12 Mayıs 2022 Perşembe

SUYU ARAYAN ADAM


 

SUYU ARAYAN ADAM

Şevket Süreyya Aydemir

 1959

 Remzi Kitabevi

 527 sayfa

 

Şevket Süreyya Aydemir epey maceralı bir hayat yaşamış ve iyi ki de bu hayatı kaleme almış.

Kitapta çocukluğundan itibaren hayatını anlatıyor. Doğduğu büyüdüğü yeri, gittiği ülkeleri, sonra Türkiye’ye dönüp gördüklerini ve düşündüklerini yazmış.

 *

1897’de doğan yazarın çocukluğu Edirne’de geçmiş. O dönem çetecilik yaygınmış, yollar tutulur, haraç kesilirmiş. Yazar da çocukluğunda bundan etkilenmiş. Çocukluk oyunlarında yol kesmecelik, haraç toplamacalık varmış.

Edirne bir ordugah olduğu için sokaklarda hep askerler varmış. O da belki bundan etkilenmiş olsa gerek, askeri okula gitmiş. Sınıfta Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, Napolyon’un resimleri asılıymış. Mevcut padişahın ise hiçbir yerde resmi olmazmış. Sınıfta adı geçince çocuklar ayağa kalkarmış.

Askeri okulda Osmanlı haritasına bakar, sınırların genişlemesini arzu ederlermiş. O dönemin düşünceleri şöyle;

“Ordu vatanın bekçisiydi. Onun ayak bastığı her yer vatan oluyordu.”

“Millet bu vatanın içinde yaşayan herkesti. Bu milletin bir din, bir dilek ve bir dil birliği olması şart değildi.”

“Yemenliler, Hicazlılar, Dürziler yahut Rumlar, Bulgarlar, Arnavutlar diye bir şey yoktu. Bunların vazifeleri sadece vergi vermek ve itaat etmekti.”

Çıkan isyanların devletin idare tarzından kaynaklandığını düşünmezlermiş. Akıllarına bile gelmezmiş. “…isyanlardan daima ehemmiyetsiz, geçici şeyler olarak bahsedilirdi. Bunlar yabancı devletlere para ile satılmış bazı eşhasın çıkardıkları haksız hadiseler sayılırdı.”

Okulda öğrendiklerine göre onlar için dünyada iki güç varmış.

“Hakikatte dünyada iki kuvvet çarpışmaktaydı. Bir tarafta Osmanlı devleti, bir tarafta da Düveli-muazzama. (Düvel-i muazzama: Fransa, İtalya, Almanya, Avusturya-Macaristan, Rusya) Yani dış güçler

*

23 Temmuz 1908’de meşrûtiyet ilan edilince halkın bunun ne anlama geldiğini anlamadığını söylüyor yazar. Hürriyet, adalet, müsavat (eşitlik), uhuvvet (kardeşlik). Herkes kendince yorumlamış bunları. Ortaya bir “hürriyet sarhoşluğu” çıkmış. Ama uzun sürmemiş, ilk bozan da padişahın kendisi olmuş. “Padişahın kışkırttığını söyledikleri bir askeri ayaklanma”  diye adlandırdığı 31 mart vakası ile. 

*

Osmanlı’nın kağıt üzerinde hakim olduğu ama fiiliyatta varlık gösteremediği bölgeler hakkında da düşünmüş yazar.  Örneğin Afrika’daki topraklar ile ilgili;

“…doğrusu oraya hiçbir şey veremediğimiz, oradan da hiçbir şey alamadığımız için zaten bizim olmayan bir memleketin kaderi üstünde hiçbir değişiklik yapılamadı. Libya gitti.”

Osmanlı Afrika’sı (Trablusgarp, Bingazi) Osmanlı Avrupa’sı (Girit, Rumeli…) diye adlandırılan bölgelerde kan akıtmaktan başka ne yaptık, diye soruyor. Anadolu’ya da hor davranıldığını fark ediyor. Yazarın yaşadığı Rumeli’de (Edirne) Anadolu denince akla kıtlık, fakirlik, eşkıyalık gelirmiş.

*

Çeşitli milletlerden insanlar ayaklanırken yazar kimsenin kendisine Türk diyemediğini anlatıyor. “Türk sözü, birçok ırkları, kavimleri birleştiren bir imparatorlukta, bir kavmin diğerleri üstünde tahakkümünü hatırlatır ve onları gücendirir diye düşünülüyordu.”

Kendilerine Osmanlı derlermiş.

“Umumi kanaata göre Türk kaba, görgüsüz ve kabiliyetsiz bir varlıktı.”

“Reddedilen, inkar edilen Türk adına kimsenin sahip çıkmaması için her tedbir alınmıştı.”

Korkarım yine buna mı dönüyoruz acaba?..

*

Yazar, askeri okuldan sonra muallim mektebine gidiyor, 1914 yılında savaşa katılıyor genç yaşında kendi isteği ile. Ağabeyleri savaşta şehit olmuş. Giden gelmiyor gerçekten. Gidenden haber de alınamıyor. Zaten kimse de gidenden haber almayı ya da gidenin geri geleceğini beklemiyor.

Askerlik yaparken Anadolu’yu görüyor. Çorak topraklar, mağarada yaşayan insanlar, okuma yazma bilmeyenler… Orada düşünüyor, bin yıldır bizim olan Anadolu topraklarına ne verdik diye.

Anadoluyu bir başka açıdan daha görmek için

Bkz:Yaban/Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Anadolu köylüsünü dindar, mutaassıp bilirdik, diyor ama dinini bilenin de olmadığını görüyor. Dinini bilen yok. Peygamberini bilen yok. Köyünde mektep olan yok. Hangi milletten olduklarını dahi bilmiyorlar. Türklüğü kabul etmiyorlar. Halbuki Türk ordusu olarak savaştalar. Onlara göre “Türk demek “Kızılbaş” demekmiş ama kızılbaşlığın da ne olduğu bilinmiyormuş.

 *

Sene 1917. Ruslarla karşı karşıyalar. Rusya’da ihtilal oluyor. Çar ordusu kendiliğinden dağılıyor. Ruslardan kalan silahları Ermeniler alıyor. Bundan sonra yapılanın harp olmadığını söylüyor yazar. 

“Devam eden şey, artık harp değildi. Harbin karşılıklı bütün kaideleri ortadan kalktı. Ermeni birlikleri, bir taraftan cephede savaşmaya çalışırken, bir taraftan, işgal ettikleri sahada kalan yerli sivil Türk halkı üstünde geniş bir katl ve imha işine girişmişti.”

*

Daha sonra öğretmen olarak Azerbaycan’a gidiyor. Nuha şehrine.

Turan ülküsü var yazarda o dönem, turancı diye adlandırıyor kendisini ama bunun ne anlama geldiğini tam olarak bilemiyor. Buna ilişkin kaynak bulamıyor. Bulduğu bilgiler hayalci kalıyor. Üzerine biraz düşününce somut bir temele oturtamıyor. Turan neresi bilemiyor. 

Turan/Turancılık ile ilgili bir roman için 

Bkz: Yeni Turan/Halide Edip Adıvar

Bunun gibi ideolojik düşüncelere dalıyor yazar, anlamıyor olanları, olayları. Kendine çok yükleniyor sen cahilsin anlamazsın diye. Meselelerin özünü, kaynağını yani suyu ara sen, diyor kendi kendine. İşte kitabın adının geldiği yer.

Yazar, o dönem okuduğu Aydemir adlı romandan çok etkilenmiş. Bunu isim olarak kullanmaya başlamış. Soyadı da buradan gelmiş.

 *

Bir kızı seviyor, adı Sitare. Sitare başkasıyla nişanlı, istemeden nişanlandırılmış. Nişanlısı da bir Rus kızla birlikte yaşıyor. Ama sonra iki nişanlı evleniyor, yazar da bir başkasıyla evleniyor.

Nuha’ya (Azerbaycan) Ruslar hakim. Şehirde Bolşevikler var. İhtilal mahkemeleri kuruluyor. Bir kadın öğretmen, altınlarını haciz komitesinden kaçırırken yakalanıyor. Hırsızlıkla suçlanıyor. Savcı da genç bir kadın olunca yazar, kadın kadını suçlamaz sanıyor. Yanılıyor. Savcı, “O para sizin değildir. O para, bütün dünyada yaşayan, çalışanların hakkıdır.” diyor.  Halbuki kadın kendi emeği ile biriktirmiş altınları. Casuslukla suçlanıp cezalandırılıyor.

*

İhtilal, devrim, parti, sınıf kavgası… Yazar bunların ne anlama geldiğini bilemiyor gençliğinde. Kendince yorumluyor, önemli olan insaniyettir, diye düşünüyor. Bugün bakınca bu düşüncelerini saf buluyor.

 Gençliğinde içinde bulunduğu neslin batı düşmanı olduğunu anlatıyor. Doğuya da aşık değiller. 

“Bizim neslimiz Garba düşman, Şarka ise kızgındı.” diyor.

Şöyle bir şiiri ezbere bilirmiş o dönemin gençleri:

“Garbın cebin-i zalimi, affetmedim seni,

Türküm ve düşmanım sana kalsam da bir kişi.”

 *

Yazar Bakü’de toplanan Şark Milletleri Kurultayına delege seçiliyor.

Batum ve Tiflis’e gidiyor.

Şark Kadınlarının Kurtuluş Günü kutlanacak bir gün ama miting meydanında hiç kadın yok. Kürsüde de hep erkek var. Zorla dağlardan kadın getiriyorlar kamyonla. Kadınlar anlamıyor ne olduğunu, bağırış çağırış ortam. Erkekler, sizi nasıl da kurtardık diye sloganlar atıyor. 

*

Yazar Enver Paşa’yı çokça eleştiriyor. Birinci Dünya Savaşına gereksiz yere girdiğimizi ve bunda Enver Paşa’nın büyük sorumluluğu olduğunu düşünüyor. Bir de şöyle bir anekdot aktarılmış. Enver Paşa padişaha damat olmak istemiş. Fotoğrafçıda güzel güzel fotoğraflar çektirip postayla saraya göndermiş. Saraydaki adet şuymuş. “Damat namzedi kendisine bildirilen gün ve saatte sarayın bahçesinde kendisine gösterilen bir yoldan yürüyecektir. Bir balkonun altından geçecektir. Fakat başını kaldırıp yukarıya bakmayacaktır. Çünkü orada padişah, müstakbel damadı gözetlemektedir. Karar, padişahta kalan intibaa tabidir. Damatlık isteklisi, bu yüksek görücü önündeki yürüyüşünden sonra ağalar tarafından karşılanır. Mabeyin dairesine alınır. Meseleden hiç bahsedilmez. Eğer netice menfi ise damatlık talibine atlas bir kese içinde padişahın 20 altın liralık ihsanı verilir ve namzet yolcu edilir. Mesele de biter.”

 Enver Paşa’nın bir takma ismi varmış, Ali Bey diye.

*

Rusya’da çarlık 16 Mart 1917’de yıkıldı. Çarın yetine gelen oluşumu da Çar’dan farklı bulmuyor yazar. Çarlık, halkın savaştan bıkması yüzünden düşmüştü ama yeni yönetim de savaşa devam etmek istiyordu, diye açıklıyor durumu.

Stalin ve Lenin’den bahsediyor. Stalin’i canlı izlemiş, dinlemiş. Onun başka ülke ve başka dil bilmezliğini, halkın içinden yetişmişliğini, Lenin’in ölümü üzerine Stalin’in onun yerini alması ve eski kadronun tasfiyesini anlatıyor.

Rusya’nın Almanya gibi bir üstün ırk değil, bir geniş saha arzusu olduğunu anlatıyor. Ör-Asya adı verilen coğrafyaya hakim olmak isteyen bir Rusya ideali varmış Ruslarda.

 *

Sonra İstanbul’a dönüyor. Yabancı hissediyor kendisini İstanbul’da. Tanıdıkları da onu biraz dışlıyor, çünkü her konuşmayı sınıf kavgasına bağlıyor.

Aydınlık gazetesinde yazmaya başlıyor. Gazetedeki herkes gibi tevkif edileceğini bilerek yazılarını sürdürüyor ve sonunda yargılanıyor.

Yargılama sırasında “inkılap” dedi diye mahkeme başkanı kızıyor. Ona göre inkılap değil, kanun olmalıymış. “Öyle görünüyordu ki, Çankaya’da yeni bir inkılap hamlesinin saati çalınca, bu hamle Mecliste hemen bir kanun haline geliyordu. O zaman her şey kolaylaşıyordu. O zaman, başına kanundan evvel şapka giydi diye genç bir gazeteciyi merdivenlerden yuvarlayan adam, aradan kısa bir süre geçince, ünlü bir müderrisi şapka giymedi diye darağacına verebiliyordu.”

“Türkiye’de her inkılap olur. Fakat ancak kanun yoluyla!..”

Bunun sebebini asırlarca içinde yaşanılan yayla ve ordu hayatına bağlıyor. Ancak bir otoriteden gelen kanunlar nizamı değiştirir ve millet de kolayca benimser, diye düşünüyor.

On sene hapse mahkum oluyor.

Kendisi gibi “siyasi suçlu”larla birlikte cezaevindeki mahkumlara okuma yazma öğretiyorlar. Okuma yazma öğrenen çoban, kabadayı, efe… köyüne fötr şapkalı, ceketli bir fotoğrafını gönderiyor. Böylece köylerinde saygınlık uyandırıyorlar. Okuma yazma haricinde genel bilgiler de veriyor mahkumlara. Örneğin yağmurun nasıl yağdığı gibi. Bu esnada biri duygulanıp ağlıyor, bize niye böyle anlatmazlar diye.

*

Hapisten çıkınca Ankara’ya gidiyor. Ormana hasret olduğu için Bolu ormanlarında bir ilkokul öğretmenliği hayali kuruyor. Ancak kendisine Yüksek ve Teknik Öğretim Umum Müdürü muavinliği işi veriliyor. Aynı zamanda iktisatla ilgilendiği için Yüksek İktisat Meclisinde umumi katip yardımcısı oluyor.

İkinci Dünya Savaşına girmeyişimizi o dönemki hükümetin başarısına bağlıyor. “Tarihin en büyük şansı olarak bu harbi; militarist olmayan, hayalperest olmayan, harbin ne olduğunu ve sulhun değerini bilen bir hükümetin idaresinde geçirdi.”

Birinci Dünya Savaşında memleketin sefil durumunu hatırlıyor. “Ordu, meşe palamudunun avuç içi kadar ekmeğe karıştırılması için haller gösteren genelgeler yolluyordu, ama ortada orman olmadığı için, meşe palamudunu bulmak da kabil değildi.” Kötü şartlara rağmen ordunun disiplinsizlik göstermemesini takdir ediyor.

Emekli olunca da tüm bunları kaleme alıyor. Müthiş bir yaşanmışlık ve iyi ki ölümsüzleştirilmiş.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder