Hakan Günday
2021
Doğan Kitap
1.Baskı – Ekim 2021
368 sayfa
Hakan Günday’ın savaşlar
ve barışlar hakkında “bakın ben neler biliyorum?” diye avaz avaz haykırdığı bir
kitap. Hem gerçek tarih hem kurmaca tarih olarak bol bol bilgiye boğuyor. Romanın
didaktik kısmı kurgu kısmından daha yoğun. Bu tarzı en çok Zülfü Livaneli’de
gözlemliyorum ve sevmiyorum. Yetişkin bir okur olarak keyifle roman okuyayım
diye elime aldığım kitaptan okul çocuğunun ders kitabı okuması gibi bir his
almak istemiyorum. Bu tarz yazarları kandırıkçı buluyorum. Yazar sanki diyor
ki: “Ey okur, sen bilmezsin, bak böyle böyle şeyler oluyor dünyada, tarihte de
bu var, sen bunları araştırıp öğrenmezsin, ben en iyisi roman ayağına sana
bunları öğreteyim.”
*
Kitapta önce bir
mülteci kampındayız. Halep’te El-Aman mülteci kampında gönüllü çalışan Norveçli
bir doktor görüyoruz. Doktor Asbjörn. Doktor, burada bombalardan yaralanan bir bebeği
ameliyat ediyor, daha sonra bu kampta yaşadıklarına daha fazla
dayanamayıp memleketine dönüyor ve alkolik oluyor. Sonrası ölüm.
Adını Zamir koyuyorlar kamptaki
bu bebeğin. Arapçada vicdan ve gerçek niyetmiş anlamı.
Bebek kimsesiz.
Öğreniyoruz ki patlamadan altı gün önce Türkiye’de doğmuş, sınırın diğer
tarafına geçirilmiş. Bebeği oraya bırakan annesi Zerre. Türkiye’nin sınır köyü
Palaz’da yaşayan, küçük yaşta evlendirilen ve tabii ki okutulmayan bir kız
çocuğu Zerre. Köylüler, El-Aman mülteci kampının bile bu köyden daha refah
içinde olduğuna inanıyor, köylü çocuklar El-Aman’a gitmeye özeniyor. Zerre de
yeni doğan bebeğini, kamyoncu Raif’e verip onu El-aman’a bırakmasını istiyor.
Sonra Raif ile buluşup İstanbul’a kaçmayı planlıyorlar. Zerre bebeği Raif’e
ulaştırıp köye dönüyor ve kocasını, öz annesini, imamı vuruyor, kendisi de
intihar ediyor.
Zamir, bombalardan
yaralanan yüzüyle savaşlarda yaralanan bebekler için yapılan yardım
kampanyalarının yüzü oluyor. Bir barış vakfı çocuğu sahipleniyor ve Zamir profesyonel olarak bir vakıf çalışanı oluyor, buradaki en önemli
rütbe olan sunuculuk yapıyor. Vakfın amacı savaşan tarafları bir araya getirmek ve barışı
sağlamak için her şeyi yapmak. Zamir de bu çerçevede çok çalışıyor. Bu
kısımlarda öğreniyoruz ki bu vakıfların arka planlarında başka işler dönüyormuş.
Aslında görünen pek çok şeyin arkasında başka şeyler dönüyormuş. Diyor ki:
“Sizi barıştıran her
kimse, savaştıran da odur!”
“Ve sizi her kim doyuruyorsa,
bilin ki aç bırakan da odur!”
*
Bir aktör, Zamir’e yüzünü
miras bırakıyor. Yüz ameliyatı geçiren Zamir artık ölmüş bir aktörün yüzüyle
hayatına devam ediyor. Bunu yeni bir başlangıç sayıp savaşları bitirecek asıl
şeyi düşünmeye başlıyor ve çözümü bir din kurgulamakta buluyor. İnsanların birbirlerini öldürmesini engellemenin yolu yeni bir din ve bu
dinde Tanrı insanın ta kendisi. Her insan Tanrı. Böylece hiçbir insan
başka bir insanı öldüremez diye düşünüyor. Bu dini tanıtmak için Kabe’ye
gidiyor. Rusya ve Çin arasında savaşa sebep olmuş gizli görünmezlik böceğine
sahip olan Zamir bu aygıtı Kabe’ye atıyor. Böylece bir süre Kabe gözden
kayboluyor ve insan insana secde ediyor gibi bir görünüm oluşuyor. İnsanı
insana tapar gösteren bu görüntü ile dini
yaymada ilk adımı atıyor. Ve Zamir artık hikayesini yazmaya başlıyor.
*
Bu son güzel olmuş,
ilginç, değişik. Bu sonu sevdim ama bu sona giden yol biraz bıkkınlık getirdi.
Öncelikle en başta
açıkladığım eğitici tutumu yüzünden keyfim kaçtı. Sonra da benim burada sırayla
anlattığım hikaye kitapta bölük pörçük anlatılıyor. Bir baştan bir sondan, bir
bugün bir yıllar öncesi, bir A kişisi, bir B kişisi, sonra birinin hayatının
bugünü, sonra diğerinin hayatının geçmişi… Okuyucu olarak sen kafanda sıralayacaksın bunları.
En sevmediğim tarz. Ben giriş-gelişme-sonuç seviyorum. Kronolojik sıraya uygun
olarak okuyup öğrenmek istiyorum karakterin hayatını ve serüvenini. Böyle geçmiş ve bugün arasında yoğun trafik olması keyif vermiyor bana.
*
Kitap daha başka çeşitli ilginç
fikirler ve olaylar da içeriyor. Örneğin;
Türkiye’de Allah
var mı yok mu diye halk oylaması yapılması. Hükümet bu oylama ile şunu
amaçlıyor: Oylama sonunda Allah vardır sonucu çıkarsa, Allah'ın kelamı hüküm
sürecek, bunu da hükümdar yapacak.
Kitaptaki bir başka
ilginç fikir de nefret pornosu. Porno sektöründe var mı bu kategori bilmiyorum.
Irkçılıktan devşirilen bir porno türü. Düşman halklardan birinin şiddete
uğradığı, tecavüz edildiği bir porno türü. Zamanla halkların
kendilerine kötülük etmiş insan ya da gruplardan intikam almasını içeren bir
içeriğe dönüşmüş, buna da karma porn denmiş.
Bu ilginç fikirlerin
yanı sıra yine ilginç bulduğum bir şey yapmış yazar. İnsanları sık sık
memleketleriyle adlandırmış. Örneğin Edinburglu Calhoun, Pasarofçalı Zivko,
Olotlu Jacinta, Palermolu Federico, Londralı Grace, Beytüllahimli Yossi… gibi.
Kişilerin bireyselliklerinden çok milletlerine önem verildiğini ortaya koymak
için böyle kullanmış galiba. Ya da barış planlarının arkasında ne kadar çok çeşitli
insan olduğunu ortaya koymak için, bilemiyorum.
Çeşitli milletlerden ve tarihten bahsederken Türk-Ermeni ilişkilerine de değinmiş. Yerlileri katleden Amerikalılar, Boşnakları katleden Sırplar, Cezayirlileri katleden Fransızlar, Yahudileri katleden Almanlar... diye sıraladığı listeye "Ermenileri katleden Türkler" diye de eklemiş. Bu da tat kaçırdı.
(Eskiden bu durum yazarların yargılanmasına sebep oluyordu. Elif Şafak ve Orhan Pamuk bu sebepten yargılanmıştı. Yazarların yazdıklarından ötürü yargılanmasını yanlış buluyorum. İnsanlar yazdıklarından, yani fikirlerinden değil, eylemlerinden sorumlu tutulmalı kanaatindeyim.)
*
Hakan Günday'ın kitaplarındaki karanlığı sevmem ama bazı cümleleri hoşuma gidiyor. Örneğin;
“Çünkü o kadar acıdan
sonra, yola çıkanla hedefe varan aynı kişi olmaz.” Sf.17
“Çünkü bir savaşta
sivillere karşı düzenlenmiş hangi saldırının yargı konusu olacağı, savaş
sonunda mahkemeyi kimin kurduğuna bağlıydı.” Sf.30
“Çünkü biliyorlardı ki
modern dünyada hafızayı yönetmek, yani kimin neyi unutup neyi hatırlayacağını
ya da neyi nasıl hatırlayacağını belirlemek mümkündü.” Sf.31
“Zaten kolay olsa o
karar alınmaz verilirdi.” Sf.32
“Çünkü o iki ülkede de
kadınlar, barış zamanında bile bir savaş esiri olarak doğarlardı. Savaşı
doğarak kaybeder ve erkeklere esir düşerlerdi.” Sf.36
“Dolayısıyla her yerde
olduğu gibi bu havaalanında da insanlar yanımdan birer ambulans gibi geçip gidiyordu.
Evet, tam da ambulansa benziyorlardı. Çünkü aslında acil olan tek şey içlerinde
taşıdıkları hastanın durumuydu.” Sf.38
“Bebekler bile belki de
bu yüzden seviliyordu. Hiç kullanılmamış insanlar oldukları için.” Sf.39
“Yıllar içinde
anlamıştım ki yeni kurulan silahlı örgütler ile düğün hazırlığı yapan gelinler
arasında bir benzerlik vardı. Her iki grup da her şeyin mükemmel olmasını
isterdi.” Sf.144
“Çünkü bir Doğulu Batı’ya
giderse, ona orada göçmen deniyor ancak Doğu’da yaşayan bir Batılının sıfatı
daima expat oluyordu.” Sf.154
“Çünkü bu şehir bir
uyuşturucu! Buraya gelen öyle bir uyuşuyor ki nasıl bir cehennemde yaşadığının
farkında bile değil! İstanbullu dediğin aslında bir bağımlı!” sf.155
“Tabii bir de bu kadar
güçle ne yapılacağı sorusu var… İlk akıllarına gelen, politikaya atılmak
oluyor. Ama hemen anlıyorlar ki bu büyük bir hata! Çünkü politika, sürekli göz
önünde olmak ve sorgulanmak anlamına geliyor. Politika yapmanın en iyi yolunun
hükümetleri satın almak olduğunu derhal kavrıyorlar.” Sf.179
“Ayrıca bir şehirdeki
yardım kuruluşu sayısına bakarak oradaki sömürünün düzeyini ölçmek de mümkündü.
Buna göre kapitalizmin başkenti olan New York hayır işi sektörünün de merkeziydi.
Ne de olsa bu sektör ancak gelir adaletinin bulunmadığı yerlerde
serpilebiliyordu.” Sf.208
“Eğer insan cehennemde
doğmuşsa bir iblis olmayı reddedebilir miydi? Sf. 212
“Çünkü tanıdığım çoğu
dini lider gibi o da ağlamayı çok severdi. Özellikle idam kararlarını ağlayarak
verirdi.” Sf.216
“Türkiye’deki aile yapısı
çocuk kalmış yetişkinler üretiyordu. Hatta çocuk kalmış yetişkinler, nüfusun
çoğunluğunu oluşturuyordu. Öyle olmasa Türkiye’de devlete baba, denir miydi?”
Sf.269
“Örneğin bir Portekizli
bir İspanyol’dan söz ederken Avrupalı demeyip milliyetini belirtiyor ama bir
Ugandalı ya da Burmalıyı, üzerinde yaşadıkları kıtayla anarak Afrikalı ya da
Asyalı olarak tanımlıyordu. (…) Yani aradaki mesafe büyüdükçe ayrıntılar
kayboluyor ve insanlar birbirini bir yığın olarak algılıyorlardı.” Sf.356
“İnsan insanı görebilse
dünya bambaşka bir yer olacaktı! Çünkü insanın doğasında gördüğüne inanmak
vardı!” Sf.360
Altını çizdiğim cümlelerin
çoğunun “Çünkü” ile başladığını fark ettim… Ders anlatır gibi roman yazmış diyorum işte. Ben de dersi iyi dinlemişim galiba.
Yalnız bu arada Hakan Günday’ın
bu ifadelerinin bazısından eser miktarda Yılmaz Erdoğan vibe’ı alıyorum. Ufuklara
bakarak bilge bilge laflar etmeler… Edebiyatına/sanatına yapılan övgü ve alkış
erkekleri bir zaman sonra Yılmaz Erdoğan’a dönüştürebilir korkarım.
*
Diğer Hakan Günday kitapları için
Bkz: Kinyas ve Kayra
Bkz: Zargana
Bkz: Piç
Bkz: Malafa
Bkz: Azil
Bkz: Ziyan
Bkz: Az
Bkz: Daha
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder