9 Ocak 2023 Pazartesi

SAVAŞ PİLOTU

 


SAVAŞ PİLOTU

(Pilote de Guerre) 

Antoine de Saint-Exupery

 1943

Çeviren: Gülce Ekin Köse 

Dokuz Yayıncılık

8.Baskı – Kasım 2020

191 sayfa

 

Küçük Prens’ten bildiğimiz yazarın savaş pilotluğu yaptığı dönemde yaşadıkları ve düşündükleri yer alıyor kitapta. 

Savaşı ve askerliği eleştiriyor. Eleştirilerini samimi buldum.

Fransız ordusundaki uçak ve bilgi eksikliğini, iletişim kopukluğunu, Almanların başarısını anlatıyor hiç sakınmadan.  

Savaşın anlamsız olduğunu düşünüyor:

“Kimse de bu savaşın hiçbir şeye benzemediğini, hiçbir anlam taşımadığını, hiçbir şemaya uymadığını, ucunda kuklanın bile kalmadığı iplerin ciddiyetle çekilmesinin bir işe yaramadığını dile getiremez.” Sf.12

“Savaş bir macera değil. Savaş bir hastalık. Tifüs gibi bir şey.” Sf.59

Kendi dostlarından da görüyor ki savaş sırasında bir emirle giden bir daha geri gelmiyor. 

Elli tane uçak kalmış Fransız ordusunda. Bir uçak görürseniz Almanlarındır, diye kanaat oluşmuş insanlarda.

Emirlerin yerine ulaşmadığını ve ulaşamayacağını gözlemlemiş:

“Bir işe yaramayacak bir görev… Kimsenin kullanmayacağı bilgiler edinmek için bir mürettebatı feda etmenin ne anlamı var, siz söyleyin! İçimizden biri hayatta kalıp bu bilgileri getirmeyi başarsa bile, bilgiyi verebileceği kimse kalmamış olacak.” Sf.26

Savaşta bir figüran olarak kullanıldığını, hiçbir etkisinin olmadığını düşünüyor:

“Etkisizlik, kara bir yazgı gibi hepimizin üstüne çökmüş.” Sf.66

Hadi askerler böyle, aydınlar hakkında da farklı düşünmüyor:

“Aydınlar, reçel kavanozları gibi, savaştan sonra yenmek üzere, propaganda raflarında bekletiliyorlar.” Sf.40

Orduları bir arada tutanın ortak duygular olduğunu düşünüyor. O yüzden orduların geri çekilmesinin iyi bir strateji olmadığı kanaatinde:

“Geri çekilen bir ordu, ordu değildir. Galibiyete layık olmadıklarından değildir bu. Geri çekilmeye başladıklarında, onları birbirlerine bağlayan duygu ve ruhları yok ettiği için.” Sf.107

Savaşın halklarda yarattığı yıkımı da gözlemlemiş. İnsanların göç etmeleri, yıllardır yaşadıkları yerleri terk etmeleri, aslında bazısının göç etmesi gerekmediği halde bir dalgaya kapılıp gitmek zorunda hissetmeleri…

 Ülkesi Fransa’yı da eleştiriyor. Bu savaşı kazanamayacaklarını biliyor:

“Savaş ilan ettiğimiz anda düşmanın gelip bizi yok etmesini bekledik çünkü onlarla mücadele edecek güçte değildik.” Sf.111

“İleride, bu savaşa ‘garip’ dediğimiz için ayıplayacaklar bizi! Bu savaşı ‘garip’ olarak adlandıran biziz. Savaşan da biziz. Haliyle istediğimiz kadar alaya alma hakkımız var. Çünkü tüm fedakarlıkları yapan biziz.” Sf.112

Savaşın en çetin zamanlarında zaman zaman çocukluğuna sığınıyor. Çocukluk anıları geliyor aklına:

“Kendimden üstün birinin korunmasına sığınmak için çocukluğuma kadar uzanıyorum. Zira yetişkinleri koruyan kimse yoktur. Yetişkin olduğunuz anda tek başınıza kalırsınız.” Sf.123

Bu arada görevi gereği uçağın nasıl adeta bir organı haline dönüştüğünü, uçağa olan hakimiyetini de anlıyoruz kitapta.

* 

Kişisel gelişim havası da var kitapta. Yazar savaşın içinde vahşileşmektense ruhen incelmiş gibi. Gerçi kim bilir kaç kişiyi öldürdü? Savaş zamanıydı, göreviydi… deyip aklayalım bakalım.

“Bilmek bir görüntüye ulaşmaktır. Açıklamak ya da ispatlamak değildir. Ancak görebilmek için önce göreceklerine katılmayı kabul etmek gerekir.” Sf.41

Bir arkadaşı havada yanan bir uçaktan kurtulmuş. Arkadaşı, olayı anlatıyor ama olayın tüm ayrıntılarını hatırlayamıyor. Çünkü bilinç o esnada esas mesele ile –ölüm kalım ile- mücadele ettiği için normal şartlarda fark edebileceği bir şeyi umursamıyor. Yazarın değerlendirmesiyle:

“Bilinç alanının ne kadar dar olduğunu iyi bilirim. Her seferinde tek bir soruyu alabilir içine. Yumruk yumruğa dövüşürken, aklınızı kurcalayan dövüş stratejileriyse, aldığınız darbeler canınızı acıtmaz. Bir deniz uçağı kazası sonrasında boğulduğumu sanırken buz gibi su bana ılık gibi gelmişti. Daha doğrusu bilincim suyun sıcaklığını algılayabilecek kadar yerinde değildi. Başka telaşları vardı o anda. Suyun ısısını hiç hatırlamıyorum. Bilinç böyle bir şeydir işte.” Sf.48

Hele şu laf: “Yaşamak, yavaş yavaş doğmaktır.” Sf.53 Bu laf nasıl meşhur olmadı, orada burada yer almadı?


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder