçek mi bilinmez ama "Werther etkisi" denebilecek bir taklitçi intihar çeşidi olduğunu biliyoruz. İntiharın özendiriciliği ile ilgili bir kavram. 

“Psikiyatri alanındaki son bulgular da romanın korkunç etkisinin anlatım tekniğinden kaynaklanmış olabileceğini düşündürür.” Sf.72

*

Kitapta bir hata var. Kitap yakmalardan bahsedilen bölümde Malala Yusufzay’ın öldürüldüğünü söylüyor:

“Yakın geçmişte de Pakistan’ın Taliban kontrolündeki bir bölgesinde, Malala Yusufzay adlı genç bir kız öğrenci, kitap okuduğu ve bir blogda kız çocuklarının okuryazarlığını savunduğu için başından vurularak öldürülmüştür.” Sf.85

Yuoo ölmedi ki. Kız yaşıyor -Allah uzun ömür versin- bir Google araması ile bulunabilecek bir gerçek, niye öldü yazmış ki?

Bu arada Malala demişken kitabı için bkz: Ben, Malala

*

Her masada varız. Sansürden bahsedilen bölümde:

“Uluslararası toplumdan gelen sayısız çağrıya rağmen Türkiye de 1991 tarihli Terörle Mücadele Yasası ile ‘içerideki düşmanlara’ karşı ulusal güvenliği sağlama bahanesiyle katı sansürü sürdürmektedir.” Sf.99

Kitapta anlatılmıyor ama sansürden daha fenası otosansür. Yazarın ceza alacağı veya başka bir yaptırıma maruz kalacağı korkusuyla kendi kendisine uyguladığı baskı. Onu da biliriz. 

*

Bunların dışında kitap yakma, yasaklı kitaplar, çeviri, yeniden okumak... gibi okumakla ilgili başka çeşitli hususlara da yer verilmiş kitapta. Sevdim. 

*

Okumakla ilgili başka okumaklar için


2 Mayıs 2025 Cuma

MERMER ADAM

 


MERMER ADAM

(Les Promises)

Jean-Christophie Grange

2021

Çeviren: Tankut Gökçe

Doğan Kitap

1.Baskı - Ağustos 2022

603 sayfa



1939 Nazi Almanya'sında geçen bir seri cinayetler hikayesi.

Üst düzey Alman Nazilerin karıları öldürülüyor. 

*

Simon Kraus psikiyatr. Sadece kadın hastaları kabul ediyor. Kadınların Nazi karşıtı görüşlerini dinliyor, sonra da bunları şantaj olarak kullanıyor.

Bir gün bir gestapo subayı Franz Beewen geliyor muayenehanesine. Ona eski bir hastasını soruyor. Margarete Pohl. Ne zaman gelmişti size, diye soruyor. Kadın öldürülmüş. Kocasına Mermer Adam diye çok korktuğu birinden bahsediyormuş. Subay bunu soruyor Simon'a, bilmiyorum diyor Simon. Halbuki biliyor. Margarete’nin rüyalarında gördüğü taştan bir figürmüş. Rüyasında bunu gören başka kadın hastaları da varmış. Simon bunu Nazi gücünün, Adolf Hitler’in bir simgesi olarak tahlil ediyor ama neden mermerden olduğunu bilmiyor.

Margarete Pohl ilk kurban değilmiş. Daha önce de yirmi yedi yaşında bir kadın, Susanne, karnı yarılarak, üreme organları çalınarak, ayakkabıları kayıp şekilde bulunmuş. Daha sonra da Leni diye bir kadın. Ortak özellikleri Nazi yüksek çevresinden kişilerin karıları olmaları. Ve yüksek sosyete topluluğu olan bir kulübe üye olmaları.

Otopside yaraların bir SS hançeri ile yapıldığı ortaya çıkıyor. Yani katil bir SS mi?

*

Beewen’in babası savaşta yaralanmış, akıl hastanesinde. Hastanenin yöneticisi Minna von Hassel. Beewen’in ona ilgisi var.

Naziler Yahudilerin yanı sıra akıl hastalarını da yok etmek istiyorlar. Bu yüzden bu hastaneyi de taşıyoruz diyerek hastaları öldürmeye götürecekler. Minna, buna engel olması için Beewen’den yardım istemeye karar veriyor.

*

Bir gün Minna’nın arkadaşı Ruth, Minna'yı çağırıyor. Ruth, Dünya Savaşında suratından yaralananlara yüz protezleri yapan bir doktor/sanatçı. Minna'ya şeytandan bir sipariş aldığını ve yaptığı için çok pişman olduğunu söylüyor. 

Mina, Ruth’un yanından çıktığında takip edildiğini fark ediyor. Kaçıyor. Kendisini yakalayıp sonra bırakan adamın yüzü mermer. Minna o gün Ruth ile aynı giyinmişti. Tahminine göre katil aslında Ruth’u öldürecekti, Mina’yı Ruth sandı, o olmadığını görünce bıraktı. Mina hem bu olayı hem de babasının başka hastaneye nakil adı altında öldürüleceğini anlatıyor Beewen’e. Ruth’un evine gidiyorlar. Ruth’un cesedini buluyorlar evde.

Akıl hastanesi konusunda da Beewen bir şey yapamıyor. Akıl hastanesini ve Beewwn'in babası da dahil tüm hastaları yakıyor Naziler. 

*

Simon’un hastalarından Greta ona rüyasında mermer maskeli bir adam gördüğünü anlatınca Simon Beewen’i bulup ona bunu anlatıyor.

Üçü beraber çalışıyorlar.

*

Mina daha önce Alman seri katiller üzerine tez yazmış. Tezi için yaptığı araştırmaları inceliyor. Kurbanlarının karnını deşip iç organlarını çıkaran ve ayakkabılarını alan bir katili fark ediyor. Albert Hoffmann. Hapis cezası yeni bitmiş. Hapishaneye gidiyor Minna. öğreniyor ki adam Dünya Savaşına katılmış. O yıl mahkumları da askere almışlar. Öldü diye bilgi verilmiş. Minna’nın düşüncesine göre savaş meydanında yüzünden yaralandı. Ölen bir askerin künyesiyle kendisininkini değiştirdi. Temiz bir isimle Ruth’a gidip yüz maskesi yaptırdı. 

Hoffmann’ın taburundaki askerlerin listesi ile Ruth’un işlem yaptığı askerlerin listesini karşılaştırıyorlar. Aynı isim çıkarsa adamı bulmuş olacaklar. Buluyorlar ismi. Josef Krapp. 

Adamın evini basıyorlar. basıyorlar. Evde kadın ayakkabıları buluyorlar.

*

Simon bir dükkanın vitrininde bir film afişi görüyor. Bilimkurgu filmi. Afişte maskeli bir adam var. Katilin görünümü gibi. Katil muhtemelen bu görüntüden esinlendi.

*

Mina, Ruth’un birlikte çalıştığı cerraha gidip durumu anlatıyor ve Ruth’un pişman olarak yaptığını söylediği maskeyi yapmasını rica ediyor. Cerrah yapıyor.

*

Gaziler Geçit töreninin olduğu gün Beewen, Mina ve Simon da töreni izlemeye gidiyor. Çünkü katilin de orada olacağını biliyorlar. Gerçekten de orada. Onu kovalıyorlar. Bir trende yakalıyorlar. Beewen adamla boğuşurlen adamın kafasını camdan sarkıtıyor, diğer yönden gelen tren adamın kafasını koparıyor.

Ardından bir cinayet daha oluyor ve dördüncü bir kadının daha öldürüldüğünü haber alıyorlar. 

Greta da öldürülüyor. Halbuki katili yakalayıp öldürmüşlerdi ama yanılmışlar demek ki. 

Greta hamileymiş. Diğer öldürülen üç kadın da. Cinayet sebebinin bu gebelikler olabileceğini ve katilin fetüsleri çaldığını düşünüyorlar. 

Simon, Greta’nın bir arkadaşı olan Magda'ya Greta’nın hamileliğini soruyor. Arkadaşı Greta’nın o dönem popüler olan Hitler için bir çocuk kampanyasına inandığını, bununla ilgisi olabileceğini söylüyor.

*

Beewen, Simon ve Minna’yı alıp bir gece eşcinseller kulübüne götürüyor. Travestilerden biri Greta’nın kocasıymış. Günter. Günter’i sırguluyorlar. Günter, karısını her yere şoförün götürdüğünü söylüyor. Şoförü sorguluyorlar. "Lebensborn" diyor şoför.

Lebersborn diye bir sistem oluşmuş 30’lar Almanya’sında . Nüfus azaldığı için Hitler'e ve Almanya’ya çocuk dünyaya getirmek isteyen kadınlar kendilerini dölletecek SS subayların olduğu ofislere gidiyorlarmışmış. 

Minna da buraya gidip neler olduğunu öğrenmek istiyor. Çalıştığı akıl hastanesini yakan tehlikeli adam Mengerhausen çıkıyor karşısına. Onun projesiymiş Lebersborn. 

