22 Aralık 2024 Pazar

YERSİZ YURTSUZ BİR ÇOCUK

 

YERSİZ YURTSUZ BİR ÇOCUK

(Kind Aller Lander)

Irmgard Keun

1938

Almanca Aslından Çeviren: Zehra Aksu Yılmazer

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

1.Basım – Kasım 2023

148 sayfa

 

Bir sefalet hikayesi. Özellikle bir çocuğun masum ve saf zihninden anlatılınca daha da üzücü oluyor.

*

Kully sürekli annesi ve babası ile otellerde ve trenlerde yaşayan bir çocukcağız. Alman Yahudi bir aile.

Nazilerin iktidarı ile birlikte hayatları zorlaşıyor.

Baba bir yazar. İktidarın hoşuna gitmeyen şeyler yazdığı için ülkesinden kaçıyor. Başka ülkelerde de vizesi dolana kadar durabiliyor. Süresi dolunca başka bir ülkeye.

Bu süreçte elde avuçta bir para yok. Ondan bundan borç alıyorlar. Zaman zaman babanın kendisi de ortalarda olmuyor. Kızı ve annesini bir otele bırakıp gidiyor adam. Ana kız otelde mahsur kalıyorlar, çünkü parasını ödeyemiyorlar. Sonra yine borç harç, ona buna yalvarma, rica minnet bir şekilde hallediyorlar. Ama perişanlık. Ve bu perişanlığa rağmen adam ille de lüks otellerde konaklıyor. Daha aşağısını uygun bulmuyor. Karısının çalışmasını da istemiyor. Hatta kadının kopan bir düğmeyi dikmesini bile istemiyor. Öyle olursa kadınlar kocaları kendilerini çalıştırıyor diye kocalarına saygı duymazlarmışmış. Böyle daha mı saygıdeğer oldun puşt? Karını kızını soktuğun hallere bak. Bir de bir mektubunda diyor ki karısına, kusura bakma ama para meselelerini hep ben düşünüyorum.

Yavrucağa yazık en çok. O da çözmüş babasını.

“Düzenli bir hayat babamın çalışmasına engel oluyor ve midesini kaldırıyor.” Sf.5 diyor.

Bir de kendisini yük görüyor kuzum:

Annemle ben babama yük oluyoruz ama işte bir kere onun olmuşuz ya bizi yanında tutmak istiyor.” Sf.3

*

Adama o kadar öfkelendim ki kitap boyu. Bir ara, adamın yine karısını ve kızını bir başına koyduğu bir dönem, bir adam kadına yürüyor. Kadın kibar bir insan. Nazikçe karşı koyuyor. Kocası bir zaman sonra bunu öğreniyor. Kadın, ben bir şey yapmadım diyor. Kocası, biliyorum, diyor, senin yaptığını düşünseydim seni pencereden atardım…

Karısını pencereden atmak o dönemin yaygın kadına karşı şiddeti herhalde. Çünkü bunlar bir ara Amerika’ya gidiyorlar. Orada bir hastanede zenci kadın hastalar var. Doktor diyor ki bunlar kocaları tarafından pencereden atılan kadınlar. Ne?!

*

Bu arada Amerika demişken adam karısını otelde unutarak çocukla birlikte gemiye binip gidiyor. Evet!

Kadın yollarda perişan olunca adam karısını bir otele bırakıyor. Amerika’ya giden gemi akşama kalkacak. O saate kadar yat dinlen, diyor. Adam ve çocuk gemiye biniyor erkenden. Adam bir arkadaşını otele gönderiyor, karısını getirsin diye. Arkadaş otele gidiyor. Kadını soruyor. Otel resepsiyonisti başka biriyle karıştırıp kadının gittiğini söylüyor. İşler böyle sarpa sarıyor. Kadın sonraki gemiyle de gelemez. Çünkü bir, parası yok, iki, pasaportu kocasında. Mal koca uzun bir süre karısını getirtemiyor. Kadın orada bir başına ne yaptı bilmiyoruz. Mal herif çocukla da ilgilenemiyor. Çocuk üstü başı pis bir halde dolaşıyor oradan oraya. Kadın hiç değilse kendini de çocuğunu da temiz pak tutuyordu her koşulda.

*

En sonunda bir araya geliyorlar. Amsterdam’dalar. Burada bitiyor hikaye. Bütün Avrupa’yı dolaştılar neredeyse.

Adam meşhur bir yazar. Bir yere gittiğinde tanıdıkları oluyor, hayranları oluyor. Ama cebinde beş kuruşu yok. Olduğu zaman da har vurup harman savuruyor. Hiç koca ve baba olacak adam değil. Tek başına, kendi buhranları ve sorumsuzluğu içinde savrulup  gitmesi gereken biri iken dünya tatlısı bir karısı ve çocuğu olmuş. Olan da onlara oluyor, yazık.

OKULSUZ TOPLUM

 

OKULSUZ TOPLUM

(Descholling Society)

Ivan Illich

1970

Türkçesi: Kübra Öztürk

Şule Yayınları

90.Baskı – Aralık 2023

133 sayfa

 

Okullarda verilen eğitimin niteliği ile ilgili tartışmalar anlaşılabilir. Ama okulun komple gereksiz olduğu fikri?.. 

Yazar okulları lüzumsuz buluyor. İnsanların ne öğreniyorlarsa aslında okul dışında öğrendiğini, okulların öğretmenler için istihdam yeri olduğunu, “Okullar öğrencilerine ne öğretebildiklerinden bağımsız şekilde öğretmenler için iş imkanı oluşturur.” Sf.38, çocukları belli bir doğrultuda şekillendirmeyi amaçladığını vb anlatıyor.

*

Okulu şöyle tanımlıyor yazar:

“Yaşa özel, zorunlu bir müfredat izlenen ve tam katılım gerektiren, öğretmen bağımlı bir süreç.” Sf.34

*

Eğitimi bir ritüel olarak gören yazar bunu eskinin ruhban sınıfının ritüellerine benzetiyor.

“Okul, modernize edilmiş bir proletaryanın dünya dini haline geldi ve teknolojik çağın yoksullarına beyhude bir kurtuluş vadediyor.” Sf.17

*

İnsanların çoğunun bilgiyi okul dışında geçirdiği zamanlarda edindiğini, okulların giderek artan süresiyle insanlar için bir çeşit hapishaneye dönüştüğünü, öğrenmenin çoğunlukla kendiliğinden gerçekleştiğini, çocukların ana dillerini kendiliğinden öğrendiklerini, ikinci dilin eğitimle değil yaşam koşullarına bağlı olarak öğrenildiğini… vb anlatarak okulların lağvedilmesi gerektiğini söylüyor.

*

Okulların zengin ve fakir çocuklar için ayrıştırıcı olduğunu belirtiyor. Çünkü zengin çocuğu okul dışı aktivitelerde bulunacağı için fakir çocuğun ona yetişmesinin mümkün olmadığını anlatıyor.

Bu yüzden fakir ailelerde çocuklar, daha iyi eğitim almış kişilere karşı kompleks besleyerek eğitim görür, diyor.

Zaten de fakirler için çocuğun eğitim almasından ziyade mezun olunca elde edeceği diploma ve bunun getireceğini umdukları para önemli, diyor:

“Çocuklarının okula gitmesini isteyen yoksul ebeveynler ne öğreneceklerinden çok, hangi sertifikayı elde edeceklerini ve kazanacakları parayı önemsiyor.” Sf.37

Buna pek yalan diyemeyiz sanırım.

*

Çocukların zihinlerindeki serbestliğin okullarda köreltildiğini anlatıyor yazar. Modern okullar tarafından gerçekleştirilen şeyin bakım verme ve beyin yıkama olduğunu, bunların da öğretmenlerin, iş verenlerin ve ebeveynlerin yani çocuklar hariç herkesin işine yaradığını iddia ediyor:

“Öğrencinin hayal gücü gerçek değer için, memuriyeti (hizmeti) kabul etmek için eğitilmiştir.” Sf.7

Buna bir parça ben de katılacağım. İlkokul mezunu ya da lise, üniversite terk insanlar kendi işlerini kurarken yanlarında en iyi üniversitelerden mezun gençler maaşla çalışıyor. Burada bir problem yok mu? 

Benim bu konuda tahminim şu. Okullarda çocukların cesareti köreltiliyor. Kendi doğalarına uygun davranmaları ya da müfredat dışına çıkmaları cezalandırılıyor. Ayrıca öğretmenin öğrettiklerini ezberlemek dışında bir öğrenme bilmedikleri için okul sonrasında sudan çıkmış balığa dönüyorlar. Çünkü öğreten biri yok artık başlarında. Bunun için de maaşlı çalışacakları bir işe giriyorlar ki yine başlarında öğreten biri olsun. Zira öbür türlüsünü bilmiyorlar. Bu yüzden bu köreltici okul eğitiminden geçmemiş insanlar daha atılgan olup kendi işlerini kurabilirken yanlarında çocukluktan beri itaate ve talimat almaya alışmış eğitimli insanları çalıştırabiliyorlar. 

*

Kitapta yazar, okulların çocuklarda bir beceri geliştirmediğinden, çocuklara yerli yersiz bilgiler ezberletildiğinden yakınıyor:

“Çoğu okulda bir beceriyi geliştirmeyi amaçlayan bir program, hemen her zaman başka bir alakasız göreve zincirlenir. Tarih dersini alabilmek ileri matematiğe bağlıdır.” Sf.23

*

Sonra da çocukluk kavramını sorguluyor. Eskiden çocukluk yoktu diyor.

“Çocuklar, Avrupa’da cep saatleri ve Rönesansın tefecileriyle beraber ortaya çıktı. Bu yüzyıldan önce ne zenginler ne de fakirler çocuk giysisi, çocuk oyunu ya da çocukların kanunlardan muaf olması diye bir şey bilirdi. Çocukluk burjuvaziye aitti.” Sf.34

Evet, çocuğun çocuk olduğu nispeten yeni bir mefhum denebilir.

Çocuğun çocukluk yaşaması gerektiği son yılların anlayışı. Yine de bugün bile hala çocukluğunu yaşayamayan çocuklar var. Çoğu insan çocukluğu deneyimleyemiyor. İşe yarar hale gelince bağ, bahçe, toprak, sanayi vb işlere sürülüyor.

*

Yer yer hak verilebilir yazara. Beni de okulla ilgili bazı düşündüren hususlar var. Bunlardan en büyük sorun olarak gördüğüm okulların çocuklara itaat etmeyi öğretmesi. Çocuk okula gitmek istemiyor, sabah erkenden yataktan kalkmak istemiyor, ama ebeveyni tarafından zorla okula götürülüyor, okulda da öğretmenini uslu uslu dinlemeye zorlanıyor. Böylece çocuk aslında istemediği halde evde anne baba, okulda öğretmen baskısıyla bir işe zorlanmış yani otoriteye boyun eğmeyi öğrenmiş oluyor. Otoriteye boyun eğmeyi küçük yaşta öğrenen bu çocuktan büyüyünce patronuna, iktidara vb otoritelere karşı gelmesi beklenebilir mi? 

Yazar gibi komple okullar kapatılsın gibi sert yaklaşamıyorum. Verilen eğitimin kalitesi üzerine düşünmek belki daha yapıcı olur sanıyorum. Belli ki pek iyi eğitim verilmiyor. Eğer iyi eğitim verilebilseydi bugün idam savunan hukukçular, yılbaşında çam ağacı süslenmesine karşı çıkan mühendisler olamazdı. Gerçi eğitimin kalitesini tartışmak da çok zorlu. Çünkü eğitim aynı zamanda bir devlet politikasıdır. Devletin bütçe ayırdığı, bu yüzden mutlaka denetlemek isteyeceği, bu denetlemeyi yaparken de arzu ettiği vatandaş tipini yaratmak üzerine bir müfredat uygulatacağı bir alan. Böyle bir alanda nasıl bir kalite konuşulabilir, tartışılabilir, bilemiyorum. 

21 Aralık 2024 Cumartesi

ÇUKUR

 


ÇUKUR
(Kotlovan)

Andrey Platonov

1930

Çeviren: Hazal Yalın

İthaki Yayınları

1.Baskı – Nisan 2022

136 sayfa

 

Bir grup işçi müstakil evlerin olduğu, bütün yerel proletarya sınıfının gelip yerleşeceği yekpare bir binanın yapımına başlıyorlar. Proletarya için ortak bir bina fikrini hayata geçirmek için önce temeli kazmaları lazım. Bu temel kazma işi sırasında ölenler, kalanlar, hayatı sorgulayanlar, hayatı umursamayanlar, fazla çalışma, açlık, ölüm… vb

Önce Voşçev ile tanışıyoruz. Onun çalışırken aniden durup düşüncelere dalması ve daldığı dünyadan çıkmakta zorlanması ilginçti. Sonra diğer karakterlerle birlikte Stalin döneminin ideolojik ortamını yansıtıyorlar. İnsan hayatının pek kıymeti olmadığı, mevcut düzene sorgusuz sualsiz teslim olanların rahat ettiği, diğerlerinin açlıktan öldüğü bir ortam.

Tüm işçiler bu inşaat sırasında insanüstü efor sarfederek çalışıyor. Totalde bir makineyi andırıyorlar. Yemek yerken bile tat almadan görev gibi yiyorlar. Bu yaşam şekline azıcık da olsa başkaldıran biri bireysel davranmakla suçlanıp öldürülebiliyor.  

*

Hem ideolojik eleştiri hem varoluşsal sancılar içerdiğinden pek keyifli bir okuma olmadı bu kitap benim için. Metaforlar da cabası. O yüzden açıkçası pek kendimi veremedim hikayeye. Çok kopuk kopuk okudum.

*

Hikaye bana biraz “Kule”yi anımsattı. Orada da bir bina yani somut bir şey aracılığıyla varoluş yani soyut bir şey sorgulanıyordu.

Bkz: Kule/WilliamGolding


17 Aralık 2024 Salı

ÇILGIN VE ÖZGÜR

 

ÇILGIN VE ÖZGÜR

Neyzen Tevfik’in Romanı

Hıfzı Topuz

2014

Remzi Kitabevi

14.Basım - Haziran 2024

246 sayfa


Neyzen Tevfik gerçekten çok çılgın bir kişilik. Neyzenliği tartışmasız. Ünlü ünsüz pek çok insan onun neyini dinlemek için can atıyor. Hatta bir sürü insan ona evinin kapısını açıyor, gel burada kal diyorlar, gez dolaş, akşam yatmaya gel. Yok! Neyzen Tevfik duramıyor, barınamıyor. Sokakları, meyhaneleri kendisine ev belliyor. Son zamanlarında da Bakırköy Akıl Hastanesini. 

*


Gazi Mustafa Kemal Paşa ile oaln bir anısıyla başlıyor kitap. O sırada Balıkesir'de bulunan Atatürk, Neyzen Tevfik’in ününü duyuyor ve onu onu yanına çağırıyor. Dinliyor ve çok beğeniyor. Ne istersin diye soruyor Neyzen'e. Neyzen kimlik istiyor:
-Senin nüfus tezkeren yok mu?
-Yok paşam, bundan önce hükümet mi vardı ki nüfus tezkerem olsun?..

*

1879 Bodrum doğumlu Tevfik. Babası Hafız Hasan Fehmi Efendi, Bafralı, Bodrum Rüştiyesinde başöğretmen.

Dokuz yaşındayken babası kahvehaneye götürüyor Tevfik'i. Oraya neyzenler geliyor. Tevfik dinliyor ve çok etkileniyor. Kendisi kamışlardan ney yapıp çalıyor. Babası ondaki bu yeteneği görüp destekliyor.

Bir gün eşkıyaların kesik başlarının sopalarla sokaklarda dolaştırıldığını görüyor. Ve bu durum onun psikolojik dengesini bir parça sarsıyor.

Babasının Urla’ya tayini çıkıyor. Urla’ya gidiyorlar. Kaval çalıyor hep Tevfik. Bir berberde ney çalan birini görüyor. Ondan öğreniyor. Bu sırada sara nöbetleri tutuyor. İstanbul’a gönderiyorlar. Doktor, çocuğu sıkmayın, ne istiyorsa yapsın diyor. En çok ney sevdiği için neye başlıyor. Urla’ya dönüyor. Avcılık tutkusu başlıyor Tevfik'in. Kuş öldürüp duruyor. Babası bu durumdan korkunca İzmir’e taşınıyorlar. Orada Mevlevihane’ye giriyor. Babası oradan İstanbul’a gönderiyor Tevfik'i. Galata Mevlevihane’sine giren Tevfik, bir gün şair Akif ile tanışıyor bir kahvehanede. (Mehmet Akif Ersoy) Mevlevihane’de pek barınamıyor. Namazı, abdesti yok diye. Dost meclislerinde dolaşıyor. İçkiye alışıyor.

Plakları oluyor ama bundan para kazanamıyor. “Para için neyi dudaklarıma götürmeyi hakaret sayarım.” diyor. Sf.39

Padişah aleyhine sözler ettiği için tutuklanıyor. Hayırlı dostlar sayesinde çıkıyor ama artık hep polis takibinde. Bir gün yine sarhoş oluyor, ben sadrazamım diyor. Nezarete alınıyor. Sadrazamlık beş para etmiyormuş, ben istifa ettim diyor, salınıyor. Bu zapturapta dayanamıyor, Kahire’ye gidiyor. Orada kahvehanelerde çalıyor, geçimini sağlıyor. Yine iktidar aleyhine bu sefer kral hakkında yazı yazıyor ve İskenderiye’ye kaçıyor. Meşrûtiyet ilan edilince İstanbul’a dönüyor. Eski dostlarıyla bir araya geliyor. Akif de onlardan biri. Ama Akif artık içki içmiyor, sakal bırakmış, dindar olmuş. Neyzen’e yemin ettiriyor içkiyi bırakması için. Ama Neyzen tabii bu sözü tutamıyor. Fakir doyurmak anlamında köpeklere ekmek vererek kefareti budur diye yeminini bozuyor.

Bir gün ney çaldığı bir evde bir kıza aşık oluyor. Cemile. Kız da ona. Kızın babası da bu evliliğe razı. Ama kızın dindar babası Tevfik’i de öyle zannediyor. Evleniyorlar. Öyle olmadığını görünce kızını ondan almaya çalışıyor. Bu sırada bir kızları oluyor, Leman. Neyzen karısını boşamak istemiyor ama Cemile’nin babası bir şekilde onların boşanmasını sağlıyor.

Savaş çıkıyor. Neyzen’i Askeri Müzede mehteran takımında görevlendiriyorlar. Enver Paşa ve Sultan Reşat onu dinliyor, beğeniyor.

1920’de alkol komasından Haydarpaşa Tıp Fakültesi Hastanesine yatırılıyor. Orada çok üretken oluyor, 28 şiir yazıyor.

Mustafa Kemal’in mücadelesine destek oluyor. Ankara’ya daha yakın olmak için Bolu’ya gidiyor. Annesi de Bolulu. Oradan Ankara’ya geçiyor. Kurtuluş Savaşı kazanılmış, bunun coşkusuyla şiirler yazıyor. 1924’te İstanbul’a dönüyor.

Yine bunalımlar geçiriyor. Zeynep Kamil’de yatıyor. Oradan Toptaşı Bimarhanesi yani akıl hastanesine. Yıllar sonra Mina Urgan’ın demesine göre Neyzen aslında alkolik değil, dipsomaniak. Yani delice içme. Bazen haftalarca içmeyip sonra durup dururken içki nöbeti gelmesi ve ara vermeden çılgınca içmek.

Kendisini dinlemeyi seven Hidiv Abbas Hilmi Paşa’nın annesinin davetiyle yeniden Kahire’ye gidiyor. Burada eski dostu Mehmet Akif’le karşılaşıyor. Akif ile din konusunda tartışmalara düşüyorlar. Akif, Tevfik’e karşı yazdığı şiirleri Safahat adlı kitabına almıyor, ona saygı duyuyor. Mehmet Akif, Mustafa Kemal’in yanında yer alıyor ama Şapka Devriminde ona ters düşüyor. Prens Abbas Hilmi Paşa’nın davetiyle Mısır’da Hilvan’a yerleşiyor. Mısır Üniversitesinde Edebiyat bölümünde görev alıyor, Türk Edebiyatı dersi veriyor. Akif, Neyzen'i buradaki evinde konuk ediyor. 

Sonra yine İstanbul'a geliyor Neyzen. Atatürk için yazdığı bir şiir üzerine Atatürk onu yanına çağırıyor. Rakı konusu oluyor. Atatürk soruyor ne kadar içersin diye. Neyzen de geceden içmiş, böyle çok içtiğim zamanlar içmeye devam etmek için şöyle yaparım diyor. Tencereye rakı dolduruyor. İçine ekmek doğruyor. Kaşık kaşık yiyor. Atatürk bu görüntüden hoşlanmıyor. İğrenç buluyor. Bir daha da görüşmüyorlar. 1938’de Atatürk’ün ölümüne Neyzen çok üzülüp ağlıyor.

Zaman zaman Bakırköy Hastanesine gidiyor. Orada kendisine ayrılmış bir oda var. Bir gün kendisini Hitler sanan bir adan gelip beni öldürdüklerini sandılar ama ben kaçıp buraya geldim diyor. Neyzen de ben de Mussolini’yim, beni de öldürdüklerini sandılar, ama kaçtım buraya geldim diyor. Eğlenceli biri. Ressam Fikret Mualla da bir dönem burada kalıyor ve onunla da dostluk ediyor.

Bir gün Bakırköy Hastanesinin meşhur doktoru Mazhar Osman’la karşılaşıyorlar yolda. Neyzen’in elinde bir şişe rakı. Mazhar Osman, hani bırakmıştın diyor. Arkadaşımla içeceğiz, yarısı onun, diyor Neyzen. Dök, diyor doktor, senin payına düşen yarısını. Dökemem, benim payım altta kaldı diyor Neyzen.

Belediye konservatuarında iş veriyorlar Neyzen'e. Geçimi kolaylaşıyor bu sayede. Ancak Atatürk sonrası değişen yönetimle görevi elinden alınıyor.

Son yıllarında Beşiktaş’ta Nuri Demirağ ona bir ev tahsis ediyor ve aylık bağlıyor.

Meşhur “Behey Dürzü” şiiri ona ait mi değil mi bilinmiyor. Çünkü şiirlerini bir kenara yazıp dost meclislerinde okuduktan sonra atıyor. Biriktirme, tutma, kitapta toplama yok. Bazen kitapta topladıklarını söylüyorlar ama onun eline bir şey geçmiyor.

Bir kaç kere filmde oynuyor. 

Neyzen, Adnan Menderes’e sempati besliyor. Yazar Hıfzı Topuz, Menderes'in sonraki yıllarını göre yine de sever miydi acaba diye soruyor kitapta.

1953’te 74 yaşında ölüyor Neyzen Tevfik Kolaylı. Vasiyetine uyularak Kartal Mezarlığına gömülüyor.

*

Benim bu hikayede en merak ettiğim Neyzen'in kızı: Leman Kolaylı. 

Kitapta Neyzen'in evlendiği ve kızı olduğu bilgisi verildikten sonra bir daha hiç bahsi geçmiyor kızının Tahminimce Neyzen'in aklına bile gelmemiş olabilir. Çünkü onda koca ve baba materyali göremedim hiç. 

GENÇ BİR AĞIR CEZA HAKİMİNİN ANILARI

 


GENÇ BİR AĞIR CEZA HAKİMİNİN ANILARI

Kasımcan Sarıkaya

2024

Adalet Yayınevi

1.Baskı – Mayıs 2024

357 sayfa



2019’da göreve başlamış, beş yıllık anılarını kaleme alıp kitaplaştırmış, gerçekten kitabın adında da belirtildiği üzere genç bir hakimin anıları.

Hakim, savcı ve avukatların anılarını yazmalarını kıymetli buluyorum. Özellikle hakim ve savcıların. Avukatlar çeşitli internet platformlarında kendilerini ifade edebiliyorlar. Ama hakim ve savcılar bu rahatlıktan yoksunlar. O yüzden hiç değilse anılarını yazsınlar ki ne düşünüyorlar bilebilelim. Daha genç meslektaşlara da ışık tutmak anlamında yardımcı olması da cabası.

*

Hakim Bey önce On Dokuz Mayıs Üniversitesi Hukuk Fakültesini kazanıyor. Ama burası beklentilerini karşılamıyor. Bunun üzerine Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesine geçiyor. Burada kampüsteki siyasi pankartlar onu biraz rahatsız ediyor.

*

Mezun olunca avukatlık ofisi açacak maddi durumu olmadığından hakim-savcılık sınavlarına girdiğini söylüyor.  Sınavda başarılı olamazsa hukuk bürolarında avukat olarak çalışacakmış. (Bu bakış açısı CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in “Hiçbir iş bilmiyorsan git avukatlık yap" açıklamasına benziyor.  O da öyle bir laf etmişti. Bu lafa çok tepki gösterildi tabii. Yalnız hukuk fakültesinde bazı hocalar da derdi bunu: “Mezun olunca en kötü ihtimal avukat olursunuz” diye. Çünkü avukat olmak için hukuk fakültesinden mezun olmak yeterliydi. Şimdi sınav şartı getirildi. Belki bu durum bakış açısını biraz düzeltir.)

*

Mezun olduktan sonra hakimlik-savcılık sınavına giriyor. Kazanıyor. Mülakatı da geçiyor. Mülakattan geçmek için araya birilerini koyup koymadığını bilmiyoruz tabii. Bundan bahis yok.

*

Ve 2019’da Tekirdağ’da Asliye Ceza hakimi olarak göreve başlıyor. Buraya geçici olarak görevlendiriliyor. Asıl görev yeri Ağır ceza.

*

Mümkün mertebe tarafların sözünü kesmeden duruşmayı yönetmeye dikkat ettiğini, bu yüzden duruşmaların biraz uzun sürdüğünü söylüyor. “Ancak duruşmaların uzamasından şikayetçi değildim.” diyor. Sf.54 Ya bekleyenler? Biz avukatların en şikayet ettiği konulardan biri duruşmaların vaktinde başlamaması.

*

Gerek kendisinin incelediği gerek meslektaşlarından dinlediği davaları anlatıyor bolca. Bunları hikayeleştirerek anlatıyor ki bence iyi bir tercih bu.


İlk davası penis davası diye adlandırdığı bir dava. Cinsel taciz suçu. Bir kızın telefonuna sanık tarafından penis fotoğrafı gönderildiği iddiası var. Ama bu iddiayı destekleyen somut delil yokmuş. Kendi aralarında teşhise elverişli fotoğraf çektirerek dosyadaki fotoğrafla bilirkişi incelemesi yaptıralım diye şakalaşmalar olmuş. Hakim bey dosyayı incelerken diyor ki: “Suçunu ikrar etmediği sürece sanık hakkında mahkumiyet kararı verilemezdi.” Sf.55 Yuooo! İkrar etse de verilemeyebilir. İkrar tek başına delil değildir. Dosyada delil yoksa salt ikrara dayalı nasıl ceza vereceksin? Nasıl karar vereceğini merak ediyordum ki duruşmada taraflar gelmediği için karar vermemiş. Ertelemiş.

Nöbetçi hakim olarak ilk kez tutuklamaya sevk edilen bir dosya gelmiş önüne. “Dosyadaki delil durumuna göre şüphelinin suçu işlediğine dair kuvvetli bir şüphe mevcuttu. Tutuklamanın diğer şartları da mevcut olduğundan aksini gösteren bir savunma yapmadığı sürece şüphelinin tutuklanması gerekliydi.” Diyor. Sf. 59 Gerekli miydi? Gerçekten mi? Tutuklama şart değil ki. Adli kontrolle de tutuklamadan beklenen amaç gerçekleşebilir. Ama hakimlerimiz tutuklamayı bir çeşit şart/zorunluluk gibi görüyor. Bu ilk tutuklama kararı hakim beyi biraz üzmüş ama ilerleyen yıllarda yüzlerce tutuklama kararı daha vermiş ve artık olaya duygusal bakmamayı öğrenmiş.

Cinayet dosyalarından da bahsediyor. Verdiği örnekler çok trajik.

Adam, karısını öldürmüş. Geride 8 ve 6 yaşında iki kızları var. Baba tutuklanıyor. Kızlar babaanne ve dedede kalıyor. Babaanne yatalak, dede alzaymır. Duruşmaya büyük kız da geliyor. Evde yemek yapamadığını, kardeşine bakamadığını, o yüzden babalarının tutuklanmamasını istediğini anlatıyor gözü yaşlı. Ondan sonra hakimlerin aklına geliyor Aile Bakanlığına haber verip çocukları sevgi evine aldırmak. Bunun için küçücük çocuğun karşınıza gelip ağlaması mı gerekiyordu?

Başka bir dava. Anne, baba, çocuk. Anne ikinci çocuğa hamile. İlk çocuk, babasını karşılamak üzere yola çıkıyor. Babası karanlıkta görmüyor ve arabasıyla çocuğa çarpıyor, çocuk ölüyor. Onun yası tutulamadan hamile anne ikinci çocuğunu doğuruyor. Çocuğa ölen ağabeyinin adını veriyorlar. İkinci çocuk sık sık ölen ağabeyinden özlemle bahsedildiği için o da hiç görmediği ağabeyini özlüyor. Annesine ağabeyini hiç görüp göremeyeceğini soruyor. Annesi de öldüğümüzde hepimiz onun yanına gideceğiz diyor. Ölümü abisine kavuşmak olarak değerlendiren çocuk koluna canım abim yazarak okul penceresinden kendisi aşağı atıp ölüyor. Korkunç bir vaka!

Bir başka trajik olay. Karı koca. Beş yıldır evliler, çocukları olmamış. Doktora gidiyorlar. Erkeğin spermlerinin yetersiz olduğunu söylüyor doktor. Adamın ablası beşinci çocuğunu doğuruyor. Maddi durumları kötü. Adam ablasına bu çocuğu bana ver diyor. Karısı pek memnun olmuyor bu durumdan ama çocuğa bakıyor. Kısa bir zaman sonra kadın hamile kalıyor. Eşinin ablasının çocuğuyla ilgilenmez oluyor ve çocuğu ablasına iade ediyor. Ertesi yıl bir çocukları daha oluyor. Sonraki yıl bir daha. Dört çocukları oluyor peş peşe. Adam etraftakilerin alaylarından şüphelenip tekrar doktora gidiyor ve doktor çocuk yapmasının imkansız olduğunu söylüyor. Adam karısından boşanıyor. Çocuklar için de nesebin reddi davası açıyor. Doktor raporlarını sunuyor dosyaya. Hakim DNA istiyor. DNA sonucu görülüyor ki adam çocukların yüzde 99,9 babası. Burada kim suçlu diyor hakim. Yaptığı muayene sonucunun yüzde yüz doğru olduğunu söylediyse eğer doktorun kabahati var bence. Yaptığımız muayenede böyle gözüküyor ama siz yine de başka yerde daha baktırın gibi ya da bilmediğimiz başka bir tıbbi kontrol varsa ona yönlendirebilirdi hastayı.

Bir başka hikaye. Herkesin erkek sandığı ama aslında kadın olan bir şahıs. Adı Nilüfer. Bu amca, savcıya geliyor bir şikayette bulunmak için. Onun aslında kadın olduğunu öğrenen savcı bu görüntüsünün sebebini soruyor. Amca/kadın “Her yer ırz düşmanı kaynıyor. Sokakta rahatça yürüyemiyoruz ki!” Diyor. Kitaptaki ifade aynen şu: "Savcımız yine hayrete düşmüştü. Zira Nilüfer, sokakta rahatça yürümesine mani teşkil edecek bir güzelliğe sahip olmaktan çok uzaktı.” Sf.103 Siz niye böylesiniz?

Kadınlarla ilgili klişe görüşleri var hakim beyin:
“Kadınlar arasında mesnetsiz soğukluklar hep olmuştur.” Sf.97
“Yeryüzünde intikam almaya niyetli bir kadından daha tehlikeli bir şey yoktu.” Sf.144

*

Anlattığı vakalar ilgi çekici. Bunları paylaşmasını sevdim. Ne çeşit olaylar olduğu konusunda ufuk açıyor.

Yalnız çok dipnot kullanmış, yerli yersiz. Yorucu buldum bu durumu. Kullandığı eski kelimeler ve hukuk kavramları için dipnot tamam ama kullandığı atasözü, deyim vb kalıplar için dipnota gerek var mı emin değilim.

*

Kitabın sonunu 6 Şubat 2022 Kahramanmaraş depremine ayırmış. Deprem bölgesinde yardıma gitmiş, oradaki tanıklıklarını anlatmış.

*

Ben meslektaş anıları dinlemeyi, iş konuşmayı severim. O yüzden kitabı da sevdim. Yazılsın anılar. 

11 Aralık 2024 Çarşamba

HARP DÖNÜŞÜ

 

HARP DÖNÜŞÜ

Burhan Cahit Morkaya

1928

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

1.Basım - Haziran 2024

221 sayfa


Bir subayın anı defterinden yararlanarak kurgulanmış bir roman. Birinci Dünya Savaşı zamanında geçiyor hikaye.

*

Macit ve Osman Niyazi iki yakın arkadaş. Mülkiye mektebinden mezun olup iş arıyorlar. Ama bulamıyorlar.

Osman Niyazi’yi ailesi evlendiriyor. Evlendiği karısı boşanmış, üç yaşında bir kızı var. Osman Niyazi kayınpederinin teklifi üzerine kürk işine giriyor.

Macit de aşık oluyor Humret’e. Beraber kırda bayırda dolaşıyorlar. Macit evlenmek istiyor ama Humret istemiyor. Çünkü Macit çapkınlığıyla meşhur ve Humret ona güvenemiyor.

Macit savaşa çağrılıyor ve askere gidiyor Çanakkale’ye. Kalçasını bomba sıyırıyor, yaralanıyor. Taburcu edilip İstanbul’a geri gönderiliyor.

Humret’i görmeye gidiyor. Ama o sırada kalçasını incitiyor, yürüyemiyor. Hürmet onu gizli saklı köşke, odasına alıyor. İyileştiriyor.

Macit’i yeniden askere çağırıyorlar. Şam’a gidecek. Trende Osman Niyazi ile karşılaşıyor.

Konya’da aktarma yapmak için duruyorlar. Orada Mediha Hanım ile tanışıyorlar, Şam’da açılacak okullarda görevli bir kadın. Mediha Hanım, Macit’e yürüyor. Macit pas vermiyor. (Mediha Hanım’ın Halide Edip Adıvar olabileceği yazıyor kitabın dipnotunda.)

Şam’da cephede bir düşman askerini kalbinden vuruyor Macit. Askerin yanına gidiyor. Askerin göğsünden bir genç kız fotoğrafı çıkıyor. Macit üzülüyor. Silahı kendi göğsüne çevirip ateş ediyor.

*

Humret Macit’ten uzun süre haber alamıyor. En sonunda onun kayıp olduğu bilgisini alıyor.

*

Macit gözünü hastanede açıyor. Düşman askerinin hastanesinde.

Kendisine ateş etmek isterken kurşun kolunu sıyırıp geçmiş.

Hastabakıcı İngiliz genç kadın Macit’le ilgileniyor. Macit iyileşiyor ama neticede bir esir. Hastabakıcı kız Macit’e kendisiyle Londra’ya gelmeyi teklif ediyor. Evet, bu kız da Macit’e yürüyor.

Macit oradan kaçıyor. Mısır taraflarında bir çiftliğin çalışanı onu koruyor. Çiftlik sahibi Prens de onu kurtarıyor. Etrafa bir dost diye tanıtarak onu evinde himaye ediyor. Ama ülkesiyle haberleşemiyor Macit, mektupları bir şekilde ulaşmıyor. Macit, Prens’in kızı Fatma’ya Türkçe öğretiyor, birlikte tenis oynuyorlar, günler böyle geçiyor. Bu kız da Macit’e yürüyor. Macit onu da kibarca reddediyor.

Esir teslimine izin verilmediği, tam anlamıyla barış sağlanmadığı için Macit’in İstanbul’a dönmesi doğru bulunmuyor. Prens ve kızı Avrupa seyahatine çıkacak. Macit’i de götürüyorlar. İtalya, Fransa geziyorlar.

Gazetede Mustafa Kemal Paşa’nın yaptıklarını okuyor Macit. Milli mücadelenin başladığını görüp bu mücadelenin içinde olmak için ülkesine geliyor. Bu alanda da hizmet verdikten sonra artık evine dönüyor. Öğreniyor ki Humret evlenmiş.

Kendi halinde yaşamaya başlıyor İstanbul’da Macit. Bir gün Beyoğlu’nda Osman Niyazi ile karşılaşıyor. Karısından ayrılmış. Osman Niyazi savaştayken karısı onun hoşuna gitmeyecek şeyler yapmış. Kızı annede kalmış. Bir de oğulları olmuş. Onu Osman Niyazi almış yanına. Bu arada Osman Niyazi’nin huyu suyu değişmiş. Alemci bir adam olmuş. Macit’i de çok güzel piliçler, keklikler var diye kadınlardan bahsederek geneleve götürüyor. Osman Niyazi bir bakıyor ki üvey kızı da orada. Çok öfkeleniyor. Ulan hıyar, oradaki bütün kızlar birilerinin kızı zaten. Bir daha Osman Niyazi’yi görmüyor Macit.

Bu arada Humret ne oldu diye merak ediyordum, illa karşılaşmaları lazım Macit’le, karşılaşıyorlar da nitekim. Bir baloda Macit, Humret ile karşılaşıyorlar. Macit ona sitem ediyor niye evlendin diye. Sinirleniyor. Orada başka bir kadın Macit’e yürüyor. Macit de ona yakın davranıyor. Bu yüzden pişmanlık hissedince Humret’i suçluyor. “Bu günah benim iradesizliğinden ziyade, beni o sona sevk eden ve tahrik eden kadına ait değil midir?” Sf.220

Artık buraları terk etmek istiyor Macit. Prens’in kızı Fatma’ya mektup yazıyor. Fransa’ya geliyorum, görüşelim diye.

*

Bütün kadınların Macit’e yürümesi dışında güzel bir hikaye.

Yazarı o dönemler eserlerinin edebi olmaması ile eleştirmişler. Bugün bakınca yuoo gayet edebi gözüktü bana. Hem savaş atmosferini hem de aşk hikayesini gayet zarif dile getirmiş. 


9 Aralık 2024 Pazartesi

BABBITT

 

BABBITT

Sinclair Lewis

1922

İngilizce aslından çeviren: Gamze Öncül

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

1.Basım - Temmuz 2022

419 sayfa


ABD’nin bugün bildiğimiz anlamda ABD olma serüveninin başlangıcı var romanda. Yıl 1920. Üretim var, satış var, kişisel gelişim furyası (İnsanları ikna kabiliyeti kazanma, kısa sürede para kazanma, hitabet kursları… )  doğuyor.

George F. Babitt, Zenith şehrinde bir emlakçı. Ah, pardon. Emlak komisyoncusu. Kendisine böyle söylenmesini istiyor. Emlak komisyoncularının bir ülkenin gelişiminde çok önemli olduğunu anlatıyor.

Babbitt evli ve üç çocuklu. Karısı Myra. Çocukları: Verona(22), Ted(17), Tinka(10)

“Orta gelirliler için keyifli modern ev” diye tanımlanıyor kitapta evleri.

Görünürde her şey yolunda ama Babbitt hayatından pek memnun değil. Kırklı yaşlarının sonunda ve artık hayatını sorgulamaya başlıyor. Bir yandan da hayat devam ediyor ve işini sürdürüyor.

Emlakçı yerine emlak komisyoncusu denmesinin ve emlak komisyoncularının ne kadar önemli olduğunun anlatıldığı bir konferansta konuşmacı oluyor. Konuşması çok beğeniliyor ve başka yerlerde de konuşmalar yaparak bu alanda ün kazanıyor.

Kiliseye yardım ediyor. Buradan da işle ilgili çeşitli bağlantılar kuruyor.

Babbitt’in en yakın dostu üniversiteden arkadaşı Paul. Paul de evli ama karısıyla geçinemiyor. Paul’un karısı Paul’ü çok aşağılıyor, ona kızıyor. Çünkü Paul’e güvenmiyor, kendisini aldattığını düşünüyor. Gerçekten de aldatıyor Paul. Bir gün Paul, karısıyla bir tartışma esnasında karısını tüfekle vuruyor. Kadın yaralanıyor. Paul üç yıl hapis cezası alıyor.

Dostunu bu şekilde kaybetmek Babbitt’i iyice yalnızlaştırıyor.

Babbitt, karısı ve çocuklarının karısının annesine gittikleri bir dönemde manikürcü yirmi yaşındaki bir kıza yürüyor. Kız buna ağır olmasını söyleyince utanıyor kendisinden.

Sonra ev kiraladığı bir müşterisi olan kadınla birliktelik yaşıyor. Kadının kendilerine çete diyen partici eğlenceli arkadaşlarıyla takılıyor.

Karısı dönüyor eve ve Babbitt’teki değişikliği fark ediyor. Şüpheleniyor ama Babbitt üste çıkıyor, karısıyla kaba konuşuyor.

Babbitt’in yaşadığı hayat iş çevresinde eleştiriliyor ve Babbitt gittikçe dışlanıyor.

Bir gün karısı apandistinden rahatsız oluyor. Ameliyata alınıyor. O süreçte karısının yanında oluyor ve diğer hayatından tamamen kopmaya karar veriyor.

Ameliyat iyi geçiyor. Karısı iyileşiyor. Babbitt eski haline geri dönüyor, iş çevresi ve arkadaşları tarafından tekrar iyi karşılanıyor.

*

Hep üniversite okusun, avukat olsun istediği oğlu Ted, üniversite okumak istemiyor. Tamirci olmak istiyor. Oğluyla sık sık atışan Babbitt kitabın sonunda oğlunun en zor anında ona destek oluyor.

Ted kız arkadaşıyla aniden evleniyor. Herkes onlara karşı çıkıyor. Babbitt oğlunun arkasında duruyor. Hatta onun üniversite okumak istemeyip tamirci olmak istemesine de destek veriyor.

*

Romanı sevdim. Çok güzel bir anlatı. Babbitt’in sorgulamaları ve memnuniyetsizliği bana yersiz göründü ama kendi içinde anlaşılabilir.

Karısı aslında daha sıkıntılı bir durumda. Nitekim bunu bir iki kere dile getiriyor. Kadın kendisini işe yaramaz görüyor. Kimsenin bana ihtiyacı yok, olmasam da olur, hep aynı yerlere gidiyor, aynı insanlarla konuşuyorum… vb. Gerçekten kadınlar için içsel anlamda zor yıllar. Kendini bulamamak, kendini keşfedememek, aynı döngünün içinde bir ömrün geçmesi…

Bu şartlarda Babbitt’in tavrı biraz şımarıkça bile gözüküyor. Hatta bir yerde iyice şımarık. Kadın apandisit ameliyatına götürülüyor ambulansla. Babbitt de ambulansta karısının yanında. Ambulansın içinde radyatör varmış, Babbitt elini ona sürmüş ve eli hafif yanmış. Kadın apandisit acısından kıvranırken Babbitt de elim yandı üff diye üzülüyor, kadın onu teselli etmeye çalışıyor.

*

Abd’nin gelişimi de gözler önüne seriliyor kitapta. Her yerde bir şeyler üreten ve satan birileri var. İnanılmaz. 1920’lerde Türkiye ile kıyaslayınca insanın tadı kaçıyor. Hatta bugünle de.

Bir de ideolojik kutuplaşmalar var. İş çevresinde olmak için sosyalistleri ve liberalleri dışlamak gerekiyor. Onlardan yana tavır alan ya da onları destekleyen sözler eden ocak dışı ilan ediliyor. Babbitt bu konuda aslında açık fikirli. Örneğin grev yapan işçilerin grevlerinin şiddetle bastırılmasını doğru bulmuyor. Onlar da insan, fikirlerini kimseye zarar vermeden dile getirebilirler diyor ama bu sözleri hoş karşılanmıyor. Sözlerinin hoş karşılanmadığını anlayınca ustaca yön değiştiriyor Babbitt. Bu anlamda gerçekten iyi bir konuşmacı, insanları etkileyebiliyor. Ha beni etkilemez, bence boş konuşuyor, ama neticede iş yaşamındaki tecrübesine saygı duyarım. 

2 Aralık 2024 Pazartesi

ENGEREĞİN GÖZÜ

 

ENGEREĞİN GÖZÜ

Zülfü Livaneli

1996

Doğan Kitap


Bir harem ağasının gözünden padişah ve ailesinin anlatısı.

Tarihsel bir dokusu var ama kişi ya da dönem adı geçmiyor. O yüzden tarihi roman değil de tarihi bir dekor olarak kullanan roman diyebiliriz.

*

Habeş Süleyman. Çocukken hadım edilip Osmanlı sarayına getiriliyor. Haremden sorumlu oluyor. Yıllarca bu görevde ve sarayda kalmayı başarıyor.

*

Astığı astık kestiği kestik padişah bir gün cariyesi ile birlikte bir odaya hapsediliyor.

Habeş, bu padişahın merhametli bir insan olduğunu düşünüyor. Çünkü padişah tahta çıktığında erkek akrabalarını öldürmemiş, sadece gözlerine mil çekmiş. Canlarını bağışlayıp gönül gözlerini açmışmış.

*
Habeş, padişaha bu duruma kimin getirdiğini araştırmaya koyuluyor. Padişahın annesine durumu yakındığında Valide Sultan’ın Mevlam neylerse güzel eyler diye soğuk kanlı olduğunu görünce onun da işin içinde olduğunu anlıyor.

Büyük Valide, yedi yaşındaki torununu tahta oturtuyor. Ama çocuğun annesi, çocuğun büyükannesi ile görüşmesini engelliyor. Bunu beklemeyen Büyük Valide torununun sünneti sonrası onun sünnet bölgesine zarar vererek ölmeye bırakıyor. Ama çocuğa erken müdahale edilince çocuk kurtuluyor. Bu işi Büyük Valide’nin yaptığını yalnızca Habeş ve cariye Safiye fark ediyor.

Halk sadrazamın kellesini istiyor. Rüşvetçi sadrazam idam ediliyor. Çıplak bedeni bir çınar ağacının altına bırakılıyor. Biri, sadrazamın yağlarının hastalıklara iyi geldiğini söyleyince herkes bıçakla lime lime ediyor bedeni. Dehşet bir tasvir.

*
Habeş, hapisteki padişaha yemek getirirken ona Mesnevi’den meseller okuyor. Karşılıklı sohbet ediyorlar. Böylece Habeş, padişahın iç yüzünü görüyor, tanıyor. Ona şefkat beslemeye başlıyor. Halkın onu geri istediğine dair yalanlar söyleyip onun içini rahatlatıyor. Hatta daha ileri gidip çocuklarını öldürmek için izin istiyor. Çocukları öldürürse devlet başsız kalmasın diye kendisi zindandan çıkarılır. Habeş de kendisi sadrazam olma hayalleri kuruyor. Ancak padişah oğullarının öldürülmesine izin vermiyor. Bunu asla istemiyor. Acıyor. Kendi çocukluğunda boğazı ilmeklenip boğdurulan bebek kardeşlerinin hatırasını görüyor ve kendisi de öldürülecek diye beklediği için bu konuda çok hassas.

Bu kez Habeş, valideye gidip iki padişahın olamayacağını, halkın huzursuz olduğunu söylüyor. Ve zindandaki padişah, annesinin emriyle boğduruluyor.

*
Habeş, yedi yaşındaki yeni padişaha padişahım çok yaşa deyip yaltaklanıyor ve yeni duruma hemen adapte oluyor.


*

Efendi köle ilişkisini iyi resmetmiş bir hikaye.  

*

Çarpıcı bulduğum bir kısım var. Bir cariye, Safiye, Türk fırıncıyla ilişki yaşamış. Bunun üzerine haremağası Türk fırıncıyı boğdurmuş. “Osmanlı sarayında bir Türk’ün hesabını kim sorardı ki? Sarayın ileri gelenleri, vezirleri ve üst görevlileri ya Sırp, ya Hırvat, ya Rum, ya Macar, ya Çerkez, ya İtalyan ya da benim gibi Afrikalılardı. Bir Türk’ün imparatorlukta büyük görevlere getirilmesi şaşkınlık uyandıracak bir gelişme olurdu.” diyor.

*

Hikayenin dilini ve atmosferini sevdim.


ADEM'İN LANETİ

 

ADEM’İN LANETİ

Erkeklerin Olmadığı Bir Gelecek

(Adam’s Cure: A Future Without Men)

Bryan Sykes

İngilizceden çeviren: Aylin Onacak

Koç Üniversitesi Yayınları

3.Baskı – 2023

272 sayfa


Kitabın alt başlığı olan “Erkeklerin Olmadığı Bir Gelecek” kulağa çok da korkunç gelmiyor.

Şaka şaka.

*

Yazar kendi soyadından yola çıkarak aynı soyada sahip insanların aynı atadan dünyaya gelmiş olabileceklerini düşünüyor. Bu yönde çalışmalar yapıyor. Bu kanısını yüzde yüz doğrulayamıyor. Çünkü soyadı gerçekten de o babanın soyundan bir çocuk olduğu anlamına gelmeyebilir. Buna “babalık dışlanması” deniyormuş. “Çocuğun doğum belgesinde adı yazan baba, çocuğun biyolojik babası olmadığında kullanılan bir terimdir.” Sf.21 Bir de “eş dışı çiftleşme” terimi kullanılıyormuş. Tahmin edebilirsiniz, yani bir kadının kocasından başka birinden çocuk yapıp bu çocuğun kocanın soyadını alması. Bu durumlar soyadı takibinde genetiği zora sokuyor. Ama şunu anlatmaya çalışıyor yazar, aynı atadan gelinmiş olması mümkün.

*

Kitapta kromozomlar ve genlerle ilgili bilgiler var. Kimisini anladım kimisini anlamadım.

İnsanda her ebeveynden 23 olmak üzere toplam 46 kromozom var.
İnsanlar iki takım kromozoma sahip. Biri anneden yumurtayla diğeri babanın dölleyen spermiyle geliyor. İki takım kromozom aynı döllenmiş yumurta içinde bir araya geliyor. Döllenmiş yumurta bölündüğünde onlar da bölünüyor ve bu böyle sürüyor.

Kromozomlar gen taşıyor, bu genler hücreye talimat iletiyor. Hücre de talimatları dinliyor.  Ancak bazı hücrelerin özel başka bir görevi varmış. Germline denilen bu hücreler ölümsüz olup genlerin sonraki nesle aktarılmasıyla görevliymiş.

Dişilerde çift X kromozomu, erkeklerde bir X bir de Y kromozomu var. Bunu biliyoruz.

Y kromozomu babadan oğula geçiyor. Eğer bir Y kromozomun varsa erkek olursun.

Kitapta şöyle bir soru var, ilginç: Erkekler Y-kromozomu nedeniyle mi erkek yoksa tek X-kromozomu nedeniyle mi? Henüz cevabı bilinmeyen bir soru.

Peki annemizden ne alıyoruz? Mitokondri.“Herkes mitokondrisini annesinden alır ama sonraki nesillere sadece kızlar aktarır.” Sf.233

Güzel bir soru daha var kitapta: Cinsiyet için neden uğraşıyor kromozomlar?Eşeysiz üreme varken neden çiftleşme? 

Cevabı şuymuş. Çünkü DNA alışverişi türün genetik çeşitliliğini artıyor, eşeysiz türlere göre daha hızlı evrimleşme oluyor ve gelişen parazitlere karşı koruma sağlıyormuş. 

*

Şiddet haberlerinde genelde erkekler yer alıyor. Kitapta yazar bunun genetik açıklamasını da arıyor.

“Erkeklerde olup kadınlarda olmayan tek DNA parçasını işaret ediyorum: Y-kromozomu” Sf.12

Y kromozomu şiddetle ilişkilendirilebilir mi, diye soruyor. 

Cevabı için Cengiz Han'dan Vikinglerin öfkeli atalarına kadar bir araştırmaya girişmiş. Neticeyi anlamadım ama ben. 

*

Genetik biliminin yavaş ilerlemesinden yakınıyor yazar. Tıp bu alana uzun zaman ilgisiz kalmış. O kadar ki down sendromunun bir kromozom bozukluğundan kaynaklanabileceğini öne süren bir genetikçi değil göz doktoruymuş. (Yıl 1932) 

Down sendromlularda 47 kromozom var. Fazladan kromozom 21 numaralı kromozom. Normal insanlarda 21 numaralı kromozomdan sadece iki tane varken down sendromlularda üç tane var. Bu yüzdenmiş down sendromu. (İnsanlarda X- ve Y- kromozomları dışındaki bütün kromozomlara en büyük 1 en küçük 22 olmak üzere numara verilmiş.)

*

Cinsellik sürecinden de bahsediyor yazar. Hayvanlardaki örneklerle kıyaslıyor. Erkek tavus kuşlarının göz alıcı kuyruklarıyla dişileri etkilediğini biliyoruz. Erkek tavus kuşlarının bu göz alıcı kanatları onların uçmalarını ve avcı hayvanlardan kaçmalarını zorlaştırıyor. Buna rağmen evrimsel olarak bu özellikten vazgeçmiyorlar, aksine daha da şaşalı olmasını istiyorlar. Sebebi dişileri çekip üreyebilmek.

Deniz aslanları da heybetleri ile dişileri etkiliyorlar.

İnsan erkekleri günümüzde para yani maddi güçle etkiliyor.

Hayvanların dişileri etkilemek için kullandıkları özelliklerin bir sınırı var. Örneğin erkek tavus kuşu kuyruğunu uçmasını ve kaçmasını imkansız kılacak noktaya kadar uzatabilir. Daha fazlası ölümü demek olacağı için orada duracaktır. Deniz aslanı da kilosu karaya çıkmasını engelleyecek noktaya kadar ilerleyecek ancak o noktada duracaktır. Ancak erkek insanlarda böyle bir durma noktası yok. Maddiyatla dişileri etkilediğini gören erkek insan için bu maddiyatın bir sınırı, sonu yok. Kitaptaki bu tespiti de ilginç buldum.

*

Üremek o kadar önemliymiş ki yazara göre üremeyi sağlamayan her şey yok olurmuş.

“Eğer gözlerin kahverengi olması çocuk sahibi olamamak anlamına geliyor olsaydı, kahverengi gözlü kimse kalmazdı.” Sf.224

Bu açıdan ilginç bir noktaya daha değiniyor yazar. Homoseksüelliği de bir çeşit genetik hastalığa benzetiyor. Madem homoseksüellik üremeye engel bir durum o halde evrimsel süreçte yok olmalıydı, diyor. Ama bir soru daha soruyor, homoseksüellik genetik mi? Yani bir gey geni mi var?

*

Soruları anladım ama cevapları anlamadım. Merak eden alıp okusun.

*

Kitabın sonlarına doğru kadın ve erkekten bahseden her anlatıda olduğu gibi maalesef tokat gibi acı gerçekler olan özellikle Hindistan ve Çin’deki sırf kız olduğu için öldürülen kız bebeklerden de bahsediliyor.


25 Kasım 2024 Pazartesi

HERHANGİ BİR JUDE

 

HERHANGİ BİR JUDE
(Jude The Obscure)

Thomas Hardy

1895

İngilizce aslından çeviren: Lale Akalın

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

1.Basım - Eylül 2024

480 sayfa


Acıklı, hüzünlü bir hikaye.

Evlenmek, boşanmak ya da boşanamamak, aşk, batıl inançlar, kaygılar üzerine bir roman.

Sene 1800’lerin sonu. İngiltere kırsalı. Baş karakter Jude.

Anasız babasız bir oğlan çocuğu Jude. Halası ona bakıyor, ne kadar bakmak denirse. Sen de keşke annen babanla ölseydin de kurtulsaydın… gibi laflar ediyor çocuğa. Jude, işe yaramazlığını, yaşamının anlamsızlığını hissediyor daha çocuk yaşta.

Köyün öğretmeni başka bir şehre, Christminster’a, gidiyor. Jude’un halası, keşke öğretmen seni de yanında götürseydi diyor Jude’a. Bundan etkilenen Jude, öğretmenin gittiği şehre gitmeyi düşünüyor. O zamana kadar bol bol okuyor, kendisini geliştirmeye çalışıyor.

Bir gün yolda giderken bir kız Jude’a laf atıyor ve böylece tanışıyorlar. Arabella kızın adı. Arabella, hamile olduğunu söyleyip Jude ile evleniyor. Evlendikten sonra hamile olmadığını itiraf ediyor.

Jude’un kitap ve okul hayalleri suya düşüyor evlenmekle birlikte. Karısı, Jude’dan bir halt olmayacağını anlayınca anne babasıyla birlikte Avustralya’ya gidip Jude’u terk ediyor.

Jude da artık öğretmenini görmek üzere Christminster’a gidiyor. Bu şehirde halasının kızı Sue’nun olduğunu öğreniyor. Kuzenler birbirlerini ilk defa görüyor, tanışıyorlar, birbirlerini seviyorlar. Hatta Jude aşık oluyor. Ama tabii bu aşkı içinde yaşıyor. Çünkü Jude hem hâlâ evli, hem de Sue onun kuzeni.

Öğretmeni Phillotson’u görmeye Sue ile beraber gidiyor Jude. Öğretmen, Jude’u hatırlamıyor bile. Sue, ev sahibi ile sorun yaşadığından başka yere taşınmak durumunda. Jude ona iyilik olsun diye öğretmeninden Sue için iş istiyor. Öğretmen Sue’yu kendi yardımcı öğretmeni yapıyor. Bu arada Sue’dan hoşlanıyor. Hatta evlenme teklif ediyor, nişanlanıyorlar.

Jude dayanamayıp Sue’ya açılıyor. Sue da aslında Jude’a karşı boş değil ama Jude evli olduğunu söyleyince Sue yıkılıyor. Gidiyor. Phillotson ile evlendiği haberi geliyor.

Jude, Sue ile görüşmek istiyor. Bu sırada beklenmedik bir şey oluyor. Bir barda Jude, karısını görüyor, Arabella Sydney’den dönmüş, barda garsonluk yapıyor. Avustralya’da evlenmiş nasıl olduysa. Bu durumu yasal hale getirmek için Jude’un kendisini boşamasını istiyor. Jude kabul ediyor.

Sue, kocası Phillotson’u insan ve arkadaş olarak seviyor ama koca olarak ondan tiksiniyor. Adam bunu anlıyor. Daha fazla dayanamayan Sue, kocasından evi terk etmek için izin istiyor. Apaçık konuşuyorlar. Adam anlıyor ve izin veriyor. Sue, Jude’a gidiyor. Adam da Sue’yu boşuyor.

Artık ikisi de özgür ama Sue hâlâ çekingen. Evlilik konusunda kaygıları var. Kendi anne babalarının evlenerek yanlış yaptığını duymuşlar. Kendileri de yanlış evlilikler yaptılar. Bu yüzden evlilik konusunda bir çeşit lanetli olduklarını düşünüyorlar. Ayrıca evlendikten sonra birbirlerini eskisi gibi sevmeyeceklerini zannediyorlar. En çok da Sue böyle düşünüyor. Jude, Sue bu konuda ne derse ona uyuyor.

O sırada Arabella’dan mektup geliyor. Jude’un bir çocuğu olmuş. Arabella’nın anne babası bakıyormuş ama artık bakmak istemiyorlarmış. Arabella da istemiyor. Jude’a gönderiyor. Jude ve Sue mutlulukla karşılıyorlar çocuğu. Ama hâlâ evli değiller. Evlilik için başvuruyorlar ama Sue yine korkuyor. Evlenmeden dönüyorlar.

Lakabı Zaman Baba olan çocuk akıllı, uslu, sessiz, ağırbaşlı bir çocuk. Okulda anne babasıyla ilgili kaba laflara maruz kalınca Jude ve Sue evlendik diyorlar ortamlarda ama evlenmiyorlar.

Jude’un taş ustalığı yaparak para kazanması ve evli olmadıkları için kınandıkları şehirleri terk ederek yaşamlarını sürdüren Jude ve Sue’nun iki çocuğu oluyor. Sue üçüncüye hamile iken Jude Christminster’a dönmek istiyor. Bir unutamadı orayı. Hala üniversite hayali var ama bunun artık sadece hayal olduğunun farkında.

Gidiyorlar Christminster’a. Hiçbir pansiyon onları almıyor çocukluları var ve fakirler diye. En sonunda biri alıyor. Zaman çocuk, bu zor durumlara dayanamıyor. Keşke doğmasaydım, biz olmasaydık daha iyi olurdu diyor. Sue’nun hamile olduğunu da öğrenince çok kızıyor Zaman. Madem bu kadar kalabalığız diye zor durumdayız, neden bir çocuk daha?.. diye düşünüp üzülüyor. Jude ve Sue evde yokken Zaman, kendisini ve iki kardeşini asarak öldürüyor. Çok sarsıcı bu kısım. Dehşet.

Hamile Sue, erken doğum yapıyor ve bebek ölü doğuyor.

Kendisini dine veren Sue, ilk kocası Richard Phillotson ile evli olması gerektiğini düşünmeye başlıyor. Ona evlenirken verdiği bağlılık yemininden dönüş olmayacağına inanıyor ve Jude’a da bunu anlatarak
yeniden Richard’a dönüyor. Richard’ın zaten canına minnet. Karısı sevgilisine gitsin diye ona izin vermesi tepkiyle karşılanmış, yaşadığı şehirden, okuldan, kiliseden aforoz edilmişti. Şimdi yeniden karısı ile birlikte olarak kaybettiği itibarı geri kazanacağını umuyor. Ve Sue’yu da seviyor bakmayın.

Jude’un eski karısı Arabella’nın kocası ölüyor. Arabella, Jude’a tekrar sarıyor. Jude, Sue’nun gidişinin ardından zaten yıkık. Arabella’nın Jude’u içkiyle kandırıp evlenmeye ikan etmesi kolay oluyor.

Jude dayanamayıp Sue’yu görmeye gidiyor. Ama Sue Richard Phillotson ile olmaya kararlı. Öpüşüp bir daha birbirlerini görmeyeceklerine yemin ediyorlar. Jude ile öpüştü diye pişman olan Sue, kocasıyla sevişmeyi kabul ediyor artık bir çeşit kefaret olarak.

Bir zaman sonra Jude hastalanıyor. Yataktan çıkamaz hale geliyor. Ve ölüyor. Onun öldüğünü gören Arabella, dışarıdaki eğlenceyi kaçırmamak için öldüğünü söylemiyor. Arabella eğlenceden dönünce Jude’un cenaze işlerine girişiyor.

Sue gelmiyor cenazeye.

*

Çok dramatik.

Sue’nun aklı çok karışık. Feminist bir düşünce dünyası var ama 1800’ler İngiltere’sinde olacak gibi değil.

Jude da ayakları hiç mi hiç yere basmayan bir genç adam.

Neler yaşıyorlar genç yaşlarında. Yazık!

*

Kitabı bitirir bitirmez bunun kesin filmi yapılmıştır, dedim. Yapılmış. 1996 yapımı. Sue rolünde Kate Winslet oynuyor.

Kitap, filmden daha güzel. Çünkü duygular ve olaylar daha ayrıntılı anlatılabiliyor kitapta.

Kitabın sonu Jude’un ölümüyle biterken filmde Jude ve Sue’nun çocuklarının mezarında vedalaşması, Sue’nun eski kocasına gitmek için Jude’u terk etmesiyle bitiyor.

19 Kasım 2024 Salı

AYAŞLI İLE KİRACILARI

 

AYAŞLI İLE KİRACILARI

Memduh Şevket Esendal

1934

Yapı Kredi Yayınları

4.Baskı – Ocak 2024

191 sayfa

Ankara’da dokuz odalı bir apartman dairesi oda oda kiraya verilmiş, bir odasında yaşıyor anlatıcı. Anlatıcının adı geçmiyor bu arada kitapta. (Geçiyor da ben mi gözden kaçırdım?) Kendisi bir bankacı. Kendi halinde bir genç adam.

Ev sahibi Ayaşlı İbrahim Efendi.

Evde Ayaşlı’nın üvey kızı Faika ve Faika’nın şoför kocası Fuat da var. Fuat’ın bir metresi var. Çoğu zaman onun yanında. Sadece para almak için Faika’nın yanına geliyor. O zamanlarda da kavga ediyorlar.

Faika’nın annesi genelev işletiyor laf aramızda. Pek dile getirilmiyor bu durum, kabullenilmiş gibi.

Faika’nın ablası da zengin bir adamın metresi, bu da laf aramızda.

Ayaşlı’nın bir de oğlu var, köydeki eski karısından.

*

Anlatıcının rahmetli ağabeyinin arkadaşı var Hasan diye, o da burada oda tutuyor. Seviyorlar sayıyorlar birbirlerini.

*

Evin hizmetlisi Halide. Hamarat, akıllı bir kızcağız. Hamile kalmış. Baba kişisi sahip çıkmıyormuş. Halide de çocuktan kurtulmak istiyor. Bunları rahat rahat konuşuyor anlatıcıyla. Anlatıcı diyor ki onu gebe kalmadan önce düşünecektin. Halide kendi dilince anlatıyor aslında tecavüze uğradığını. Kimsesiz kızcağız, hasta düşmüş, ona bakan adam da bu bakım karşılığı…

Halide önce çocuğundan kurtulmaya çalışıyor. Olmuyor. Sonra bir şekilde baba kişisini ikna ediyor çocuk doğunca bakmaya. Ve işi bırakıyor.

Yerine yaşlıca bir kadın geliyor Raife. Dedikoducu, laftan anlamaz, yapışkan bir kadın. Anlatıcıya yalvarıyor Raife kızına iş bulsun diye. Kızlarını da göndertiyor yalvarmaya anlatıcının yanına. Bir işe yaramıyor tabii bu çabaları, sonra pes ediyor.


*

Kiracılar arasında bir Turan Hanım-Haki Bey çifti var. Kumar oynatıyorlar evde diğer komşulara. Zaman zaman dışarıdan adam da getiriyorlar. Turan Hanım, anlatıcıyla flört ediyor.

*

Kiracılardan Abdülkerim-İffet çifti. Bir çocukları var. Sürekli ağlıyor. Anne ve babası bu yüzden çocuktan bıkıyorlar. Hatta kadın çocuğu için ölse de kurtulsak bile diyor. Bu çift bir de Turhan Hanım’ın yanında kumara alışıyorlar. Çocuğa zaten bakamıyorlardı, iyice bakamaz hale geliyorlar.

*

Turan Hanım, işi büyütmek istiyor. Ayaşlı’nın evinin bir odasında bunu yapamayacağı için evi boşaltıyor, ayrı eve geçiyor. İşlerini büyütüyor.

Ayaşlı, Turan Hanım’dan boşalan yere İffet Hanım’ı getiriyor. Ama İffet Hanım o kadar becerikli olamıyor, zaten de hasta olduğu için işi ilerletemiyor.

Ayaşlı’nın evindeyken anlatıcıyla yakınlaşmaları olan Turan Hanım, başka eve geçince bir daha birbirlerini görmüyorlar.

*

Tanıdıklar anlatıcıdan Cavide adında bir kıza bankada iş bulması için rica ediyorlar. Ama Cavide çalışmak istemiyor, o zaman koca bulamazmış. Anlatıcı ve Cavide her gün buluşup konuşuyorlar ve zamanla anlatıcı Cavide’den hoşlanmaya başlıyor. Bu arada evleneceklerine dair söylentiler çıkıyor. Ama anlatıcı Cavide’ye İstanbul’da bir iş bulduğunda Cavide seve seve gidiyor ve o zaman anlatıcı öğreniyor ki Cavide’nin aslında başka sevdiği varmış. Anlatıcı da artık kendisini sevip saydığını düşündüğü herkesten şüphe eder oluyor.

Bir tek arkadaşı doktor Faik hariç. Onu candan seven yegane dostu gerçekten.

Faik, Melek adlı bir kızdan bahsediyor sık sık anlatıcıya. Anlatıcının Melek ile evlenmesini istiyor. Halbuki Melek’i asıl seven Faik. Anlatıcı bunu fark edip oldu bittiye getirerek Faik ile Melek’in evlenmesini sağlıyor.

*

Bir gün Hasan hastalanıyor. Anlatıcının ağabeyinin arkadaşı. Kızı Selime geliyor Ayvalık’tan. Hasan ölüyor. Selime de Ayvalık’a dönüyor. Anlatıcı kal diyor Selime’ye ama kız dinlemiyor. Anlatıcı, Selime’den hoşlandığını fark ediyor. Bir arkadaşı aracılığıyla Selime’nin durumunu öğreniyor. Selime, anlatıcının kendisini sorduğunu öğrenince anlatıcıya mektup yazıyor yanınıza gelebilir miyim diye. Anlatıcı sevinçle kabul ediyor. Selime geldiğinde anlatıcı ve Selime kaynaşıyorlar. Evleniyorlar. Mutlu da oluyorlar.

*

Daha başka çeşit insanlar da var kitapta. Hatta cinayet de. Ahlaksızlık diyebileceğimiz şeyler de var ama bir şekilde hiç rahatsız etmeden geçiyor tüm bunlar.

*

İlginçtir kitap önce 1934’te Ayaşlı ve Kiracıları adıyla basılmış. 1957’den sonra Ayaşlı ile Kiracıları olmuş. Bu ve-ile değişikliğinin sebebi neydi acaba?