MAHKEMELERİN YÜKSELİŞİ
Yasamanın Gerileyişi ve Hukuk Üzerine
(Trials of the State: Law and the Decline
of Politics)
Jonathan Sumption
2019
Çeviren: Anıl Aygen
Lykeion Yayıncılık
1. Baskı – Ocak 2021
93 sayfa
Yazar, Birleşik Krallık Yüksek Mahkemesi
emekli yargıcı imiş. Kitap, ders metinlerinden derlenmiş.
İngiliz hukuku ve bakış açısı üzerinden
bir değerlendirme yapıyor yazar. İngiltere’de hukukun üstünlüğü o kadar üstün
olmuş ki yasama erkinin ve siyasetin işlevini yavaşlatmış, yazar da bundan
yakınıyor. Hukuk, siyasetin içine giriyor diyor. Bizde ise tam tersi, siyaset
hukukun içine giriyor.
Hukuk ve siyaset birbirinden çok da ayrı,
çok da bağımsız olamıyorlar, işin doğası biraz da bu. Neticede
hukukçuların uyguladığı kanunları çıkaran yasama organı. Yani meclis. Yani
milletvekilleri. Yani siyasetçiler.
*
Hukukun sadece siyasete değil her konuya
fazlasıyla müdahale etmesini sorguluyor yazar. Örneğin 2017’de İngiliz
mahkemelerine ölümcül bir genetik hastalıkla doğan bir bebeğin tedavisinin kesilip
kesilmemesi kararı için başvurulmuş. Yazar burada şuna değiniyor; tedaviye
devam edip etmeme kararı tıbbi bir karar, ama doktorlar bu kararı kendi
başlarına almaktan çekiniyorlar. Topu mahkemeye atarak yasal mesuliyetten
korunmuş oluyorlar. Kararı eleştirmiyor yazar, sadece hukukun hayatın her
alanına müdahalesini sorguluyor. (Bu arada mahkeme tedavinin sonlanmasına karar vermiş ve çocuk ölmüş.)
*
Bir başka örnek olarak kürk hayvanı yasaklarını
gösteriyor yazar. İngiltere’de kürk çiftçiliği yasaklanmış. Eti için hayvan
yetiştirmekte ve öldürmekte ahlaki sakınca görmüyoruz. Ama kunduz veya
vizonların kürkünü giyme arzusu yeterli bir ahlaki
sebep oluşturmuyor. Yazar burada hukukun ahlaka
müdahalesini sorguluyor. Cinayet, tecavüz, hırsızlık… Bunların ahlaken yanlış
oldukları konusunda fikir birliği var. Ancak henüz ahlaki bir fikir birliği
olmayan (kürk giymek/giymemek) konularda da hukukun müdahale eğiliminin
artmasını endişe verici buluyor. Endişelenmesinin sebebi tek tip çözümlerin
uygulamaya konması, kişilerin kendi ahlaki yargılarının çeşitliliğinin yok
edilerek tek bir ahlaki yargı var edilmeye çalışılması.
*
Hukukun vur deyince öldüren bir yapısı
olduğuna dikkat çekiyor yazar. Örneğin bir idari kurumu bir konuda
eleştirdiğinizde o kurum daha sert tedbirlere başvurabiliyor. “Ne zaman sosyal
hizmet çalışanlarını, korkunç çocuk istismarı vakalarını önlemekte başarısız
olmak ile suçlasak, aslında onları masum ailelerinin hayatlarına, çocukların
tehlikede olma ihtimaline karşı müdahale etmeye daha fazla teşvik ediyoruz.” Sf.20
Bir dava örneği daha veriyor. İngiltere’de bir genç sığ bir göle balıklama atlamış ve felç olmuş. Yerel otoriteleri dava etmiş. Uyarı levhaları varmış gölün etrafında ama gencin iddiası insanların uyarıları ihmal etme eğiliminde olmaları ve bu nedenle gölün girişinin tamamen kapatılması gerektiği. Ve bu davasını başta kazanmış. Sonra bozulmuş. “Gölün keyfini çıkartacak ve bunu güvenle yapacak kadar aklı başında büyük bir çoğunluğun mağduriyetine sebep olacak bir özgürlük kaybıdır.” denerek. Sf.19. Ancak göl komple kapatılabilirdi de. Hukukun ve mahkemelerin vur deyince öldür şeklinde kararlar vermesi mümkün çünkü.
*
Her alanda hemen hukuk sistemine başvurmanın çok da iyi bir fikir olmayabileceğini anlatıyor yazar. "Her felaketten sonra hukukun ya bozuk olduğunu ya da yeterince güçlü olmadığını düşünmeye meylediyoruz. Hemen yasal bir çözüm arayışına giriyoruz; bir dava, bir soruşturma veya daha fazla yasal düzenleme. ‘Bu konu hakkında bir yasa olmalı’ düşüncesi evrensel bir feryat haline dönüştü.” Sf.21
Bizde de yeni Anayasa feryadı var. Sanki
ülkecek tek sorunumuz Anayasadan kaynaklanıyormuş gibi. Sanki değişse her şey
güllük gülistanlık olacakmış gibi. Halbuki yasa, yani kağıt üzerindeki
değişiklik değil önemli olan, uygulamacılar önemli. Uygulayacak gücün yoksa
dünyanın en mükemmel kanunlarına sahip ol, neye fayda!
*
Brexit konusuna da değinmiş yazar. Bu konunun referanduma bırakılmasını eleştirmiş. Çünkü ona göre referandum “karar alımını, (…) politikacıların ellerinden alır ve kendi fikrinden başkasını düşünmek için hiçbir sebebi olmayan seçmenlere verir.” Sf.31 Ahaha, doğru.Yazara göre “Bir referandum, oy verenlerin yüzde 52’sinin bütün ulus adına konuştuklarını hissettiği, yüzde 48’in ise hiçbir öneminin olmadığı bir sonuç üreterek uzlaşıyı engeller. (…) Kendisi ile fikir ayrılığında bulunanları düşman, hain, sabotajcı, hatta Nazi ilan eden (…) bir düşünce yapısıdır.” Sf.31
Aynısıııı. Bizde de sık sık cahil,
terörist, çomar ilan etmece var.
Brexit’i konu alan bir film var ilgilisine: "Brexit: The Uncivil War" Filmde bu konuda karar alma süreci, seçim kampanyaları, insanların oy verme motivasyonları anlatılıyor.
Yani yazar referandum yapacaksak niye
milletvekilleri var, niye temsilci seçiyoruz diye soruyor. “Siyasi karar alma
sürecini etkisiz kılan temel bir hukuk kavramına doğru” yol alındığını
düşünüyor. Siyasi olan sorunlara yargısal çözüm aramanın faydasızlığını
anlatıyor.
*
Bu arada İngiltere’de “Kraliyet Kuşları
Koruma Derneği” varmış. Çok güldüm buna, bizim “Kanarya Sevenler Derneği” gibi
geliyor kulağa. Ama Kraliyet Kuşları Koruma Derneği, üç ulusal partinin
toplamından daha fazla üyeye sahipmiş.
*
Çok güldüğüm ama komik olmayan bir şey
daha yazıyor kitapta: “Yargıçlar genellikle zeki, düşünceli ve hitabeti güçlü
insanlardır. Entelektüel olarak dürüsttürler.” Sf.33 J
Hı hı evet, öyledirler tabii.
*
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine de
çeşitli eleştiriler yöneltiyor yazar.
Uluslararası bir mahkemenin dış denetçi olarak hareket etmesinde sakınca
görmüyor. Zaten AİHM’deki davaların çok azı İngiltere’ye karşı açılmış.
Sözleşmeci ülkeler arasında sicili en temiz olanlardan.
Yazarın eleştirisi şurada. İngiltere’de 2014’te
ölümcül hastalar için yardımlı intihar konusu gündeme gelmiş. Kendini öldürmek
konusunda yardım alma hakkı olabilir mi olamaz mı? Bu konu AİHM’e taşınmış. AİHM
her sözleşmeci devletin kendi değerlerine uygun bir karar vermesi gerektiğini
söylemiş. Burada da yazarın sorusu şu: Britanya’ya çözümü kim sunmalı?
Parlamento mu yoksa mahkemeler mi? Hadi bakalım. Yazar bunun parlamento
meselesi olduğunu düşünüyor. Bu düşünceyle bağlantılı olarak komple AİHM’den de
çıkılmasını, son sözü parlamentoya bırakan yasal bir araç oluşturmak
gerektiğini savunuyor.
Bizim canımız siyasetten çok yandığı için
buna sıcak bakamıyorum. Gerçi hukuktan canımız yanmıyor mu? Bizim canımız her
türlü yanıyor.
Yazar Britanya’daki mahkemelerin “liberalizmin
kalesi” olarak kabul edildiğini söylüyor. Bizde de eskiden yargı için “Chp’nin
arka bahçesi” denirdi, liseliler bilmez. İşte yargı kimsenin arka bahçesi,
kalesi olmamalı. Daha kaç nesil deneyimleyeceğiz bunun kötü bir şey olduğunu?
Yargı sistemi tam bağımsız ve tarafsız olmadıkça işe yaramıyor.
*
İngiltere’de
yazılı anayasa yok. Bu konu ile ilgili tartışmaları olmuş. Yazar gayet net ve
bence gayet de haklı olarak diyor ki; bunca zaman yazısız anayasa ile gelmişiz,
niye değiştirelim? Ayrıca yazılı anayasası olan ülkeler çok mu iyi?
O kadar haklı ki! Ben de İngiliz olsam tam
olarak bu şekilde cevap verirdim yazılı anayasa konusuna.
Yazılı anayasaların tarihine bakıldığında
hepsinin öncesinde bir yıkılma ve yeniden kuruluş vardır. Bir devlet yıkılır ve
yenisi kurulurken Anayasa kabul edilir. İngiltere böyle bir şey yaşamamış ki.
Yılların alışkanlıkları ve gelenekleriyle ilerlemişler. “Muazzam entelektüel güzellikte
bir yazılı anayasa tasarlanabilirdi. Ama bu bizim tarihi deneyimimizde hiçbir
temele sahip olmayacaktı.” Sf.83 Hiç!
*
Kitapta şu kısımda şok oldum. İngiltere’de
vatandaşların çoğunun “kuralları yıkmaya istekli bir diktatör tarafından
yönetilmeyi hoş karşıladığını” gösteren anketler çıkmış. Deli misiniz?
Ayrıca İngiltere’de “siyasi kariyerin
finansal mükafatları çok büyük değildir.” diyor yazar. Sf.88. Bizde ise
piyuuuuuu faal görev bittikten sonra emekliliğinde bile rahatsın, faal görev
sırasında ise yedi ceddine yetecek kadar kazancın oluyor.
*
Offf, dertlendim!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder