SAFSATALAR ANSİKLOPEDİSİ
Akıl Yürüt(eme)menin Kısa Tarihi
Immanuel Tolstoyevski
2020
Epsilon Yayınları
2. Baskı – Eylül 2020
509 sayfa
Immanuel Tolstoyevski, bir Ekşi Sözlük kullanıcısı rumuzu. Orada ilgi
çeken yazıları var. Ayrıca “Fularsız Entellik”
adında podcast yayınları var. Şimdi bir de kitabı var.
Ekşi Sözlük’te sadece “Dünün En Beğenilenleri”
(debe) başlığındaki yazıları okuyorum. Daha fazlasına zamanım ve merakım yok.
Podcast ise dinlemiyorum. Kafam şişiyor, radyocu da
dinleyemiyorum ben mesela aynı sebepten. Sadece bazen arkadaşlar öneriyor, bunu
dinle diye, o zaman.
Bu kitabı da yine bir-iki arkadaşım tavsiye etti.
Yoksa buna da merakım yoktu, almazdım. 65 TL zaten alınacak gibi de değil.
Niye almazdım? Erkeklerin “Bakın ben neler
biliyorum?” gösterilerinden hoşlanmadığım için ve bunu da öyle sandığım
için.
Kesin denk gelmişsinizdir, genci, yaşlısı erkeklerde
böyle bir davranış var, gencinde ayrı, yaşlısında ayrı komik duruyor.
Televizyondaki erkek erkeğe tartışma programlarında gözlemlemek mümkün olduğu
gibi yeni tanıştığınız bir erkekte de bunu gözlemleyebilirsiniz.
Bir ara Twitter'da bir video dolanıyordu. Gece kulübünde adam kadının kulağına eğilmiş bir şeyler anlatıyor da anlatıyor. Kadıncağız da sıkılıyor ama bir şey de yapamıyor. Adam ne anlatıyor olabilir diye komiklikler şakalar dönmüştü.
Videoyu bulamadım, bunu buldum.
Bu arada benim böyle genellemeler yapmam da tam olarak
kitabın anlatmaya çalıştığı yanlışlardan biri. Ahah :) Bunu fark etmem canımı
sıktı.
Anlatma, dinleme, genel olarak tartışma kültürümüz
boktan. Yazar da buna değiniyor. Tartışma kültürümüz neden boktan? Pardon,
kültür diyorum ama…
Çünkü ezbere konuşuyoruz. Doğru diye bellediğimiz
şeyin neden doğru olduğunu düşündüğümüzü düşünmüyoruz. “Düşünceleri
üstüne düşünme gayreti” diyor yazar buna:
- Bu konudaki fikrim tam olarak nedir?
- Bu fikre nasıl vardım?
- Hep böyle mi düşünüyordum?
- Başkaları niye farklı düşünüyor?
- Hangi şartlar altında fikrim değişebilir?
sf.19
Zihinsel disiplin lazım bunlar için. Var mı? Bu yüzden
yazar, diktatör olursa yapacağı ilk işin ilköğretim müfredatına eleştirel
düşünme ve bilişsel psikoloji dersleri eklemek olacağını söylüyor. Henüz bunu
yapacak gücü olmadığı için de kitap yazmakla yetinmiş şimdilik.
(Eğitimin boktanlığı ile ilgili Nihan Kaya’nın “İyi Aile Yoktur”
kitabında bir bölüm vardı. Çocukları okula gönderiyoruz, ne güzel diye
düşünürken aslında okullarda çocuklar belli süre oturmak zorunda, zil çaldığında
dışarı çıkıp kısa bir süre dinlenebilir, zil çalınca tekrar sınıfa gelip oturup
dinlemek zorunda, yani aslında otoriteye boyun eğmeyi öğreniyorlar. Modern eğitim de bu dizaynı kurmak üzere doğmuş.
Yüzyıllar önce çiftçiler, köylüler, yöneticilere ayaklanıyor diye, bu ayak
takımını hizaya sokmak, kontrol altında tutmak için sınıflı ve teneffüslü
eğitim sistemi ortaya çıkmış.)
2020 yılındayız. Bir zamanlar
milenyum diye gözümüzde büyüttüğümüz yıllar. Ama hiç de buna layık bir gelişme
içinde değiliz. Teknoloji, sağlık, bilim… gelişmeler oluyor ama televizyonu
açtığınızda, sosyal medyaya baktığınızda bu gelişmenin izlerini göremiyorsunuz.
Düz dünyacılık, aşı karşıtlığı...
“İnsanlık bu kadar ilerlerken,
insanlar neden yerinde sayıyor?” sf.35 diye soruyor yazar haliyle.
Çünkü insanlık, her şeyin daha iyiye gittiği bir çizelgede ilerlemiyor. Bir
çizelgede bile ilerlemiyor olabilir. Sarhoş gibi yalpalıyor.
Bakın şimdi asıl ben neler
biliyorum?
Auguste Comte (1789-1857) toplumsal
yaşamı doğal yaşama benzetiyor. "Pozitivist Sosyal Bilim
Yöntemi" denilen bu bakış açısına göre dünyadaki yerçekimi yasası
gibi insan davranışları da nedensel yasalara dayanarak açıklanabilir. Comte’a
göre insan toplumları üç aşamadan geçerek ilerlemiş:
1.Teolojik aşama: İnsan düşüncesi
olayları doğaüstü güçlerle açıklamaya çalışır.
2.Metafizik aşama: İnsan düşüncesi
olayları soyut güçlerle açıklamaya çalışır.
3. Pozitif aşama: İnsan düşüncesi
olayları bilimsel açıklamaya çalışır.
Ama işin aslı öyle mi? İnsanlık
olarak bu şekilde ilerliyor olsaydık bugün aramızda olayları doğaüstü ya da
soyut güçlerle açıklamaya çalışan olmazdı. Ama var.
İşte bu görüşe karşı olarak da "Yorumlayıcı
Sosyal Bilim Yöntemi" gelişiyor. Buna göre doğa mekanik yasalara
uyar ama insan uymaz. İnsan karar verir, eyleme geçer, eylemin sebebi
gerisindeki niyetle anlaşılır. İnsan davranışları nesnelermiş gibi
değerlendirilemez.
Elbette bir görüş ve karşıt görüşün
olduğu yerde bir de karma görüş olur. "Eleştirel Sosyal Bilim
Yöntemi"ne göre davranışların üstü yanılgılarla, mitlerle,
SAFSATALARLA kapatılmıştır. Anlamak için eleştirel sorular sormaya gerek
vardır.
“İnsanlık bu kadar ilerlerken,
insanlar neden yerinde sayıyor?” Çünkü insanlık topyekün ilerlemiyor.
Neandertaller ile sapiensler aynı dönemde yaşamış ya, onun gibi.
*
Bilinç, bilinçaltı, bilinçdışı, ego, id, süperego
tanımlarının ardından zihnimize giriş yapıyor kitap ufaktan.
Genellemelerimiz, kırk yılda bir başa gelebilecek bir
olayın sanki sık sık yaşanma ihtimali var sanmamız, önyargılarımız...
Çok güldüğüm bir örnek olarak; Bill Gates, Steve Jobs
gibi insanlar okulu bırakmış, zengin olmuş, ben de okulu bırakayım, böylece
zengin olurum diye düşünmek. Akıl yürütme hatalarına örnek olarak veriyor bunu
yazar. Neden-sonuç ilişkisini karıştırıp okulu bırakmayı başarının ön şartı
olarak görmek.
Az güldüğüm bir örnek olarak; kişisel deneyimlerimize
başvurarak allame-i cihan kesilmemiz. Örneğin;"Amcam günde üç paket
sigara içiyor ve 80 yaşında, sapasağlam. Öyleyse sigara o kadar da zararlı
değil." sf.292
Bunu Simone de Beauvoir de yapıyor. Bkz: Bir Genç Kızın Anıları Beauvoir'in
makyaj yapması, makyajın cilde iyi gelmemesi ve
yüzü bozduğu gerekçeleriyle yasakmış. Yazar da hiç makyaj yapmayan teyzelerine
bakıp ee siz makyaj yapmadınız da ne oldu, diye geçiriyormuş
içinden. "Teyzemlerin kırışmış yüzleri, makyaj yapmamanın
karşılığını hiç görmediklerini ortaya koyardı."
Kossssskoca Simone de Beauvoir bile safsata
yapıyormuş. Kitapta başka kossssskoca isimlerin safsatalarını da
görebilirsiniz.
X bile yapıyorsa ben de yaparım yani. Kesin bu da bir
çeşit safsata ama adını bilemedim.
*
Tartışma programlarının boktanlığı demiştim. Yazara
göre bunun sebeplerinden biri de etrafta izleyicilerin olması. Etrafa tribün
kurunca insanlar tribünlere oynuyor. Görüşlerin değerlendirilmesi değil, herkes
beni beğensin, haklı bulsun arzusu öne çıkıyor.
*
İkna yöntemlerinden de bahsediyor yazar.
Logos: Somut verilere, bilimsel bulgulara,
akla, mantığa dayanan ikna yöntemi.
Ethos: Uzman kişiye duyulan güvene
dayalı ikna.
Başta bu yazarın “Bakın ben neler biliyorum”cu biri
olduğunu sanıyordum ama sevdiğim iki arkadaşımın tavsiyesi ve yazarın bir
akademik geçmişi olduğunu öğrenmem ile ethosuma hitap etti. Öyle mi denir?
Cümle içinde nasıl kullanacağız bunu?
Pathos: Duygulara hitap ederek ikna yöntemi.
Örneğin kelimeleri değiştirerek
"Çevre" yerine "soluduğumuz
hava, içtiğimiz su" demek,
"İşsizlik" yerine "eve ekmek
götüremeyen insanlar" demek,
"Cari açık" yerine "çocuklarımıza
miras bıraktığımız borç" demekle yaratılacak etki gücünü hissettiniz
mi? Sf.137
Güncel örnekler kullanıyor yazar ki bunu çok beğendim.
Örneğin; Recep Tayyip Erdoğan’ın Muhtarlar Toplantısında "Dünya 5’ten
büyüktür." diye dünyaya seslenmesi. Buna da “kairos”
deniyormuş, “diğer tüm ikna yollarının doğru yerde ve doğru zamanda
kullanılması”. Sf.140
*
Lise terk mantık dersinden aklımda şu kalmış:
Bütün insanlar ölümlüdür,
Aristo insandır,
O halde Aristo da ölümlüdür.
Bunu lisede öğrendim ve bir daha hiç kullanmadım
sanıyordum ama aslında hep bu ve benzeri çıkarımları kullanıyormuşuz. Üstelik
çoğu zaman hatalı olarak.
Kitap da bu hatalara yer veriyor. Her birine farklı
adlar verip tanımlıyor. “İnsan karmaşık bir şeyi ismiyle tanımlayınca
bir problem çözmüş olduğu hissine kapılıyor ve dopamin salgısı artıyor.” Sf.256
Jules Verne’in kitaplarında da
dikkatimi çekiyor bu isim verme olayı. Issız bir adaya düşüyorlar mesela, ilk
şoku atlattıktan ve yerleşecek bir yer bulduktan sonra etrafı gözlemleyip dağa,
taşa, ovaya, koya, mağaraya isim veriyorlar.
Bkz: Esrarlı Ada
Bkz: İki Yıl Okul Tatili
İsim verme denince aklıma geldi.
Devam.
*
Tartışmalarda sıklıkla başvurulan; Şu tarihte
neredeydin, gerçek İslam bu değil, bir arkadaşın başına gelmiş, küsuratlı
atayım da salladığım anlaşılmasın, zamanlaması manidar, okumadık kardeş
durumumuz yoktu, biz onların ağababalarını biliriz, aynısını anana bacına
yapsalar, laf ebelikleri, konuyu saptırmaklar... Tüm bunlar ve daha fazlasını,
güncel örneklerle, resimlerle, hikayelerle, esprilerle anlatmış.
Gerçi espriler:
“En yakındaki aynanın karşısına geçin ve kendinize
bakın. Ama bukalemun misali bir gözünüz de kitapta olsun, yoksa sonsuza kadar
aynaya bakakalırsınız.” Sf.38
“Tek millet, tek devlet, tek lider… 300.000 kadar da
tank ve bir Avrupa haritası lütfen… Evet paket olacak.)" sf. 92
şeklinde ama, olsun!
Kitaptan keyif almak için eser miktarda Ekşi Sözlük ve Twitter jargonunu bilmek lazım. Bir de herhalde Türk olmak, ya da en azından Türkiye'de yaşamak, yoksa okuyan bu örnekleri ne anlar ne de gülür.
*
Bunlar genelde sözlü ifadelerle ilgili tespitler. Laf
ağızdan bir kere çıkıyor artık şuurlu veya şuursuz. Ondan sonra
toparlayabilirsen toparla. Yazılı ifadede ise başka dinamikler ortaya çıkıyor.
Yazdığı yazıyı tekrar tekrar okuyunca kitapta anlatılan hatalara düştüğünü fark
edebilir insan. Böylece düzeltecek imkanı olabilir.
Ancak yazının da şöyle bir handikapı var, duygu ve
düşüncelerini ne kadar aktarabileceksin, karşındaki ne kadarını anlayacak?
Örneğin mesajlaşmalarda sen esprili bir mesaj attığını zannederken karşıdaki
bunun espri olduğunu anlamayabiliyor. Böyle anlarda emoji hayat kurtarır. Ama
kitapta bunu ne kadar yapabilirsin, biraz ciddiyet lütfen. Mesela Sokrates,
bunu öngörmüş, yazmamış. İnsanlarla konuşmayı tercih etmiş. O öldükten sonra
görüşleri kitaplaştırılıyor. Keza Hz. Muhammed de yaz(dır)mamış vahiyleri.
Ondan yıllar sonra yazılmış. Yazmakta tekin olmayan bir şey mi sezmişler?..
*
Zihnimizi disipline etmek istiyoruz diyelim,
düşüncelerimiz üzerine düşünmek istiyoruz, bunun için ilk iş tüm bildiğimizi
unutmak mı?
Francis Bacon (1561-1626) öyle yapmış, bildiği her
şeyi unutmakla işe başlamış. Ama Tanrı'ya kadar. Dindar bir insan olduğu için o
kadarına cüret edememiş. Halbuki zihni sınırlama konusunda en büyük güç din
değil mi? Tanrı inancı ile sınırlandırılmış zihin ne kadar özgür/doğru
düşünebilir? Bir de eski zaman filozoflarının yaşadığı dönemlerde kölelik ve
kadınların insandan sayılmaması var. Bunlar hakkında düşünecek mecalleri
kalmıyorsa demek.
Günümüzde en azından son iki sınırlayıcı yok.(Büyük
ölçüde yok.) Üstelik bilgiye erişim de kolay. Ama “daha çok bilgiye
maruz kaldıkça daha açık fikirli, daha bilge olmuyoruz. Tersine mevcut
inançlarımız güçleniyor.” Sf.199
Sosyal medyada hoşumuza gitmeyenleri engelliyoruz ve
böylece sadece kendimizle aynı fikirde insanlarla iletişim kuruyoruz. Hatta
bazen iletişim de kurmuyoruz, "savcılığa verildiniz" diyoruz. (Kesin
bunun da bir adı vardır, bugün yoksa bile yarın olur.)
*
Bunca şey bilmek bizi tartışmalarda ya da insan
ilişkilerinden daha iyi bir noktaya getirir mi?
Yazar kitabın sonunda o kadar da şeyapmayın, ama en
azından "kalite kontrolü olmayan tartışmalar"a girmeyiverin,
gerektiğinde geri adım atacak mesafe bırakın tavsiyelerinde bulunuyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder