27 Şubat 2021 Cumartesi

HAMLET

 


HAMLET

William Shakespeare

1609

İngilizce Aslından Çeviren: Sabahattin Eyüboğlu

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

133 sayfa


Yıllar önce okumuştum. Bkz: http://birazkitap.blogspot.com/2012/05/hamlet.html

Yine okumak çekti canım.

*

Danimarka kralı ölmüştür. Ölüm sebebinin bağ evinde uyurken yılan sokması olduğu söylenir. Ancak işin aslı farklıdır. Kralı, kralın kardeşi Claudius öldürmüştür. Claudius tahta geçmiş ve ölen kralın karısı Gertrude ile evlenmiştir.

Bu gerçeği söyleyen ise ölen kralın hayaletidir.

Hayalet kral, oğlu Hamlet'e bu gerçeği anlatıp intikam almasını ister. 

Hamlet öncelikle Hayalet'in söylediğinin doğru olup olmadığının sağlamasını yapar. 

Şehre gelen tiyatro oyuncularından babasının öldürülmesini temsil eden bir oyun sergilemelerini ister. Oyunu izleyen amcası kral Claudius öfkeyle salonu terk eder. Bu da Hamlet'in istediği sağlama olmuştur. 

"Çürümüş bir şey var Danimarka krallığında." 

*

Kral, Hamlet'i bir tehdit olarak gördüğü için onu İngiltere'ye gönderir, sözde geciken alacaklarını istemek için. Orada Hamlet'in öldürülmesini isteyen bir ferman hazırlar. Ancak Hamlet bu fermanı öğrenir ve kendisini öldürecek olanları öldürerek Danimarka'ya döner. 

Hamlet, annesi Gertrude ile konuşurken perde arkasından dinleyen sarayın başmabeyincisi Polonius'u kral zannederek öldürür. 

Polonius'un kızı Ophelia babasının ölümüne üzülerek önce aklını, sonra intihar ederek hayatını kaybeder. 

Polonius'un oğlu Laertes de babasının katili Hamlet'ten intikam almak için onunla bir düelleyo girişir. Ancak kral düelloda hile düzenleyerek Laertes'e ucu zehirli kılıç verir. B planı olarak da zehirli içki hazırlar.

Düelloda Hamlet yaralanır. Daha sonra kılıçlar karışır ve bu defa Laertes zehirli kılıçla yaralanır. Zehirli içkiyi de Hamlet'in annesi kraliçe Gertrude içer.

Laertes ölmeden önce her şeyi kralın planladığını açıklar. Hamlet amcasını yani kralı öldürür. Annesi yani kraliçe zehirli içki nedeniyle ölür. En sonunda da Hamlet ölür.

Eğlenceli değil mi? Tamam, normalde değil. Ama bana eğlenceli gözüktü. Herkesin sırayla öldüğü bir parodi gibi. Ölüm ve son. Suçlular ölerek cezasını çekiyor, suçsuzlar da arada kaynıyor. 

Hamlet, ölmeden önce tek dostu Horatio'dan gerçekleri insanlara anlatmasını ister.

Cenazeleri de Norveç Prensi Fortinbras kaldırır. Fortinbras aslında Danimarka'ya savaş açacaktı, Norveç kralı buna karşı çıkıp Fortinbras'ın kulağını çekti, o da bu defa Polonya'ya savaş açtı. Danimarka'yı da transit geçiş için kullanıyordu. Polonya zaferinden dönerken bu manzarayla karşılaşıyor. 

Yaşasaydı Hamlet ve Fortinbras iyi bir düşmanlık ya da iyi bir dostluk kurabilirlerdi. İkisi de genç, cengaver, yiğit mert gençlerdi. 

*

Hamlet eğlenceli bir tip. Özellikle dalkavukluk edenlerle çok alay ediyor. Örneğin;

Hamlet ile Polonius ile bir bulutun şekli üzerine konuşuyorlar. Hamlet bulutu deveye benzetiyor. Polonius "Doğru, vallahi, tıpkı bir deve." diyor. Hamlet fikrini değiştirip fareye benzetiyor. Polonius "Evet, sırtı tam bir fare sırtı." Hamlet bu defa balinaya benzetiyor. Polonius yine onaylıyor. 

Ya da bir başkası. Lord Osric ile olan muhabbeti. Havadan konuşuyorlar. Osric "Hava pek sıcak" diyor. Hamlet "Yoo, çok soğuk." Osric de hemen "Evet, biraz soğukça galiba efendimiz, haklısınız." Hamlet hemen ardından "Ama yine de bunaltıcı bir sıcak var." Osric de "Dayanılmaz bir sıcak efendimiz." 

Ahahahahaha!

Dili pek nüktedan. Örneğin Polonius "Şimdilik izninizi alıp gideyim efendimiz." diyor. Hamlet'in cevabı: "Bundan daha seve seve verebileceğim hiçbir şey alamazsınız benden bayım." 

Ahahahajah!

*

Meşhur "Olmak ya da olmamak, işte bu bütün mesele bu." diye bildiğimiz kısım "Var olmak mı yok olmak mı, bütün sorun bu!" diye çevrilmiş. Şaşırdım. 

Hamlet'in babasının ölümü ile ilgili öğrendikleri üzerine kafasını kurcalayan düşünceler yumağında geçiyor bu kısım:

"Var olmak mı, yok olmak mı, bütün sorun bu!

Düşüncemizin katlanması mı güzel,

Zalim kaderin yumruklarına, oklarına,

Yoksa diretip bela denizlerine karşı

Dur, yeter demesi mi?"

*

Azıcık kadın düşmanı mı ne Hamlet?

Annesi babasının ölümünden iki ay sonra başkasıyla evlendi diye kinlenmiş. Bunun acısını Ophelia'dan çıkarıyor. "Tanrı size bir yüz vermiş, siz tutup başka bir yüz yapıyorsunuz kendinize. Kırıtmalar, fıkırdamalar, yapmacıklı konuşmalar..." diye kıza atarlanıyor. 

Tiyatroda oyunculara söylettiği metinde

"Yalnız ilkini öldüren varır ikinci kocasına.

İkinci evlenmeye kadını sürükleyen şey

Aşağılık bir hesaptır, sevgi değil.

Bir kez daha öldürmüş olurum kocamı

Bir kocaya açarsam yatağımı."

dedirtiyor. 

Oldu canım. Adam ölünce kadın ömür boyu onun yasını tutacaktı. Tersi için de geçerli. Karısı ölünce de koca ömür boyu onun yasını tutmasın. Yani Hamlet, annene dersini vereceksin diye bütün kadınları gömdün, oldu mu şimdi?

*

Hamlet'in ağzından dönemin tiyatro modasını da eleştiriyor Shakespeare. 

Hamlet, oyunculara verdiği parçanın rahat, özentisiz, söz parlatmadan, el kol havalara savrulmadan, ölçüsünde, tadında söylenmesini istiyor. "Yürekler acısı geliyor bana gürbüz bir delikanlının takma saçlar sakallar içinde, bir acıyı yüreğini paralarca, didik didik ederce bağırıp halkın kulaklarını yırtması.(...) En başta gözeteceğimiz şey, yaratılışa tabiata aykırı olmamak. Çünkü bunda sapıttık mı tiyatronun amacından ayrılmış oluruz. Doğduğu gün de bugün de tiyatronun asıl amacı nedir? Dünyaya bir ayna tutmak, iyilerin iyiliklerini, kötülerin kötülüklerini göstermek..."

*

Soylular ve soylu olmayan halk tabakası arasındaki adaletsizliğe de değiniyor.

Ophelia intihar ettiği için normalde bir cenaze töreni düzenlenmeyecekken soylu bir aileden olduğu için cenaze töreni yapılır. 

Bu konudaki eleştiriyi mezarcılara söyletir. 

"Bu kadın soylulardan olmasaydı, zor gömerlerdi Hıristiyan mezarlığına. (...) Yüksek tabakanın kendini asmaya, boğmaya hakkı var, öteki Hıristiyan dindaşların yok..."

Hamlet'in o meşhur sahnesi olan eline kafatası aldığı kısım da burası. Mezarcıların toprağı kazarken savurduğu kemikler ve kafataslarını görünce Hamlet ölüm ve insanın yaşarken yaptıklarının nasıl önemsiz hale geldiğini düşünür. 

"Bu da niçin bir avukatın kafası olmasın? Nerede şimdi o kanun cambazlıkları, söz perendeleri, maddeler, fıkralar mıkralar? Nasıl katlanır bu kaba herifin tepesine çamurlu küreğine indirmesine? Neden bir dava açmıyor hemen?" 

*

Bir eleştirisi de her devrin insanı olanlara. 

"Zamanımız böylelerine hayran işte, böyle günün türküsünü çağıranlara! Gösterişler, kırıtmalar altında köpüğe benzer boş bir beyin. Bununla en parlak, en ince görüşlü insanların ağzından girip burnundan çıkmayı becerirler. Oysa içlerini yoklarsanız, bir üfürmede su kabarcıkları gibi patlayıverir neleri varsa."

"Zamanımız" dediği zaman 1600'lü yıllar. Ahah! Aynısı bugün.

Muazzez İlmiye Çığ'a atfedilen bir laf var: "Sümer tabletlerinde 'Bu gençlik nereye gidiyor?' yazısını gördüğümden beri gençleri sorgulamıyorum." diye. Sümer tabletleri Milattan Önce 2000'li yıllara ait.

1092'de Selçuklu veziri Nizamü'l-Mülk'ün yazdığı Siyasetname'de de yine bugün için de geçerli eleştirilerin yer alması gibi.

İnsanlık olarak bazı konularda nasıl oluyor da binlerce yıldır değişim gösteremiyoruz? Binlerce yıl boyunca aynı dertlerden yakınmak, aynı şeyleri eleştirmek... Huysuz ihtiyar gibiyiz. Dünyacak, insanlıkcak huysuz ihtiyarız. Değişime direnç gösterdiğimiz gibi sürekli de yakınıp duruyoruz. 

Hazır değiliz demek ki. 

"Serçenin ölmesinde bile bir bildiği vardır kaderin. Şimdi olacak bir şey yarına kalmaz, yarına kalacaksa, bugün olmaz. Bütün mesele hazır olmakta." 

*

Hamlet'i Ophelia'nın gözünden anlatan bir film var:

Bkz: Ophelia 

Orijinal eserden farklılıkları var tabii.

Orijinal eserde Ophelia soylu iken filmde fakir.

Orijinalde Ophelia, Hamlet'in pek umurunda değil. Ama filmde büyük aşk yaşıyorlar.

Orijinalde Ophelia, babasının ölümünün ardından gölde boğularak ölüyor.

Filmde Ophelia zehir içip göle giriyor. Zehrin etkisiyle insanlar onu ölü sanıyor. Mezardan onu Horatio çıkarıyor. O sırada da zehrin etkisi geçtiği için kendine geliyor. Hamlet'in yanına gidiyor. "Gidelim buralardan" diyor. Hamlet babasının katili olan amcasına karşı intikam hırsıyla dolu olduğu için gelmiyor. 

Ophelia tek başına manastıra gidiyor. Orada Hamlet'ten olan kızını doğuruyor. Filmin sonu Ophelia'nın kızıyla mutlu olduğu görüntülerle bitiyor. 

Çiçek gibi son. Ama Shekespeare'in eserinde Opelia kim ki Hamlet'in yanında?

*

Ophelia demişken, Ophelia'nın gölde ölümü pek çok resme de ilham olmuş.



John Everett Millais - 1851 - Tate Britain/Londra



Friedrich Heyser - 1900 - Wiesbaden Müzesi/Almanya





24 Şubat 2021 Çarşamba

YERDENİZ ÖYKÜLERİ

 


YERDENİZ ÖYKÜLERİ

(Tales from Earthsea)

Ursula K. Le Guin

2001

İngilizceden Çeviren: Çiğdem Erkal İpek

Metis Yayınları


Yerdeniz serisinin 5. Kitabı. Diğerleri için bkz:

1- Yerdeniz Büyücüsü

2- Atuan Mezarları

3- En Uzak Sahil

4- Tehanu

5- Yerdeniz Öyküleri

6- Öteki Rüzgar

Bu kitapta beş öykü var. Roke'taki Büyücülük Okulunun kuruluş süreci, kadınlar, erkekler, isimler, büyüler ve büyücüler anlatılıyor.

Öykü sevmiyorum, fantastik edebiyat da sevmiyorum. Ama bu seriye başladım, devamını da getireyim madem. Okumuş olmak için okuyorum açıkçası. Çok keyif almıyorum. Az keyif alıyorum. 


İşte o öyküler:

1- Bulucu

2- Karagül ile Pırlanta

3- Yerin Kemikleri

4- Bataklık Yayla

5- Ejderböceği


1. BULUCU

Ülkedeki tüm kötülüklerden ve uğursuzluklardan cadıların ve sihirbazların sorumlu tutulduğu bir dönem başlamış. Büyücüler artık bu maharetlerini gizler olmuşlar. Çocuklardaki büyü hüneri de korkulan, saklanması gereken bir şey olmuş. 

*

Susamuru (gerçek adı Medra) bir gemi yapımcısının oğlu. Büyücülük yeteneği var ama babası bunu fark edince döverek bu yeteneği çocuktan çıkarmaya çalışıyor. “Bir bulutu yağmur yağdırdığı için dövmek gibi bir şey bu.” Çocuk yılmıyor, gizli gizli öğrenip geliştiriyor  büyü yeteneğini.

Kral Losen, deniz korsanı. Haraç topluyor, insanları esir alıyor. Susamuru ve babası Losen’e gemi yapıyorlar. Losen gibi kötü birine gemi yapmak Susamuru’nu rahatsız ediyor. Bir vicdan muhasebesine girişiyor ve Losen için yaptığı gemiye büyü yapıyor. Kaybetme büyüsü. Böylece geminin dümeni doğru yöne dönmeyecek. 

Losen’in hizmetindeki Tazı adlı adam bu büyüyü fark ediyor. Yapanın da Susamuru olduğunu öğreniyor. Susamuru'nu kaçırıp Losen için çalışmasını istiyor. Susamuru burada buluculuk yapacak, yani maden bulacak. 

Madencilerin hepsi kadın. Uğursuzluk getirdiğine inandıkları için aralarına erkek almıyorlarmış. Sadece ustaları olan Yalak erkek.

Gelluk (Solukyüz) Losen’in başbüyücüsü. Susamuru, Gelluk'u yenmek için onun gerçek ismini öğrenmeye çalışıyor. Gelluk'a aradığı madeni bulduğunu söylüyor. Gelluk, maden kapısına “Açıl, ben Tınaral” diyince Susamuru Gelluk'un gerçek ismini öğrenmiş oluyor. “Tınaral, düş!” diyor ve Tınaral karanlığa düşüyor.

Susamuru'na Anieb adlı bir köle kız yardım ediyor. Kız hastalanıp ölünce Susamuru kızın köyüne gidiyor. Bir süre orada saklanıyor. 

Morred Adasında büyücülüğün devam ettiğini öğrenen Susamuru oraya gitmeye karar veriyor. Susamuruna dönüşüp suya atlayarak yola çıkıyor.

*

Medra (Susamuru)  Morred Adasını, yani efendileri olmayan, sanatların saygın olduğu yeri arıyor. Morred Adası, diğer adıyla Roke.

Bindiği gemi batınca Medra kendisini deniz kırlangıcına dönüştürüp batan gemiden kurtuluyor. Roke Adasına çıkıyor. 

Medra,burada tanıştığı Kor’a aşık oluyor. 

Büyücülüğü öğretmek için okul açmaya karar veriyorlar.

Medra -burada bilinen adıyla Deniz Kırlangıcı- okula yetenekli büyücüler bulmak için Ümitli adlı gemisiyle  yola çıkıyor. Adı Çocuk Alıcı’ya çıkıyor. Çocukları alıp kanını emen sihirbaz diye anlatılıyor.

Medra ve Kor Büyük Ev’de öğretmenlik yapıyorlar. Kor yaşlanıp ölüyor. Medra da artık sadece Büyük Ev’in kapısında nöbet tutuyor.


2- KARAGÜL İLE PIRLANTA

Altın adlı zengin bir tüccarın oğlu olan Pırlanta'nın Gül ile arkadaşlık etmesine sıcak bakmıyorlar. Çünkü Gül'ün annesi bir cadı. Ebelik yapan anne kızıyla ilgili değil. O kadar ki kızı "Eğer istemiyorduysan beni niye doğurdun?" diye sorduğunda annesi "Eğer doğurmazsam nasıl bebek doğurtabilirim." diye cevap veriyor. Evet, alıştırma yapmak için çocuk doğurmuş.

Altın, oğlunun işlerin başına geçmesini istiyor ama Pırlanta’nın büyücülük yeteneği ve müziğe ilgisi var. Babasının işleri, müzisyenlik, büyücülük, babasının oğlu, Gül’ün sevgilisi... her istediğini olabileceğini zannederken hiçbiri olamadığını fark eden Pırlanta, tek bir şey yapmalı, bunun için diğerlerinden vazgeçmeli diye düşünüyor. Gül ise onun hepsini yapabileceği fikrinde. 

Pırlanta ve Karagül ailelerini, okulu, her şeyi bırakıp kaçıyorlar. Müzikle geçimlerini sağlıyorlar. Başta zor olsa da zamanla Pırlanta müzikte başarılı oluyor. Babası onu affetmiyor, annesi ise gizli gizli görmeye gidiyor.


3- YERİN KEMİKLERİ

Deprem olacak. Büyücü Deniz Yosunu ve Ogion depremi durdurmaya çalışıyorlar. Bunun için Deniz Yosunu bir dağın içime giriyor, yerin kemiklerine ulaşıyor. Buraya varıncaya kadar da kendi öğrencilik zamanını, hocası Ard’ı, öğrencisi Sükunet’i düşünüyor. Sükunet’in hocası olmak istememiş, genel olarak artık hocalık yapmak istememiş, yorulmuş öğretmekten. Ama Sükunet kararlı ve akıllı bir öğrenciymiş...


4- BATAKLIK YAYLA

Otak (gerçek ismi İrioth)  adlı bir yolcu Bataklık Yayla’ya gidiyor. Devacılık yaptığını söyleyen Otak buradaki hasta hayvanları iyileştiriyor. 

 Armağan (gerçek ismi Emer) adlı bir kadının evinde kalıyor. 

Bir gün başka bir usta daha geliyor hayvan iyileştirmek için. Güneşparlağı adı. (Gerçek ismi Ayeth) 

İki sihirbaz/büyücü tartışıyor. Günrşparlağı yaralanıp gidiyor. Artık Otak’a çok iyi bakmıyor köy halkı. Sadece Armağan kolluyor onu.

Bir gün köye bir yabancı daha geliyor. Yabancının adı ATMACA. Aaaaaaaaaa!

Atmaca, büyü gücü olan ve bu gücünü kötüye kullanıp Roke'tan kaçan bir büyücüyü arıyormuş. Armağan'ın evindeki adam da aradığı adammış. Ama artık adam iyi biri olmaya karar vermiş, orada yaşayıp sığırları iyileştirmeye devam edecekmiş. Yolu açık olsunmuş. 


5- EJDERBÖCEĞİ

İria bereketli bir toprakken miras kavgaları nedeniyle bereketini yitiriyor. Ejderböceği (İrialı) miras kavgalarından bıkıp evden kaçıyor.

*

Miras kavgalarına karışmayan Huş,  kendisine parasıyla büyücü almış. Büyücünün adı Fildişi. Ama pek işe yarar bir şey yapmıyor bu büyücü. Meyveleri bereketlendir, hastalığı iyileştir, yok. Anca süs püs gösteriş.

Fildişi, Ejderböceği’nin güzelliğini duyup onu görmeye gidiyor. Tanışıyorlar. Fildişi kıza Roke’u anlatıyor. Başbüyücünün bir ejderha tarafından götürüldüğünü, artık Roke’un Yerdeniz’deki gücün bulunduğu yer olmadığını, gücün artık Havnor’daki sarayda olduğunu...

Kız Roke’a gitmek isteyince onu erkek öğrenci kılığına sokup Roke’a götürüyor. Gerçek amacı kızla yatmak.  Hatta bunu kıza açıkça söylüyor da. “Sadece seninle sevişmek istemiştim” diyor. Kız da “Eğer istersen sevişebiliriz.” diye cevap veriyor. Ahahah ya sen nesin? Fildişi de bunu soruyor.  Kız da "Bilmiyorum, o yüzden Roke’a gelmek istedim." diyor.

Fildişi'nin yıllar önce okuldan atılma sebebi okuldan içeri kız sokması imiş. Şimdi yine aynı şeyi yapıp intikam almak istiyor. Ama Ejderböceği’nin iyiliğinden etkileniyor ve ona okula girmesi için yardım ediyor. 

Kız Roke’taki Büyük Ev’e girerken tüm gerçeği söylüyor. Gerçek kılığını gösteriyor, erkek olmadığını söylüyor, öğrenmeye ne kadar istekli olduğunu anlatıyor. 

Ustalar konuşuyor, tartışıyor, aralarına kadın almamaya karar veriyorlar. 

İrialı’nın cadı olduğunu düşünenler onun adadan ayrılmasını istiyor.

İrialı ise ejderhaya dönüşüp “batının ötesine, halkıma gidiyorum.” diyip gidiyor. Bu sonu beklemiyordum. Uç ejderha uç! 



18 Şubat 2021 Perşembe

KULE

 


KULE

(The Spire)

William Golding

1964

İngilizce aslından çeviren: E. Efe Çakmak

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

10. Basım- Ocak 2020

242 sayfa



Ne kuleymiş!

Baş rahibin biri tutturmuş kilisenin tepesine kule yapılacak diye. Öyle böyle değil, metrelerce uzunlukta, upuzun, arşa değecek boyu.

İşçiler bu kadar uzun bir kulenin yapılamayacağını, yıkılacağını söylüyor ama başrahip Joselin dinlemiyor. Tanrı tarafından seçilmiş bir insan olduğuna ve bu kulenin yapılması için görevlendirildiğine inanıyor.

Yapı ustası Roger Mason gece gündüz çalışıyor, rahibe de söylenip duruyor olmaz bu iş diye. Karısı Rachel de ortalarda söylene söylene, gevezelik ede ede dolaşıyor.

Roger Mason ağzı bozuk ve saygısız bir adam ama Joselin bu adamın peşinden ayrılmıyor. Bu kuleyi yapsa yapsa bu adam yapar diye. 

Temizlik işlerine bakan Pangall adlı topal bir adamcağız var. İşçilerin alay malzemesi olmuş. İşçiler adamcağızla dalga geçiyor. 

Pangall'ın karısı Goody, güzelliğiyle dikkat çekiyor. Rahip bile gözünü alamıyor ondan ama kızı gibi sevdiğini söylüyor, günahı boynuna.

Bir gün rahip, Roger ile Goddy'i birlikte görüyor. O günden beri rahibin kafası iyi değil. Ondan önce de iyi değildi ama o günden sonra iyice iyi değil.

Pangall daha fazla dayanamayıp gidiyor. Rahip Joselin de yalnız kalan ve üstelik hamile olan Goody'e iyilik olsun diye onu bir manastıra göndermek istiyor. Ama Goody ölüyor.

Joselin'in akıl sağlığını asıl bu olay etkiliyor. 

Bu arada kilisenin asıl işleri ile ilgilenemediği için Joselin hakkında soruşturma da yapılıyor. 

Nihayet Joselin hasta olup yataklara düşüyor. Kendine geldiği her an kuleyi soruyor yıkıldı mı diye. Yıkılmıyor ama bir gün yıkılacak, herkes öyle düşünüyor. Kulesine doyamadan ölüyor Joselin. 

Ölmeden önce kuleyi, seçilmiş insan olup olmadığını, yaşananları sorguluyor ve anlamsızlığına kanaat getiriyor. Her şeyin boş olduğunu görüp ölmesi tatsız oldu bence. O büyük inancıyla ölseydi daha rahat ederdi.

*

Kitabın İngilizcesinin Benedict Cumberbatch okumuş. Şuradan dinleyebilirsiniz: 

https://www.youtube.com/watch?v=vKC2Dao_Gac&t=837s

Ben dinledim. Cumberbatch'in her karakter için ayrı ses kullanması ve Joselin taklidi çok iyi. Kitabın filmi yapılırsa Joselin'i oynasa keşke.


15 Şubat 2021 Pazartesi

TEHANU

 


TEHANU

Ursula K. Le Guin

1990

İngilizceden Çeviren: Çiğdem Erkal İpek

Metis Edebiyat


Yerdeniz serisinin dördüncü kitabı.

Serinin diğer kitapları için bkz:

1- Yerdeniz Büyücüsü

2- Atuan Mezarları

3- En Uzak Sahil

4- Tehanu

5- Yerdeniz Öyküleri

6- Öteki Rüzgar


Yazar aslında Yerdeniz'i bir üçleme olarak düşünmüş. Ama üçüncü kitaptan sonra bitirmeye gönlü el vermemiş. Demiş ki:

"Yerdeniz Üçlemesi'nin son kitabı En Uzak Sahil, düşlemeyi bırakmadığım bir düş gibiydi. Ve düşlemekten uzun süre vazgeçmedim. Tehanu böyle ortaya çıktı: Ged'in kendi hayatının nasıl sona ermesi gerektiği konusunda yanıldığını ve bana Yerdeniz'in gerçekten son kitabında kılavuzluk edecek kişinin Tenar olduğunu keşfetmek çok hoş bir sürpriz oldu. Üçlemeye eklediğim bu yeni sona 'Olsun da Geç Olsun' adını da koyabilirdim."

Geç olsun, güç olmasın. Bence de Tenar'ı "En Uzak Sahil"de bırakmak çok iyi bir fikir değildi. Hayatının devamı konusunda meraklandırarak bitiyordu. Ama çok da meraklanmaya gerek yokmuş. Evlenmiş, çoluğa çocuğa karışmış Tenar. Ev işlerinden ve çocuk yetiştirmekten başını kaldırmamış. Onca badire atlatan kızın, gayet sıradan, normal, nosnormal, dümdüz bir kadın olması... Mhhh buruk. O kadar sıradan ki ev işine kadın iş gözüyle bakan, evliliği de çocuk yetiştirmesi de görev gibi olan... Ay Tenar, ne yaptın kendine? 

Gerçi mutluysan, keyfin yerindeyse tamam. Ne haddime yok sıradan, yok dümdüz demek. Ama işte mutlu olmamışsın. Bir terslik hissetmişsin bunca yıl.

*

Tenar ki -kendisi Çakmak'ın dul karısı Goha diye anılıyor- kocası ölmüş, kızını evlendirmiş, oğlu denizci olmuş. İşte şimdi yalnız kalmış ve düşünmek için tam zamanı olmuş. Böyledir. Gençken hayat gailesi ve hayaller arasında koşturmaktan, evlenip çoluğa çocuğa karışınca onların telaşesinden kendini unutursun. Sonra çocuklar gider, eş gider ve tek başına kalır, düşünmeye başlarsın. Halbuki daha evlenmeden ve çoluğa çocuğa karışmadan düşünmeye başlasan... Zaten o zaman da evlenmez ve çocuk yapmazsın. Haha!

*

Tenar, şiddete maruz kalmış Therru adında bir kız çocuğunu bağrına basıyor. Ona kötülük etmek isteyenler oluyor, Tenar kızı koruyor, kaçırıyor. 

*

Bu arada Ged bir önceki kitapta ejderha Kalessin'in sırtındaydı. Hah, geldi. Ged ve Tenar yıllar sonra karşılaşıyorlar. Yaşlanmışlar. Ged artık gücünü kaybetmiş. Ben bu ikisini tee "Atuan Mezarları"ndan beri birbirlerine yakıştırıyordum, kısmet bugüneymiş. Artık birlikteler. Therru da onlarla. Ve Therru da aslında büyücü. Büyüyünce geçecek ülkenin başına. Ay işte tam mutlu son. 

*

Kadınlık anlatılıyor bu kitapta. Kadınların gücünün nasıl bastırıldığı ve kadınların da buna karşı koymadığı ya da koyamadığı. 

Tenar mesela ev işlerini hep kendisi yapmış. Kocasına, oğluna her şeyi hazır etmiş. Oğlu denizci olup gittikten yıllar sonra dönüyor. Tenar oğluna "Kahvaltını kendin hazırla!" diyor, oğlu da tabii yadırgıyor. Tenar da anlıyor bunun için geç kaldığını. E yani? Bunca yıl hiçbir ev işine karıştırmadığın insandan birden hadi bu işi de sen yap diye beklemek akıl karı mı? Yavaş yavaş ve doğru bir üslupla başarılı olunabilir belki. 

*

Mutlu son dedim yukarıda ama yine son değil. Yazar kolay kopamamış seriden. 

Devam edecek...


8 Şubat 2021 Pazartesi

ALTIN BÖCEK

 

ALTIN BÖCEK

(The Gold Bug)

Edgar Allan Poe

1843

Çeviren: Derya Öztürk

Olympia Yayınları

119 sayfa

 

Kitapta iki uzun öykü var.

1. Altın Böcek

2. Julius Rodman’ın Günlüğü

 

ALTIN BÖCEK

Bir doğa araştırmacısı olan William Legrand bir böcek bulmuş. Yeni bir tür olduğunu düşündüğü bu böceği niyeyse birine vermiş, ama sonra pişman olmuş, geri almış.

Geri almadan önce bu işlerden anlayan bir arkadaşına bulduğu böceğin resmini çizmiş.  Arkadaşı ise resimde bir böcek değil, bir kurukafa resminden başka bir şey görmüyormuş.

Legrand, arkadaşı gittikten sonra derin düşüncelere dalmış. İşte burada beklenmedik bir dedektiflik hikayesi çıkıyor.

*

Legrand, bir ay sonra arkadaşıyla tekrar görüşüyor. Yanına yardımcısını da alarak ormanda bir yere gidiyorlar. Legrand, yardımcısının bir ağaca tırmanmasını istiyor. Ağacın en üstündeki dalının en ucunda ne gördüğünü soruyor. Bir kuru kafa varmış. O kuru kafanın hizasındaki toprağı kazmalarını istiyor Legrand. Kazıyorlar ve bir hazineye ulaşıyorlar.

İşte bu hazineye ulaşma hikayesi:

Legrand’ın böcek çizmek için kullandığı kağıt meğer bir define haritasıymış. Böceği ilk bulduğunda onu sarmak için kağıt ararken yerde bir parşömen bulmuş. Sonra o parşömenle işi bitince cebine atmış. Arkadaşına böcek resmi çizmek için cebinden o parşömeni çıkarmış. Resmi çizerken bir şey fark etmemiş. Ama arkadaşı sadece kuru kafa şekli gördüğünü söyleyince parşömeni yakından incelemiş. Sadece ışıkta gözüken gizli bir şekil ve şifre varmış meğer üzerinde. Söylentilere konu olan korsanların kaybettiği define haritasıymış yani.

Hikayede bu kısım büyük bir iştahla anlatılıyor. Böcek - parşömen- resim- çizim- haberler- söylentiler- ne nereden nereye nasıl ulaştı... Tüm bunların tesadüf olamayacağı kanaatini ve bu kanaat doğrultusunda yaptığı çıkarımları şevkle anlatıyor Legrand. Sana helal olsun! Güle güle tadını çıkarın definenin.

*

Hikayenin başında yeni bir tür böcek bulup onu başkasına verme kısmı başka bir hikayeyi anımsattı bana. Hatırlamıyorum ama nerede okuduğumu:( Adam yeni bir böcek buluyor, bu bulduğu türe kendi adı verilecek diye heyecanlanıyor. Fakat bulduğu böceğin önemsiz olduğunu söylüyorlar. Adam da başkasına veriyor önemsiz olduğunu sanıp. Halbuki önemsiz değilmiş, gerçekten yeni bir türmüş. Başkasının adı veriliyor böceğe. Nerede okumuştum acaba?

 

JULİUS RODMAN’IN GÜNLÜĞÜ

“Kuzey Amerika’daki Rocky Dağlarını İlk Geçen Medeni Bir Adamın Anlatısı” diye başlıyor hikaye.

Rodman ve ekibi kürk hayvanı avcılığı için yola çıkıyorlar. Bu yolculuk esnasında Kızılderililer, ayılar, ve hastalıklarla karşılaşıyorlar. Bunların kaydını tutmuş Rodman ve bir dergide yayınlanmış. 

Genel olarak başarılı bir yolculuk olmuş. Ancak kızılderili kısımlar üzücü bence. Eskiden – kitabın yazıldığı dönemlerde- Amerika’da henüz keşfedilmemiş (daha doğrusu beyaz insan tarafından keşfedilmemiş- yerler varmış. Bunları keşif için yola çıkanlar Kızılderililerle karşılaşabilirmiş. Bu karşılaşmanın sonucunun ne olacağı pek kestirilemiyor. Kimisi Kızılderililerin vahşi olduğunu düşünüyor, öldürüyor onları. Kimisi dost canlısı buluyor, dokunmadan yoluna devam ediyor. Neticede insanlar yurtlarından ediliyor ve hatta yok ediliyor. 

Neyse, hikayenin konusu bu değil. Vahşet yok, en azından dönemin koşullarında vahşet sayılmaz. Olağan öldürmeler canım. Kızılderililer, kunduzlar, geyikler, ayılar... Medeni adamın olağan katliamı. 

 

7 Şubat 2021 Pazar

EN UZAK SAHİL


 EN UZAK SAHİL

(The Farthest Shore)

Ursula Le Guin

1972

Çeviren: Çiğdem Erkal İpek

Metis Yayınları


Yerdeniz Serisinin üçüncü kitabı.

Serinin diğer kitapları için bkz:

1- Yerdeniz Büyücüsü

2- Atuan Mezarları

3- En Uzak Sahil

4- Tehanu

5- Yerdeniz Öyküleri

6- Öteki Rüzgar

*

Çevik Atmaca (Ged) artık Baş Büyücü olmuş. Yaşlanmış. 

Dünyanın da tadı kaçmış. Çeşitli diyarlardan artık büyü yapılamadığına, büyücülük sanatının yitirildiğine dair haberler geliyor.

Bu haberleri getirenlerden biri de Enlad ve Enlades Prensi'nin oğlu, Morred Prensliğinin varisi Arren. (Gerçek ismi Lebannen)  Onun ülkesinde de bu duruma rastlanmış ve babası bunu kötü bir şeyler olacağının işareti olarak değerlendirerek oğlunu, Roke Adasına, bilgelerin diyarına göndermiş. Buradaki ustaların öğütlerini rica ediyormuş. 

Ged, Arren'i da alıp sorunun kaynağını bulmak ve çözmek için yola çıkıyor. Yolda tabii maceralar maceralar. 

Ged ve Arren yolculuklarında ölümle burun buruna geliyorlar. Arren da böylece ölüm hakkında düşünmeye başlıyor. Kitabın başında yazarın dediği gibi "Kendisinin de ölümlü olduğunu, öleceğini anladığı anda, çocukluk biter ve yeni hayat başlar. Bu da büyümedir, ama daha geniş bir bağlamda."

Arren, başta Ged'e saygı duyuyor. Koskoca Baş Büyücü. Ama Ged, büyü maharetine rağmen bu yeteneğini sık sık kullanmıyor. Arren da bu yüzden zaman zaman şüpheye düşüyor, kimin peşine takıldım gidiyorum diye. 

Onun bu şüpheci halleri bana Ged'in gençliğini hatırlattı. Ged de ilk olarak sessiz büyücü Ogion'un yanındayken hiçbir şey öğrenemiyorum, ne biçim büyücü ustası bu diye yakınıyordu. Bu işlerde hızın değil, anlayıp kavramanın önemini göremiyordu.

Demek ki gençlik ve yaşlılık, yani toyluk ve olgunluk nesilden nesle birbirini devam ettiriyor. Yaşlılar deneyimlerini aktarırken yavaş ve sakin kalıyor, gençler ise çabucak sonuca ulaşma arzusunda. Ve o gençler de yaşlandığında hızın değil anlayıp kavramının önemini görecek ve bu kez başka bir genç onun bilgisinden ve deneyimden şüphe edecek. Ha ha. 

Herkes büyücülük sanatını yitirmişken Ged nasıl koruyor? Çünkü o sanatından başka hiçbir şey arzulamıyor. Ölümsüzlük arzusu içinde olanlar yüzünden dünyadan büyü sanatı, hatta müzik, muhabbet, güvenin gücü zayıflamış. Çünkü her şeyin bedeli var.

Ged ve Arren bunun sorumlusu olanı buluyor. Kendisini hem ölülerin hem yaşayanların kralı ilan eden Kuğu. Buna ulaşabilmek için kendi kişiliğini kaybetmiş. Bu boşluğunu doldurabilmek için de dünyayı, ışığı, hayatı kendisine çekmeye çalışıyormuş. 

Ged onu yeniyor. Ejderha Kalessin'in yardımıyla geri dönüyorlar. Arren kendi ülkesine gidip tahta geçiyor. Ged'in kahramanlıkları da dilden dile aktarılıyor.

*


GİZLİ BAHÇE

 


GİZLİ BAHÇE

(The Secret Garden)

Frances Hodgson Burnett

1911

İngilizce Aslından Çeviren: Osman Çakmakçı

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Basım - Mart 2020

273 sayfa


O kadar cici bir kitap ki... Çocuk kitabı gibi ama aslında çocuklardan yetişkinlere ders gibi.

Çocukların anne babaları yüzünden hayatlarının ne hal alabileceğini ama aslında hem kendilerini hem etraflarını iyileştirici güce sahip olduklarını gösteriyor. Yeter ki rahat bırakılsınlar. 

*

Mary Lennox, annesini ve babasını koleradan kaybetmiş on yaşında bir kız çocuğu. Anne ve babası hayattayken de ilgilenmemişler zaten çocukla. Hindistan'da yaşayan bir İngiliz aile. Anne eğlence hayatında, çocuğunu ayak bağı olarak görüyor, baba da ortalarda gözükmüyor. Mary'e hizmetçiler bakıyor. Yemeği hazır ediliyor, hizmetçisi Ayah tarafından giydiriliyor, bir dediği iki edilmiyor, herhangi bir otorite de tanımıyor, sevgisizlik ve ilgisizlikten sert bir çocuk oluyor.

Yaşadıkları malikanede anne babası koleradan ölüyor. Hizmetçiler de kaçıyor. Yavrucak kimsenin aklına gelmiyor. Koca evde bir başına kalıyor. 

Sonra yetkililer tarafından bulunuyor. Tek akrabası İngiltere'deki eniştesi Archibald Craven. Mary'nin babasının kız kardeşi, Archibal Craven'in karısıymış. Yani Bay Craven, Mary'nin halasının kocası. Halası ise ölmüş. O ölünce Bay Archibald çok yıkılmış ve hayattan kopmuş.

Kocaman bir evde, kocaman bahçeler içinde yaşıyor Bay Craven. Mary, burada da yalnız kalıyor. Hizmetçisi Martha var, ama Hindistan'daki hizmetçisine benzemiyor. Mary'e cevap veriyor, her dediğini yapmıyor. Öyle ki Mary bu sayede kendi başına giyinmeyi öğreniyor. 

Yüzlerce odası olan evde girilmesi yasak olan odalar var. Ama Mary bu yasağı dinlemiyor. Fırsat buldukça evi keşfe çıkıyor. Gizli bahçeyi de böylece öğreniyor. On yıl önce evin hanımı orada ölmüş. O ölünce bahçenin kapısını kapatıp anahtarını da gömmüş Bay Craven. 

Bu gizli bahçe Mary'nin ilgisini çekiyor. Kendisine arkadaşlık eden bir kuşun yol göstermesiyle bahçeyi ve anahtarını buluyor. Bahçeyi yeniden canlandırmak için Martha'nın erkek kardeşi Dickon'dan yardım alıyor. Dickon, bahçelerde büyümüş bir çocuk. Hayvanlarla ve toprakla iç içe. Gizli saklı bahçeye gelip ekip biçiyorlar, bahçeyi canlandırıyorlar, bu ikisi arasında bir sır oluyor.

Mary geceleri evde ağlama sesi duyuyor. Bu sesin peşinden gidince bir odada kendi yaşlarında bir oğlanla karşılaşıyor. Adı Colin. Bay Craven'in çocuğuymuş. Annesi ölünce babası onunla ilgilenmemiş, herkes de çocuğun hasta olacağını, kamburu çıkacağını, yakında öleceğini düşünmüş. Bu düşünceleri de hep çocuğun yanında konuştukları için çocukcağız da benimsemiş. İnanmış hasta ve ölecek bir insan olduğuna. Bu yüzden huysuzluk nöbetleri geçiriyor, yataktan çıkmıyor, sık sık hasta oluyor ya da hasta hissediyormuş. 

Mary, Colin'in hakkından geliyor. Aslında ona bir ayna oluyor. Mary de önceden aksi, huysuz bir çocukken Martha, Dickon ve bahçe sayesinde neşeleniyor, hayat buluyor. Colin'in de bahçede iyi olacağını düşünüyor. Böylece gizli bahçe sırrına Colin de ortak oluyor. 

Mary, Colin'de herhangi bir hastalık görmüyor. Dickon da öyle. Bahçıvan Ben de. Bir gün bahçıvan Ben'e yakalanıyorlar, Ben Colin ile ilgili münasebetsiz laflar edince Colin ona güçlü kuvvetli bir çocuk olduğunu kanıtlamak için tekerlekli sandalyesinden kalkıp ayakta duruyor. Ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmuyor. 

Colin de artık hasta olmadığına ikna oluyor. Artık amacı bunu babasına göstermek. O güne kadar hasta taklidi yapıyor ki babasına durumu kimse anlatmasın, kendisi babasına sürpriz yapsın.

Baba şehir dışında. Rüyasında karısını görüyor, karısı ona bahçeye gitmesini söylüyor. Bunun üzerine Bay Craven eve dönüyor, bahçeye gidiyor. İçeriden cıvıl cıvıl çocuk sesleri duyuyor. O sırada Colin, kapıyı açıyor ve babasıyla karşılaşıyor. 

Babası oğlunu sapasağlam görünce şaşırıyor, bunca zamanlık ihmalkarlığından utanıyor. Ve mutlu son.

*

Burada Martha ve Dickon'un annesinden de bahsetmek lazım. Kadının on tane mi kaç tane çocuğu var. Geçim sıkıntısı çekiyorlar. Ama buna rağmen nasıl ilgili, nasıl cici bir anne. Normalde onun hayattan bezmesi beklenirken çocuklarına sevgiyle, şefkatle, anlayışla yaklaşıyor. 

Yani iki uç anne profili var kitapta. Biri bir eli yağda bir eli balda, varlıklı Mary'nin annesi, ama biricik çocuğuyla ilgilenmiyor. Diğer yanda fakirlik içinde Dickon ve Martha'nın annesi, çocuklarının hep destekçisi. 

Babalar mı? Onlar zaten yoktular. 

*

Colin'in kendi iyileşme süreci üzerine düşünmesi kitabın bence beklenmedik sürprizi. Hastalığının sebebinin hasta olduğunu sanması, ona hep öyle davranılması olduğunu kavradıktan sonra iyileşmesini sihir olarak adlandırıyor. Bugüne kadar kendisine hasta olduğu söylenerek aslında kendisine kötü sihir yapıldığını, iyi şeyler düşünür ve söylerse bunun da iyi sihir olacağını keşfediyor.

"Her şeyde sihir olduğuna eminim, sadece onu ele geçirip bizim için bir şeyler yapmasını sağlamanın yolunu yeterince bilmiyoruz... Tıpkı elektrik, atlar veya buhar gibi." sf.222

Aslında sihir kelimesinin doğru kelime olduğundan emin değil ama işin aslının inanç ve iyi düşünmek olduğunu anlıyor. 

Yazar da kitabın sonunda düşüncelerin öneminden bahsediyor. Aslında düpedüz Einstein'in meşhur "Her şey tireşimdir." görüşünü anlatıyor. 

"Geçen yüzyılda insanların keşfetmeye başladığı yeni şeylerden biri düşüncelerin -yalnızca saf düşüncelerin- elektrik bataryaları kadar güçlü olduğuydu, kimi için güneş ışığı kadar iyi, kimi için zehir kadar kötü. Üzücü veya kötü bir düşüncenin zihninize girmesine izin vermek, kızıl mikrobunun vücudunuza girmesine izin vermek kadar tehlikelidir." sf.259

Ne kadar güzel hikayeleştirmiş bu düşüncesini. 

*

Filmi de var.

Filmi kitaptan biraz ayrıksı ama. Öncelikle film 1940'larda geçiyor. Savaş ve askerlerden bahsediliyor. Kitapta böyle bir durum yok. Yine kitapta olmayan bir köpek arkadaş var filmde.

Kitapta Bay Craven neredeyse hiç ortada gözükmüyor. Hep şehir dışında. Ama filmde hep evde. 

Filmde ayrıca Mary'nin annesi ile Bay Craven'in karısı kardeş olarak gösteriliyor. Halbuki Mary'nin babası ile Bay Craven'in karısı kardeş.

Filmde Bay Craven'in karısı ölünce sözde onun kardeşi olan Mary'nin annesi çok üzülmüş, çünkü çok iyi anlaşan iki kardeşmişler, birbirlerini çok severlermiş, bu ölüm üzerine Mary'nin annesi üzüntüden hasta olmuş, Mary ile ilgilenememiş.

Filmde Mary'nin annesi hasta ve mutsuz bir kadın olarak gösteriliyor. Fakat kitapta gayet neşeli, eğlenceli bir kadın. Bile isteye Mary ile ilgilenmiyor, dümdüz sevmiyor kızını. Ama kitapta Mary'nin annesi Mary'i seviyormuş da üzüntüden ilgilenemiyormuş gibi. Bir annenin çocuğunu sevmemesine inanmıyor film. Bir açıklama getirmeye çalışıyor. Anne seviyordur da çocuk anlamıyordur diyip çocuğun kendisini suçlamasını sebep oluyor, seni anlayamadım anne, özür dilerim dedirtiyorlar çocuğa. Hayır! Anne çocuğunu sevmiyordu. Bir açıklaması da yoktu.

Ayrıca filmde gizli bahçeye gerçekten sihirsel özellikler katılmış. Halbuki kitapta çocuklar adına sihir deseler de işin aslında sihir değil, gayet emek var. Bahçenin iyileşmesi Mary ve Dickon'un emeği sayesinde. Colin'in iyileşmesi zihnindeki hastalık korkusunu yenmesi sayesinde. Mucize gökten gelmedi yani, çocuklar kendileri yarattı.

O yüzden ben kitabı daha gerçek buldum. 




5 Şubat 2021 Cuma

MAHKEMELERİN YÜKSELİŞİ

 


MAHKEMELERİN YÜKSELİŞİ

Yasamanın Gerileyişi ve Hukuk Üzerine

(Trials of the State: Law and the Decline of Politics)

Jonathan Sumption

2019

Çeviren: Anıl Aygen

Lykeion Yayıncılık

1. Baskı – Ocak 2021

93 sayfa

 

Yazar, Birleşik Krallık Yüksek Mahkemesi emekli yargıcı imiş. Kitap, ders metinlerinden derlenmiş.

İngiliz hukuku ve bakış açısı üzerinden bir değerlendirme yapıyor yazar. İngiltere’de hukukun üstünlüğü o kadar üstün olmuş ki yasama erkinin ve siyasetin işlevini yavaşlatmış, yazar da bundan yakınıyor. Hukuk, siyasetin içine giriyor diyor. Bizde ise tam tersi, siyaset hukukun içine giriyor.

Hukuk ve siyaset birbirinden çok da ayrı, çok da bağımsız olamıyorlar, işin doğası biraz da bu. Neticede hukukçuların uyguladığı kanunları çıkaran yasama organı. Yani meclis. Yani milletvekilleri. Yani siyasetçiler.

*

Hukukun sadece siyasete değil her konuya fazlasıyla müdahale etmesini sorguluyor yazar. Örneğin 2017’de İngiliz mahkemelerine ölümcül bir genetik hastalıkla doğan bir bebeğin tedavisinin kesilip kesilmemesi kararı için başvurulmuş. Yazar burada şuna değiniyor; tedaviye devam edip etmeme kararı tıbbi bir karar, ama doktorlar bu kararı kendi başlarına almaktan çekiniyorlar. Topu mahkemeye atarak yasal mesuliyetten korunmuş oluyorlar. Kararı eleştirmiyor yazar, sadece hukukun hayatın her alanına müdahalesini sorguluyor. (Bu arada mahkeme tedavinin sonlanmasına karar vermiş ve çocuk ölmüş.)

*

Bir başka örnek olarak kürk hayvanı yasaklarını gösteriyor yazar. İngiltere’de kürk çiftçiliği yasaklanmış. Eti için hayvan yetiştirmekte ve öldürmekte ahlaki sakınca görmüyoruz. Ama kunduz veya vizonların kürkünü giyme arzusu yeterli bir ahlaki sebep oluşturmuyor. Yazar burada hukukun ahlaka müdahalesini sorguluyor. Cinayet, tecavüz, hırsızlık… Bunların ahlaken yanlış oldukları konusunda fikir birliği var. Ancak henüz ahlaki bir fikir birliği olmayan (kürk giymek/giymemek) konularda da hukukun müdahale eğiliminin artmasını endişe verici buluyor. Endişelenmesinin sebebi tek tip çözümlerin uygulamaya konması, kişilerin kendi ahlaki yargılarının çeşitliliğinin yok edilerek tek bir ahlaki yargı var edilmeye çalışılması.

*

Hukukun vur deyince öldüren bir yapısı olduğuna dikkat çekiyor yazar. Örneğin bir idari kurumu bir konuda eleştirdiğinizde o kurum daha sert tedbirlere başvurabiliyor. “Ne zaman sosyal hizmet çalışanlarını, korkunç çocuk istismarı vakalarını önlemekte başarısız olmak ile suçlasak, aslında onları masum ailelerinin hayatlarına, çocukların tehlikede olma ihtimaline karşı müdahale etmeye daha fazla teşvik ediyoruz.” Sf.20

Bir dava örneği daha veriyor. İngiltere’de bir genç sığ bir göle balıklama atlamış ve felç olmuş. Yerel otoriteleri dava etmiş. Uyarı levhaları varmış gölün etrafında ama gencin iddiası insanların uyarıları ihmal etme eğiliminde olmaları ve bu nedenle gölün girişinin tamamen kapatılması gerektiği. Ve bu davasını başta kazanmış. Sonra bozulmuş. “Gölün keyfini çıkartacak ve bunu güvenle yapacak kadar aklı başında büyük bir çoğunluğun mağduriyetine sebep olacak bir özgürlük kaybıdır.” denerek. Sf.19. Ancak göl komple kapatılabilirdi de. Hukukun ve mahkemelerin vur deyince öldür şeklinde kararlar vermesi mümkün çünkü.

*

Her alanda hemen hukuk sistemine başvurmanın çok da iyi bir fikir olmayabileceğini anlatıyor yazar. "Her felaketten sonra hukukun ya bozuk olduğunu ya da yeterince güçlü olmadığını düşünmeye meylediyoruz. Hemen yasal bir çözüm arayışına giriyoruz; bir dava, bir soruşturma veya daha fazla yasal düzenleme. ‘Bu konu hakkında bir yasa olmalı’ düşüncesi evrensel bir feryat haline dönüştü.” Sf.21

Bizde de yeni Anayasa feryadı var. Sanki ülkecek tek sorunumuz Anayasadan kaynaklanıyormuş gibi. Sanki değişse her şey güllük gülistanlık olacakmış gibi. Halbuki yasa, yani kağıt üzerindeki değişiklik değil önemli olan, uygulamacılar önemli. Uygulayacak gücün yoksa dünyanın en mükemmel kanunlarına sahip ol, neye fayda!

*

Brexit konusuna da değinmiş yazar. Bu konunun referanduma bırakılmasını eleştirmiş. Çünkü ona göre referandum “karar alımını, (…) politikacıların ellerinden alır ve kendi fikrinden başkasını düşünmek için hiçbir sebebi olmayan seçmenlere verir.” Sf.31 Ahaha, doğru.

Yazara göre “Bir referandum, oy verenlerin yüzde 52’sinin bütün ulus adına konuştuklarını hissettiği, yüzde 48’in ise hiçbir öneminin olmadığı bir sonuç üreterek uzlaşıyı engeller. (…) Kendisi ile fikir ayrılığında bulunanları düşman, hain, sabotajcı, hatta Nazi ilan eden (…) bir düşünce yapısıdır.” Sf.31

Aynısıııı. Bizde de sık sık cahil, terörist, çomar ilan etmece var.

Brexit’i konu alan bir film var ilgilisine: "Brexit: The Uncivil War" Filmde bu konuda karar alma süreci, seçim kampanyaları, insanların oy verme motivasyonları anlatılıyor.

Yani yazar referandum yapacaksak niye milletvekilleri var, niye temsilci seçiyoruz diye soruyor. “Siyasi karar alma sürecini etkisiz kılan temel bir hukuk kavramına doğru” yol alındığını düşünüyor. Siyasi olan sorunlara yargısal çözüm aramanın faydasızlığını anlatıyor.

*

Bu arada İngiltere’de “Kraliyet Kuşları Koruma Derneği” varmış. Çok güldüm buna, bizim “Kanarya Sevenler Derneği” gibi geliyor kulağa. Ama Kraliyet Kuşları Koruma Derneği, üç ulusal partinin toplamından daha fazla üyeye sahipmiş.

*

Çok güldüğüm ama komik olmayan bir şey daha yazıyor kitapta: “Yargıçlar genellikle zeki, düşünceli ve hitabeti güçlü insanlardır. Entelektüel olarak dürüsttürler.” Sf.33 J

Hı hı evet, öyledirler tabii.

*

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine de çeşitli eleştiriler yöneltiyor yazar.  Uluslararası bir mahkemenin dış denetçi olarak hareket etmesinde sakınca görmüyor. Zaten AİHM’deki davaların çok azı İngiltere’ye karşı açılmış. Sözleşmeci ülkeler arasında sicili en temiz olanlardan.

Yazarın eleştirisi şurada. İngiltere’de 2014’te ölümcül hastalar için yardımlı intihar konusu gündeme gelmiş. Kendini öldürmek konusunda yardım alma hakkı olabilir mi olamaz mı? Bu konu AİHM’e taşınmış. AİHM her sözleşmeci devletin kendi değerlerine uygun bir karar vermesi gerektiğini söylemiş. Burada da yazarın sorusu şu: Britanya’ya çözümü kim sunmalı? Parlamento mu yoksa mahkemeler mi? Hadi bakalım. Yazar bunun parlamento meselesi olduğunu düşünüyor. Bu düşünceyle bağlantılı olarak komple AİHM’den de çıkılmasını, son sözü parlamentoya bırakan yasal bir araç oluşturmak gerektiğini savunuyor.

Bizim canımız siyasetten çok yandığı için buna sıcak bakamıyorum. Gerçi hukuktan canımız yanmıyor mu? Bizim canımız her türlü yanıyor.

Yazar Britanya’daki mahkemelerin “liberalizmin kalesi” olarak kabul edildiğini söylüyor. Bizde de eskiden yargı için “Chp’nin arka bahçesi” denirdi, liseliler bilmez. İşte yargı kimsenin arka bahçesi, kalesi olmamalı. Daha kaç nesil deneyimleyeceğiz bunun kötü bir şey olduğunu? Yargı sistemi tam bağımsız ve tarafsız olmadıkça işe yaramıyor.

*

İngiltere’de yazılı anayasa yok. Bu konu ile ilgili tartışmaları olmuş. Yazar gayet net ve bence gayet de haklı olarak diyor ki; bunca zaman yazısız anayasa ile gelmişiz, niye değiştirelim? Ayrıca yazılı anayasası olan ülkeler çok mu iyi?

O kadar haklı ki! Ben de İngiliz olsam tam olarak bu şekilde cevap verirdim yazılı anayasa konusuna.

Yazılı anayasaların tarihine bakıldığında hepsinin öncesinde bir yıkılma ve yeniden kuruluş vardır. Bir devlet yıkılır ve yenisi kurulurken Anayasa kabul edilir. İngiltere böyle bir şey yaşamamış ki. Yılların alışkanlıkları ve gelenekleriyle ilerlemişler. “Muazzam entelektüel güzellikte bir yazılı anayasa tasarlanabilirdi. Ama bu bizim tarihi deneyimimizde hiçbir temele sahip olmayacaktı.” Sf.83 Hiç!

*

Kitapta şu kısımda şok oldum. İngiltere’de vatandaşların çoğunun “kuralları yıkmaya istekli bir diktatör tarafından yönetilmeyi hoş karşıladığını” gösteren anketler çıkmış. Deli misiniz? 

Ayrıca İngiltere’de “siyasi kariyerin finansal mükafatları çok büyük değildir.” diyor yazar. Sf.88. Bizde ise piyuuuuuu faal görev bittikten sonra emekliliğinde bile rahatsın, faal görev sırasında ise yedi ceddine yetecek kadar kazancın oluyor.

*

Offf, dertlendim!