3 Şubat 2025 Pazartesi

SAVUNMANIN TARİHİ VE İSTANBUL BAROSU


 

SAVUNMANIN TARİHİ VE İSTANBUL 

BAROSU

Av. Atilla Özen

2022

İnkılap Kitabevi

279 Sayfa

 

Ne çektin be İstanbul Barosu!

İstanbul Barosu dünyanın en kalabalık barolarından biri. Hatta birincisi diyorlar. Bu nedenle çok büyük bir güç. (Ama bu güç ne kadar efektif kullanılıyor, tartışılır. Avukat olarak bize sorsalar bir dokunup bin ah işitirler.) Siyaseten de iktidarların hedefinde baro. Çünkü iktidar karşıtı bir duruşu var ve hukuksuz uygulamalara karşı çıkıyor. Elinden geldiğince. Kitapta bu kısımlarda genel bir ülke tarihi de okumuş oluyor, hatırlıyoruz. Susurluk, Şemdinli, Ergenekon, Balyoz, Gezi, Soma, 2016 Darbe Teşebbüsü… gibi.

Kapsamlı bir tarih okuması olmuyor ama hiç yoktan iyidir. Ve gerçekten hiç yokmuş. Salt yıllık bütçeler ya da değişen baro başkanlarının uygulamalarının anlatıldığı teknik eserler var baronun çıkardığı. Bu minvalde başka bir tarih anlatısı olmaması yazık. Bu açıdan bu kitabı kıymetli buluyorum.

*

İstanbul Barosu’nun kuruluşundan başlıyor kitap.

Birkaç baro varmış önce.

İstanbul’da çalışan yabancı avukatlar 1870 yılında İstanbul Baro Cemiyeti’ni kurmuş.

1878’de Dersaadet Dava Vekilleri Cemiyeti Nizamnamesi ile baro kurulmuş.

Bugünkü İstanbul Barosu ise 14 Mayıs 1880’de kurulmuş.

105 avukat baro levhasına kayıt yaptırmış. Başkan Rus asıllı Av. Fransuva Rosolato olmuş.

En uzun süre başkanlık yapan 1886-1908 yılları arasında Av. Mehmet Reşit. Aynı zamanda ilk Türk ve Müslüman baro başkanı.

Baro ilk olarak Galata Yıldız Han’da bir odada bulunuyormuş. Genel kurulu Galata’da Artin Ağa Lokantasında yapılıyormuş. 1893’de adliyenin (Sultanahmet Adliyesi olsa gerek) üst katına taşınmış.

Bugün İstanbul Barosunun bulunduğu İstiklal Caddesindeki bina 1961’de 5.700.000 TL’ye satın alınmış. Buna “Birinci Baro Han” adı verilmiş. Daha sonra ikinci ve üçüncü hanlar da olur diye umularak. Adı böyle olmadı ama gerçekten binalar alındı. Av. Yücel Sayman başkanlığı döneminde Galata’da baro için bina, Av. Ümit Kocasakal döneminde Kanlıca’da sosyal tesis alındı.

*

Cumhuriyet rejiminin ilk milli Barosu olarak İstanbul Barosu genel kurulu, 28 Ağustos 1924’te 431 kayıtlı avukatla toplanmış.


(Ağustos aslında adli tatil ama adli tatil yok daha o dönem.) Av. Lütfi Fikri 142 oyla başkan seçilmiş.

1933’de Istanbul Adliyesinde yangın çıkmış. Baro da adliyede bulunduğu için baronun tüm kayıtları yanmış.

1938’de Avukatlık Kanunu, 1939’da Asgari Ücret Tarifesi hazırlanmış. (Günümüzdeki 1136 sayılı Avukatlık Kanunu 1969’da kabul edildi.)

*

İlginç bilgiler öğrendim kitaptan. Örneğin baro pulunun hikayesi. Avukatlar vekaletnamelere baro pulu yapıştırır. Bildiğiniz pulu bildiğimiz dille yalayıp yapıştırmak suretiyle kullanırız bu vekaletnameleri. Ama artık vekaletnameler sistem üzerinden gönderildiğinden yalayıp yapıştırmıyoruz, pul parasını sistemden yatırıyoruz, yatırıldığına dair makbuz yeterli oluyor. İşte bu baro pulu şöyle doğmuş: Bir kısım avukat Romanya’ya gitmiş ve orada bastırılan ve mahkemelerde kullanılan pullarla avukatların sosyal yardım meselelerinin hallolduğunu görmüş. Bu model daha sonra ülkemizde de uygulanmaya başlamış.

1963 yılında yapılan genel kurulda avukata ücretini ödemeyen müvekkillerin kara listeye yazılması ve İstanbul Barosu avukatlarının bu listedeki kişilere hizmet vermemesi gündeme gelmiş.

Aynı yıl aidatını ödemeyen 233 avukat baro levhasından silinmiş.

Özel hukuk fakülteleri kurulmasına karşı çıkılmış. Ankara ve İstanbul Hukuk Fakülteleri özel hukuk fakültelerine öğretim görevlisi vermeyeceklerini, baro da bu okullardan mezun olanlara avukatlık stajı yaptırmayacağını açıklamış.

Adliyede dosya satışı ve matbu formlar oluşturularak bunların satılmasına adliyeye ticaret bulaştırılıyor diye eleştiri getirilmiş, iptali için Danıştay’da dava açılmış.

1972’de avukatın görevini yaparken ve görevi dolayısıyla saldırıya uğraması halinde baroların suçtan zarar gören sıfatıyla ceza davasına müdahil olması tartışılmış.

Eskiden bir ilçede iki, üç, hatta dört adliye binası vardı.1970’lerde gecekondu mahkemeleri deniyormuş bunlara. (Daha sonra adliyeler birleştirildi. 2007’de Bakırköy, 2011’de İstanbul Çağlayan, 2013’de İstanbul Anadolu adliyesi açıldı.)

*

Yıllardır düzeltemediğimiz kronik sorunları da okumuş oldum. 1940’larda da avukatlar aynı dertlerden yakınıyormuş: Duruşma saatlerinin düzensizliği, adliye çalışanlarının vaktinde mesaiye başlamaması, adliyede vestiyer ve asansör meseleleri, zabıt kağıtları suretlerinin avukatlara verilmemesi, adliye çevresindeki arzuhalcilerle mücadele…

Yazarın da dediği gibi “Anlaşılan o ki yıllar geçse de avukatların yaşadığı sorunlar değişmeyecekti.” Sf.51

*

1959’da ülke genelinde 6.636 avukat varmış, 2.248’i İstanbul’da
1995’te ülke genelinde 35.486 avukat varmış, 11.822’si İstanbul’da

2024’te ülke genelinde 199.142 avukat var. 69.364’ü İstanbul’da. (65.772 İstanbul 1 no.lu Baro, 3.592 İstanbul 2 no.lu Baro) 

Her geçen gün bu sayı artıyor. 

2009'dan beri ben de bu sayıların içindeyim. Seviyorum mesleğimi ama içinde bulunduğumuz şartlarda avukatlık çok zor.

22 Ocak 2025 Çarşamba

MOBIUS

 

MOBİUS

Adam Fawer

2024

Çeviren: Algan Sezgintüredi

April Yayıncılık

1.Baskı – Ekim 2024

519 sayfa

 

Zamanda yolculuk hikayesi.

Gençler Rowan ve Andy bir çeşit zaman makinesi yapmış. Mobius adını verdikleri şirketleri ile bu aletten faydalanmayı umuyorlar. Bu icat ile gelecekten mesaj alabiliyor ve geçmişe gidebiliyorsun. Ama bu pek kolay olmuyor tabii. Çünkü gelecek diye tek bir zaman yok. Çeşitli olası gelecekler var. Bunun kuantumsal açıklaması yapılıyor kitapta ama anlamadım.

CFO yani finans müdürü olarak Calep bu gençlere yardım etmek üzere işe girişiyor.

Calep başarılı bir CFO ama daha önceki işinden klasik kazık atma hikayeleri nedeniyle olaylı şekilde ayrılmış. Tam bir işkolik olduğu için karısına ve çocuğu Seth'e pek zaman ayıramıyor. Bir gün çocuğuyla dışarıdayken çocuk yola fırlıyor ve evet kaza-ölüm.

Seth’in ölümünden kendisini sorumlu tutan Calep bu makineyle geçmişe gidip Seth’in ölümünü durdurmaya çalışıyor. Geçmişe gittiğinde kılık değiştiriyor ve kendisini Jim diye tanıtıp Calep’le yani diğer kendisiyle arkadaşlık edip çocuğu ölümden kurtarıyor. Fakat çocuk daha sonra başka sebepten ölüyor.

Calep yani Jim yine Rowan ve Andy’e ulaşıp yine geçmişe dönüp yine Seth’i kurtarıyor. Bir kurtarıyor, iki kurtarıyor, ama yine Seth ölüyor.

Böyle böyle on iki Jim gitmiş gelmiş Calep’in hayatına.

Son Calep, diğer Jim’lerin bıraktığı günlükleri okuyarak anlıyor ki farklı bir çözüm bulması lazım. Bulduğu çözüm de şu: Tüm eski Jim/Calepler Seth’i kurtarmaya çalıştı. Ama Seth sonunda yine babasının ihmalkarlığı yüzünden öldü. Son Jim/Calep, o dönemin Calep’ini öldürürse Seth’i kurtaracağını düşünüyor. Son Jim/Calep, dönemin Calep’i ile dövüşüyor. Ama ikisi de güçlü. Bu arada Seth’in gözü önünde babasını öldürmenin ne kadar ahmakça bir fikir olduğunu anlıyor ama iş işten geçti. Neticede ikisi de ölüyor. Hem dönemin Calep’i hem de gelecekten gelen ölüyor.

Ben sırayla anlattım olay örgüsünü. Ama kitapta bu kısımlar heyecanlı tabii. Ta kitabın sonunda anlaşılıyor Jim’in aslında gelecekten gelen Calep olduğu ve birkaç defa gidip geldiği.

Kitabın sonunda Seth babasız büyüyor. Yani o öyle zannediyor ama yanında Jim Amcası var. Kıps, anladınız. Bu Jim de gelecekten gelen Calep ama yabancı olmayı seçiyor.

Seth büyüyor. İş görüşmesine gidiyor. Görüşmede karşısında kim var? Rowan. Rowan makinesini tanıtıyor ve istersen geçmişe gidip babanı görebilirsin diyor. Seth de kabul ediyor. Geçmişe gidip babasının bir adamla -yani diğer babasıyla/gelecekten gelmiş olan hani/ama bilmiyor tabii onun gelecekten gelen babası olduğunu- dövüştüğünü görüyor bu defa büyümüş haliyle.

*

Burada bitiyor kitap ama aslında inception gibi. İç içe geçmiş zaman yolculukları var. Dehşetli bir döngüye girmişler belli ki.

Benim merakım yok zaman yolculuklarına. Sonu gelmez bir şey bence bu. Geçmişe gittim diyelim. Bugünün bilgisiyle geçmişte klasik ilk akla gelen piyango, şans oyunları, hisse senedi bilmem ne ile zengin oldum. Bu andan itibarenki geleceği yine bilmiyorum. Bu halde yaşayacaklarımı bilmiyorum. Yine başa dönmüş, geleceği bilmez hale gelmiş oldum yani.

Ya da tam tersi. Geleceğe gittim. Vay vay ne gelişmeler olmuş, gördüm. Sonra zamanımıza döndüm. Gelecekte gördüğüm şeyler nedeniyle bugün başka kararlar verdim. Bu verdiğim başka kararların neticelerini bilmiyorum şimdi de. Yine geleceği bilmez halime geri dönmüş oldum yani.

O yüzden zamanda yolculuk bana hep anlamsız gelmiştir.

*


Bu hikayenin filmini yaparlar kesin.

Yapılmış bir tane var.

Bkz: About Time

Aşk hikayesi. Benim dediğim sorunu yaşıyor adam. Kızla yaşadığı talihsizlikleri geçmişe gidip düzeltmeye çalışıyor. Tamam düzeltiyor, ama sonra başka bir talihsizlik oluyor. Hadi onu da düzeltmek için tekrar geçmişe git, sonra yeni sorun, sonra onu düzeltmek için tekrar geçmişe git... Bu sürdürülebilir değil ki. 



15 Ocak 2025 Çarşamba

SİHİRLİ HAP

 


SİHİRLİ HAP

Yeni Zayıflama İlaçlarının Olağanüstü Faydaları ve Tedirgin Edici Riskleri

(Magic Pill: The Extraordinary Benefits and Disturbing Risks of the New Weight-Loss Drugs)

Johann Hari

2024

Çeviren: Özde Duygu Gürkan

Metis Yayınları

1.Basım – Kasım 2024

331 sayfa

 

Kitaba adını veren sihirli hap Ozempic.

Ben bu hapın adını ilk kez magazin haberlerinde duymuştum. Hollywood ünlüleri arasında meşhurmuş. Kilolu ünlülerin çok kısa zamanda zayıflamasıyla ilgili haberlerde bu ilacı kullandıkları iddia ediliyordu. Kitapta da bu ilaçtan bahsediliyor.

Bu ilacın olayı şuymuş: Bize doyduğumuzu haber veren GLP-1 adlı bağırsak hormonunun yapay bir kopyası imiş. Böylece az yemekle tokluk hissini artırıyormuş.

Yazar obez olduğunu ve Ozempic kullanmaya başladığını açıklıyor. Bu kapsamda deneyimlerini ve araştırıp öğrendiklerini yazmış.

Yazar, pandemi sonrası katıldığı bir partide öğrenmiş bu hapı. Herkes pandemide kilo almıştır zannederken bakıyor ki herkes fit. Öğreniyor ki bu ilaç sayesinde. Kendisi de kullanmaya başlıyor. Bunun üzerine iştahı kesiliyor, eskisi kadar yeme isteği olmuyor.

İlaç aslında diyabet hastaları için üretilmiş. Hastaların kilo verdiği gözlenince obezler de kullansın denmiş.

Kullananların iştahı kesiliyor ve yemek hakkında o kadar düşünmemeye başlıyorlar. Yani bir bakıma düşünme biçimlerini değiştiriyor bu hap.

Ama ilacı bırakınca yine kilolar alınıyor. Bu yüzden ömürlük bir ilaç kullanımı gerekiyor.

Yazarın kanaatine göre; Ozempic kullanımı artarsa fast food şirketleri kazanç kaybetmeye başlar. İlacı kullananlar daha az alkol aldığı için alkollü içki piyasası da etkilenir. Kalça ve diz protezleri satan şirketler de etkilenir, çünkü obezite bedenin bu kısımlarına zarar veriyor, ilaç sayesinde obeziteden kurtulanlar artık bu protezlere ihtiyaç duymaz. Hatta havayolu şirketleri de etkilenir. Uçakta daha zayıf insanlar olunca daha az yakıt yakılırmış.

Yazar kısa zamanda ideal kilosuna kavuşuyor. Yan etkileri olarak bulantı, kusma, geğirme, kabızlık yaşıyor.

Ve sonra başlıyor asıl neden şişmanladığını araştırmaya.

İlk karşılaştığı şey yemek diye yediklerinin yemek olmadığı. Gıda fabrikalarında yemek pişirilmiyor, imal ediliyor. Market raflarında aldığımız yiyecekler neredeyse tamamen kimyasal. Üstelik bunlara alıştıktan sonra bir daha gerçek, sağlıklı, normal yemek yavan geliyor, yemek istemiyor insanlar. İşlenmiş gıdalar ayrıca tokluk hissimize zarar veriyor. Bunun bir sebebi daha az çiğnemek. Bu gıdalar yumuşak oluyor ve az çiğniyoruz. Halbuki daha uzun çiğnediğimiz yiyeceklerde beden yiyeceğin geldiğini anlayıp bize doyma sinyali gönderiyormuş. Ama çiğnemek gerekmediğinde tıka basa yiyene kadar sinyal almıyormuşuz.

*

İlacın zararlarını şöyle belirtiyor yazar: Çok hızlı kilo verdirdiği için yüz ve kalçalarda sarkık görüntü, tiroit kanseri riski, pankreasta sorun, mide felci, kas kütlesi kaybı. Bunların yanı sıra diyabet hastalarının artık ilaca ulaşamaz hale gelmesi. Ek olarak ilaca talep arttıkça muadil ama içeriği belirsiz ilaçlar üretilip satılması.

*

Zayıflamak isteyenlere ilk olarak diyet yapmaları önerilir. Yazar bunu da sorgulamış. Diyet kısa vadede sonuç verse de uzun vadede insanlar eski kilolarına geri dönüyormuş.

Egzersiz de akla geliyor. Ama bu da şu yüzden pek işe yaramıyormuş: “Kötü bir beslenmeyi koşarak telafi edemezsiniz.” Sf.147

*
Bu kilo almaların sebebi olarak:
1. Biyolojik nedenler (Beynimizdeki değişimler, genlerimiz vb)
2. Psikolojik nedenler (Stres, çocukluk travması vb)
3. Toplumsal nedenler (Yalnızlık, mali güvensizlik vb)
diye sayıyor yazar.


Ayrıca kötü yiyeceklerin kolay ulaşılır olmasına karşılık iyi yiyeceklere zor ulaşılan bir ortamda yaşıyoruz. “Aslına bakılırsa pek çok insan uygun fiyatlara taze yiyecekler satın almanın imkansız olduğu yiyecek çöllerinde yaşıyor.” Sf.140 Buna obezojenik ortam dendiğini öğrendim kitapta, yani obez olmayı kolaylaştıran ortam.

*

Ozempic vb ilaçların ödül sistemini baskıladığını söyleyenler var. Yemek yemek artık zevk vermiyor bu ilacı kullananlara. Gerçi sadece zevk için yemiyoruz. Niçin yiyoruz:

Neden yiyoruz, diye de soruyor yazar:
-Vücudumuzu ayakta tutmak için
-Yemek zevk verdiği için
-Yatıştırıp sakinleştirdiği için
-Çocukken yemek konusunda öğretilen psikolojik örüntüler: Sussun diye çocuğun ağzına yemek tıkama gibi
-Fazla kilonun insanı psikolojik olarak koruması (cinsel İstismardan korunmak için, cinsel açıdan koruyuculuk hissi gibi)

*

Kilo konusunda aslında bünyelerimizde bir ayar noktası varmış.

“Birçok bilim insanı bedenlerimizin kilomuzu korumaya çalıştığı doğal bir ayar noktası olduğuna inanıyor. Ama kilo aldıkça ayar noktamız artıyor ve bedenimiz bizi daha yüksek kiloda tutmaya çalışıyor. İlaçlar ayar noktasını düşürüyor olabilir.” Sf.169

*

Kitabın sonunda görüyoruz ki bize verilen yiyeceklerin kökten değişmesi gerekli. Berbat yiyeceklere bağımlılıktan kurtulmak şart. Bu da tabii bireysel emekten daha fazlasını toplumsal bir dönüşümü gerektiriyor. Yazar yemek kültürlerini görmek için Japonya’ya gitmiş. Oradaki yemek kültürünü beğenmiş. Çok sayıda küçük tabakta porsiyonlar, çeşitli tatlardan oluşan dengeli yemekler ve bu sistemin çocukluktan aşılanması… Abd ve diğer kültürlerde pek mümkün gözükmeyen bir şey.

Yazar burada okuyucuya bir tercih sunuyor. Obez olarak da bazı hastalık riskleri ile karşı karşıyasınız, bu ilacı kullanıp zayıflayarak da. Tercih sizin.


5 Ocak 2025 Pazar

NEKSUS

 


NEKSUS

Taş Devri’nden Yapay Zekaya Bilgi Ağlarının Kısa Tarihi

(Nexus: A Brief History of Information Networks from the Stone Age to AI)

Yuval Noah Harari

2024

Türkçesi: Çiğdem Şentuğ

Kolektif Kitap

1.Baskı – Ekim 2024

440 sayfa

 

Bilgi çağındayız. Bilgiye ulaşım kolay. Ama neden bilge değiliz? Bu soruyu soruyor yazar. Cevabı da veriyor bizi zahmette bırakmadan.

Bilge değiliz çünkü zaten doğru bilgi ne ki? Doğru değiştirilebiliyor, doğruya müdahale edilebiliyor.

Burada akla eğitim kurumları gelebilir. Neticede eğitim kurullarının doğru bilgi verdiği varsayılır. Ancak işin aslı eğitim kurumları doğruyu/gerçeği araştırıp bulmak değil neyin doğru/gerçek sayılacağını belirlemek için var, diyor yazar. Katılmadan edemiyorum.

Yazar tarihin de bu şekilde değerlendirildiğini anlatıyor. Örneğin tarihi bir karakter ele alalım. Bu kişi kimisi için kahraman kimisi için düşmandır. Hangisi gerçeği yansıtıyor?

“Hiçbir gerçeklik anlatısı yüzde yüz doğru değildir ama yine de bazıları diğerlerinden daha doğrudur.” Sf.39

Yani genel olarak biri bir şey söylediğinde ne diyor, doğru mı diyor, değil; bunu kim söylüyor, kimin imtiyazlarına hizmet ediyor sorusunu yöneltiyoruz.

Hikaye

Sözde bilgi çağındayız ama bilginin bir önemi yok. Önemli olan hikaye. İnsanlar bilgiye değil hikayeye inanıyor ve hikayenin etrafında toplanıyor. Bunu dini yapılarda daha net görürüz. Aynı dine mensup milyarlarca insan bir dini hikaye ile birbirine az çok bağlıdır.

“İki Yahudi ilk kez bir araya geldiğinde bile hemen aynı aileye ait olduklarını, Mısır’da köleliği birlikte yaşadıklarını ve Sina Dağına beraber çıktıklarını hisseder.” Sf.51

Yazı

İşin geçmişine girerek anlatmaya devam ediyor yazar. Yazıyla bilgi tarihimizi başlatıyor. Yazılı belgeler, insanın aklında tutamayacağı bilgileri kaydetmek gereğiyle doğdu. Zamanla yazılı belgeleri saklama, sınıflandırma yani arşivleme meselesi oldu. Bu da bürokrasiyi doğurdu. Bürokrasi halkın sorunlarını çözdüğü zaman olumlu ama sorun yarattığı zaman olumsuz karşılandı.

Bu kısımda kutsal kitapların yazılma hikayesine değiniyor ve Yahudilerinkini örnek veriyor. Yahudiler bir araya gelip dini bilgilerini bir kitapta topluyorlar, adı Tanah. Ancak zamanla bu kitabın yorumlanması konusunda farklı görüşler ortaya çıkıyor. Bu farklılıkları toplamak ve derlemek için yine bir araya geliyorlar ve yeni bir kitap yazıyorlar, adı Mişna. Sonra yine aynı süreç yaşanıyor. Gelişen ve değişen dünyanın meseleleri karşısında bu kitap da yetersiz kalıyor, farklı görüşler ortaya atılıyor ve yine bir derleme ihtiyacı doğuyor. Bu defa da Talmud adlı kitabı oluşturuyorlar.

Yalnızca hahamların yorumlayabildiği bu kitap bazı Yahudileri düşündürmüş olacak ki hahamların bu gücünü reddeden Yahudiler, Hristiyanlığı ortaya çıkardılar ve onlar da konseylerde bir araya gelip kendi dini inanışlarını kitaplaştırdılar. Kitabın adı Yeni Ahit oldu.

Yani Eski Ahit Hahamların eliyle, Yeni Ahit konseylerde derlendi. Ancak bu kitaplara Tanrı’nın mutlak sözleri gibi bakılıyor.

Kuran’dan bahsetmiyor yazar. Ya da bahsedemiyor. Çünkü bundan bahsederse bazı radikallerce ölümle tehdit edilmesi çok mümkün.

Demokrasi

Yazarın en uzun uzun yer ayırdığı konu demokrasiler, diktatörler, siyasal rejimler. Zurnanın zırt dediği yer burası. Tüm girizgahı yapay zekaya getirmek için yapmıştı yazar. Uzun girizgahtan sonra konuya giriş yapıyor.

Demokrasiden bahsediyor önce. Bunun da aslında tam bir güvenli seçim sağlamadığını anlatıyor. Örnek isimler olarak Vladimir Putin, Benjamin Netanyahu ve Recep Tayyip Erdoğan’ı sayıyor. Ve hatta demokrasinin araç olarak kullanılmasıyla ilgili ondan bir alıntı yapıyor:

“Erdoğan’ın dediği gibi ‘Demokrasi bir tramvaydır. Gideceğiniz yere kadar gider, sonra inersiniz.” Sf.131

Yapay zekaların zaten kör topal olan demokrasileri tehdit edebileceğini anlatıyor yazar. Zaten son yıllarda sosyal medyadaki bot hesaplarla insanların seçimleri manipüle ediliyor.  Facebook’un ABD seçimlerinde bazı hesaplara seçime özel reklamlar göndermesi konuşulmuştu. Bu gibi olayların artma ihtimalinin tehlikelerine dikkat çekiyor yazar.


Algoritmalar

Gelişen algoritmalar ile neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda kendi irademizin kalmamasının yanı sıra kimi seçip kimi seçmeyeceğimiz konusunda da kuklaya dönebiliriz. Hatta seçtiğimiz kişi bile kuklaya dönebilir. Yönetici konumundaki insanlar, geliştirilen algoritmalar ile algoritmaların tespitlerine göre -üstelik algoritmaların bu tespitleri nasıl yaptığını bile anlamadan- kararlar verebilir.

Buna dair ABD’deki bir yargı kararından bahsediyor yazar. Nispeten küçük suçlar işlemiş bir kişiyi hakim, algoritma bu kişi hakkında suç işleme ihtimali yüksek diye değerlendirdiği için altı yıla mahkum ediyor. Hakim, algoritmanın bu tespiti nasıl yaptığını bilmiyor, anlamıyor. Sanık bu konuda kendisine açıklama yapılmasını, açıklama istemeye hakkı olduğunu dile getiriyor. Hakim, bu konuda bir açıklama yapılmasına gerek görmüyor. Algoritma dediyse doğrudur diyor. İşin uzmanları konu hakkında hakimlere verdikleri eğitimlere rağmen hakimlerin büyük çoğunluğunun bu algoritmaları anlayamadığını belirtiyor. (Bizde Anayasada hakimin Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanı kanaatlerine göre hüküm vereceği yazar. -Anayasa m.138. Algoritma konusu bizim hakimlere uğramaz sanıyorum.)

Kitapta algoritmanın insan aklının alamayacağı kadar çok veriye sahip olduğu, bu verilerden yola çıkarak tespitte bulunduğu belirtiliyor. Ama bunu yaparken insanın değişebileceği ihtimalini göz ardı ediyor. Ve daha bir sürü şey. Üstelik salt bu verileri değerlendirmekle kalmayıp kendi kendine öğrenmesi de söz konusu. Makine öğrenmesi denilen bu yolla yapay zeka artık salt kendisine verilen verileri işlemekle kalmayacak, kendisi de yeni fikirler üretebilecek.

Yani teknolojik bir alet olarak bilgisayar, başlangıçta hantal bir alet iken şimdi kendi başına karar alması ve yeni fikir yaratması söz konusu.

“İnsanlar bilgisayarlarını bir danışman, hızlıca uğrayıp merak ettikleri soruların yanıtlarını aldıkları bir kahin gibi kullanmaya başlayabilirler.” Sf.204

*

Yazar daha önce Homo Deus kitabında bu konuya bir giriş yapmıştı. Bu kitapla o girişi geliştirmiş.

Yazarın diğer kitapları için bakınız:

 - Hayvanlardan Tanrılara Sapiens

- 21.Yüzyıl İçin 21 Ders 

22 Aralık 2024 Pazar

YERSİZ YURTSUZ BİR ÇOCUK

 

YERSİZ YURTSUZ BİR ÇOCUK

(Kind Aller Lander)

Irmgard Keun

1938

Almanca Aslından Çeviren: Zehra Aksu Yılmazer

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

1.Basım – Kasım 2023

148 sayfa

 

Bir sefalet hikayesi. Özellikle bir çocuğun masum ve saf zihninden anlatılınca daha da üzücü oluyor.

*

Kully sürekli annesi ve babası ile otellerde ve trenlerde yaşayan bir çocukcağız. Alman Yahudi bir aile.

Nazilerin iktidarı ile birlikte hayatları zorlaşıyor.

Baba bir yazar. İktidarın hoşuna gitmeyen şeyler yazdığı için ülkesinden kaçıyor. Başka ülkelerde de vizesi dolana kadar durabiliyor. Süresi dolunca başka bir ülkeye.

Bu süreçte elde avuçta bir para yok. Ondan bundan borç alıyorlar. Zaman zaman babanın kendisi de ortalarda olmuyor. Kızı ve annesini bir otele bırakıp gidiyor adam. Ana kız otelde mahsur kalıyorlar, çünkü parasını ödeyemiyorlar. Sonra yine borç harç, ona buna yalvarma, rica minnet bir şekilde hallediyorlar. Ama perişanlık. Ve bu perişanlığa rağmen adam ille de lüks otellerde konaklıyor. Daha aşağısını uygun bulmuyor. Karısının çalışmasını da istemiyor. Hatta kadının kopan bir düğmeyi dikmesini bile istemiyor. Öyle olursa kadınlar kocaları kendilerini çalıştırıyor diye kocalarına saygı duymazlarmışmış. Böyle daha mı saygıdeğer oldun puşt? Karını kızını soktuğun hallere bak. Bir de bir mektubunda diyor ki karısına, kusura bakma ama para meselelerini hep ben düşünüyorum.

Yavrucağa yazık en çok. O da çözmüş babasını.

“Düzenli bir hayat babamın çalışmasına engel oluyor ve midesini kaldırıyor.” Sf.5 diyor.

Bir de kendisini yük görüyor kuzum:

Annemle ben babama yük oluyoruz ama işte bir kere onun olmuşuz ya bizi yanında tutmak istiyor.” Sf.3

*

Adama o kadar öfkelendim ki kitap boyu. Bir ara, adamın yine karısını ve kızını bir başına koyduğu bir dönem, bir adam kadına yürüyor. Kadın kibar bir insan. Nazikçe karşı koyuyor. Kocası bir zaman sonra bunu öğreniyor. Kadın, ben bir şey yapmadım diyor. Kocası, biliyorum, diyor, senin yaptığını düşünseydim seni pencereden atardım…

Karısını pencereden atmak o dönemin yaygın kadına karşı şiddeti herhalde. Çünkü bunlar bir ara Amerika’ya gidiyorlar. Orada bir hastanede zenci kadın hastalar var. Doktor diyor ki bunlar kocaları tarafından pencereden atılan kadınlar. Ne?!

*

Bu arada Amerika demişken adam karısını otelde unutarak çocukla birlikte gemiye binip gidiyor. Evet!