Minna'yı  içecekle bayıltıyorlar, Minna'ya tecavüz edecek adam geliyor. Adam bir film aktörü. Kurt Steinhoff. Minna adamdan kurtulmayı başarıyor. 

*

Simon ve Beewen aktör Kurt Steinhoff evde yokken evini araştırıyorlar. Sevişen insanların gizlice çekilmiş fotoğraflarını görüyorlar. Röntgenciymiş aktör. Sevişen insanların olduğu bir ormana gidip aktörü arıyorlar, buluyorlar. Diğer gestapolar geliyor. Çıkan karmaşada aktör ölüyor.

Katilin o olduğuna inanılıp dava kapatılıyor. Ama bir gün bi SS askeri, Beewen’e öldürülen kadınların ayakkabılarının bulunduğunu, ayakkabıların ölülerin yakınına gömülmüş olarak bulduklarını söylüyor. O sırada Beewen çingenelerin olduğu koğuşta görevde. Çingenelerden biri olan Toni bunu duyup cevap veriyor.  Kendi inançlarında ölünün ayakkabılarının her zaman alındığını söylüyor. Böylece ölüler rüyalara giremezmiş.. Yani katil bir çingene mi?

Çingeneler Nazi döneminde kısırlaştırıldı. İntikam almak için bir çingene bunları yapmış olabilir mi?

Çingene Toni, toplama kampından çıkarılması karşılığında katilin kim olduğunu söylüyor Beewen'e. Katil bir kadınmış. Adı Lena Vana. Kutsal bir kişiymiş. İntikam için Nazilerin arasına karışmış. 

Çingenelerin kayıtlarının yer aldığı arşiv belgelerinden Lena Vana'yı buluyorlar. Simon, fotoğraftaki kızı tanıyor. Magda. 

Magda’nın evine gidiyorlar. Her şeyi itiraf ediyor. Magda, albino bir çingene olarak doğmuş. 12 yaşındayken zengin bir adam onu görüp tecavüz etmiş, evlenmişler, adam onu eğitmiş, asil bir kadın yapmış. Magda, Nazilerin Lebernsborn projesini duyunca kendi ırkının kısırlaştırılmasının  intikamı olarak bu projeye dahil olan kadınları öldürtmüş, o kadınların da çeşitli acımasızlıklar yaptığını biliyormuş. Onların rüyalarına girmeyi de Simon'un rüyalarla ilgili yazılarından öğrenmiş. Maskeyi de izlediği bir filmden esinlenerek Ruth'a yaptırmış. 

Magda her şeyi anlattıktan sonra da kendini öldürüyor, çünkü kendisi de bu projeden hamile bırakılmış. Ölmeden önce son sözleri olarak diyor ki: “Hiçbir şey anlamıyorsunuz… Önemli olan sadece Avrupa Operasyonu.

*

Soruşturma böylece kapanıyor. Ama Beewen, Minna ve Simon'un aklına yer ediyor bu Avrupa Operasyonu.

Nazilerin korkunç operasyonlarının başında bulunan adam Mengerhausen'i bulup ona soruyorlar Avrupa Operasyonu nedir diye.

Avrupa Operasyonu mitolojiden yola çıkılarak verilmiş bir admış. Fenike kralı Agenor'un kızı Jüpiter, Avrupa'ya aşık olur. Bir Tanrı ile ölümlünün bu aşkından Girit'in ünlü kralı Minos doğar.  

Naziler, liderlerini Tanrı gibi görüyorlarmış. Bu liderlerin kurduğu rejimin devam etmesi için üstün çocuklarla soylarını sürdürmeyi planlamışlar. Üst düzey Nazi liderlerinin güzel Alman kadınları döllemesi ve rejimin bu çocuklarla devam etmesi amaçlanmış. Öldürülen kadınlar üst düzel liderlerden çocuklar taşıyormuş. Aktör sadece görünen yüzmüş. Magda’nın karnında da bizzat Hitler'in çocuğu varmış. Öldürülen kadınların fetüslerini alan Magda değil, Mengerhausen imiş. 

Mengerhausen’i öldürüyorlar. Kamptan çıkarken bir kamyon dolusu çocuğu da kurtarıp kaçıyorlar.

*

Zorlama geliyor bana biraz bu adamın romanları. İyi okutuyor kendisini meraktan ötürü. Ama bir yerden sonra gereksiz uzatıyor hissi alıyorum, sıkılıyorum, daralıyorum, bitsin diye okuyorum. 

*

Kitapta Nazilerin aptallığı ve vahşiliği güzel anlatılmış. Bu adamların tanıdık gelmesi ise çok üzücü. 

*
Nazi döneminde geçen başka bir hikaye için

25 Nisan 2025 Cuma

İNANCIN EN GÜZEL TARİHİ

 

İNANCIN EN GÜZEL TARİHİ

(La Plus Belle Histoire de Dieu)

Jean Bottero

Marc-Alain Ouaknin

Joseph Moingt

1997

Çeviren: İsmet Birkan

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

10.Basım - Ocak 2024

162 Sayfa


İnanç derken Yahudi ve Hıristiyan inancı anlatılıyor kitapta. Daha başta da bunun bilgisini veriyor zaten:

“Bizim kitabımızdaki konuşmalar Kitabı Mukaddes’teki (Bible) Tanrı’yla, Yahudilerin ve Hıristiyanların Tanrısıyla sınırlıdır.” Sf.12

Kuran’ı yok saymıyor ama Kuran için “Bununla, VII. yüzyıl başlarında, inancın başka bir tarihi başlamış oluyor.” diyor. Sf.12

*

Tek Tanrı kavramı Hz. Musa ile başlatılıyor. Sene MÖ 13.yüzyıl, 1280-1250 arası. Musa, adı Yahve olan bir tanrının varlığını öğreniyor. Yahve İbranicede olmak, var olmak anlamına geliyormuş.

Musa dönemin çok tanrılı toplum yapısında tanrıya hediyeler verme gibi eylemlere karşı çıkıyor. Tanrının insan biçimli ifadesini reddediyor, bu da resim ve heykele karşı çıkmayı getiriyor. İnancını “Tanrı sadece Yahve’dir, ondan başka Tanrı yoktur.” diyerek ifade ediyor.

*

İbraniler MÖ 1250’lerde Kenan iline yerleşiyorlar. MÖ 1000 dolaylarında Krallık kuruluyor. Kral Davud. Davud’un oğlu Süleyman, Kudüs Tapınğını inşa ettiriyor. Bu tapınak MÖ.70’de Roma İmparatorluğu tarafından içine Roma imparatoru heykeli konularak Roma tapınağına dönüştürülmek isteniyor. Bu durum bölgede isyanlara sebep oluyor. İsyanları bastırmak isteyen Roma askerleri tapınağı yerle bir ediyor. Geriye kalan parçalar bu olay anısına Ağlama Duvarı olarak kullanılıyor.

*

Yahudi inancına göre Tanrı dünyayı yazılı metinle yaratmış. O yüzden Tevrat’ın harfleri, sözcükleri, boşlukları bile sayılıymış. Bir harf eklemek ya da çıkarmak dünyayı tahrip etmek olurmuş.

Tevrat’ı yorumlayanların yorumları MS 2.yüzyılda kitaplaşıyor. Adı "Mişna" oluyor. Mişna da yorumlanıyor, bu yorumlardan "Gemara" adlı kitap doğuyor. Bu ikisi sonra "Talmud" adlı kitabı oluşturuyor. Yorumlardan oluştuğu için Talmud’a "sözlü Tevrat" deniyormuş. Bu yorumlara yani metne tapıyorlarmış. Kitaptaki ifade böyle:

“Bu dünyaya ait bir şeyi tanrısallaştırarak, ona Tanrı’ymış gibi saygı göstermek; ona tapmak, yani putataparlık demektir. Dolayısıyla, eğer bu şey Tevrat ise, Kitap’a ve Yasa’ya tapmak söz konusu olacaktır. “ Sf.54

*

Yahudiler ve Hıristiyanlar için İslam “Ehl-i kitap” der. Bu tabir tartışılmış. Denmiş ki:

“Yahudi kavmi Kitap Ehl-i değil, Kitap’ın tefsirinin ehli” Sf.564

Okumaya ve tefsire bir adanmışlık varmış yani.

*

Tanrıya YAHVEH diyorlar ama demiyorlar, YHVH olarak kullanıyorlar.

“Tanrı’nın bu dört harften -YHVH- oluşan adının hiçbir zaman söylenmemesi, sadece seyredilmesi gerekir.” Sf.63.

Çünkü olduğu gibi söylerlerse “ilahi adın içeriğini sınırlamış, adeta olasılıklar listesini kapatmış, dolayısıyla tanrısal olana kendi vermek istediği (beşeri) bir adı vererek onun üzerinde bir iktidara sahip olmuş gibi olur.” Sf.62

O yüzden Tanrı’dan bahsederken Yahudiler “Ad” derlermiş. Ad kutlu olsun! Gibi

(Türkçe Kitabı Mukaddes’te Seigneur/Efendi/Dominus terimi Arapça Rab sözcüğüyle karşılanıyormuş.)

*

Kitabın ikinci kısmı Hıristiyanlığı anlatıyor. Hz. İsa’dan başlıyor. Dört tane İncil'i sayıyor: Matta, Markos, Luka, Yuhanna. İlk İncil’in MS 40 yani İsa’nın ölümünden on yıl sonra yazılmış olmasını “fazla geç” diye nitelendiriyorlar. (Kuran?)

Hz. İsa Yahudi idi. İsa’nın çarmıha gerilmesinin Romalılardan kaynaklandığı belirtiliyor kitapta. İncillerin yazılışı sırasında eski din yani Yahudilik ile yeni din olan Hıristiyanlık çatışma halindeymiş. Aslında bu çatışma İsa’yı reddeden Yahudiler ile onu Tanrı’nın resulü olarak gören Yahudiler arasında. İşte bu ikinci grup Hıristiyan oluyor. 

Hz. İsa’nın ölümünden Yahudilerin sorumlu tutulmasını “akıldışı bir suçlama” diye ifade ediliyor kitapta. İsa, din görevlilerine, rahiplere pek önem vermiyor, hatta bazen onları kışkırtıyormuş. Sonunda onun öldürülmesini istemişler.

*

Bana biraz karmaşık geldi kitap. Gerçi masalsı hikayelerin dini olarak değerlendirilmesi ve bunlar yüzünden insanların savaşa tutuşması da benim için karmaşıklığın bizatihi kendisi.

21 Nisan 2025 Pazartesi

MUTLULUĞUN EN GÜZEL TARİHİ

 

MUTLULUĞUN EN GÜZEL TARİHİ

(La Plus Belle Histoire Du Bonheur)

Andre Comte - Sponville

Jean Delumeau

Arlette Farge

2004

Çeviren: Saadet Özen

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

7.Basım - Ocak 2024

135 Sayfa


Beğendim.

Kitabın adı mutluluğun tarihi ama kronolojik bir tarih anlatısından çok mutluluk hakkında yorumlara yer veriyor. Ve bence iyi de yapıyor. Çeşitli mutluluk teorileri var, benim aklıma en yatan mutluluğu aramayı  bırakınca onu bulacak olmak. Ben böyle tek cümleyle dan diye söyledim ama kitapta bunu açan açıklamalar var. 

*

Daha girişten sarsıyor kitap:

“Yaşamak tek başına yeterli olmuyor, üstüne bir de mutlu yaşamak gerekiyor. Hayat, ancak ve ancak, mutluluğa ait bir alan, bir zaman dilimi haline geldiğinde anlam ve tat kazanıyor.” Sf.7

Niye öyle hakikaten?

Ve de nedir mutluluğu yaratan? Bir avazda sayabilirim ki para, aşk, başarı, sağlık, güzellik. Bunlar mutluluğu yaratır diyemez miyiz? Bence deriz ve konu kilit.

Ama bakın kitapta ne demişler.

Eski zaman filozoflarının mutluluk için ne dediğini biliyoruz. Haz diyen var, hayır ne münasebet, asıl hazdan kaçınmaktır mutluluk diyen var, iyilik yapmak mutlu eder diyen var vb.

Ancak şu bir gerçek ki herkes için öznel bir şey mutluluk. 

“Kimileri için aile hayatı olacaktır bu, daha başkaları ise yalnızlığın lütuflarını keşfedeceklerdir.” Sf.9

Filozoflar pek çok şey hakkında olduğu gibi mutluluk hakkında da düşündüler, düşünüyorlar. Peki düşünerek mutluluğa ulaşılır mı? Yuoo! Ama şöyle denebilir: 

“Daha iyi düşünmek, daha iyi yaşamayı kolaylaştırır.” Sf.19

Benim mutluluk için yukarıda saydıklarımı anlamsız bulanlar var, örneğin Epikuros. Çünkü para, şan şöhret vb asla yeterli gelmez, hep daha fazlası istenir, diyor. Yuoo! Ben mesela yüz milyon dolarım olsa ay hayır bu bana yetmez, daha fazlasını isterim, diyeceğimi sanmıyorum. Durabilirim yani orada.

Kitapta mutluluğa dair şöyle bir yaklaşımdan da bahsediliyor. Zengin, sağlıklı, güzel olmak gibi sana bağlı olmayanı arzularsan mutluluğu tesadüfe bırakmışsın demektir, yani bir ekonomik krizin, bir virüsün,  bir kazanın kölesi olursun. Bunu ifade eden bir atasözümüz var: Güvenme güzelliğine bir sivilce yeter, güvenme zenginliğine bir kıvılcım yeter. 

Ama sana bağlı olanı arzularsan daima tatmin olursun. Örneğin hastayken sağlıklı olmayı dilersin, ama bu dileğin yerine gelmediği için mutsuz olursun. Fakat tedavi olmayı arzularsan bunu gerçekleştirebilirsin. Tedavi işe yarayacak mı, ölecek miyim, bu sana bağlı değil.

Mantıklı görünüyor. Ama hep adım adım mı arzulayacağız? Ben daha genel düşünüyorum. Hastayken sağlıklı olmayı dileyeyim, bu dileğin tamamı olmasa bile buna yaklaşmak da beni mutlu eder. Yanlış mıyım?

Kitapta şunu diyen de var: Mutluluk peşinde koşmak aslında ölümü düşünmekten bizi alıkoyar. Bizi ölümü düşünmekten alıkoysun diye mutluluk peşinde koşarız. Katılmıyorum. Ölüm düşüncesi beni korkutmuyor. 

Mutsuz değilsen mutlusundur, diyen de var. Buna tek kelimeyle şunu diyoruz: Şükür.

Mutluluğu hayatın anlamı olarak görmeyi anlamsız bulan bir görüş var. Öyle ki:

“Mutluluk, ancak mutlu olmayanlar için hayatın anlamı olabilir.” Sf.51 Ne dedin öyle reis, füze atsaydın:

"Mutlu insanların, olduğu haliyle, akıp gittiği haliyle, bir andan ötekine yenilendiği ya da dönüştüğü haliyle kendi hayatlarından başka arayacak bir şeyleri yoktur." sf.51

Bu cümleler bana iyi geldi. Ne anladım da iyi geldi bilmiyorum. 

Bununla bağlantılı bulduğum şöyle bir şey de deniyor: Mutluluk arzuları yok etmek değil, dönüştürmektir. Örneğin yemek yiyene afiyet olsun deriz. Yani yiyecek sıkıntın yok, bu yemekten keyif alacak gücün olmasını dilerim, anlamında söyleriz. Eksik olanı arzulamak değil, eksik olanı arzulamaktan vazgeçip eksik olmayanı, yani var olanı arzulamak. 

“Olmayanı arzulamak, umut etmek demek; var olanı arzulamak ise sevmek.” Sf.129

Yine bir şükür moment. 

Umut kavramı üzerine düşündürüyor bunlar. Bir yazar “Dingin umutsuzluk” Sf.131 diye tarif ediyor bunu. 

"Sadece herhangi bir umut beslemeyen kişi mutluluğu dolu dolu yaşayabilir; sadece mutluluğu dolu dolu yaşayan kişinin artık umut besleyecek hiçbir şeyi kalmamıştır." Sf. 131

Bunu ilk okuyunca sanki umutsuzluk eşittir üzüntü gibi geliyor akla ama hayır, burada umut edecek bir şeyin yok'u beklentin yok, çünkü mevcut durumla ve mevcut halinle barışıksın diye anlıyorum ben. Mutluluk da bu barışık olma hali. 

Bunun dışında mutluluğu dinde, başka bir alemde, öteki dünyada aramaya, hayatta kalmanın ve var olmanın yeterli olmasına, birey olmaya... ve benzeri dayandıran çeşitli görüşlere de yer verilmiş kitapta. 

Sevdim ve ufuk açıcı buldum. 

*
Mutlulukla ilgili başka kitaplar için bkz:














HER ŞEYİN HİKAYESİ

 


HER ŞEYİN HİKAYESİ

(The Overstory)

Richard Powers

2018

Çeviren: Kıvanç Güney

İthaki Yayıncılık

2.Baskı - Eylül 2024

579 Sayfa


Hiç sarmadı bu kitap beni. Çok saracak gibiydi. Şekli şemali çok uygundu. Ödül de almış. Ama nasıl sarmadı nasıl sarmadı.

*

Kitabın ilk yarısında birbirinden bağımsız pek çok insan hikayesi var. Ortak noktaları ağaçlar. Bahsi geçen insanlar arasında bir bağlantı olmadıkça okuma hevesim kırıldı. Onlarca insan hikayesi okutuyor yazar başta, peki niçin? Belli ki sonunda bir araya gelecekler, bir şeyler olacak, ama bende sonuna gelecek mecal kalmadı. Çok koptum. Bıraktım. 

*

Kim kimdi unuturum genelde. O yüzden notlar alırım okurken. Şu notları almıştım kimin kim olduğuna dair:

- Jorgen Hoel  ve Vi. Üç çocukları var. En büyük çocuk John, çiftlikte kalıyor. Ortanca Ames, bankacı. En küçük Polk, vergi dairesinde çalışıyor.

Jorgen bir kestane ağacının düzenli olarak her ay fotoğrafını çekiyor. Yüzlerce fotoğraf birikiyor. 

Jorgen ve Vi ölüyor. Çiftlikle John ilgileniyor. Çiftlikte ve şehrin tümünde kestane ağaçları var. Salgın geliyor, ağaçlar parazitlenip ölüyor. John’un kestane ağacı hariç.

John ölüyor elli altı yaşında. Çiftlik iki oğluna kalıyor. En büyük oğlu Carl. Kardeşi Frank.

Frank savaşa gidiyor. Dokuz yaşındaki oğlu Frank’e görev veriyor kestane ağacının fotoğrafını çekmesi için. Baba Frank savaşta ölüyor. Oğul Frank da ağacın fotoğraflarını çekmeyi sürdürüyor. Dışarıda olaylar oluyor, ama ağacın fotoğrafları hep var ve ağaç da artık yaşlanıyor.

Frank de yaşlanıyor. Oğlu Eric’e ağacı boş vermesini söylüyor, fotoğrafını çekmesi görevi vermiyor ona.

Bu nesilden gelen Nicholas. (Nick) 25 yaşında. Ressam oluyor.


- Ma Sih Hsuin. Mao zamanı Çin’deki iç savaştan Amerika’ya kaçıyor. Babası ona aile yadigarı üç yüzük veriyor. Yeni adı Winston Ma oluyor. Mühendis oluyor. Karısı Charlotte ile ev bahçesine dut ağacı dikiyorlar babası onuruna.

Üç kızları oluyor. En büyük Mimi. Mühendis oluyor. Ortanca Carmen, Yale’de ekonomi okuyor. En küçük Amelia, yaralı vahşi hayvanlara bakma işi yapıyor.

Dut ağacı ölüyor. Winston intihar ediyor. Çocukları yüzükleri paylaşıyor.


- Adam Appich. Kardeşleri: Leigh, Jean, Emmett, Charles.

Babaları hepsi için bir ağaç dikiyor. Bir kızı kaçıyor ya da kaçırılıyor.

Adam akıllı bir çocuk ama aklı etrafı tarafından baskılanıyor. Okulda başkalarının ödevlerini yaparak para kazanmayı keşfediyor. Bir gün kütüphanede insan doğasına dair bir kitap okuyor, çok etkileniyor, yazarına mektup yazıyor ve üniversiteye psikoloji eğitimine kabul ediliyor.


- Ray Brickman, fikri mülkiyet hukuku avukatı. Dorothy Cazaly, Ray’in firması için çalışan şirkette stenograf. Evleniyorlar. Evlilik yıldönümlerinde ağaç dikiyorlar.


- Douglas Pavlicek -Douggie- savaşa katılıyor havacı asker olarak. Paraşütle inerken bir ağaca takılıp ölümden kurtuluyor.


- Neelay. Ağaçtan düşüyor on iki yaşında. Tekerlekli sandalyeyle hayatına devam ediyor. Kod yazıyor, oyun yapıyor.


- Patricia -Patty. Babası ona ağaçları öğretiyor. Botanik okuyor. Ağaç bilimci oluyor. Ağaçları inceliyor. Ağaçların birbiriyle konuştuğunu öne sürüyor.


- Olivia. Kocasından boşanmış. Banyoda keyif yaparken elektrik çarpmasıyla ölüyor. Onun da evinin önünde bir ağaç var.

Sonra Olivia başka bir boyutta mı canlanıyor ne oluyor. Ressam Nick’in tabelasını görüyor.

*

Bu noktadan sonra kitap benim için bitti. Daha devam edemedim. Galiba sonra ağaçlar için miting mi oluyor, bir şey mi oluyor, bunların hepsi oraya mı gidiyor... Yok bende.

20 Nisan 2025 Pazar

YAPAY ZEKA SENDEN NEFRET ETMİYOR

 


YAPAY ZEKA SENDEN NEFRET ETMİYOR

Rasyonalistler ve Dünyayı Kurtarma Arayışları

(The AI Does Not Hate You)

Tom Chivers

2019

Çeviri: Ayşegül Turan

Mundi Kitap

1.Basım - Ocak 2023

302 Sayfa



Yapay zeka senden nefret etmiyor ve seni terk etmedi de. Kıh kıh!

*

Teknoloji çağında olduğumuz söyleniyor. Katılmıyorum. Uçan arabalarımız ve robot uşaklarımız olmadığı müddetçe teknoloji çağında olduğumuzu düşünmüyorum.

*

Kitapta yapay zeka nedir, ne olması bekleniyor, tahmini ne zaman hayatımızın merkezinde olur... gibi konular hakkında araştırmalar ve yorumlar var. Benim gördüğüm kadarıyla satranç ve go oynata oynata yapay zekayı geliştirmeye çalışıyorlar. Bu kadar önemli oyunlar mı bunlar gerçekten?

*

Yapay zekaya komut vereceğimiz varsayımı üzerinden ilerliyor tahminler. Bu komutları nasıl verdiğimiz önemli. Çünkü kitapta bir örnekle anlatıldığı gibi:

“Eğer birisi sizden kuru temizleme dükkanındaki giysileri almanızı isterse kuru temizleme dükkanındaki tüm giysileri değil de sadece size ait olan giysileri kastettiğini bilirsiniz.” Sf.77 

Yapay zeka da bilecek mi? Yoksa klişe bir hikaye var: "Sihirbazın Çırağı" Büyücü, çırağından kuyudan kovayla su taşıyarak bir kazanı doldurmasını ister. Çırak, kuyudan su taşıması için süpürgeye büyü yapar. Süpürge kuyudan su taşırken çırak uykuya dalar. Süpürge ne zaman duracağını bilmediği için ortalık sel olur. Sadece su getir komutu yeterli değil yani. Yapay zeka ile böyle komut üzerinden bir ilişkimiz olacaksa belli ki ona göre de bir iletişim dili geliştirmemiz gerekecek. Ya da denilen o ki yapay zeka, “İnsanların ne düşündüğünü bilmekte en az insanlar kadar başarılı olacaktır.” Sf.79 Katılmıyorum. İnsan daha kendisi bile ne düşündüğünden zaman zaman emin olamıyorken dışarıda bir nesneye bunu nasıl anlatacak?

ChatGPT ile aslında bu iletişim kurulmaya başlandı. İnsanlar ona komut verdiği gibi dümdüz sohbet de   ediyor ki ne boş iş. İnsanlar sohbete ne aç! İnternet yaygınlaşmaya başladığından beri insanlar sohbet de sohbet diye deliriyor. Bu kısım bana hitap etmiyor. Dilekçe yazdırmaya çalışmıştım ben ChatGPT'ye, davacı/davalı/karşı davacı/karşı davalı/asıl dava/birleşen dava/müvekkil kavramlarını birbirine karıştırdı, ben de ona öğretene kadar kendim yazarım dedim, yani benim işime yaramadı. ChatGPT'nin ya da yapay zeka adı altındaki herhangi bir elemanın sohbeti de ilgimi çekmiyor. Organik sohbet seviyorum ben. 

Kitapta yapay zekanın daha ötesi "insan kadar akıllı yapay zeka", onun da sonrası "süperinsan yapay zeka" için uğraşılacakmış. Elli, bilemedin yüz yıl içinde bunların olacağı tahmin ediliyormuş. 

Korku senaryosu olarak yapay zekaların insanları yok etmesi klişesi vardır. Bununla ilgili şu söyleniyor:

“Bizden daha akıllı bir makine var olursa bizler onun rızasıyla yaşayacağız, tıpkı bizim gorillere yaptığımız gibi.” Sf.16

Yalnız bu yapay zekayı neticede insan yapacaksa insan bir zahmet kendi türünü yok edecek bir şey yapmayıversin diyeceğim de atom bombası da insan ürünü. Ya da belki masum insan masum yapay zeka üretir ama makine öğrenmesi olacaksa bu makine insanlardan pek de hayırlı şeyler öğrenmeyebilir. Nitekim bir ara Twitter'da bir yapay zeka kullanıcı oluşturulmuştu da diğer kullanıcılardan öğrenerek kendisini geliştiren bu yapay zeka ırkçı, faşist, küfürbaz birine dönüşmüştü. 

Bir de yapay zeka ile hastalık, yoksulluk ve suçun olmadığı bir dünya olacak diyenler var.. İnş cnm yaa.

İşte kitapta yapay zeka ile ilgili pek çok teori ve fikir var. 

Bu konularla ilgili başka kitaplar için bkz: