24 Eylül 2021 Cuma

ÇALIŞ(MA)MAK

 


ÇALIŞ(MA)MAK

Daha Ciddi Bir Mesai


(Not Working: Why We Have to Stop)


Josh Cohen


2021

Türkçesi: Burcu Halaç

Sel Yayınları

Birinci Baskı: Haziran 2021

264 sayfa

 

Kitabın adı ve tipi bende çalışmamaya övgü şeklinde bir kitap olduğu izlenimi yaratmıştı ama değil. Çalışmaya övgü de değil. Çalışmak ve çalışmamak arasındaki dengenin tutturulmasına övgü.

 Bunu bazı ünlü isimlerin hayatlarını anlatarak ve bazı hikayeleri irdeleyerek örneklendiriyor. Örneğin Andy Warhol, David Foster Wallace, Emily Dickinson, Orson Welles, Katip Bartleby, Oblomov… gibi.

*

Çok çalışmıyor ya da çok boş zamanı var gibi gözüken insanların aslında ne kadar üretken olduğunu anlatıyor yer yer. Üretkenlikleri sanat üzerine. Sanat ile meşgul olmak çalışkanlık mıdır değil midir gibi bir akıl yürütme var kitapta.

*

 Öğretilerin çalışmayı ne kadar yücelttiğini anlatıyor kitap başta. Özellikle dinler çalışın çalışın çalışın diye öğütlüyor. Kapitalist sistemde de durmaksızın çalışmaya odaklı hayatlar dikte ediliyor.

“Kapitalizm, kültürümüzde çalışmanın egemen statüsünü yerleşik kılmakta o kadar başarılı olmuştur ki söz konusu etik artık dini temellerinin desteğine ihtiyaç duymaz.” Sf.30

Motivasyon konuşmalarında da çalışmak iyidir temalı içerikler yer alıyor. Böyle böyle çalışmanın aksini düşünemez hale geliyor insanlar. Çalışmak belki o kadar da övgüye değer olmayabilir ama bir soru işaretinin bile akla gelmesi mümkün olmuyor. Çünkü insanlar içselleştiriyor artık çalışmanın gerekliliğini. Aksi bir hale düştüklerinde kendilerini kötü hissediyorlar.

“Çalışma bir kez dışarıdan dayatılan bir gereklilik yerine içeriden işitilen bir çağrı haline gelmeye görsün, artık bu sesi yetersiz ya da suçlu hissetmeden durdurmak daha da zorlaşır.” Sf.29

* 

Çalışmak bu kadar zorunlu görülünce zaman da değerli hale geliyor. Boş zaman, tatil zamanı, hafta sonu... Hep kaliteli vakit geçirme histerisi başlıyor.

“Çalışmayı kutsallaştırarak gündelik yaşama yeni bir yöntem ve amaç zorunluluğu getirmiştir ki bunun en önemli sonuçlarından biri zamana en büyük değerin verilmesi olmuştur.” Sf.29

*

İdeal uyku saati konusunda bir fikir birliği yok. Kimisi az uyku iyidir, kimisi çok iyidir derken yazar kulağıma su kaçırdı:

“Bugünün yaşam tarzı sayfalarının uyku bozukluklarına takmış olması tesadüf değildir. (…) Uyku çalıştırılamadığımız tek durumdur; şirketlerin ve askeriyenin uyku ihtiyacını asgariye indirmenin yollarını aramaya bu kadar ilgi duyması ve maddi olarak buna yatırım yapması hiç de şaşırtıcı değildir.” Sf.32

Az uyuyun, çok çalışın diyenden ben bir kıllanırım artık.

*

Meryem Uzerli sayesinde ilk defa duyduğum “tükenmişlik sendromu”ndaki tükenme  ilk kez 1974’te Alman-Amerikalı bir psikolog tarafından “giderek artmakta olan aşırı çalışma ya da stresin neden olduğu fiziksel ya da zihinsel çöküş” anlamında kullanılmış.” Sf.44

*

Korona zamanında karantina günlerini nasıl geçirdiğini paylaştı bazı insanlar. Kimisi dil öğrenmiş, kimisi bol bol kitap okumuş. Yazarın sürekli bir şey yapmak, bir şey öğrenmek gerek hissi ile ilgili de diyeceği var:

“Gerçekte ne istediğimizi keşfetmemizi öneren çok sayıda popüler kitap, makale ve TED konuşması ortaya çıktı. Bunlardan hiçbiri aslında istediğimiz şeyin hiçbir şey seçmememize izin verilmesi olduğu olasılığını akla getirmiyor.” Sf.51

Hiçbir şey yapmasak olmaz mı? Bunu düşündürüyor yazar. İlla bir şey yapmak zorunda mıyız?

Bir şey yapmayı seçiyorsak başka bir şey yapmaktan/yapmamaktan feragat ediyoruz demektir.

“Bir şey yapmak ya da bir şey olmak için diğer pek çok şeyi yapma ya da pek çok şey olma özgürlüğünden feragat etmek gerekir.” Sf.63

Yazar diyor ki bu kadar çok şey yapıp yapıp hala hiçbir şey yapmamış hissi taşıyabilirsiniz.

“Bu kadar çok şey yapmaktaki tuhaf şey, bir noktada hiçbir şey yapmıyor gibi hissetmeniz. İşi sevmeyi ya da işten nefret etmeyi bırakıyorsunuz, işi yaptığınızı pek fark etmiyorsunuz bile.” Sf.65

Ayy bu hissi çok iyi biliyorum. Bir dönem çalıştığım işle alakalı adeta ruhum çekilmişti, gözümün feri gitmişti, üzerime toprak atılası bir hale gelmiştim. Töbetanrıma.

*

Kitabı okudum bitti ama bir sorun, nasıl bitti. Kolay değildi, zevkli de değildi. Sarmadı beni. Beklediğim gibi değildi. Beklediğim, çalışmamak candır abi yaaaa’yı sağlam argümanlar üzerine oturtacağım bilgiler vermesi idi. Gerçi belki de kitapta o bilgiler var ben anlayamadım. O da mümkün.

*

Kitabın adının aklıma getirdiği bir şarkı: "Trik trak trik trak olur mu hiç çalışmamak?.." Olabilir belki, ne zorluyorsunuz? 


17 Eylül 2021 Cuma

BİLİNÇALTINIZDAN GELEN EBEVEYN

 


BİLİNÇALTINIZDAN GELEN EBEVEYN


Dr. Feride Koçak Can


2020


Cezve Yayınları


1.Baskı-Mart 2020


216 sayfa

 

Enfessssss. Bayıldım bu kitaba. Alkışlar bolca.


Ebeveynlerle olan sorunların tespiti ve çözümü için gayet açık, net, mantıklı açıklamalar yapmış.


Öncelikle kendimizdeki tetiklenmeler çok yol gösterici. Gereksiz öfkelenmelerimizi, açıklayamadığımız üzüntülerimizi biraz deşince dibinden anne babanın söz veya davranışları çıkıyor. O söz veya davranışlar da bizim bugünümüzü oluşturuyor.

 

Anne babaların çocuklarda yarattığı hasarı görmek için büyük şiddet olayları şart değil. Kitapta dendiği gibi “Şiddet deyince de aklınıza sadece fiziksel şiddet gelmesin; küsmek, görmezden gelmek, imada bulunmak, laf sokmak, söylenmek, suçlamak, manipüle etmek, zorla istediğini yaptırmak, bağırmak, hakaret etmek de şiddetin bir çeşididir.

 

Çocukcağız dünyaya bu insanların arasında geliyor. Anne babası biricik sığınağı. Ama sığınak olarak gördüğü bu insanlar tarafından kötü muameleye maruz kalırsa ne olur?

 

Olan şu. Çoğu insan bu durumu bastırıyor. Bilinçaltının derinlerine gömüyor. Yok ki öyle bir şey, olmadı ki, diyor. Gerçekten bir süre yok oluyor. Ama işte bazen manasız bir şeye öfkelendiğinizde, manasız bir şeye üzüldüğünüzde aslında derinlere gömülü o hisler kendisini gösteriyor.

 

Çocuklar, anne babalarının kötü muamelesinin kötü olduğunu idrak edemeyebilirler.

Çocuk sezgisel olarak bildiği iyi ebeveyn modeli ile gerçekte kendisinin sahip olduğu ideal olmayan ebeveyni arasında çelişkiye düştüğünde, ebeveyni­nin ideal olmadığı gerçeğinin acısına dayanamaz. Bu nedenle ebeveynin yaptığı her şeyi ideal kabul eder ve ortada bir sorun varsa bunun kendisinden kaynaklandığını düşünür.”

 

Yavrum çocuk, mesela babası onu dövdüğünde “Ödevimi yapmadım, o yüzden dövdü.” Annesi terk ettiğinde “Yaramazlık yaptım, o yüzden gitti.” diye suçu kendinde arıyor. Aksi duruma inanmak çünkü dayanamayacak kadar acı verici olabilir. Zira aksi durum düpedüz anne babanın seni sevmediği anlamına gelir ki hangi çocuk bu bilgiyle baş edebilir? O yüzden baş edebileceği şekilde idealize ediyor ebeveynini. Ebeveyninin idealize ettiği davranış artık o çocuk için normal hale gelmiş bir davranış oluyor. Dayak, kötü söz, kötü muamele artık o çocuk için  normalleştirmiş. Büyüyüp yetişkin olduğunda da çevresi bu davranışların normal karşılandığı bir çevre olacak. Kendisi ebeveyn olduğunda da çocuğuna muamelesi böyle olacak. Bilinçli aklıyla “Ben çocuğuma böyle davranmayacağım.” diyebilir. Gerçekten davranmayabilir de, ta ki bilinçaltı ses verene kadar. Bilinçaltı çocuklukta bastırılanları hatırlatan olaylarla karşılaşınca gün yüzüne çıkıveriyor.

 

Dr. David Richo'nun bir sözü var kitapta "Doğa kendi iyiliğimiz için, bizi ebeveynlerimize yönelik bir körlükle donatmıştır"

Canım çocuklar.


*

 

Çocuğa küsme, laf sokma, aşağılama, tehdit etme, bedenine saygı duymama… Bunlar da duygusal şiddet oluyor ve bunlar büyük travmalardan daha sinsi. Çünkü çocuk, yukarıda dediğimiz gibi, bunları normal sayıyor, büyüyünce de travma olduğunu kabul etmiyor. Aman bunlar herkesin başına gelir, bu da travma mı, sen travma görmemişsin… diyerek yine yok saymaya devam ediyor.

 

Anne babaya kızılmaz ve onların hakkı ödenmez, miti ile büyüdüğümüz için bazılarımızda ebeveynlerine karşı duyduğu öfke karşısında derin bir suçluluk ya da utanç duygusu oluşuyor. Bu tarz konforsuz duygularla baş etmeyi çoğu kez bilmedi­ğimiz için bize yanlış yapıldığı gerçeği ile yüzleşmek yerine ve o derin acı verici konforsuz duyguları yaşamak yerine ebeveyni idealize etmek çok daha kolay geliyor.


*


Kitapta bu sorunlarla baş edebilmek için somut öneriler var. Yazar kendisi de kişisel gelişim kitaplarını sadece okuyup geçmenin, hayatındaki sorunları tespit etmenin bir işe yaramadığını, önemli olanın bunlar üzerinde çalışmak olduğunu gözlemlemiş. Okuyucunun da derdine derman olmak istiyor. Okuyucusunu ve genel olarak içinde bulunduğu toplumu iyi tanıyor izlenimi aldım.

 

Kendi hayatından yola çıkan örnekleri var. Çocuğunun yemek yemesi ile ilgili problemi varmış. Çocuğunun yemek vakti geldiğinde geriliyor, çocuk yemek istemediği zaman çocukla arasında gerginlik yaşanıyormuş. Mantıklı bulmadığı bu gerginliği çözmek için düşünmeye başlamış. Kendisi çocukken babaannesi onu zorla yedirirmiş. O da şimdi çocuğu yemeyince öfkeleniyor, sebebi buymuş. Kendisi hatırlamasa da bedeni hatırlatıyor çocuğun yemek yeme vaktindeki tetiklenme ile. Yoksa hatırladığı bir anı yok. Sonra bu farkındalıkla elde ettiği teşhisi çözmek için çocukluk fotoğrafı ile konuşuyor, imgelem yapıyor, çocukluğuyla konuştuğunu hayal ediyor. Kendisi düzelince çocuğunun beslenmesi de düzeliyor.

 

İçindeki çocuk ne düşündü, ne hissetti, neye hasret kaldı, hangi ihtiyacı karşılanmadı? Bunları sorun kendinize diyor. Kendinize tüm bu çalışmalar için zaman ayırın, meditasyon, yoga, nefes çalışmaları yapın. “Günlük hayatınızda rutin olarak medi­tasyon, farkındalık, yoga, nefes gibi çalışmalara ne kadar yer verirseniz, amigdalanızdan kaynaklanan dürtüsel tepkileriniz üzerine hakimiyetiniz o kadar fazla olur. Öfke patlamalarının çoğunun altında giderek artan duygu yoğunluğunu fark etmemek yatar.

 

Sizi birden öfkelendiren bir olayda "Bu bana nerden tamdık?” diye sorun, bu esnada bedeninizin neresinde nasıl hisler oluyor fark edin, diyor. Aklınıza gelen anıda çocukluk halinizi hayal edin.

 

“Belki bir çocukluk fotoğrafı yardımcı olabilir. Sonra o anı ile ilgili aşa­ğıdaki soruları o güzel çocuğa sorun:

"Tüm bunlar olurken ne hissettin?"

"Tüm bunlar sana kendinle ilgili ne düşündürdü?" "Hangi ihtiyacın karşılanmadı?"

"Bu anıyı yeniden yazacak olsan olumlu versiyonu nasıl olurdu?"

Şimdi o çocuk karşında olsa ona neler söylemek isterdin?"

"Senin çocukluğunun tıpatıp aynısını yaşamış bir çocuk görsen ona ne söylemek isterdin?"

 

Diyor ve ekliyor:


“İçsel çocuğunuzun geçmişte karşılanmamış ihtiyaç­larını bugün bir yetişkin olarak nasıl karşılayabilirsiniz? Alternatifleriniz var mı? Bu hususlarda aklınıza gelen stratejileri not edin ve bunları gerçekleştirmek için bir adım atın.”

 

*

Mükemmel bir kitap, mükemmel. Tüm eşe dosta hediye edeceğim bu kitabı.

 

*

Bu kitabın bana hatırlattığı bir başka eser için;

Bkz: Seninle Başlamadı 

Aileden gelen travmaların nesiller süren etkisini anlatıyor, bu kitap da etkileyici idi.


13 Eylül 2021 Pazartesi

BÜTÜN BEYİNLİ ÇOCUK


 

BÜTÜN-BEYİNLİ ÇOCUK

(The Whole-Brain Child)

Daniel J. Siegel - Tina Payne Bryson

2019

Çeviren: Handan Ünlü Haktanır

Diyojen Yayınları

251 sayfa


Beyin sol beyin-sağ beyin ve alt beyin-üst beyin diye bölümlere ayrılarak adlandırılmış. 

Sol beyin: Mantıksal, gerçekçi, dilbilimsel.

Sağ beyin: Sezgisel, duygusal

Alt beyin: Nefes alma, göz kırpma, dövüşme, kaçma, öfke, korku. Daha primitif

Üst beyin: Düşünme, plan yapma gibi karmaşık zihinsel işlemler. Sofistike

İşte tüm bunlar arasında entegrasyon sağlarsak bütün beyinli oluyoruz. Kitapta da çocukların beyinlerinin bu farklı bölümlerini entegre edebilmenin yolları anlatılıyor. Ebeveynlere (ya da daha genel anlamıyla çocuk yetiştirenlere) çocukların söz ve davranışlarına karşı nasıl tavır almak gerektiğini resimlerle, örnek diyaloglarla anlatıyor. 

Ancak bu diyaloglar bana biraz mekanik geldi. Kitabın Amerika menşeli olması da bunda etken olabilir. Yerli kitaplarda verilen örnekler daha yakın, ama yabancı kitaplardaki örnekler haliyle biraz uzak geliyor kulağa. 

Örneğin yedi yaşında çocuk bir gece durduk yere “Benim için hiç güzel bir şey yapmıyorsunuz.” diye çıkışmış. Mantıklı bir yakarış olmadığı için bunun sağ beyinden gelen bir duygu dalgasına kapılarak söylendiğini belirtiyor yazar. Burada ebeveynin yapacağı şey onu terslemek ya da mantıklı cevap vermek değil. Bağ kurmak. Sırtını okşayıp “Bazen işler çok zorlaşıyor, değil mi?” diyip çocuğun açılmasını sağlamak. İşte bunun gibi konuşma cümleleri bana çok Amerikanvari geliyor. Ama buna takılmayıp genel mesaja bakarsak; burada çocuk, kendisine ilgi gösterildiği için gevşeyip anlatıyor gerçek derdini. Kardeşine daha fazla ilgi gösterildiğini düşünüyormuş meğer, ondanmış bu çıkışı. Çocuk yatıştıktan sonra sol beynine yani mantığına hitap edilebilir hale gelirmiş. 

*

Küçük çocukların sağ beyinleri daha baskın. Duygularını ifade etmek için henüz sözcüklerden ve mantıktan faydalanamıyorlar. İlerleyen dönemde “Neden?” diye sormaya başladıklarında sol beyin devreye girmiş demektir.

Yine kitaptan örnek bir diyalog:

Çocuk: Düştüm, dizim acıdı.

Anne: Evet, canın yanıyor olmalı. Senin koştuğunu gördüm, ayağın takıldı, dizinin derisi sıyrıldı, sonra ne oldu?

Çocuk: Anne geldi.

Anne: Evet, tam da öyle oldu, ben sana yardım ettim ve kollarına aldım. Şimdi kendini daha iyi hissediyor musun?

Çocuk: Evet.

Anne: Sana neler olduğunu göstermemi ister misin?

Çocuk: Hı hı.

Birebir böyle konuşulmaz tabii. Ana mesajı alın yeter.

Kitapta ayrıca çocuğun kendi duygularını tanıması, duyguların gelip geçici olduğunu öğrenmesi, başkalarıyla empati kurabilmesi için önerilen egzersizler var.

*

Yalnız kitapta içime sinmeyen şeyler de var. Örneğin; AVM’de terlik isteyen bir çocuk varmış, avaz avaz bağırıyormuş o terlikleri istiyorum diye. Annesinin cevabı “Bu terliklerin seni heyecanlandırdığını anlayabiliyorum, ama böyle davranman hoşuma gitmiyor. Eğer şimdi buna bir son vermezsen, sana o terlikleri almayacağım ve bugünkü oyun iznini de iptal edeceğim, çünkü sen bana kendine hakim olamadığını göstermiş bulunuyorsun.” Sf.74 olmalıymış. 

Tehdit değil mi bu ayol? Sıcak gelmedi bana. 

Çocuk öfke nöbetine girerse ona bunu yaptıran alt beyindeki amigdala imiş. Böyle bir durumda çocukla yani onun amigdalası ile pazarlığa girişmeyin, teröristle pazarlık olmaz diyor kitap.

Bir başka örnekte çocuk trafik kazası geçirmiş. Annesi, çocuğun olayı anlatmasına izin vermiş. Bazı yönlendirmelerde bulunarak kazayı çocuğun anlam verebileceği şekilde ele alabilmesini sağlamış. Böylece çocuk arabayla yolculuk etmekte bir fobi geliştirmemiş ve yaşadığı deneyimin yarattığı korkuyu yenmiş.

Bunun gibi çocuğun acılı, korkulu deneyimlerinde konuyu başka yere çekmeyin, çocuğun anlatmasına izin verin diyor yazar. Anlattıkça konunun korkulacak ve öfkelenilecek bir şey olmadığını görürmüş. Onlar duygusal şekilde anlatacak, siz mantıksal sıraya dizeceksiniz, diyor. Böylece çocuğun acısı yatışacak. 

Kitaptaki acı deneyimler düşmek, anne babadan ayrı kalma korkusu gibi şeyler. Benim aklıma istismara uğrayan çocuklar geliyor. Yargılamada suç mağduru çocuklara olayı bir kez anlattırmak daha faydalı diye bir uygulama var. Ama bu kitapta acı deneyimlerin defalarca anlattırılmasının iyi olacağı söyleniyor. Bu kısım çok aklıma yatmadı o yüzden. Bir yerde bir terslik hissediyorum.

DOĞAL EBEVEYNLİK


 DOĞAL EBEVEYNLİK

Adem Güneş

2013

Timaş Yayınları

17.Baskı - Nisan 2021

207 sayfa


Kitap büyük puntolarla yazılmış, cümlelerin yapısı da anlamı da basit, bam bam bam. Böyle yaparsan böyle olur. Neden sonuç ilişkisini gayet iyi açıklıyor. Gerçi ben nezaket dilini severim, bu yazar benim nazarımda kaba ama neyse. Çocuk resimleri de var sayfalarda. Gereksiz ama olsun. 

*

Çocuklara davranış eğitimi değil, irade eğitimi vermeyi öneriyor yazar. Baskı ve zorlama ile gerçekleşen davranışlar çocuğun gerçek davranışları değil çünkü. Düzgün dur, düzgün otur, erken yat… Böyle komut verilirse çocuk kendi gibi olma isteğini kaybedermiş.

Çocuktaki merak duygusu ve taklit hevesi yaşatılmalı, yoksa küçücük çocuk tükenmişlik sendromu yaşar. Çocuğa ona dokunma, sesini çıkarma, çok soru sorma, otur otur, kalk kalk…dersen ondan sonra benim çocuğum niye içine kapanık oldu, niye agresif oldu, niye okulda başarısız? Acaba niye? Merak hissini, dolayısıyla öğrenme hevesini öldürdünüz çocuğun, katiller! Kendi tükenmişliğinizin bedelini yavrucağa ödetiyorsunuz.

Kimi ebeveyn de çocukla inatlaşıyor. Çocuk 3-4 yaşında artık kendi var olma halini yansıtmaya çalışıyor. Örneğin annesinin verdiği giysi yerine kendi istediğini giymek istiyor. Çocukla onu giymeyeceksin, bunu giyeceksin onu yapmayacaksın, uslu dur, söz dinle... diye küçücük çocukla inatlaşıyor kocaman insanlar. Çocuğun yemek istediği ve istemediği yemeklere bile kendisinin karar vermesine izin yok. Sonra çocuğum niye obez oldu? Ya da niye yemek yemiyor? Hele bir de televizyon/ekran karşısına oturtulup ağzına yemek tıkıştırılan çocuklar. Çocuk ne yediğini bile bilmiyor. Çocuk zaten isteseniz de istemeseniz de acıkacak ve yiyecek. Bir müsaade edin.

*

Hiperaktif olduğu zannedilen çocukların ihmal ve şiddet mağduru ya da televizyon ve ambalajlı gıda mağduru olduğunu anlatıyor yazar.

*

Çocuk ebeveynini taklit ederek öğreniyor. Ebeveyn sigara içiyorsa çocuk da taklit edecek. “Ben içiyorum ama sen içme, çok zararlı” gibi ahmakça bir lafı çocuk tabii ki anlamaz.

*

Kitapta çocukluğunu anlatan ebeveyn örnekleri var, nasıl acı, bağrıma basasım geldi hepsinin çocukluğunu.

Biri mesela topluluk önünde donakalıyormuş. Anlaşılıyor ki çocukken annesi ve öğretmeni ona odun gibisin demiş. 

Güleryüz gösterememekten yakınan bir kadının çocukluğunu dinliyorlar, anlaşılıyor ki küçükken ona gülmek, hafif kadınların ahlakıdır denmiş. Yavrucak da o yüzden hiç gülmezmiş, büyüyünce de gülememiş bu yüzden.

Çamur ağızlı ebeveynler.

Kitap hem bu tip örnekler hem de üslubu nedeniyle öfke ve nefret uyandırdı bende. 

*

Yazarı hiç görmedim, duymadım, tanımıyorum ama muhafazakar olduğu izlenimi aldım kitaptan. 

Çocuklara okullarda cinsellik eğitimi verilmesine karşı olması, 

Çocuklara örnek şahsiyetlerin hayatlarının anlatılmasının öneminden bahsederken örnek olarak Fatih Sultan Mehmet ve Mevlana’yı göstermesi (Türkiye’de örnek şahsiyet için Atatürk gibi bir örnek varken) 

Uyur gibi kılınan namazın yok hükmünde olduğunu söylemesi (namaz ve genel olarak ibadetler hakkında yok hükmündedir, Allah kabul etmez gibi söylemlerde bulunmak çok dinci ağzı) 

gibi sebeplerden muhafazakar olduğunu düşünüyorum.

Verdiği örnekler de bu bakış açısını yansıtıyor. Örneğin arkadaşları ile oturup kalkmaktan zevk aldığı için ev işlerini yapmakta zorlanan bir kadından bahsetmesi, 

“Kayınvalidesi ile anlaşamayan bir gelin, onunla anlaşmak için eşi ile işbirliği yapmak, alternatif çözümler üretmek yerine kayınvalidesinin yüzüne gülerken arkadaşlarıyla oturduğunda da kayınvalidesi hakkında ileri geri konuşmayı ihmal etmez.” Sf.61 demesi. Gelin-kaynana muhabbeti. 

 “Annenin otorite olduğu ailelerde sağlıklı ruha sahip bir çocukla karşılaşmadım şimdiye kadar.” Sf.80 şeklindeki tespiti. Babaların otorite olduğu aileler çiçek gibi çünkü. 

Fıtrî, fıtrat, sekine, hayret makamı... Bu kelimeler kullanması...

Gerçi yayınevinin Timaş olmasından belli ideolojisi.

Muhafazakar dili ve edebiyatı var satır aralarında ama genel olarak anlattıkları iyi. Yurdumuz ebeveynlerine böyle dan dun ve dinci ağız etkili olur zaten sanırım. Profesyonel ve nazik bir üslup çok tutmaz diye düşünüyorum.



DOĞUMDAN İTİBAREN MONTESSORİ

 


DOĞUMDAN İTİBAREN MONTESSORİ

Doğumdan Üç Yaşına Kadar Ev Ortamındaki Çocuk

(Montessori from the start the child at home, from birth to age three)

Paula Polk Lillard - Lynn Lillard Jessen

2003

Türkçesi: Aslıhan Kuzucan

Kaknüs Yayınları

6.Basım - 2020

272 sayfa


1870-1952 yılları arasında yaşamış pratisyen hekim ve Roma Üniversitesi antropoloji profesörü Maria Montessori'nin geliştirdiği bir çocuk yetiştirme yöntemi var. Kitap bundan bahsediyor.

Montessori, yetimhanede görevliyken buradaki çocukların yerdeki kırıntılarla oynadıklarını ama onları yemediklerini görüyor. Böylece el ve beyin arasında bir ilişki olduğu sonucuna varıyor. Ele verilmeden önce hiçbir şey beyne verilmemiş, diyor. Böylece Montessori materyallerini üretiyor. 

"Her türden soyut fikir ve bilginin çocuğun tutmasıı, ortaya çıkarması ve keşfetmesi için ona somut bir şekilde sunulması gerekir.” Sf.33 diyor. Buradan benim çıkardığım sonuç, çocuğu Tanrı'dan bahsetmemek gerektiği. Çünkü Tanrı inancı soyut ve çocuk soyuttan anlamıyorsa kafasını karıştırmanın ne alemi var?

*

Bebek bakımı ile somut ve net bilgiler içeriyor kitap. Örneğin; bebek odasının nasıl olması gerektiğini şöyle açıklıyor:

Bebeğin odası sade olmalı. Böylece dikkati bölünmez, kendi dünyasına dalıp vakit geçirebilir. 

Bebeğin dört ihtiyaç alanı var: uyuma alanı, alt değiştirme alanı, emzirme alanı, aktivite alanı. 

Amaç, bebeğin konsantre olabileceği bir çevre yaratmak. Bebeğin uyuduğu yer aynı zamanda uyanacağı yer. Bu yüzden bebeğin yattığı yerden bütün odayı görebilmesi önemli. Bunun için yanındaki duvara bir ayna asılabilir. 

Çocuğun odasında zaman geçirmesine imkan vermeli, düşüncesizce rahatsız edilmemeli. 

Hamile kardeşimin bebişine beşik alacaktık ama kitapta beşik önerilmiyor. Yere serili bebek yatağı tavsiye ediliyor. Çünkü böylece güvenli şekilde düşüp kalkarak yatağın sınırlarını öğrenirmiş. Beşik, tırmanmaya çalışıp düşebileceği için iyi değilmiş. Uyumak ya da uyanmak istediğinde bir yetişkine muhtaç kalırmış bebek. Çünkü beşikteyken bir yetişkin gelip onu kurtarana kadar ağlayacak. Beşikten yatağa geçtiğinde de etrafında koruyucu bariyer olmadığı için yeni yatağından yere düşmesi kaygısı taşıyabilirmiş. Yer yatağında başlayıp zamanla kademeli olarak baza ve döşek kullanıp sonunda yetişkin yatakta yatabilir, diyor kitap.

Beşiği de diğer pek çok bebek malzemesi gibi tutsak edici buluyor kitap. “Küçük çocukları hapsetmenin her yolunu geliştirdik: Beşikler, parmaklıklı oyun parkları, yüksek mama sandalyeleri, ana kucakları, hoppalalar, araba koltukları, bebek salıncakları, yürüteçler, pusetler, bisiklete eklenen taşıma aparatları, kangurular vs. Genç çiftler seyahat ettiklerinde, bazen küçük bir mobilya mağazasını da yanlarında götürüyor gibiler.” Sf.97 Kitaba göre güvenlik için gerekli olan sadece araba koltuğuymuş.

*

Oyuncak tarifleri de var kitapta. Hangi dönemde hangi oyuncak iyidir yazıyor. Zamanla kademeli olarak oyuncaklar değiştirilmeliymiş. Birkaç hafta içinde oyuncaktan sıkılacak, o zaman o oyuncağı saklayın, birkaç hafta sonra tekrar verin, yeniden ilgisini çekecek, diyor. Ama en iyi oyuncak kendi becerinizle ortaya çıkardığınızmış. El becerileri geliştikçe de evdeki yetişkinle beraber evdeki işleri yapmaktan çok keyif alıyorlarmış.

*

Çocuğun emekleme, oturma, yürüme süreçlerine müdahale etmemek, kendi çabasıyla bunları başarmasına müsaade etmek önemli. “Oturmak, çocuğun kendi gücünü keşfederek gerçekleştirdiği bir eylem olmalıdır. Kendi çabalarıyla oturduğunda sırt kasları güçlenir ve denge oluşur. Eğer onu vakaları oturtursa (…) gayret gösterme hevesi kırılır.” Sf.108

*

Bebek bezi için önerisi tek kullanımlık değil, kumaş olanlar. Böylece çocuk ıslaklık ve kuruluğu hissedermiş. Tek kullanımlık bezler sıvıyı emdiği için çocuk ıslaklık, dolayısıyla rahatsızlık hissetmez, bu da tuvalet eğitimini olumsuz etkilermiş.

Bebeğin ilerleyen aylarında bezini banyoda değiştirin diyor, böylece dışkılama yerinin orası olduğunu öğrenirmiş.

*

Çocuğa hediye almakla ilgili şunlar yer alıyor kitapta:

“Size hediye alınması sevildiğinizin bir göstergesiyse, mantıken bir sonraki adım da, değerinizi sahip olduklarınızla ölçmek olacaktır, kim olduğunuzla değil. Küçük çocuklar sadece bir oyuncak bebeği, bir pelüş hayvanı, yani en fazla birkaç oyuncağı aynı anda severler. Bu deneyim, yetişkin olduğunda tek bir eşe, tek bir aileye, tek bir hayata değer vermesinin temelini oluşturur.” Sf.220 

*

Oyuncakların alelade değil onu düşünmeye sevk edecek cinsten olması gerektiğini söylüyor. Evdeki materyaller bile olur. Araba, kamyon gibi oyuncakları vın vın yaparak sürer ama bu oyuncaklar çocuğa iç düzen sağlamazmış. Peluş bir ayıyı ise yıkar, uyutur, besler, giydirir, devamlı oyun halinde olur, bu da kendi yemek yeme ve giyinme yeteneğini beslermiş.

*

Çocuklara yerli yersiz hayır dememeyi, hayırın gerçekten hayır anlamına gelmesini öğütlüyor kitap.

“Hayır her zaman hayır anlamına gelmelidir. Hayırın anlamı, ‘Bir kere daha sorarsan belki yumuşarım,’ olmamalıdır. Ya da “Yeterince çığlık atar, bana vurur, bir şeyleri kırar ve bana herkesin ya da yakınlarımın yanında, ‘Senden nefret ediyorum, sen kötüsün,’ diyerek beni utandırırsan, ben de sana istediğini veririm,’ olmamalıdır.” Sf.237 

Bunun için de ota bota hayır demeyin. Hayırı bir refleks haline getirmeyin. Ufak tefek şeyler için hayır diyip sonra karar değiştirmek çocuğun kafasını karıştırıyor. 

*

Çocuklar hayır dediğinde onlara baskı yerine başka seçenek sunmayı tavsiye ediyor. Örneğin çocuğun tuvaleti var ama lazımlığa oturmak istemiyor. Ona uzun uzun “Lazımlığa oturman gerek. Bir saat oldu. İyi bir çocuk ol. Annen için yap. Lazımlığa oturursan sana çikolata veririm.” demeyin. “Mavi lazımlığı mı kullanmak istersin, pembe lazımlığı mı?” diye seçenek sunun, diyor. Böylece itirazını unutup başka düşünceye odaklanacak.

*

Faydalı, mantıklı, makul buldum ben bu kitabın önerilerini. Aklıma yattı benim. Ama benim aklıma yatmasının bir önemi yok tabii. Çocuğu olanlar düşünsün. 

Bu arada çocuk bakımı konusunda zamanla iyi veya kötü farklı görüşler ortaya sürülüyor. Ama kitaptan öğrendiğim kadarıyla Orta Çağ her konuda olduğu gibi bu konuda da berbatmış. O dönem emeklemek zorlaşsın diye çocuklara kız-erkek fark etmeksizin elbise giydirirlermiş. Çünkü emekleyen bebeğin yarı insan yarı hayvan olacağına inanıyorlarmış. Bu yüzden emeklemeyi engellemeye çalışıyorlarmış.

Canım çocuklar. Ne çekiyorlar yavrucaklar... :(

DOĞMAMIŞ ÇOCUĞUN GİZLİ YAŞAMI


 DOĞMAMIŞ ÇOCUĞUN GİZLİ YAŞAMI

(The Secret Life of the Unborn Child)

Dr. Thomas Verny - John Kelly

1981

Türkçesi: Belkıs Elgin

Kuraldışı Yayıncılık

12.Baskı, Şubat 2021

179 sayfa


Kardeşim hamile, bebek bekliyor. Ben de yeğen bekliyor oluyorum bu durumda. Okuyalım bakalım yeğenimizin gizli yaşamını.

*

Kişilik özellikleri daha anne karnındayken oluşmaya başlıyor.

Rahimdeki dünya çocuğun ilk dünyası. “Eğer rahim sıcak ve sevgi dolu bir yer olmuş ise çocuk dış dünyanın da böyle bir yer olmasını bekleyecektir. Bu beklenti güven, açıklık, dışa dönüklük ve kendine güven konusunda yatkınlıkları belirleyecektir. Dünya çocuk için, tıpkı rahimde olduğu gibi, sıcak bir dünya olacaktır. Eğer rahimdeki dünya kaba ve zor bir ortam olduysa çocuk dış dünyadan da aynı şeyleri bekleyecektir. Bu düşmanca dünyaya karşı tutumu, içe kapanık, şüpheci ve güvensiz olacaktır.” Sf.39

Rahimdeki bebeğin dünyasındaki hakim ses annenin kalp atışları. Annenin kalp atışları normal ritminde olduğu müddetçe bebek her şeyin yolunda ve güvende olduğunu anlıyor.

Doğmamış bir çocuk örneğin huzursuzluğu hissedebiliyor. Sigara içen hamilelerin karınlarındaki bebecik huzursuz oluyormuş mesela.

“Ceninin annesinin sigara içtiğini veya içmeyi aklımdan geçirdiğini bilmesine imkan yoktur, ancak, kendi içinde yarattığı hoşnutsuz his ile annesinin sigara içmesi arasındaki bağı kurabilecek kadar sofistike bir akla sahiptir.” Sf.15

*

Bu kitapta da çocukla konuşmanın öneminden bahsediyor. Evet anne karnındaki çocukla da. Konuşmanın önemini bahseden diğer kitaplar için

Bkz: Yetişin Çocuklar

Bkz: Otuz Milyon Kelime

Çocuk tabii daha söyleneni anlamıyor. Sadece söylenenlerin tonunu, yumuşaklığını, rahatlatıcılığını hissediyor.

*

Anne karnında öğrenme de mümkün. Ünlü bir müzisyenin notalarına bakma ihtiyacı duymadan ezbere bildiği bazı parçalar varmış. Annesi profesyonel viyonselistmiş. Meğer annesinin hamileyken çaldığı parçalarmış bunlar ve  bu müzisyen ezbere biliyormuş bunları kendiliğinden.

*

Hamileyken kadını etkileyen her şey çocuğu da etkiliyor. En çok da eşi. “Bir kadını, eşi tarafından yaratılan yıkıcı endişelerin derinliği kadar hiçbir şey etkilemez. Bu yüzden, doğmamış bir çocuğa, hamile eşine kötü davranan ya da onu ihmal eden bir baba kadar zarar veren az şey vardır.” Sf.23

O yüzden babalar, hamile eşinize hiç olmadığı kadar iyi eşlik etmelisiniz. Babanın eşine bağlılığı çocuğun duygusal sağlığını olumlu etkiliyor. Babaların da anne karnındaki çocukla konuşması önemli. Çocuk bu sesi de tanıyor ve bu tanıdık ses onu rahatlatıyor.

Babanın evliliğe ve eşine bağlılığı çocuk için hayatî önemde. O kadar ki zor bir evliliğin içindeki bir kadının duygusal ya da fiziksel olarak zarar görmüş bir çocuk doğurma riski, güvenli bir evliliği olan kadına göre yüzde 237 daha yüksekmiş.

*

Rahatlıkla ilgili olarak; mesela hamile kadın geceleri uyurken midesinde, bacaklarında rahatsızlık hissedip sık sık tuvalete kalkabilir. Yani rahat bir uyku uyuyamaz. Anne sakin ve rahat olamadığı için rahimdeki bebek de bu yüzden geceleri daha hareketli olur. O yüzden bebeklerin “dünyaya ters bir uyku düzeni ile gelmesi” anlaşılabilir, diyor yazar.

Aslında bebek annenin uyku düzenine uyumlu olarak dünyaya geliyormuş. Erken kalkan annelerin çocukları da erken kalkıyormuş, geç yatan annelerin çocukları da geç yatıyormuş. “Bir çocuğun uyku düzeni doğumdan aylar önce rahimde anne tarafından belirleniyordu.” Sf.57

*

Çocuk annenin her üzüntüsünden, stresinden etkilenmiyor. Geçici stres önemli değil. Önemli olan kalıcı, uzun süreli kaygılar ve kişisel problemler. Bu da daha çok eşle, kayınvalide/kayınpederle olan sıkıntılarmış. Ama daha da önemlisi kadının çocuğu için hissettikleriymiş.

Çocuk istemeyen annelerin bu isteksizliğini de kavrıyor rahimdeki bebek. Kitaptaki bir örnekte bebek annesinin memesini emmiyor. Mamayı ve başka annelerinin memelerindeki sütü iştahla içerken kendi annesininkini istemiyor. Fiziksel bir sorun bulunamayınca doktor anneye “Hamile kalmayı istemiş miydiniz?” diye soruyor. Anne hayır diyor. “Annesi onu doğmadan önce reddettiği için Kristina da annesini doğumdan sonra reddetmekteydi.” Sf.61

*

Çocuk içine doğduğu kültürü de tanır vaziyette doğuyormuş. Örneğin yeni doğmuş Çinli bebekler Amerikalı bebeklerden daha az ağlıyormuş. Afrika’nın kırsal kesimlerinde anneler çocuklarını çanta gibi sırtlarında taşıyor ama çocuklar kusmuyormuş. Çünkü bebek annesinin kültürüyle bağ kuruyor.

*

Doğumu hep annenin gözünden düşünüyoruz. Filmlerdeki doğum sahnelerinde de hep anneye odaklanılır. Halbuki bebeğin dünyasında güvenli anne karnından soğuk, metalik hastane odasına, bir sürü maskeli insanın arasına doğuyorsun. Bazen ilaç, bazen tıbbî aletler kullanılarak. Sonra da bir odada ağlayan bir sürü bebeğin arasına koyuluyorsun. Korkunç bir başlangıç. Kitapta anne ve bebeğin ilk temasının ne kadar önemli olduğundan uzun uzun bahsediliyor. Bu yakınlaşmanın ve acısız bir doğumun bebeğin hayatının geri kalanı için ne kadar önemli olduğunu tahmin edemezsiniz. Maymunlarla yapılan deneyde yeni doğan maymunları gerçek annelerinden alıp biri tel, biri havluyla kaplı maketlerden yapılmış sahte anneye bırakıyorlar. Hepsi havlulu olanı seçiyor. Çünkü dokunuş ve hissediş önemli. (Bu arada zalim bir deney.) Yani minicik bir bebek “soğuk ve gürültülü bir bakım odasında etrafı yabancılarla çevrili yatarken kafasından neler geçiyordur? Bu kritik saatlerdeki insan temasının eksikliği onu ileride nasıl etkileyecektir, annesine babasına karşı olan duygularını ve bir gün kendi eşine ve çocuklarına karşı duygularını nasıl etkiler? Kendi başına kalacağına annesiyle vakit geçirmesinin ona faydalı olacağına şüphe var mıdır?” Sf.90

Sezaryenle doğumun çocuk için pek de iyi olmadığını anlatıyor yazar. Sezaryenle doğmuş kişilerin cinsel ve fiziksel tutumlarında diğerlerinden farklılık oluyormuş. Çünkü ameliyatla doğumda çocuk normal doğumun fiziksel ve psikolojik zevklerinden mahrum kakıyormuş. “Fiziksel olarak sezaryenle doğanlar mekan olgusunu algılamakta zorlanırlar. Vücut oranlarının farkındalığı bu kişilerde doğal olarak belirmez. Fiziksel olarak nerede başlayıp nerede birliğini bilmediklerinden sakar olmaya eğilimlidirler. Cinsel olarak sezaryenin sonuçları vücut temasına açlık olarak ortaya çıkar.” Sf.94

Bu durumu "doğumun mekanikleştirilmesi," "teknolojik bir kutlamaya dönüşmesi" diye adlandırıyor yazar. “Doğum bebek karşılamaya yönelik olmalı, ameliyata değil.”Sf.99 Kadına ve ailesine doğum hakkında söz hakkı tanınmalı, annenin istekleri dikkate alınmalı. Bu yüzden doğum yapılacak hastanenin doğum felsefesini, cenini izleme, anestezi, lavman kullanımlarının nasıl olduğunu, babanın doğum odasına girip giremeyeceğini, bebeğin doğumdan sonra anne ile kalıp kalamayacağını, bebek prematüre doğarsa yoğun bakım odasında onu ziyaret etmeye izin verilip verilmeyeceğini sorun diye öneriyor.

Ebeleri doktorlardan daha insancıl buluyor yazar. Doktor hastalık temelli bir eğitim almışken ebelerin eğitimi doğumun normal bir biyolojik olay olduğu yönünde. Örneğin iki çocuklu bir kadın ilk çocuğunu doğum uzmanı ile doğurmuş. Uzman ona “it, itmeye devam et.” diyormuş. İkinci çocuğunu ebe ile doğurmuş. Ebe ona “bebeğini dışarı itmeye yardım et” demiş. Bebek kelimesinin sık sık kullanılması olayın gerçekliğini, orada bulunma sebebini hatırlattığı için anne daha iyi hissetmiş. Sadece "it" dendiğinde ise mekanik bir olaymış gibi hissetmiş.

*

Son olarak, tabii ki çocuklarınızı çok sevin. Çünkü ne olursa olsun “Bir annenin çocuğuna sevgisi, çocuk etrafında koruyucu bir zırh oluşturarak dış etkenler yüzünden oluşan gerginlikleri azaltır veya etkisiz hale getirir.” Sf.36

*

Çok ufuk açıcı buldum ben bu kitabı. Çok faydalı. Bebek ve doğum hakkında epey düşündürüyor. 

KADINSIZ ERKEKLER


 

KADINSIZ ERKEKLER

(Onna Noinai Otokotachi)

Haruki Murakami

2014

Japonca aslından çeviren: Ali Volkan Erdemir

Doğan Kitap

163 sayfa


O kadar da kadınsız erkek hikayesi gibi gelmedi bana. Yedi tane hikaye var, ilişkiler içerikli. Etkileyici bulmadım ben. Mehhhh!


Drive my Car

Kadın sürücüler hakkında apır sapır düşünceleri olan tiyatrocu Kafuku'nun özel şoför ihtiyacı doğuyor. Kadın şoför öneriyorlar. Ha ha. 

Kafuku’nun karısı da oyuncuymuş. Kanserden ölmüş. Kafuku karısını hiç aldatmamış ama karısının aldattığını hissedermiş. Karısının yattığını düşündüğü adamla arkadaş bile olmuş sonradan, karısının onda ne bulduğunu anlamak için.

Kafuku tüm bunları şoförüne anlatıyor. Şoför kadın ketum, kendi hayatını pek anlatmıyor, ama iyi bir dinleyici. Soruları da az ama öz olunca Kafuku döküldükçe dökülüyor. 


Yesterday

Üniversiteyi kazanamayan genç, üniversiteyi kazanan arkadaşına "Kız arkadaşım da üniversiteyi kazandı, sen de kazandın. Siz ikiniz çıksanıza. Kız yabancıya gitmesin,"diyor. Bu minvalde şeyler. 

Gerçekten de görüşüyor üniversiteyi kazanan kızla oğlan. Ama duygusal bir şey olmuyor aralarında. 

Sonra üçünün de yolları ayrılıyor zaten.


Bağımsız Organ

Estetik cerrah Tokay. Kadınlarla evlenmek istemiyor, onlarla saygılı sevgili bir ilişki yaşıyor. 

Birlikte olduğu kadınlara aşık olmamaya gayret ediyor. Bunu da o kadınların negatif yanlarına odaklanarak yapıyormuş. “Onun eksik yanlarını, yeni pek iyi olmayan yanlarını düşünebildiğim kadarıyla bulup çıkararak listesini yapıyorum. Bunları içimden, sanki dua okur gibi, defalarca tekrarlıyor, böyle bir kadını haddinden çok sevmemem gerektiğini kendi kendime söylüyorum.”

Ama yine de aşık oluyor bir kadına. Kadın evli ve çocuklu. Yuvasını bozmak istemiyor ama Tokay ile de görüşmeye devam ediyor.

Ancak kadın bambaşka bir üçüncü erkek için hem kocasını hem Tokay’ı terk ediyor. Tokay bu duruma dayanamayıp yemeden içmeden kesilerek ölüyor.

Bağımsız organ diye adlandırılan şey kadınlardaki yalan söyleme yeteneği imiş. Kadının benliğinden farklı bir şeymiş yalanı söyleyen.


Şehrazad

Kadın, her sevişmede Binbir Gece Masallarındaki gibi masal anlatıyor.

Lise yıllarından bir anısını anlatıyor. Hoşlandığı çocuğun evine girermiş gizlice. Onun önce kurşun kalemini çalmış. Karşılığında kendinden bir iz olsun diye tamponunu bırakmış.

Sonra bir daha girmiş eve. Çocuğun bir rozetini almış. Karşılığında kendinden iz olarak üç tel saçını bırakmış. Sonraki gidişinde tişörtünü almış oğlanın. Karşılığında ona eş değer bir şeyi yok diye bir şey bırakmamış.

Oğlanın annesi anlamış olacak ki evin kilidini değiştirmiş, kız da artık eve giremez olmuş. İyi de olmuş, böylece zamanla oğlanı unutmuş.


Kino

Kino, karısının aldattığını öğrenmiş, işinden istifa etmiş, bar açmış.

Karısı sonra ondan özür diliyor. Başta pek incinmediğini sanan Kino biraz düşününce gayet de incindiğini, üzüldüğünü fark ediyor.


Aşık Samsa

Kafka’nın Dönüşüm’ünde Gregor Samsa bir sabah devcileyin bir böcek olarak uyanıyor ya.

Bu hikayede de bir böcek bir sabah Gregor Samsa olarak uyanıyor. Haha.

İnsan bedenini zayıf, çirkin, savunmasız buluyor. Kuşlardan korkuyor. Dışarıdaki insanlara bakıp giyinmesi gerektiğini fark ediyor. Ama neyi nasıl giyeceğini bilemiyor.

Eve bir çilingir geliyor. Samsa’nın anne babası çağırmış. Evdeki kapılardan birinin kilidi bozulmuş çünkü. Gelen çilingirci kambur bir genç kadın. Samsa onu görünce şeyi kalkıyor, anlamıyor niye öyle olduğunu. Ahah. Kadına onu tekrar görüp göremeyeceğini soruyor. Kadın hoşlanıyor Samsa’dan, onun biraz aklı kıt olduğunu düşünüyor sadece. Kadın gittikten sonra Samsa insan olmaya alışmaya çalışıyor.


Kadınsız Erkekler

İntihar eden kadının kocası kadının eski erkek arkadaşını arayıp haber veriyor. Eski erkek arkadaş da bu işe bir anlam veremiyor. Hem kadının intihar etmesine hem de adamın kendisini aramasına. Adamın nereden haberi olmuş ki kendisinden.

Bunları düşüne düşüne geçiyor bu hikaye.

*

Sevmiyorum hikaye. İçim şişiyor. Sıkılıyorum. Kısa kısa öyküler, dişimin kovuğunu doldurmuyor. Ama yine de okuyorum. Hem merak hem de yer yer keyif veriyor.