Kadın yollarda perişan olunca adam karısını bir otele bırakıyor. Amerika’ya giden gemi akşama kalkacak. O saate kadar yat dinlen, diyor. Adam ve çocuk gemiye biniyor erkenden. Adam bir arkadaşını otele gönderiyor, karısını getirsin diye. Arkadaş otele gidiyor. Kadını soruyor. Otel resepsiyonisti başka biriyle karıştırıp kadının gittiğini söylüyor. İşler böyle sarpa sarıyor. Kadın sonraki gemiyle de gelemez. Çünkü bir, parası yok, iki, pasaportu kocasında. Mal koca uzun bir süre karısını getirtemiyor. Kadın orada bir başına ne yaptı bilmiyoruz. Mal herif çocukla da ilgilenemiyor. Çocuk üstü başı pis bir halde dolaşıyor oradan oraya. Kadın hiç değilse kendini de çocuğunu da temiz pak tutuyordu her koşulda.

*

En sonunda bir araya geliyorlar. Amsterdam’dalar. Burada bitiyor hikaye. Bütün Avrupa’yı dolaştılar neredeyse.

Adam meşhur bir yazar. Bir yere gittiğinde tanıdıkları oluyor, hayranları oluyor. Ama cebinde beş kuruşu yok. Olduğu zaman da har vurup harman savuruyor. Hiç koca ve baba olacak adam değil. Tek başına, kendi buhranları ve sorumsuzluğu içinde savrulup  gitmesi gereken biri iken dünya tatlısı bir karısı ve çocuğu olmuş. Olan da onlara oluyor, yazık.

OKULSUZ TOPLUM

 

OKULSUZ TOPLUM

(Descholling Society)

Ivan Illich

1970

Türkçesi: Kübra Öztürk

Şule Yayınları

90.Baskı – Aralık 2023

133 sayfa

 

Okullarda verilen eğitimin niteliği ile ilgili tartışmalar anlaşılabilir. Ama okulun komple gereksiz olduğu fikri?.. 

Yazar okulları lüzumsuz buluyor. İnsanların ne öğreniyorlarsa aslında okul dışında öğrendiğini, okulların öğretmenler için istihdam yeri olduğunu, “Okullar öğrencilerine ne öğretebildiklerinden bağımsız şekilde öğretmenler için iş imkanı oluşturur.” Sf.38, çocukları belli bir doğrultuda şekillendirmeyi amaçladığını vb anlatıyor.

*

Okulu şöyle tanımlıyor yazar:

“Yaşa özel, zorunlu bir müfredat izlenen ve tam katılım gerektiren, öğretmen bağımlı bir süreç.” Sf.34

*

Eğitimi bir ritüel olarak gören yazar bunu eskinin ruhban sınıfının ritüellerine benzetiyor.

“Okul, modernize edilmiş bir proletaryanın dünya dini haline geldi ve teknolojik çağın yoksullarına beyhude bir kurtuluş vadediyor.” Sf.17

*

İnsanların çoğunun bilgiyi okul dışında geçirdiği zamanlarda edindiğini, okulların giderek artan süresiyle insanlar için bir çeşit hapishaneye dönüştüğünü, öğrenmenin çoğunlukla kendiliğinden gerçekleştiğini, çocukların ana dillerini kendiliğinden öğrendiklerini, ikinci dilin eğitimle değil yaşam koşullarına bağlı olarak öğrenildiğini… vb anlatarak okulların lağvedilmesi gerektiğini söylüyor.

*

Okulların zengin ve fakir çocuklar için ayrıştırıcı olduğunu belirtiyor. Çünkü zengin çocuğu okul dışı aktivitelerde bulunacağı için fakir çocuğun ona yetişmesinin mümkün olmadığını anlatıyor.

Bu yüzden fakir ailelerde çocuklar, daha iyi eğitim almış kişilere karşı kompleks besleyerek eğitim görür, diyor.

Zaten de fakirler için çocuğun eğitim almasından ziyade mezun olunca elde edeceği diploma ve bunun getireceğini umdukları para önemli, diyor:

“Çocuklarının okula gitmesini isteyen yoksul ebeveynler ne öğreneceklerinden çok, hangi sertifikayı elde edeceklerini ve kazanacakları parayı önemsiyor.” Sf.37

Buna pek yalan diyemeyiz sanırım.

*

Çocukların zihinlerindeki serbestliğin okullarda köreltildiğini anlatıyor yazar. Modern okullar tarafından gerçekleştirilen şeyin bakım verme ve beyin yıkama olduğunu, bunların da öğretmenlerin, iş verenlerin ve ebeveynlerin yani çocuklar hariç herkesin işine yaradığını iddia ediyor:

“Öğrencinin hayal gücü gerçek değer için, memuriyeti (hizmeti) kabul etmek için eğitilmiştir.” Sf.7

Buna bir parça ben de katılacağım. İlkokul mezunu ya da lise, üniversite terk insanlar kendi işlerini kurarken yanlarında en iyi üniversitelerden mezun gençler maaşla çalışıyor. Burada bir problem yok mu? 

Benim bu konuda tahminim şu. Okullarda çocukların cesareti köreltiliyor. Kendi doğalarına uygun davranmaları ya da müfredat dışına çıkmaları cezalandırılıyor. Ayrıca öğretmenin öğrettiklerini ezberlemek dışında bir öğrenme bilmedikleri için okul sonrasında sudan çıkmış balığa dönüyorlar. Çünkü öğreten biri yok artık başlarında. Bunun için de maaşlı çalışacakları bir işe giriyorlar ki yine başlarında öğreten biri olsun. Zira öbür türlüsünü bilmiyorlar. Bu yüzden bu köreltici okul eğitiminden geçmemiş insanlar daha atılgan olup kendi işlerini kurabilirken yanlarında çocukluktan beri itaate ve talimat almaya alışmış eğitimli insanları çalıştırabiliyorlar. 

*

Kitapta yazar, okulların çocuklarda bir beceri geliştirmediğinden, çocuklara yerli yersiz bilgiler ezberletildiğinden yakınıyor:

“Çoğu okulda bir beceriyi geliştirmeyi amaçlayan bir program, hemen her zaman başka bir alakasız göreve zincirlenir. Tarih dersini alabilmek ileri matematiğe bağlıdır.” Sf.23

*

Sonra da çocukluk kavramını sorguluyor. Eskiden çocukluk yoktu diyor.

“Çocuklar, Avrupa’da cep saatleri ve Rönesansın tefecileriyle beraber ortaya çıktı. Bu yüzyıldan önce ne zenginler ne de fakirler çocuk giysisi, çocuk oyunu ya da çocukların kanunlardan muaf olması diye bir şey bilirdi. Çocukluk burjuvaziye aitti.” Sf.34

Evet, çocuğun çocuk olduğu nispeten yeni bir mefhum denebilir.

Çocuğun çocukluk yaşaması gerektiği son yılların anlayışı. Yine de bugün bile hala çocukluğunu yaşayamayan çocuklar var. Çoğu insan çocukluğu deneyimleyemiyor. İşe yarar hale gelince bağ, bahçe, toprak, sanayi vb işlere sürülüyor.

*

Yer yer hak verilebilir yazara. Beni de okulla ilgili bazı düşündüren hususlar var. Bunlardan en büyük sorun olarak gördüğüm okulların çocuklara itaat etmeyi öğretmesi. Çocuk okula gitmek istemiyor, sabah erkenden yataktan kalkmak istemiyor, ama ebeveyni tarafından zorla okula götürülüyor, okulda da öğretmenini uslu uslu dinlemeye zorlanıyor. Böylece çocuk aslında istemediği halde evde anne baba, okulda öğretmen baskısıyla bir işe zorlanmış yani otoriteye boyun eğmeyi öğrenmiş oluyor. Otoriteye boyun eğmeyi küçük yaşta öğrenen bu çocuktan büyüyünce patronuna, iktidara vb otoritelere karşı gelmesi beklenebilir mi? 

Yazar gibi komple okullar kapatılsın gibi sert yaklaşamıyorum. Verilen eğitimin kalitesi üzerine düşünmek belki daha yapıcı olur sanıyorum. Belli ki pek iyi eğitim verilmiyor. Eğer iyi eğitim verilebilseydi bugün idam savunan hukukçular, yılbaşında çam ağacı süslenmesine karşı çıkan mühendisler olamazdı. Gerçi eğitimin kalitesini tartışmak da çok zorlu. Çünkü eğitim aynı zamanda bir devlet politikasıdır. Devletin bütçe ayırdığı, bu yüzden mutlaka denetlemek isteyeceği, bu denetlemeyi yaparken de arzu ettiği vatandaş tipini yaratmak üzerine bir müfredat uygulatacağı bir alan. Böyle bir alanda nasıl bir kalite konuşulabilir, tartışılabilir, bilemiyorum. 

21 Aralık 2024 Cumartesi

ÇUKUR

 


ÇUKUR
(Kotlovan)

Andrey Platonov

1930

Çeviren: Hazal Yalın

İthaki Yayınları

1.Baskı – Nisan 2022

136 sayfa

 

Bir grup işçi müstakil evlerin olduğu, bütün yerel proletarya sınıfının gelip yerleşeceği yekpare bir binanın yapımına başlıyorlar. Proletarya için ortak bir bina fikrini hayata geçirmek için önce temeli kazmaları lazım. Bu temel kazma işi sırasında ölenler, kalanlar, hayatı sorgulayanlar, hayatı umursamayanlar, fazla çalışma, açlık, ölüm… vb

Önce Voşçev ile tanışıyoruz. Onun çalışırken aniden durup düşüncelere dalması ve daldığı dünyadan çıkmakta zorlanması ilginçti. Sonra diğer karakterlerle birlikte Stalin döneminin ideolojik ortamını yansıtıyorlar. İnsan hayatının pek kıymeti olmadığı, mevcut düzene sorgusuz sualsiz teslim olanların rahat ettiği, diğerlerinin açlıktan öldüğü bir ortam.

Tüm işçiler bu inşaat sırasında insanüstü efor sarfederek çalışıyor. Totalde bir makineyi andırıyorlar. Yemek yerken bile tat almadan görev gibi yiyorlar. Bu yaşam şekline azıcık da olsa başkaldıran biri bireysel davranmakla suçlanıp öldürülebiliyor.  

*

Hem ideolojik eleştiri hem varoluşsal sancılar içerdiğinden pek keyifli bir okuma olmadı bu kitap benim için. Metaforlar da cabası. O yüzden açıkçası pek kendimi veremedim hikayeye. Çok kopuk kopuk okudum.

*

Hikaye bana biraz “Kule”yi anımsattı. Orada da bir bina yani somut bir şey aracılığıyla varoluş yani soyut bir şey sorgulanıyordu.

Bkz: Kule/WilliamGolding